Gül: “Ma’ruf çiçek ki küçük ve dikenli bir ağaçda olup şeklinin ve kokusunun güzelliğiyle meşhur ve beyne‘ş-şu‘ara bülbülün dil-dadesi olmagla mütevatirdir. Pek çok enva’ı vardır: al, penbe, sarı, katmerli gül; gül-i ziba, gül-i sad-berg; yabani gül, hokka (veya okka) güli; tatlısı yapılan cinsi.[1]” “Ma’ruf hoş kokulu şüşufe-i rengin, verd.”[2] Rengine ve yapraklarının rengine göre gül-i ra‘na (içi kırmızı, dışı sarı), gül-i sad-berg (katmerli bir çeşit iri gül), gül-i ter (yeni açılmış taze gül) v.b. çeşitleri bulunan, güzel kokulu ve sevilen bir çiçektir. Divan Şiiri’nde açılmamış (gonca) ve açılmış haliyle takdim olunur. Açılmamış şekli vahdetin simgesi olarak algılanır. Açılmış şekli ise kulağa benzetilir ve gündoğusundan esen postacı saba rüzgarının getirdiği haberleri dinlediği şeklinde yorumlanır. Yaprakları ise kitaba, deftere, mecmu’aya, mushafa (Kur’an sayfasına) benzetilir. Tasavvufi şiirlerde ve mesnevilerde Mutlak güzelliğin simgesi ve İlahi aşkın sembolü olarak görülür.
Bülbül: “Karatavukgiller’den sesinin güzelliği ile tanınmış olan ötücü kuş (Luscinia megarhynchos)”,[3] “Nisan ve mayısda erkeği güzel bir sesle öten ma‘uf kuş, ‘andelib, hezar:…”[4] Karatavukgiller familyasından ve göçmen kuşlardan olup küçük (15 ila 17.cm. uzunluğunda) ve ötüşü güzel bir kuştur. Kuzey Afrika ve ve Batı Avrupa’dan Türkistan’a kadar her yerde rastlanır ve kışı güneyde, Afrika’da geçirir. Nisan ve mayıs aylarında kuzeye gelir. Bahçelerde, alçakta yuva yapar. Pek çok türü vardır. Doğu edebiyatlarında, yaygın olarak da Fars ve Türk edebiyatlarında bülbülün gülle birlikte anıldığı ve gül bahsinin geçtiği yerlerde bülbülün de anıldığı görülür. O, gülün terane- perdazı (makamla şarkı söyleyeni) ve gül bahçesinin hoş avazı (güzel sesli olanı)’dır. Gülün açtığı ve yaz aylarında yuvasını gül bahçesinde yapar ve gece-gündüz öterek gülşen ehlini güzel sesiyle kendinden geçirir. Bülbülün gülşendeki ötüşü güle karşı duyduğu içten ve samimi bir aşkın göstergesi olarak yorumlanmış, bülbül sadık aşık, gül de ma’şuk (sevgili) olarak nitelenmiştir. “Aralarındaki bu ilişki mecazi aşk olarak kabul edilmiş, gülün aşkı ile tutuştuğu için “şeyda” (çılgın), “zar” (ağlayıp inleyen) sıfatları verilmiştir.”[5]
Temanın Türk Edebiyatı’nda Kullanılışı:
Gül ve bülbül Türk Edebiyâtı’nda çok kullanılan bir temadır. Geçmiş devirlerden başlayarak şiir, mani, atasözü, hikâye, masal v.b. edebi ürünlerin konusunu teşkil eden temanın edebiyattaki izlerini, Anadolu sahasında onüçüncü yüzyıla kadar sürebilmekteyiz. Bu yüzyıldan önceki devirlerde yazılan Dîvânü Lugati’t-Türk, Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakâyık’ta-Kutadgu Bilig’de bir-iki yerde geçen gülef (gül-âb) kelimesinin dışında-temayla ilgili bir ifadeye rastlanmamaktadır. Edebiyattaki izine onüçüncü yüzyılda rastladığımız gül ve bülbülün, ondört ve onbeşinci yüzyıllardan itibaren mısra, beyit ve şiirden eser seviyesine kadar yükseldiğine ve geniş bir boyuttta işlendiğine tanık olmaktayız.
