I. Hakimiyet Anlayışı
Akkoyunlular 15. yüzyılda Yakın Doğu’da hakimiyet kurmuş bir Türkmen hanedanıdır. Bu aileyi iktidara Kara Yülük Osman Bey (1403-1435) taşımıştır. Ondan sonra Akkoyunluların başına Ali Bey (1435-1439), Hamza Bey (1435-1444), Cihangir Bey (1444-1457), Uzun Hasan Bey (1457-1478), Sultan Halil (1478) ve Sultan Yakup (1478-1490) geçmiştir. Yakup’un ölümü üzerine çıkan iktidar kavgaları 16. yüzyılın başında devletin yıkılmasına yol açmıştır.
Akkoyunlular, esas olarak, Türk gelenekleri ve İslamî ilkelerden oluşan Türk-İslam hanedanlarının hakimiyet ve yönetim anlayışını takip etmişlerdir. İslam öncesi Türklerde hakimiyetin başlıca unsurları “Tanrı kutu, yüce soy, ülüş (paylaşma) ve veliahdlık idi”.[1] Geleneksel Türk hakimiyet anlayışı İslami dönemde bazı değişikliklere uğramıştır. İslamiyet’te hakimiyet merkezde hilafet ve taşrada velayet/halifenin tasvibini alma usûlüne dayanmaktaydı. Buna göre, en azından teoride İslam dünyasının başında halife bulunur, mahalli hakimiyetler onun velayeti ile meşruiyet kazanırdı. İlk Türk- İslam devletlerinden olan Karahanlılardan itibaren Türk hakimiyet anlayışını İslami telakkilerle uyuşturulmaya çalışılmış, bu eğilimi diğer Türk-İslam devletleri de devam ettirmişlerdir.[2]
Moğol İstilası 13. yüzyılda İslam dünyasına yeni bir hakimiyet anlayışı getirmiş; Moğol örf ve adetlerinden oluşan Cengiz Yasası (kısaca Yasa), başta Türkler olmak üzere İslam dünyasını etkisi altına almıştır. İlhanlı hükümdarı Ebu Said’in 1335’te ölümü üzerine Moğol tahakkümü Yakın Doğu’da yok olmaya yüz tutmuşsa da hakimiyet ve hukuk gelenekleri etkileri sürmüştür.[3] Öte yandan İslam halifesinin Memlük yönetimi elinde kukla durumuna gelmesi üzerine 15. yüzyıldan itibaren Türklerde eski Türk hakimiyet geleneği canlanmıştır.[4]
Tarihin bu noktasında iktidar olan Akkoyunluların hakimiyet anlayışları ve yönetim tecrübeleri Türk tarihinin önemli zenginliklerinden biridir. Akkoyunlu hakimiyet anlayışı başlangıçta Türk geleneklerine daha bağlı iken Uzun Hasan Bey ile beraber İslami unsurlarla örülmüştür. Akkoyunlularda Tanrı kutu zıllullah kavramı ile, yüce soy Oğuz Ata’ya nispet olunmakla karşılanmış, ülüş (paylaşma) ve veliahdlık kurumu aynen devam etmiş, İslamiyet’in velayet ilkesi de bölgenin güçlü devletlerinin velayetine sığınmakla sağlanmıştır. Ancak, Uzun Hasan kendini yeterince güçlü hissedince halifelik ve imamlık unvanlarını da kullanarak cihan padişahı olmaya soyunmuştur.
1. İlk Dönem
Akkoyunluların hakimiyet ve yönetim anlayışları ile ilgili ilk kayıtlardan biri Kara Yülük Osman Bey’in öğütnâmesidir.[5]
Öğütnâme, Türk ve İslam değerleri ile bazı Moğol geleneklerini içermektedir. Kara Yülük Osman Akkoyunluların ayakta kalmasını esas olarak göçer Türkmen gelenekleri ve değerlerine bağlı kalmakta görmekte; yerleşik hayatın Türklük ve özgürlüğe zarar getireceğine inanmakta;[6] hukuk ve kanunun kaynağı olarak yasayı kabul etmekte;[7] sosyal, siyasal ve askeri düzen için onlu sistem önermektedir. Buna göre Akkoyunlu toplumu onbaşıya bağlı birim, yüzbaşıya bağlı birim, binbaşıya bağlı birim, onbinbaşıya bağlı birim/tümen, boy ve il olarak teşkilatlanacaktır.
Burada söz konusu edilen sistem Türklerin ordu-millet niteliğine uygunluk göstermektedir.[8] Öğütnâme’de padişahtan itibaren her kademedeki yöneticide aranan şartlar ve uymaları gereken ilkeler ve görevleri belirtilmiştir. Yönetimde, padişahlığa kadar giden yolda tabandan yükselme öngörülmekte, bu yükselişte, Allah’ın kapısında olgunlaşma yanında, geleneksel Türk hakimiyet anlayışındaki şahsi liyakat ilkesi salık verilmektedir. Kara Yülük Osman Bey, padişah için hayır ve ihsan sahibi olma; çalışma arkadaşlarını iyi seçme; öksüzler başta olmak üzere yardıma ve korumaya muhtaç kesimlere sahip çıkma; güvenlik için istihbarat hizmetlerini düzenleme; adil olma; daima halkının ve ülkesinin mutluluğu için çalışma; huzur ve sükunu sağlama; itidalli olma gibi görev ve yetkileri gerekli görmektedir. O, adaleti, yönetimin başarısı, toplumun huzuru yanında, düzenli gelir/vergi elde edilmesi ve hakimiyetin devamı için şart telakki etmektedir. Öğütnâme’de değinilen hususlardan biri de toplantılar ve şölenlerdeki orun (makam/mevki) ve ülüş (hisse/pay) ilkesidir.[9]
Bu yıllarda, Türk dünyasında var olan Oğuzculuk akımı Akkoyunlulara da geçmiştir. Akkoyunlu Devleti’ni kuran aşiretin Oğuzların Bayındır kolu olduğu daima vurgulanmıştır.[10] Bu vurgu ile belki de Kara Yülük Osman Bey’in, Anadolu, Azerbaycan ve Suriye’de hiçbir devlete tam olarak bağlanmadan gezen Türkmenleri kendi tarafına çekme çabasının bir ürünü idi. O, bu yolla söz konusu grupları Akkoyunlu hakimiyetine almada meşruiyet kaynağı bulmuş oluyordu. Aslında Kara Yülük Osman Bey’in gevşek örgütlenmesi ve Oğuzluğu vurgulaması, Batı’da merkezileşme politikası izleyen ve Oğuzluğu ön plana çıkaran Osmanlı’ya bir alternatif olarak da değerlendirilebilir.
Kara Yülük Osman Bey, dini hayat, şeriat, cihad ve gazâ gibi İslamî hususlara değinmemiştir. Bu durum Akkoyunluların başlangıçta eski Türk değerleri üzerinde yükseldiği, Uzun Hasan Bey’den itibaren İslamî değerlerin daha öne geçtiğini göstermektedir. Hakimiyet anlayışında, bir zamanlar iktidarın geçerli olabilmesi için gerekli olan halifenin tasvibini alma/velayet ve ona itaatten söz edilmemektedir. Bu durum, Selçuklular ve Gaznelilerde Fars ve İslamî unsurlarla geliştirilen Türk siyaset teorisi ve kurumlarından tekrar bozkır geleneğine dönüş olarak değerlendirilebilir. Öğütnâme’deki Moğol etkisi bir bakıma Timur’un Kara Osman Bey üzerindeki etkisinin bir tezahürü olarak görülebilir. Unutulmamalıdır ki ona Diyarbakır’ı hediye eden ve ölünceye kadar onu koruyup destekleyen Timur Türk olmakla beraber yönetim kurumları ve hukukta Moğolları izlemiştir.[11]
Akkoyunlu şehzadelerinin bu dönemdeki taht mücadelelerinde Ehl-i hal ve’l-akd[12] kurumu ile meşveret ve ekberiyet (büyük evlat) ilkesi[13] de zaman zaman belirleyici olmuştur.