Anadolu sahasında 13. yüzyıla kadar izini sürdüğümüz temanın, başlangıçta Türk Edebiyatı’nda beyit ve şiirlere konu olduğunu söyleyebiliriz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye ait olduğunu sandığımız Bülbül-nâme adlı küçük bir mesnevi ise, Anadolu sahasında yazılan gül-bülbül konulu ilk eserdir. Mevlânâ’ya ait olduğunu sandığımız 55 beyitlik Bülbül-nâme,[6] aruzun Remel bahrinin fâ’ilâtün, fâ’ilâtün, fâ’ilün kalıbıyla yazılmış olup diğer eserleri gibi Farsça kaleme alınmıştır. Bülbül-nâme-i Hazret-i Mevlânâ başlığını taşıyan mesnevide Celâleddîn-i Rûmî isminin anılmamış olması, Mevlânâ’ya ait olup-olmadığı konusunda şüpheye açıktır. Ancak, mesnevinin
Şems-i Tebrîzî ez-û dâdî nişân (Bütün mü’minler ordusunun başını çeken
Ân ki be-ser-hayl-i cümle mü’minân (Şems-i Tebrîzî bunu anlatmak istiyordu.)
şeklindeki, Şems-i Tebrîzî’yi bütün mü’minler ordusunun başı ilan eden son beyti bizim için önemlidir. Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî arasındaki yakınlık dikkate alınırsa, son beyitteki söylemin Bülbül-nâme’nin Mevlânâ’ya ait olabileceğini güçlü bir olasılık haline getirdiğini söyleyebiliriz. Gül ve bülbülün kahraman olarak kullanıldığı mesneviden anlaşılan: Şairin amacının gül-bülbül kıssası yazmak değil, kahraman olarak gül ve bülbülü de kahramanlar arasına kattığı mesnevide okuyucuya ahlaki ve felsefi düşüncelerini aktarmak olduğudur.
Mevlânâ’nın ismi şimdiye kadar duyulmamış olan Bülbül-nâme adlı mesnevisinin tamamı gül ve bülbül temasına odaklanmamıştır. Sonundaki Temmet: sene 66 zilhicce 24 kaydından yazılış tarihinin H.666-Mevlânâ’nın ölüm tarihinin H.672-673/M. 1273 olduğunu hatırlarsak-olduğunu sandığımız Bülbül-nâme 55 beyitlik hacmine rağmen zengin bir olay örgüsünü ihtiva etmektedir. Kahramanlardan gül ve bülbül mesnevinin baş tarafındaki ilk 18 beyitte, bu 18 beyit içerisinde de 4 ilâ 18. beyitler arasında bahis konusu edilmişlerdir. Mesnevinin tamamının üçte biri kadar tutan bu kısımdan sonra gül ile bülbülün adları zikredilmez. Her ikisinin de, ölümleriyle birlikte 18. beyitten i’tibaren konu haricinde kalışlarına şahit oluruz. Fakat onların ölümlerinin mesnevinin akışında bir durgunluğa veya kopukluğa yolaçtığı söylenemez. Küçük hacmine karşılık mesnevi 18. beyitten sonra farklı olaylarla sürüp gider. Mesnevi boyunca değişen olaylar, birinin sonucunun diğerinin sebebi olduğu bir olay zincirinin halkalarını oluştururlar. Olayların sürekli değişmesi, mesnevide bir bütünlüğün olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Tamamının okunmasından Bülbül-nâme’-de bir bütünlük olduğu hemen sezilir. Bu bütünlük, gül ve bülbül teması etrafında değil, konu birliği etrafında oluşmuş bir bütünlüktür. İyilik yapan iyilik, kötülük yapan da kötülük bulur anafikrini işlendiği mesnevide bütünlüğü sağlayan, beş kez yinelenen “İyiliğe iyilik, kötülüğe de kötülük ulaşır” ifadesidir. Gül ve bülbül de, konu bütünlüğü etrafında kaleme alınmış bu ahlakî ve öğretici mesnevide olayların akışına katkıda bulunan birer kahraman konumundadırlar.