2. Uzun Hasan Bey’den İtibaren Uzun Hasan, yaklaşık on yıl içinde, Karakoyunluları yıkıp Timurluları mahalli bir güç haline getirerek uluslararası siyasi, askeri ve ekonomik güce sahip bir imparatorluğun sahibi olmuş; bu başarılarıyla Cengiz ve Timur gibi büyük cihangirlerin arasına girmişti. O, bir İslam imparatorluğu kurma sürecinde de iktidarını, geleneksel değerler yanında ilahi bakımdan temellendirmeye çalışmıştır.
A. Hakimiyetin Manevi Dayanakları
Uzun Hasan, izleri resmi yazışmalarda ve dönemin dini, siyasi hatta ladini edebiyatında görüleceği gibi, hakimiyet anlayışında daha çok İslam’a vurgu yapmış, başka bir ifade ile Kur’an, hadis ve keşif erbabının (alim, mutasavvıf, şeyh, veli gibi) müjdelerine başvurmuştur. Buna göre, Uzun Hasan, Allah’ın iradesi ve yardımı ile askeri başarılar kazanan bir gâzi/mücahid, cihanda Müslim-gayri müslim herkese hakim kılınmak istenen bir cihangir/dünya imparatoru ve Müslümanları bozuk inançlardan arındırarak doğru yola ulaştıracak bir müceddid/yenileyici-meb’us/görevlidir.
Bu misyonların temellendirilmesinde Kur’an ve hadislere başvurulmuştur. Uzun Hasan bir gâzi/mücahid İslam hükümdarı olarak ortaya konurken bazı ayetlere atıfta bulunulmuştur. Söz gelişi, Uzun Hasan Bey, 873/1468’de Kahire’ye gönderdiği zafernâmede galibiyetini yukarıda zikrettiğimiz şu ayetlerle temellendirmişti: “Halbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl (bid’i sinin) içinde galip geleceklerdir” (Rum suresi 30/3-4). “Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder” (Feth suresi 48/3).[14] Bu ayetlerdeki bazı ifadelere zafernâmede yeni anlamlar yüklenmişti. Birkaç şekilde açıklanabilen bid’ kelimesine ebced hesabı ile Karakoyunluların Muş Ovası’nda hezimete uğratıldığı tarih olan 872 (1467) karşılığı verilmiştir. İkinci ayetteki bütün harflerin ebced hesabı ile toplamı da aynı sayıyı bulmaktadır.[15] Fadlullah da bu bağlamda Rum süresinin 3. ayetine atıfta bulunarak bid’i sinin ifadesinin Uzun Hasan’ın zafer yılı olan 872’ye (1467), adna’l-ard terkibinin de el-Cezire’ye tekabül ettiğini iddia etmektedir.[16] Gıyâsî de aynı ayeti alarak gâliplerin Akkoyunlu, mağlupların Karakoyunlu, anda’l-ardın da Küçük Ermeniye olduğunu belirtmektedir.[17] Benzeri yorumlar ve ilahi temellendirmeler Akkoyunlu sarayına yakın ulema ve hatta bazı ümera tarafından da yapılmıştır.[18] Uzun Hasan’ın tarihçisi Tihrânî, efendisinin iktidarına ilahi meşruiyet kaynakları bulmaktadır. Ona göre Oğuz soyundan gelecek bir hükümdarın Rum ve Şam bölgelerini adaletle dolduracağı Kur’an ve keşif erbabı tarafından haber verilmiştir.[19] Tihrânî’ye göre bu hükümdar Uzun Hasan Bey’dir.
Bayındır hanedanı ve özellikle Uzun Hasan iktidarına ilahi destek bulma çabası daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Sultan Yakup’un tarihçisi Fadlullah bu çabayı devam ettirenlerdendir. Ona göre Nur suresinin 55. ayeti de Uzun Hasan Bey’e işaret etmektedir: “Allah sizden iman edip güzel işler yapanlara, kendilerinden öncekilere yaptığı gibi onları da muhakkak yeryüzünün hükümranları yapacağına, onları kendileri için beğendiği dinlerini (İslam’ı) kuvvetle icra etme gücü vereceğine, kesinlikle onları korkularının arkasından güvenceye erdireceğine dair yeminle söz verdi. Onlar, hakkımda hiçbir şeyi ortak koşmayarak yalnızca Bana ibadet edeceklerdir. Artık bundan sonra kim nankörlük ederse, onlar fâsıkların ta kendileridir!” Bu ayetteki sizden sözü ile Hasan kelimesi ebced hesabıyla 150 sayısına tekabül etmekte bu da Uzun Hasan Bey’e işaret etmektedir. O Allah’ın görevlisi veya meşru Müslüman hükümdardır.[20] Bu temellendirme Nisa suresinin 59. ayetiyle de yapılmaya çalışılmıştır: “Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve Peygamber’e döndürün. Eğer siz Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve netice itibarıyla daha güzeldir.” Bu ayetteki sizden ifadesi de Uzun Hasan’a ilahi destek olarak yorumlanmıştır.[21] Fadlullah’a göre her yüzyılda çıkması beklenen (meb’us) Hicri 9. yüzyılda ortaya çıkan Bayındır Hanedanı’nın önderi Uzun Hasan’dır. O, Kur’an’daki bid’i sinin ifadesinin 872’ye (1478) tekabül ettiğini bunun da yüzyılın başı olduğunu iddia etmektedir. Fadlullah bu tezini desteklemek için de İbnu’l-Esir’in (ö. 606/1210) Câmiu’l- Usûl adlı eserinden delil getirmektedir. Fadlullah’ın aktardığına göre İbnu’l-Esir meb’us kavramının bir yüzyılda bir şahsı ifade ettiğini, bunun illa da fukahadan biri olmasının şart olmadığını, şeriatı ihya eden bir kişinin de olabileceğini belirtmektedir.[22] Uzun Hasan Bey’i Hicri 9. Yüzyılın meb’us/gönderilen ve müceddidi/yenilikçisi gösterme eğilimi Devvâni’de de görülmektedir. O, Uzun Hasan Bey’i sayısal olarak sultan-ı cihan ve fim zemin ü zaman (yeryüzü ve zamanın bekçisi) ifadelerine denk düşürmektedir.[23]
Uzun Hasan Bey’in hakimiyetine hadislerden de destek aranmıştır. Bu hadsilerin başında müceddid hadisi gelmektedir: “Allah bu ümmete her yüzyılın başında dinini yenileyecek bir yenileyici/müceddid gönderecektir.”[24] Bu bağlamda Devvâni Uzun Hasan’ı “el-mebusu el-mie el-tis’a” (Hicri 9. yüzyılın) müceddidi kabul etmektedir.[25] Aslında müceddid hadisi İslam tarihi boyunca siyasi ve sosyal gerekçelerle konjonktürel olarak yorumlanmıştır. Uzun Hasan Bey’in bu sıfatı kullanma nedeni ayrı bir araştırma konusudur.
Akkoyunlu Hanedanı’nın yönetim felsefesi ve devlet anlayışının felsefi/teorik temelleri Devvâni tarafından ortaya konmuştur. O, Uzun Hasan Bey’in ricası üzerine oğlu Sultan Halil için Ahlak-ı Celâlî adlı eserini kaleme almıştır.[26] Devvâni, yönetim felsefesini esasen kitabın Siyasetü’l-Mudûn adını taşıyan üçüncü bölümünde işlemektedir. Burada İbn Miskeveyh ve Tûsî gibi Devvâni de dünya hayatının düzeni için şeriat (kanun), imam (siyasi yönetici) ve servet olmak üzere üç şeyi gerekli görmektedir. Ona göre, bunlara sahip olan bir topluluk dünya ve ahiret mutluluğunu elde edebilir. İnsanları her bakımdan mükemmelliğe yöneltebilecek kabiliyetli kişi olan imam, Allah’ın yeryüzünde halifesi ve Hz. Peygamber’in vekilidir. Yönetimin esası adalettir, adil olmayan iktidar baskıcıdır. Adaletin hüküm sürdüğü faziletli ülkede rütbe ve mevki bakımından yükselmede geçerli değerler kabiliyet, ehliyet ve liyakattir. Toplum, alimler, askerler, tüccar-sanatkâr-işçiler ve çiftçiler olmak üzere dört zümreden oluşur. Bu zümreler adaletle yönetildiğinde dünya saadeti için gerekli olan servet biriktiği gibi, ahiret mutluluğu da elde edilir.[27]
Devvâni, İslam yönetim esaslarını tartışırken özelde Uzun Hasan, genelde bütün Müslüman önderler için şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Hükümdar, tekil insanları mükemmelliğe yöneltmek ve işlerini düzene koymak üzere ilahi destekle temayüz etmiş kişidir. Filozoflar bu kişiyi “mutlak yönetici”, kanunlarını da “devlet idaresi” olarak nitelendirirler. Yenilikçiler ona “imam”, işine ise “imamet” derler. Eflatun onu “dünyanın denetçisi” olarak nitelendirirken Aristo ise “sivil insan”, yani devlet görevlerini etkinlikle yerine getiren kişi olarak tanımlar. İşlerin denetimi böylesi yüksek gönüllü insanların elinde olduğunda, bütün ülkede ve tebaa arasında iyi talih ve bereket olur. Böylece Allah’ın inayetiyle ve ‘Yayı imalatçısına ver’ atasözüne uygun olarak, insanlığın işlerinin düzenlenmesi muzaffer cihangirin güçlü ellerine bırakılmıştır…. (burada Uzun Hasan’ın adaletini öven bir bölüm bulunmaktadır) Dünyanın denetçisinin ilk kaygısı, şeriat hükümlerinin işlerliğidir. Ne ki, özgül ayrıntılarda, fiilleri şeriatın genel ilkelerine ters düşmedikçe, çağının kamu yararına uygun davranma yetkisini elinde tutar. Böylesi bir insan gerçekten de Allah’ın gölgesi, halifesi ve Peygamber’in vekilidir.”[28]
“Din ve mülk ikiz kardeştir” ilkesini kabul eden Devvânî, Akkoyunlu Fars Valisi Sultan Halil’in geçit törenindeki asker ve ümerayı maddi ordu, din uluları ve ulemayı da manevi ordu olarak saymaktadır.[29] Din ve mülkün ikiz kardeş olduğu fikri Hz. Muhammed’e atfedilen şu hadise dayandırılmaktadır: “İslam ve sultan (güç, kudret elinde olan ve halkın işini üzerine alan) ikiz kardeştirler. Bunlardan birinin salahı ancak arkadaşı vasıtasıyla olur. İslam esas, sultan onun koruyucusudur. Esası olmayan yıkılır, yerle bir edilir; koruyucusu olmayan da kaybolur gider.”[30] Bu hadise Gazalî imametin vücubu bahsinde önemli bir yorumu getirmektedir. “Dünyanın düzenlenmesinin, insanlar, mal ve mülk için güven ve huzurun sağlanmasının, ancak kendisine itaat edilen bir sultanın varlığıyla mümkün olacağını” ifade eden Gazali, aksi takdirde fitne fesadın ortalığı kaplayacağına dikkat çekmekte ve şöyle devam etmektedir: “İşte bundan dolayı dendi ki ‘din ile sultan ikiz kardeştir.’ Yine bundan dolayı dendi ki ‘din esas, sultan koruyucudur.’ Esası, temeli bulunmayan bina yıkılmaya mahkum olduğu gibi, koruyucusu olamayan bir şey de yok olmaya mahkumdur.. Bu da bize gösteriyor ki, dünya düzeni zorunlu olduğu gibi, ahiret saadetini kazanmak için de din düzeni zorunludur.”[31]
Akkoyunlu hakimiyet anlayışı ve yönetim esasları hakkında Kitab-ı Diyarbekiriye’nin satır aralarında işaretler bulmak mümkündür. Tihrânî eserine Allah’ın sonsuz hakimiyet ve iktidarını vurgulayan “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah yüceler yücesidir. Ve O’nun her şeye gücü yeter” (Mülk suresi 67/1) ayetiyle başlamakta ve klasik İslam hakimiyet teorisinin en önemli dayanaklarından olan “Allah’a ve Resulü’ne ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) itaat edin” (Nisa 4/59) ayeti ile “Kim zamanının imamını tanımadan ölürse…”[32] hadisini zikretmektedir.[33] Buna göre müminlere düşen esas yükümlülük, Allah’a ve Peygamberi’ne itaatten sonra, yöneticilere itaattir. Bu yaklaşıma öteden beri İslam siyaset teorisinde başvurulmuştur. Tihrânî, toplumdan itaati aldıktan sonra yöneticiyi, kendisine düşmanlık besleyene Allah’ın savaş açacağı bir veli kul ilan etmekte, daha sonra da zamanın imamını/sultanını tanımayanın bâğî olduğunu belirtmektedir.
Tihrânî, “Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin” (Al-i İmran 3/26) ayetini iktibas ederek gerçek mülk/iktidar sahibinin Allah olduğu ve onu dilediğine verdiğini vurgulamaktadır. Kuşkusuz, ona göre, Allah’ın mülk verdiği kişilerden biri de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey’dir.
Tihrânî, hakimiyet ve yönetim ile ilgili en önemli noktayı şöyle ifade etmektedir: “Ve öyle bir hakim ki, küçük ve büyük alemi hıfz ve gözetiminin gölgesi ile rehberlik ve yönetimin kanununca (siyaset ve riyaset kanunu) ayakta tutmuştur; mülk ve velayet sancağını namdâr sultanların, ilim ve dirayet bayrağını dindâr ulemanın omuzlarına yerleştirmiştir. Ta ki, birinciler sayesinde yeryüzü, kargaşa ve ihtilalden korunmuş; ikincilerin irşadı vesilesiyle de din yok olmaktan emin olsun. Böylece bu iki fırka şu iki yolla yani su verilmiş kılıcın ve tatlı dil yardımıyla halkı doğru ve kamil yola ulaştırarak ülkeleri de fitne ve fesadın kılıcından muhafaza etsinler.. Ve bu görkemli iki topluluğu Hz. Risaletpenah’ın (sas) emir ve yasaklarına tabi kıldı.”[34] Bu ifadelere göre dünya siyaset ve riyaset/yönetim kanunu ile yönetilir. Bu yönetimin iki ayağı a. Mülk/iktidar ve vilayet sancağı namdâr ümera, b. İlim ve dirayet bayrağı dindâr ulemadır. Ümeranın görevi, keskin kılıcı ile ülkeyi kargaşa ve ihtilalden korumak, ulemanın görevi de tatlı dilli irşadı ile dini yok olmaktan kurtarmak, halkı doğru ve kamil yola ulaştırmaktır. Bu iki grubun rehberi ve uyacağı esaslar da berrak semavi suyun kaynağı Kur’an ummanı ile yüce ahlakı kendinde toplamış bir ülke, şirk ve nifaktan korunmuş bir şehir olan Hz. Muhammed’in emir ve yasaklarıdır. Tihrânî yönetim geleneğinde Hz. Muhammed’i daha da merkeze alarak “Onun muhabbet ve dostluk (velâ) gölgesi olmaksızın dünya ve ahiret saltanatı ele geçemez” hükmünü vermektedir.[35]
Tihrânî, bu esas değerlendirmeler yanında, genelde bütün yönetimler, özelde Akkoyunlu yönetimi için istişare/danışma ilkesine “Padişahların ve serdarların, görüş ve tedbir sahiplerine danışarak (meşveret) ülke işlerini yapmaları… gerekir.”[36] ifadesiyle dikkat çekmektedir. Günümüzde siyasi hayatın temel değeri olan katılımcılığın ve ifade özgürlüğünün de esası olan istişare Kur’an’da “Onlarla istişare edin” (Al-i İmran 3/159) ayetiyle Müslüman yöneticilere tavsiye edilmiştir. Bu bağlamda mesela, Uzun Hasan Bey önemli kararlar almak ve kimi konuları görüşmek için sık sık Divan’ı toplamıştır.[37]
Uzun Hasan Bey, kendisi de komşu hükümdarlarla yazışmalarında özellikle şeriat ve adalet ilkelerine uyduğunu belirtmiştir. Söz gelişi, o, Rebiulahir 875/Eylül 1470’te Fatih Mehmed’e yazdığı bir mektupta yönetiminin şeriat ve adalet ilkeleri üzerinde yükseldiğini belirtmiş, Karakoyunlular zamanından kalma zina, livata, fuhuş, işret, içki, kutsal mekanlara saygısızlığı kaldırdığını, bunun yanında hayır-hasenât, hayrât ve vakıfları teşvik ettiğini, camilerde dindârların çoğaldığını, medreseleri desteklediğini hatırlatmıştır.[38] Uzun Hasan ve diğer sultanlar kişisel servetlerinden harcayarak yaptıkları hasenat ile İslam ilkelerine bağlılıklarını ve topluma olan sevgilerini göstermeye çalışmışlar, halktan da itaat istemişlerdi. Aynı zamanda bu faaliyetler devlete sosyal bir nitelik kazandırmıştır.