XIII. yüzyılda yazıldığını sandığımız ve Mevlânâ adına kayıtlı olan bu Bülbül-nâme’den sonra, Anadolu sahasında Hikâye-i Bülbül-nâme ile Bülbül-nâme adlı bir mesnevi vücuda getirilmiştir. Bunlardan ilkinin, Hikâye-i Bülbül-nâme’nin yazarı belli değildir. İkincisi ise Rifâ’î adlı bir şâire aittir.
Ebû ‘Alî Sînâ ve Hâtem-i Tâî Hikâyesi ile birlikte basılmış bulunan Hikâye-i Bülbül-nâme,[7] konu i’tibarıyla ‘Attâr’a atfedilen Bülbül-nâme’nin genişletilmiş, mensur bir çevirisi şeklindedir. Hikâye’nin yazarı hakkında her hangi bir bilgi mevcut değildir. Düşüncemiz, ‘Attâr’a atfolunan Bülbül-nâme’nin Anadolu sahasında ya ağızdan ağıza anlatmalarla genişlediği ve sonraki devirlerde yazıya geçirildiği, ya da Bülbül-nâme’yi esas alan birileri tarafından hikayeleştirildiği, fakat daha sonraları yazarının adının unutulduğu şeklindedir.
Hikâye-i Bülbül-nâme’nin konusu, ‘Attâr’a atfedilen Bülbül-nâme’de olduğu gibi kuşlarla bülbül arasında geçen olaylar etrafında oluşmuştur. Bülbülün gül bahçesinde, güle karşı hoş sesiyle ötüşünden rahatsız olan kuşların, onu Hz. Süleyman’a şikâyet etmeleriyle başlayan olaylar zincirinde bülbül aşkta samimiyeti, doğruluğu ve dürüstlüğü; şikâyetçi kuşlar ise kıskançlığı, çekememezliği ve kötülüğü temsil ederler. Hz. Süleymân’ın âdil hükümdar ve yargıç konumunda olduğu Hikâye’de, kuşların şikâyeti üzerine Hz. Süleymân tarafından divâna getirilen bülbül başarılı bir savunma yapar. Şikayetçi kuşlara verdiği ma’kûl cevaplarla suçsuzluğunu ıspatlamağa çalışır. Kahraman kadrosunun Attâr’a atfedilen Bülbül-nâme’deki kadrodan daha geniş olduğu Hikâye’nin, hangi devir ürünü olduğu da belirgin değildir. Kahramanların konuşmalarından bir halk metni olduğu anlaşılan Hikâye’nin dil özelliklerinden yola çıkarak dönemi hakkında bir tahminde bulunmak gerçeği yansıtmayabilir. Hikâye metninin tamamının harekeli oluşu ve imladaki tutarsızlıklar (doğu dillerinden geçmiş olan kelime ve terkiplerin yazılışındaki tutarsızlıklar, Türkçe bazı eklerin ve ifadelerin Eski Anadolu Türkçesi devresinden sonra pek kullanılmamış olmaları), Hikâyenin 14. yüzyılın sonları veya 15. yüzyıl ürünü olabile-ceğini düşündürmektedir.
Hikâye’nin bu yüzyıllar ürünü olduğu yolundaki kanaatimizde, bir arada bulunduğu Ebû ‘Alî Sînâ ve Hâtem-i Tâî gibi hikâyeler ile Dede Korkut Hikâyeleri’nin 15. yüzyılda yazıya geçirilmiş olmalarının etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Hikâye-i Bülbül-nâme ile yakın devirde yazıldığını sandığımız diğer bir eser Rifâ’î’nin Bülbül- nâme’sidir.[8] Paris Milli Kütüphânesi, Farsça Yazmalar Bölümü’nde, 7 (A.F.2147) numaradaki bir mecmua içeri-sinde bulunan Rifâ’î’nin Bülbül-nâme’si, Doç. Dr. Hüseyin AYAN tarafından bulunarak 1981 yılında ilim âlemine tanıtılmıştır.