Bunun yanında, seyyidler, şerifler ve ulemaya tanıdıkları sosyal, siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarla kamuoyu desteğini kazanmaya çalışmışlardır. Uzun Hasa Bey, ulema ile daima istişarede içinde olmuş, yönetimin önemli birimlerinde ulemayı istihdam etmiştir. Akkoyunlu yönetimi halka yaklaşmak ve yanına çekmek için keşif erbabından da yararlanmıştır. Uzun Hasan Bey, hayatı boyunca, Şii eğilimli Safeviyye ile Sünni nitelikteki Gülşeniyye Halvetiyye, Nurbahşiyye, Nakşibendiyye ve Bayramiyye gibi, ayrım gözetmeden her meslek ve meşrepten tarikata kucak açmıştır.
Uzun Hasan Bey’in hakimiyetini ve başarılarını müjdeleyen keşif erbabından bazıları kaynaklarda zikredilmiştir. Söz gelişi, tâcu’l-ârifîn/tacü’l-meczubin Baba Abdurrahman Şâmî zaman zaman sarayda yemekleri beraber yiyecek derecede Uzun Hasan’ın sevgi ve saygısını onun zaferleri konusunda da çok tebşiratta bulunmuştur.[39] Uzun Hasan Bey’in gelecekteki zaferleri ve başarılarını müjdeleyen keşif erbabından biri de Hüseynî Seyyid Abdülgaffar Tabatabaî’dir. O, 872/1467’den önce Akkoyunluların Azerbaycan’ı alacağını müjdelemiş; fetihten kısa bir süre önce rüyasında, Azerbaycan’daki bazı şeyh ve dervişlerin Uzun Hasan Bey’i Tebriz tahtına oturtmak için toplandıklarını gördüğünü ileri sürmüştür.[40] Uzun Hasan Bey’in hakimiyetini ve başarılarını müjdeleyen tasavvufi zümrelerden biri de Kübreviyye tarikatı mensupları olmuştur.[41]
Uzun Hasan Bey zamanındaki bu İslamî eğilim Sultan Yakup zamanında da devam etmiştir. Fadlullah, Bayındırların üstün nitelikleri ve faziletlerini sayarken onların daima tevhid inancına sahip olduklarını, Şiilik, ilhad, zındıklık, bid’at, rafizilik, mutezile gibi sapık ve batıl yollara sapmadıklarını, şeriata uymak için ictihad ehli ulemadan fetva aldıklarını vurgulamaktadır.[42]
Tıpkı babası gibi, Sultan Yakup da İslami hakimiyeti vurgulayan unvanlarla anılmıştır. O “zaman-ı imam” ve “İslam sınırlarının koruyucusu”[43] Devvâni’ye göre Sünni Müslümanların başkanı idi.[44] Yakup’u Fadlullah “imam”, “gıyasu’l-hilafet ve’l-saltanat”[45] olarak nitelendirirken, Kadı Hüseyin Meybudî onu Hulefa-i Raşidin denen İlk Dört Olgun Halife’ye denk tutmakta, hakimiyetini bin yılın başlangıcı ve mev’ud’un (vadedilen kurtarıcın) gelişinin müjdesi gibi değerlendirmektedir.[46] Benzeri düşünce ve mülahazaları daha da ileri götüren Fadlullah, iman tazeleme görevini biraz daha özele indirgeyerek Bayındır aşiretinin Uzun Hasan koluna yüklemekte böylece başta Sultan Baysungur olmak üzere taht mücadelesi veren Uzun Hasan Bey’in oğullarına yol açmaya çalışmaktadır. O Baysungur’u, İslamî meşrulaştırma ilkesi olan halifeliği öne alarak, “Halifenin sığınağı, Allah’ın gölgesi, Oğuz Han zaferlerinin, Enu Şirvan’ın adaletinin varisi” şeklinde nitelendirmektedir.[47]
Fadlullah, Bayındır Hanedanı’nın üstün nitelikleri ve faziletlerini sıralarken, onların atalarının asla gerçek inanç veya ilahi tebliğ sahipleri/peygamberlere karşı çıkmadıklarını, İslam gelmeden önce, zamanın peygamberlerine inanıp itaat ettikleri gibi İslam gelince onu hemen kabul ettiklerini, Zındıklık, Mutezile, Şiilik, Rafizlik ve ilhad gibi sapık dini akımlar ve bid’ata yanaşmadıklarını; Akkoyunlu hükümdarlarının İslamî duyarlılık içinde olduklarını, “şeriatı anlamak ve fermanlar çıkarmak için ilim yolunda çaba harcadıklarını (muhtemelen Uzun Hasan Bey’e atıf), bu niteliklerin zayıfladığı zamanlarda ictihad sahibi ulemanın fetvalarına uymaya çalıştıklarını”[48] belirtmektedir.
Akkoyunluların hakimiyetinin manevi dayanaklarından biri de Hicaz’a gönderdikleri mahmil/hac kervanlarıdır. Müslüman hanedanlar arasında mahmil gönderme bir ara nüfuz savaşına dönüşmüş;[49] buna Uzun Hasan Bey de katılmıştır. O, hakimiyeti ve cihangirliğinin İslam dünyası, özellikle Mekke şerifleri tarafından tanınmasını sağlamak için Hicaz’a çeşitli tarihlerde mahmil göndermiştir. Akkoyunlu hakimiyet telakkisi açısından en önemlisi ise 877/1473’te gönderilen mahmildir. Akkoyunlu şehzadelerinden Rüstem Bey, emirü’l-hacc sıfatıyla Ahmed b. Dihye’yi yanına alarak bir mahmil ile Hicaz’a girmiş, Medine’de bir Cuma hutbesinde ısrarlı ve cesaretli davranarak “es-sultanu’l-adil, hadimu’ül-haremeyni’l-şerifeyn Hasan et-Tavil” (Adil sultan, iki şerefli belde Mekke ve Medine’nin hizmetçisi Uzun Hasan) ibaresinin okunmasını sağlamıştır. Ancak hemen Mekke şerifinin adamları bunları tutuklayarak zincire vurup Kahire’ye göndermişlerdir.[50]
Türk-İslam devletlerinin saltanat ve hakimiyet alametlerinden olan altın kılıç, kemer, hil’at, çetr, sancak ve bayrak Akkoyunlularda da varlığını korumuştur.[51]
B. Hakimiyetin Manevi Dayanakları
1. Gazâ İdeali
Akkoyunlu hakimiyet mefkûresinin önemli kaynaklarından biri de gazâ ideali idi.[52] Akkoyunlular da ortaya çıkışlarından itibaren gazâ idealini daima vurgulamışlar, başlangıçta Trabzon Rum kafirlerine karşı, daha sonraları Gürcülere karşı gazâ seferleri düzenlemişlerdir. Akkoyunlu hükümdarlarının unvanları arasında gâziliğe özel önem verilmiştir. Söz gelişi, yukarıda değindiğimiz gibi, Uzun Hasan’ın en önde gelen sıfat ve unvanlarından bir gâzilik idi. Tihrânî Uzun Hasan Bey için doğrudan veya dolaylı olarak gâziliği çağrıştıran “Ebu’n-Nasr ve’z-Zafer” ve “Sultan Hasan Bahadır”[53] unvanlarını kullanmıştır.