Bülbül-nâme’nin bilinen tek nüshası da Paris Milli Kütüphanesi’ndeki bu mecmua içerisinde, 196b-209a arasındaki nüshadır. Mesnevi nazım şekliyle yazılmış olan eser, aruzun Hezec bahrinin Mefâ’îlün, mefâ’îlün, fe’ûlün kalıbıyla yazılmıştır. Yazıldığı devir hakkında mesnevi’de ve başka kaynaklarda her hangi bir bilgiye rastlayamadığımız Bülbül-nâme’yi, eserde kullanılan Eski Anadolu Türkçesi dil özelliklerine istinaden (gelecek zaman eki olarak kullanılan-ısar,-iser; olısarsın, idisersin, ikinci teklik şahıs emir eki olarak kullanılan-gıl,-gil; digil, eylegil, olgıl v.b., gerundium veya zarf-fiil olarak kullanılan-uban,-üben; idüben, susayuban, oluban v.b.) 14 veya 15. yüzyıllar (ağırlıklı olarak da 15. yüzyıl) ürünü olarak kabul edebiliriz. (Mesnevi’yi bulan Hüseyin Ayan da, dil özelliklerinden hareketle onun 15. yüzyıla yakın bir devirde yazılmış olabileceği görüşündededir.) Şâirinin mahlasının Rifâ’î olduğu mesnevi boyunca söylenmiş olan 20 gazel ve bir kasidenin mahlas beyitlerinden anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında ise kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanamamıştır.
Hakkındaki bilgileri bu şekilde özetleyebileceğimiz Rifâ’î’nin Bülbül-nâme’si 325 beyitlik küçük bir mesnevidir. Konusunu bülbülün güle karşı duyduğu derin sevginin oluşturduğu Bülbül-nâme’yi yazarken Rifâ’î’nin kimden etkilendiği hususunda bir şey söylemek şimdilik iimkansızdır. Çünkü Rifâ’î’nin eseri gül-bülbül konulu diğer eserlerle benzerlik göstermemektedir. 325 beyitlik hacminin yarısına yakın kısmının şâirin söylediği gazellerden oluşması, Rifâ’î’nin gül ve bülbül hikâyesini anlatmanın yanısıra şâirlik kudretini gösterme eğiliminde olduğunu da yansıtmaktadır. Mesnevi boyunca güle saba aracılığıyla haberler gönderip, vuslat talebinde bulunan bülbülün acıklı sonu da, mesnevinin diğerlerinden ayrılan, farklı bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
XIV veya XV. yüzyıllardaki bu iki eserden sonra XVI. yüzyılda gül ve bülbül konulu eserlerde artış olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzyılda yazılan eserlerin çoğu Gül ü Bülbül adıyla yazılmıştır. Adını anacağımız ilk eser ise yüzyılın ilk çeyreğinde yazılmış olan Vâhidî’nin Gül ü Bülbül’üdür. Vâhidî’nin Gül ü Bülbül’ünden sonra Türk Edebiyatı Fazlî’nin kaleminden, ünü günümüze ulaşan Gül ü Bülbül mesnevisini kazanmıştır. Yüzyılın ortalarında yazılan bu eserden sonra, yine mesnevi nazım şekliyle yazılmış İznîkli Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’ü ile karşılaşmaktayız. Gül ü Bülbül adlı eserlerin sonuncusu, aynı zamanda bir şair olan Kırım Hânı Gâzi Giray’a aittir. Aralarında isim benzerliği bulunan bu eserlerin dışında, yüzyılın diğer bir eseri; Münîrî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr mesnevisidir.
Vâhidî’nin Gül ü Bülbül’ü[9] 15 varaklık bir risâledir. Risâle, yazılış tarihi i’tibarıyla XVI. yüzyılın ilk eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonundaki fî gurre-i sene recebü’l-mürecceb min şuhûr-ı sene seb’a vü ‘ışrîn ü tis’a mi’e ifadesi, onun H. 927/M.1520 senesinde yazıldığını beyan etmektedir. Eser Osmanlı sultanı I. Selim (Yavuz Sultan Selim) adına yazılmıştır. Eserin başında devrin padişahının övgüsü bahsinde geçen Sultan oğlu sultan, Sultan Selim Han takdiminden, bunun hangi Selim olduğunu anlamak imkansızdır. Aynı zamanda eserin bitiriliş (temmet) zamanını beyan eden H.927/M.1520 tarihinden, adı anılan padişahın I. Selim (Yavuz Sultan Selim) olduğu anlaşılmaktadır. Bu tarihin Yavuz Sultan Selim’in ölüm yılıyla aynı olduğunu hatırlarsak, Vâhidî’nin Gül ü Bülbül’ü Padişah’ın ölümün-den kısa bir süre önce yazdığını söyleyebiliriz.