Ona, döneminin alimleri ve şairleri de bu unvanı layık görmüşlerdir. Örneğin, mutasavvıf ve şair Câmî, onu “sultanu’l-guzât” (gâziler sultanı) olarak anmakta,[54] Devvânî de “el-gâzi fi sebilillah el mücahid li ilâyı kelimetillah” (Allah yolunda gâzi, Allah’ın adını yücelten mücahid) şeklinde nitelendirmiştir.[55] Bu bağlamda gazâ, Uzun Hasan Bey için cihanşümul bir imparatorluk kurma yolunda İslamî temellendirme vasıtası idi.
Akkoyunlular, Müslümanlara saldırırken de onları dalalet ve bidata batmak, şeriatı ihlal etmek, ahlaksızlığa dalmak, zulüm yapmak ve fuhuşa yönelmek gibi hususlarla suçlamışlardır.[56]
2. Merkezileştirme Siyaseti
Akkoyunlular özellikle Uzun Hasan Bey’den itibaren merkezileştirme siyaseti takip etmeye başladılar. Bunun başlıca sebepleri Osmanlılar örneğinde olduğu gibi, zamanın yönetim anlayışının bu yöne doğru kayması yanında imparatorluklarını parçalanmaktan koruyarak ömrünü uzatmaktı.
Akkoyunlu Devleti başlangıçta siyasi, sosyal ekonomik ve kültürel sebeplerden dolayı adem-i merkeziyete dayanan bir yapıya sahipti. Her şeyden önce bir Türkmen aşiretleri konfederasyonu idi. Akkoyunlularda adem-i merkeziyeti gerekli kılan hususlardan biri de yaylak-kışlak hayatı yaşayan Türkmenlerin bağımsız hareket etme geleneği ve göç yollarını kontrol etmenin güçlüğü idi. Akkoyunlu merkezi yönetimini zaafa düşüren uygulamalardan biri de ikta ve suyurğal sistemi idi. Akkoyunlu Hanedanı’nda da iktidar geleneksel Türk ülüş usulüne tabi idi. Kutlu Bey, Kara Yülük Osman Bey ve Uzun Hasan Bey ülkeyi hanedan üyeleri arasında paylaştırmıştı. Bu sistem hükümdar güçlü olduğu sürece, katılımcılık ve istikrarı sağlıyor, hükümdarın ölümü veya zayıflığı durumunda ülkenin parçalanması ve devletin çökmesine yol açabiliyordu. Nitekim Kara Yülük 839/1435’te vefat ettiğinde tahta geçmeyi belirleyecek kesin bir yasa veya gelenek olmadığı için Akkoyunlular yaklaşık yirmi yıl iç savaş ve bölünme tehlikesi yaşamışlardır. Bu tehlike Akkoyunlularda birkaç defa görülmüş, birincisinden Uzun Hasan, ikincisinden Yakup kurtarmışsa da sonuncusunda devlet yıkılmıştır.
Akkoyunluların, toprak yönetimine yeni bir düzen getirme çabaları merkezileştirme siyasetinin bir tamamlayıcısı idi. Uğurlu Muhammed’in 1475’te isyanı üzerine geç de olsa ikta sisteminin gözden geçirilmesi ve merkezi yönetimin güçlendirilmesi acil hale gelmişti. Merkezi iktidar topraklar üzerinde hakimiyetini tam olarak kurmak ve mahalli güçlerin isyan etme veya bağımsız hareket etme imkanlarını ortadan kaldırmak istiyordu. Uzun Hasan’ın merkezileştirme çabalarının en önemli ve kalıcılarından biri yayınladığı kanunlardır.[57] O, hazırlattığı kanunlarla, hanedan üyelerini merkezi yönetime bağlarken, aynı zamanda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da uzun dönemler bölgeyi harap eden aşiret, otlak ve yaylak kavgalarını sona erdirmeye çalıştı. Benzeri uygulamalara Sultan Yakup zamanında 894/1489’da ve Göde Ahmed’in iktidarında da başvuruldu. Osmanlı merkezi devlet sistemini öğrenen Ahmed Bey, Tebriz’e geldiğinde merkezi hükümeti güçlendirmek için bu girişimi başlattı.[58]
Akkoyunlular, söz konusu tedbirlerle merkezileştirmeyi gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu siyaset çerçevesinde imparatorluğun esas bölgeleri sultanın güvendiği yakınlarından veya güçlü aşiret reislerinden birinin denetimine verilmiştir. Bölgesel özerklik hevesleri ve isyanı önlemek için görevler ve imtiyazlar kısa tutulmuş, valiler sık sık görevden alınmıştır. Bölgesel yöneticilerin askeri birliklerini, kısa sürede yerel güçlerle birleşebilecek tek bir aşiretten oluşturmak yerine birkaç aşiretten kurma yoluna gidilmiş, böylece denge kurulmaya çalışılmıştır.
II. Yönetim Yapısı
Akkoyunlular devlet yapısında büyük ölçüde İlhanlılardan etkilenmişlerdi. Yönetim birimlerinin çoğu İlhanlılar zamanında var olanların devamı veya kısmen değiştirilmiş şekli idi. Biz burada hükümdarlık kurumu yanında, merkezi yönetim birimlerinden saray ve divan teşkilatı ile taşradaki vilayetlerin yönetimini söz konusu edeceğiz.
1. Hükümdarlık Kurumu
Akkoyunlularda devletin ve ulusun başına geçecek hükümdar/beyin seçiminde aile ve konfederasyonu oluşturan aşiret reisleri söz sahibi idi.
Akkoyunlu Devleti’nin kurucu boyu Bayındırlu/Bayındıriyye adını, Oğuz Han’ın oğullarından Gök Han’ın büyük oğlu Bayındır’dan almıştır. “Daima nimetle dolu olan yer” anlamına gelen Bayındır kaynaklarda Oğuzların Üçok kolunun birinci boyu olarak sayılmakta, ongunu Sungur ve şölenlerdeki payı koyunun sol kürek kemiği olarak belirtilmektedir.[59] Tihrânî, Hz. Adem’den Uzun Hasan’a ulaşan Oğuz boyu Bayındır’ın şeceresine yetmiş kuşak yerleştirmektedir:[60] Oğuzlar devlet ve imparatorluk kuran Türklerden idiler. Geleneksel anlayışa göre, Türklerde taht A-shi-na/Oğuz Han oğullarına aittir.[61]
A. Akkoyunlu Hükümdarlarının Unvanları
Akkoyunlu hükümdarlarına Hazret-i A’lâ veya A’lâ Hazret şeklinde hitap edilirdi.[62] Öte yandan Akkoyunlu sikkelerinde sultan unvanı kullanılmıştır. Mesela, Hamza Bey “sultan-ı adil Hamza Bahadır” ifadesiyle para bastırmıştır.[63]
Akkoyunlu hükümdarları genel olarak beg/bey, sultan, melik, adil, bahadır gibi unvanlar almışlar, Uzun Hasan Bey ile birlikte bunların sayısı zirveye ulaşmıştır. Tarihçiler, Uzun Hasan Bey’i geleneksel Türk-İslam hükümdarlarında bulunan unvan ve niteliklerle tavsif etmişlerdir. Bu bağlamda, onu başlıca zeki, makul, kararlı, cesur, adil, muzaffer, güzel ahlaklı, ilim dostu, alimlerin himayecisi gibi niteliklerle anmışlardır. Diyarbakır Ulu Cami’de Uzun Hasan Bey’e ait 874/1469-70 tarihli kitabede “Mevlanâ es- Sultan, el-Melik, el-Âdil, el-Âlim, el-Âbid, el-Müeyyed, el-Muzaffer, el-Mansur, el-Bayundur, Hüsamü’d- dünya ve’d-din, Sultanü’l-İslam ve’l-müslimin, kaatiliü’l-fücret ve’l-mütemerridin”[64] unvanları kullanılmıştır. Buna ilaveten Tihrânî de onun için dinî ve dünyevî şu unvanlara yer vermiştir: Hilafet sahibi, hilafetin muini, imamet sıfatlı, zıllullah, Ebu’n-Nasr ve’z-Zafer, saltanatın koruyucusu, imameti beklenen (el-imamu’l-muntazır), ahir zamanda adaleti gözlenen, sahip-kıran, Sultan Hasan Bahadır,[65] mevud (söz verilmiş) kişi.”[66]
Uzun Hasan Bey de “hilafet sahibi,” “hilafetin muini” gibi unvanlarla anılmıştır. Devvâni de Uzun Hasan’a “halife” unvanı layık görmüştür.[67] Ancak Uzun Hasan’ın bu unvanı kullanması, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed ve elinde kukla Abbasi halifesini bulunduran Memlüklere karşı bir meydan okuma olarak değerlendirebilir. Fadlullah’ın Sultan Yakup’u “hilafet-penah” şeklinde nitelendirmesi,[68] Akkoyunluların bu iddiayı uzun zaman sürdürdüklerini göstermektedir. Uzun Hasan Bey’in unvanları arasında yer alan İmamu’l-muntazar, İmamu’l-mev’ud Şii imamet/devlet başkanlığı teorisinin en önemli unsurlarıdır. Şiilere göre, Hz. Ali evladından devam eden imamet On İkinci İmam Muhammed el-Mehdi b. Hasan el-Askeri’nin 873’te gizlenmesiyle kayıp dönemine girmiştir. O Kıyamet’ten önce ortaya çıkarak dünyayı adaletle doldurup zulümden temizleyecektir. Bu imam, Şii imamet teorisinde imam el-muntazar (beklenen imam), mehdî-i muntazar (beklenen mehdi), imam el-mev’ud (söz verilmiş imam) veya mehdi el-mev’ud (söz verilmiş mehdi) olarak adlandırılmaktadır.[69] Uzun Hasan, “öteden beri İslam için imameti beklenen (el-imamu’l-muntazır)”, “tüm insanlar tarafından ahir zamanda adaleti gözlenen” gibi ifadelerle belki de hakimiyeti altındaki Şii inancına sahip tebaasına mesaj vermekte, tartışmasız onların da önderi ve imamı olduğunu ihsas ettirmektedir. Akkoyunluların imamlık iddiasının da epeyce sürdüğü anlaşılmaktadır. Devvâni’ye imamın kim olduğu sorulduğunda “Şiiler için Hasan b. Muhammed, Sünniler için Yakup b. Hasan Türkmen” şeklinde cevaplandırmış[70] Fadlullah da onu imam olarak anmıştır.[71]
Orta Çağ İslam dünyasının hakimiyet kavramları olan Sünnilere ait hilafet ve Şiilere ait imamet unvanlarını şahsında birleştiren Uzun Hasan Bey, hakimiyeti altındaki inanç coğrafyasına uygun olduğunu belirtmekte, tebaasına mezhep farkı gözetmeksizin yaklaştığı ve herkesin hükümdarı olduğu izlenimi vermektedir. Bu da onun evrensel hakimiyet iddiasının bir parçası olarak değerlendirilebilir.
B. Şehzadeler ve Lalalar
Her Türk hanedanı gibi Bayındırlar da varlıklarının ve iktidarlarının devamı olarak gördükleri şehzadelerinin temel dini ve dünyevi bilgileri almaları için özel hocalar tutarak eğitmişler, genç yaşlarda vilayet valiliği ve ordu komutanlığı gibi görevlere getirerek siyasi, askeri ve idari yönlerden tecrübe kazanmalarını sağlamışlardır. Belli bir yaşa gelen her şehzade, lalasıyla, kendisine ikta olarak verilen bir vilayete vali olarak gönderilirdi. Şehzade yetişinceye kadar vilayet lala tarafından yönetilirdi. Bu nedenle lalaların şehzadeler üzerinde büyük nüfuzları vardı. Hatta bu nüfuz zaman zaman iktidar/taht kavgalarında etkili olurdu. Şehzadeler, isyan veya muhalefet etmedikçe görevlerinden alınmazlardı.[72]
Daha önce değindiğimiz gibi Bayındırlılar verasette ekberiyeti göz önünde bulundurmuşlarsa da kendisini tahta varis gören her şehzade iktidar mücadelesine girişmiştir. Bu tutum Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasına yol açan etkenlerden biri olarak görülmektedir.
2. Merkezi Yönetim Birimleri
A. Saray: Devlethane / Dergâh
Akkoyunlularda da İlhanlılar ve Timurlularda olduğu gibi yönetim merkezine “Devlethâne veya “Devlethâne-i Padişahî” denirdi.[73] Burada sultan ve vezirler yanında pek çok saray görevlisi bulunurdu. Bunların başlıcaları kullıkcılar/kullukçular, inaklar ve mühürdârlar idi.
- Kullukçular: Kullukçular şu birimlerden oluşuyordu: 1. Yasavullar (teşrifatçı, yasakçı, muhafaza memuru olarak görev yaparlardı), 2. Bukâvullar, 3. Kuşcular (hükümdarı av kuşlarını yetiştirmek ve bakmakla yükümlü idiler), 4. Parsçılar, 5. Piyadeler (hükümdarın ayak işlerine bakarlardı), 6. Azaplar (haberci idiler), 7. Rikapdarlar (at koşumları ile ilgilenirlerdi), 8. Yamçılar (posta işlerinden sorumlu idiler), 9. Meşaleciler, 10. Mutfak hizmetçileri, 11. Has ahır hademeleri, 12. Çobanlar, 13. Nekkâreciler (bando heyeti) ve Ehl-i tarab (musiki heyeti), 14. Matbah-ı hümayûn hademeleri, 15. Şıracılar (şarapdârlar), 16. Ferraşlar (dayayıp döşeyenler), 17. Ayakçılar, 18. Cerrahlar, 19. Çarçılar (münâdi, dellal, asker haberci), 20. Kütüphane hizmetçileri, 21. Sanatkârlar,[74] Eşik ağası (kapucu başı, mabeyinci), 23. Emir-i ahur (hükümdarın atının dizginlerini tutmakla görevli).[75]
- Devvânî Şehzade Halil’in Şiraz’daki saray maiyetini şöyle saymaktadır: Yasavul 186, bukâvul 244, kuşçu 86, parsçı 28, piyade 378, azablı 186, nakkareci 50, rikabdâr 34, yamçı 38, meşâledâr 26, feyc 28, matbah hademesi 72, ferraş 110, has ahır hademesi 168, kütüphane memuru 58 musikişinas 98, çarçı ve kırıkçı 56, erbab-ı hiref 86, ayakçı (şarabdâr) 36.[76]
- Mühürdâr: Hem sultanın hem de valilerin mühürdârları bulunurdu. “Mühürdar beg” adıyla çağrılan bu görevliler daima hükümdar veya vali ile beraber bulunurlar ve mühürlerini taşırlardı.[77]
- Tevkiciler: Akkoyunlu hükümdar fermanlarına, tevkî, yarlığ veya yarlığ-ı hümayûn; bunları yazmakla görevli kişilere tevkici adı verilirdi.[78] Akkoyunlu yazışmalarında kullanılan yazıya “tevkî” veya “divanî” yazı denirdi. Bu yazı Osmanlılarda daha da geliştirilerek kullanılmıştır.
- Akkoyunlu Devleti’nde resmi dil Farsça idi. Akkoyunlulardan kalma Farsça çok sayıda belge günümüze kadar ulaşmıştır. Özellikle ülke içindeki resmi işlemlerde daima Farsça kullanılırdı. Topkapı Sarayı’ndaki belgeler arasında ve Feridun Bey’in Münşaat’ı ile diğer münşaat mecmualarında Akkoyunlularla ilgili Farsça çok sayıda belge bulunmaktadır. Bunun yanında bazı belgelerde Uygur harfleri ile Türkçe yazışmalar da yapılıyordu.[79]
- İnaklar: İnaklar, hükümdarın refakatçisi durumunda idiler. İnak, yerine göre değişiklik göstermekle birlikte esasen “mutemed”, “musahib” ve “nedim” anlamına gelmektedir.[80] Özel ulaklık ve elçilik görevleri de üstlenen inaklar belli bir askeri birliğe de komuta edebiliyorlardı.[81]
B. Divan
Baş divana “Divan-ı ‘Alâ”,[82] başkanına “sahib-i divan”, “emir-i divan,” “emir-i ‘azam,” “emir-i kübrâ” gibi unvanlar verilirdi. O divan mührünün sahibi idi.[83] Divan emiri, saltanat naibi gibi, hükümdardan sonra gelen yüksek ve etkin bir mevkiye sahip, diğer ümeradan ileride idi. Eyalet valilerinin divanlarında da divan emiri bulunurdu.[84]
Sahib-i Divan’dan sonra bugünkü bakanlar gibi sahib-i a’zam denilen vezirler/diğer divan sahipleri vardı. Bunların bir kısmı doğrudan doğruya hükümdar ailesi ve sarayın hizmetlerine bakarken diğerleri ekonomik, askeri ve hukuki işlerden sorumlu idiler. Divan-ı ‘Alâ’ya bağlı Akkoyunlu divanlarının başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Divan-ı imarât,[85] 2. Divan-ı vezarât,[86] 3. Divan-ı memâlik (Yüce divan, devlet divanı),[87] 4. Divan-ı pervaneci,[88] 5. Divan-ı müstevfî,[89] 6. Divan-ı leşker,[90] 7. Divan-ı tavacı,[91] 8. Divan-ı erzak-ı cünd.[92]
Akkoyunlu divanlarının görev ve yetkileri ayrı ve geniş bir araştırma konusudur. Tespit edebildiğimiz kadarıyla söz konusu divanlardan bazıları hakkında kaynaklarda sınırlı bilgi bulunmaktadır. Söz gelişi, Divan-ı ‘Alâ’da fermanları yazanlara pervaneci-i hümayûn veya pervaneci denirdi. Münşi-i memalik olarak da adlandırılan pervaneci bir bakıma devlet sekreteri gibi idi.[93] Bu birime bağlı olarak her divanın bir veya daha fazla münşisi bulunurdu. Pervaneciler başlarına “otağa” adı verilen sorguç takarlardı.[94] Divanı-ı Müstevfî de mali işlerden sorumlu divan idi. Emrindeki müstevfî adı verilen maliyeciler ile devletin gelir giderlerini kontrol ederdi.[95]
Akkoyunlularda askeri bürokrasi Türklerden oluşuyordu. Dinî, malî ve idarî bürokrasinin üst düzeyinde Farslar görev yapıyorlardı. Farsların durumu, Karakoyunlu ve Timurlu saraylarında hizmet veren aslı Fars olan Azerbaycan Kuzizîleri, Irak-ı Acem Sâvecîleri, Irak-ı Acem ve Fars Sâidîleri, Irak-ı Acem ve Geylan Deylemîleri ve Horasan Beyhakîlerinin Akkoyunlu Devleti’nin idarî, malî ve dinî işlerini ellerine almalarıyla daha da güçlendi.[96]
Sivil bürokrasideki bu yapılanma zaman zaman asıl unsur Türkmenler ile yönetim arasında, Kadı İsa Saveci ile Türkmenler arasındaki sürtüşme örneğinde olduğu gibi, soğuklukların yaşanmasına yol açıyordu. Bu gelişme bir anlamda devlet ile halkın arasındaki iletişimin kopması ve yönetimin kamuoyu desteğini kaybetmesi demekti.
C. Adliye / İlmiye Teşkilatı: Sadaret / Kadıaskerlik
Unvanları arasında adil kavramına yer veren Akkoyunlu sultanları da mülkün ancak adalet ile payidar olacağının bilincinde olmuşlar ve bu kuruma değer vermişlerdir. Sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel fonksiyonları olan adli kurumların başında İslam’ın yorumcuları ve kısmen uygulayıcıları durumundaki ulema bulunuyordu. Ulema, sadrlık, kadıaskerlik, kadılık, muhtesiplik, müftülük, imamlık, müezzinlik, muallimlik ve müderrislik gibi görevleri üstlenmiştir.
Akkoyunlularda, yüksek ulema, verdikleri hizmet karşılığında aldıkları ücrete ilaveten suyurğal ve vakıflardan da pay alıyorlardı.[97] Alt düzey ulemanın başlıca gelirleri zekat, fitre, hatim, hediye vb. kalemlerden oluşuyordu. Akkoyunlularda ulema, yöneticiler ile halk arasında bir köprü konumundaydı. Başka bir ifade ile yönetimin isteklerini halka aktarırken halkın beklentilerini de yöneticiler indinde seslendiriyordu. Bu bakımdan yöneticiler üstünde büyük etkileri ve yaptırım gücü vardı. Ulemanın doğrudan yönetici olarak görev yaptığı da oluyordu. Dini ve adli görevlerin dışında vilayetlerde hakimlik (valilik) makamına getirilen ulama kökenli yöneticilere rastlanıyordu.
Akkoyunlular iktidarlarının meşruiyet vasıtası olan dini kurum ve şahsiyetlere büyük saygı göstermişlerdir. Gülşenî’nin Uzun Hasan Bey huzurunda ulema hakkında yaptığı bir konuşma bu topluluğun o dönemdeki değerini ve gücünü ortaya koymaktadır. Gülşenî, ulemanın verese-i enbiya ve dinin direği olduğunu hatırlatıp, devlet ve toplum için önemine değinmiştir.[98]
Aynı şekilde Fars hakimi Sultan Halil’in 881/1476’da yaptırdığı geçiş töreninde de ulema ve dini şahsiyetlerin mevkiini açıkça görmekteyiz. Din ve mülk ikiz kardeştir ilkesinden hareketle Sultan Halil, leşker-i manevi adını verdiği dini şahsiyetleri a’lam ve mealimleri ile, orduya kutsallıkları ulaşsın diye söz konusu geçiş töreninde hazır bulundurmuş, diğer orduyu onların önünden geçirmiştir. Leşker-i manevi’ye dahil olan kişiler başlarında sadr olmak üzere şunlardır: Erbâb-ı medâris, erbâb-ı havânik, e’azım, erbâb-ı ‘amâyim (sarık giyenler), sadât-i ‘azam, meşâyıh, erbâb-i kulûb ve ehli tarikatler.[99] Geçiş töreninde ülkenin çeşitli yerlerinden gelen seyyidler, kadılar, imamlar, mollalar, şeyhler, e’ali (yüce şahsiyetler) dervişan vs.’den oluşan 4.000 kişi hazır bulunmuştur. Sultan Halil törenin başlamasından hemen önce ferman çıkararak dini şahsiyetlerin yerini özel olarak ayırmış, onlara kimselerin ulaşıp zarar veremeyecekleri yüksekçe bir yer tahsis etmiştir. Onlar da ellerinde Seyyid Ahmed b. İmam Musa Rıza’nın tabl ve bayrakları ile geçiş yapmışlardı.[100]
Ulemanın beyaz sarık dışında özel bir kıyafetinin olup olmadığını bilemiyoruz. Ünlü alim Devvâni, Sultan Yakup’un zulume meylettiği kanısıyla sarığını çıkarmış ve onun ölümüne kadar takmamıştı.[101] Belki de bu tavır ulemanın siyasi otoriteye gösterdiği bir tepki şekliydi.
D. Sadaret / Kadıaskerlik
Akkoyunlu Devleti’nde en yüksek dini teşkilat sadrlık/sadâret/divan-ı sadâret/kadısakerlik adlarıyla anılan kurum idi. Bu kurumun başındaki şahsa sadr-ı âli, kâdı’l-kudât veya kadıasker denirdi.[102] Yetki, statü ve sorumluluk bakımından sadr-ı âlî klasik dönem İslam devletlerindeki kâdı’l- kudât, Osmanlılardaki şeyhulislamın karşılığı idi. O etki ve yetki bakımından emir-i azam’a eşit durumdaydı.
Merkezi yönetime çok yakın olan sadr-ı âlî belli konularda sultan dahil olmak üzere üst düzey yetkilileri zaman zaman bilgilendirirdi. Siyasi nitelikte ki bu hizmet yanında esas olarak Adliye, zabıta, eğitim, cami hizmetleri ile seyyid ve şerifler de Sadarete bağlı idi.[103]
Sadr unvanı taşıyan görevliler vilayetlerde de bulunmaktaydı. Sultan Halil’in Şiraz valiliği zamanında bu görev aynı unvanla Mevlana Alaaddin Beyhakî tarafından yürütülmekteydi.[104]
Sadrlık makamını genellikle Farslar ellerinde tutmuşlardır. Bununla beraber, Akkoyunlularda Türklerin de sadaret makamına getirildikleri görülmektedir. Söz gelişi, Uzun Hasan Bey, Tebriz’e girdiğinde mevcut umur-i şeriye sadâret başkanının insafsızlık ve zulümlerini duyup azlederek bir Türkü atamıştır.[105] Akkoyunlu sadr-ı âlîlerinin hepsinin adını bilemiyoruz. Bazıları hakkında kaynaklarımızda kayıtlar bulunmaktadır. Uzun Hasan Bey zamanında sadr-ı ali Seyyid Alauddin Ali Beyhakî idi.[106] Bu makama Sultan Yakup zamanında Savuçbulaklı Kadı İsa Sâcevî atanmıştır.[107]
3. Vilayetlerin Yönetimi
Akkoyunlularda ülke başlıca Fars, Yezd, Isfahan, Bağdad, Diyarbakır, Erzincan ve Şarki Karahisar vilayetlerine bölünmüştü. Vilayetler hem ikta hem de yönetim olarak hükümdar ailesinden olanlara ve emirlere tahsis edilirdi. Buraları, kalabalık maiyetleri ve düzenli saray teşkilatları ile şehzadeler yönetirlerdi. Şehzade Halil’in Fars Valiliği dönemindeki bir geçit resmi bir vilayetin saray/yönetim teşkilatı hakkında yeterli bilgi vermektedir. Valiler iktanın büyüklüğü ve gelirine göre hazır askeri kuvvet beslemekle yükümlüydüler. Ayrıca yanlarında aşiret kuvvetleri bulunurdu.[108]
Vilayetlerdeki Başlıca Üst Düzey Yöneticiler
- Daruga: Vilayetlerde şehzade ve emirden sonra, askeri sınıftan “Daruga” denilen bir amir bulunurdu. İlhanlılarda ve onların varisleri Türk devletlerinde görülen “herhangi bir şehrin veya idari bir sahanın idare ve inzibat işlerine bakan büyük memur”[109] olan daruga, vali naibi veya sancakbeyi makamında vilayetin ikinci yetkili ve güçlü şahsı durumundaydı.[110]
- Kutval: Vilayetlerin önemli askeri emirlerinden biri kutval idi. Bu emir büyük yönetim merkezlerindeki askeri amir ve kale komutanı idi. Bazen kutval ile daruga aynı şahıs olabilirdi.[111]
- Mutesaddî-yi Hükümet: Vilayette görev yapan mutesaddî-yi hükümet, vali muavini konumundaydı. Söz gelişi Şehzade Halil’in bulunamadığı zamanlarda Bekir Bey Musullu adındaki kişi Şiraz’da bu görevi yürütmüştü.[112]
Ayrıca vilayetlerde belediye ve zabıta işleriyle meşgul tuşmal/tuşimal (mutemet, masraf katibi)[113] kethuda, muhassıl/muhassal (vergi tahsildarı)[114] ve tahvildar (muhasebeci, veznedar)[115] bulunuyordu.
Sonuç
Akkoyunlu Devleti, Oğuzların Bayındır boyu tarafından kurulmuş bir 15. yüzyıl Yakın Doğu Türkmen İmparatorluğu’dur. Akkoyunlular, Karakoyunluları ortadan kaldırmışlar, Timurluları kendilerine tabi bir devlet haline getirmişler, Osmanlılar ve Memlükler ile bölgede hakimiyet mücadelesine girişmişlerdir. Akkoyunlu hakimiyet anlayışı başlangıçta geleneksel Türk değerlerine dayanırken Uzun Hasan Bey’den itibaren İslamî unsurlarla beslenmiştir.
Akkoyunlu dönemi siyasi, kültürel ve toplumsal bakımından Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Büyük Türk aşiretlerine dayanan Akkoyunlu Devleti’nin nizam ve teşkilatı Türk-İslam tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Akkoyunlu kültür unsurlarının pek çoğu, genelde bölgeyi, özelde Türkleri etkilemiştir. Söz gelimi, Akkoyunlu kanunnâmeleri Osmanlılar ve Safeviler tarafından uygulanmıştır. Bu durum, daha sonraları bir dünya devleti haline gelen Osmanlı Devleti’nin yapılanmasındaki Akkoyunlu etkisini göstermekte, aynı zamanda Türk hukuk ve kurumlar tarihine Akkoyunlu katkısını ortaya koymaktadır.
Akkoyunlular aynı zamanda, Avrupa devletleri ile siyasi ve ekonomik işbirliği ve ittifaklar kurmuş bir Türk hanedanıdır. Bu hanedanın Avrupa ile olan bu işbirliği tecrübesi, günümüz Türkiyesi’nin benzeri girişimine ışık tutabilecek unsurlar içermektedir. Söz konusu tecrübe Doğu-Batı yakınlaşması ve işbirliği ile iki medeniyetin eski zamanlarda başlayan ilişkilerinin yeni bir aşamasıdır.
Akkoyunlu hakimiyeti bugünkü Yakın Doğu’nun beşeri, kültürel ve siyasi coğrafyasını belirleyen etkenler arasındadır. Azerbaycan Türkleri bir yönüyle Akkoyunlu iktidarının kendi tarihlerinin bir parçası sayarken İran bu dönemi Safevi Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan dönem olarak değerlendirmektedir. Akkoyunluların yıkılmasıyla İran’da Safeviler gibi bir Şii devletin ortaya çıkması, üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Öte yandan Akkoyunluların başkentlerini Diyarbakır’dan Tebriz’e taşımaları, Anadolu’daki demografik yapıyı etkilemiş, Doğu Anadolu’da yaşayan çok sayıda Türkmenin İran’a göçmesine yol açmıştır. Ancak bu göç o İran’da Türkmen hakimiyetinin yeniden kurulmasını sağlamış, bu 20. yüzyılda Kacar Hanedanı’na kadar devam etmiş; Azerbaycan’da Türk nüfusunun artmasına yol açmıştır.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 200- 211