Gül ü Bülbül’ün bilinen tek nüshası Kayseri Râşit Efendi Kütüphânesi, 582/2 numaralı yazma içerisinde,77b-90b yaprakları arasında bulunmaktadır. Nesir-nazım karışık bir tarzda kaleme alınmış olan Gül ü Bülbül’ün dili Farsça’dır. Yazarı Vâhîdî hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Eserinin yazılış tarihinden yola çıkarak Yavuz Sultan Selîm devri şâirlerinden olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Vâhîdî, zamanının birinci derecede isim yapmamış şâirlerinden biri olmalıdır. Gül ü Bülbül’ü Farsça olarak kaleme alması, O’nun iyi derecede bir Farsça öğrenim gördüğünü izlenimini vermektedir.
Yüzyılın İkinci eseri, Fazlî’nin Gül ü Bülbül Mesnevisi’dir.[10] Kara Fazlî nâmıyla (Kara: lakap, Fazlî: mahlas) meşhur olan Şâir, Gül ü Bülbül’ü H. 960/M. 1553’te yazmış ve bu eseriyle şöhreti yakalamıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde yetişen Fazlî kaynaklarda mesnevi şâiri olarak takdim edilmektedir. İstanbul’da doğmuş ve düzenli bir medrese eğitimi görmemiştir. Çocukluğunda Arapça nahv ve sarf dersleri aldıktan sonra Üsküplü Riyâzî’den Farsça dersleri almış, gençliğinde ise şâir Zâtî’nin Fâtih Câmi’i avlusundaki dükkanına devam etmiştir. Kânûnî’nin üç şehzâdesiyle sancağa çıkmış ve hayatının sonlarında reisülküttaplığa kadar yükselen Fazlî, H. 971 tarihinde ileri bir yaşta Kütahya’da ölmüştür. Mesnevi nazım vadisinde Hümâ vü Hümâyûn, nesir-nazım karışık Nahlistân ve 1000 rübâ’îden oluşan bir eserin sahibi olan Fazlî’nin bu eserleri günümüze ulaşmamıştır. Şâir’in adı, elimizdeki tek eseri Gül ü Bülbül ile anılmıştır.
Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ü, Türk Edebiyatı’nda yazılmış gül ve bülbül konulu hikâyeler içerisinde en tanınmiş olanıdır. 2455 beyit hacmindeki eser, düzenli bir mesnevi tertibindedir. Yazıldığı tarihten i’tibaren beğeniyle okunup istinsahları (yazmaları nüshaları) yapılmış olan Gül ü Bülbül’ün Türkiye kütüphânelerinde yirmiden fazla yazması bulunmaktadır. Fazlî Gül ü Bülbül’ü Şehzâde Mustafâ’nın yanında bulunduğu sırada yazmış ve O’na sunmuştur. Baş taraflarındaki dinî şiirlerle devir büyüklerine söylenmiş olan medhiyelerde nispeten ağır bir dil kullanılmasına karşılık hikâye kısmının dili sâde ve anlaşılırdır. Mesnevinin bitiriliş tarihi H.960/M.1553 senesidir. Bu tarih Hâtime bölümünün sonundaki
Yazdı târîhi hâme-i şengül
Defter-i mûnis-i Gül ü Bülbül
beytinin ikinci dizesinin harflerinin sayısal değerlerinin ebced hesabıyla toplamına karşılık düşmektedir. Tasavvuf? ve allegorik bir karakteri olan Gül ü Bülbül, aruzun Hafif bahrinin Fe’ilâtün, mefâ’ilün, fe’ilün kalıbıyla yazılmıştır. Gül ü Bülbül’de Fe’ilâtün, mefâ’ilün, fe’ilün kalıbını tercih etmesi Fazlî’ye rahat bir söyleyiş imkânı sağlamıştır. Şâir veznin iki şekilde kullanılabilmesi özelliğinden istifâde ederek ihtiyaç duydukça ilk tef’ileyle son tef’ilenin ilk hecelerinin kapalı şeklini tercih ederek (Fâ’ilâtün,…,fâ’lün veya fe’ilün) düşüncesini daha rahat ifade edebilme olanağına ulaşmıştır. Mesnevide kahramanlar birer sembolden ibarettir. İşlenen ana tema ise varlığın birliği (vahdet-i vücûd)’ düşüncesidir. Mesnevinin asıl kahramanları olan gül Mutlak varlığı (İlâhî sevgili), bülbül ise ona ulaşmayı arzulayan ve bu uğurda pek çok sıkıntı ve eziyetlere katlanan sâdık âşığı temsil ederler. İyi veya kötü karakterlerin temsilcileri olan diğer kahramanlar ise olayların gelişimine doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulunurlar.
Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ü Batı’da en çok yankı uyandıran eserlerden biridir. Batılı araştırmacıların da dikkatini çeken mesnevinin tamamı veya ba’zı bölümleri çeşitli Avrupa dillerine çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Eseri özgün bulan Hammer mesnevinin tamamını Almanca’ya çevirmiş ve 1834’te Türkçe aslıyla birlikte Peşte’de Gül ü Bülbül das İst Rose und Nachtigall adıyla yayınlamıştır. Çevir ide kafiye uygunluğuna dikkat eden Hammer’in bu çevirisi edebiyat araştırmacıları tarafından başarılı olarak değerlendirilmiştir. Hammer’in yanısıra, Dora D’Istria bazı bölümlerini Fransızca’ya, J.W. Gibb de İngilizce’ye çevirmişlerdir.
XVI. yüzyılın günümüze ulaşan ikinci mesnevisi, İznîkli Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’üdür.[11] Bekâyî, eserini Şehzâde Murâd adına yazmıştır. Mesnevinin baş tarafında Medh-i Şeh-zâde-i Cüvân-baht başlığıyla söylediği medhiyeden eserin Şehzâde Murâd adına tertib edildiği anlaşılmaktadır. 935 beyitlik mesnevi aruzun Hezec bahrinin Mefâ’îlün, mefâ’îlün, fe’ûlün kalıbiyla yazılmış ve H. 973 tarihinde tamamlanmıştır. Bu tarihi, Hâtime kısmındaki
Bekâyî kim bu nazmı itmiş-idi
Tokuz yüz yetmiş üçe yetmiş-idi
beytinde Şâir’in kendisi beyan etmektedir. Bekâyî’nin Gül ü Bülbül’ünün,-alt bölümler düzeyinde- konu bakımından Fazlî’nin Gül ü Bülbül’ünden etkilendiği anlaşılmaktadır. Fakat bu etki mesnevinin tamamını kapsayacak derecede geniş değildir.
Münîrî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i-Esrâr mesnevisi de yüzyılın gül ve bülbül temasını işleyen bir eseridir. Mesnevi ‘Attâr’a atfedilen Bülbül-nâme’nin genişletilmiş bir çevirisidir. Şairi Münîrî hakkında kaynaklarda bir bilgiye rastlanmamaktadır. Der Medh-i Şâh-zâde-i Celâlet-me’âb Hazret-i Sultân Selîm-i ‘Âlî-cenâb ve Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb başlığı altında beyan ettiği üzere eseri Şehzâde Selîm’e sunmuştur. Fakat baş taraftaki Kânûnî Sultân Süleymân medhiyesinden Kânûnî Sultân Süleymân devrinde yaşadığı; mesneviyi adına yazmasından da Şehzâde Selîm’in yardımlarını gördüğü anlaşılmaktadır.
Oturmışdum Gelibolu’da bir gün
Ferâgat köşesinde şöyle mahzûn
beytinden anlaşılacağı gibi, Münîrî eserini Gelibolu’da yazmıştır. Eserin konusunu ‘Attâr’a atfolunan Bülbül-nâme’den alan Münîrî bununla yetinmemiş, ‘Attâr’ın mesnevilerindeki tertip tarzı ile Bülbül-nâme’nin veznini de örnek almıştır. Hezec bahrinin Mefâ’îlün, mefâ’îlün, fe’ûlün kalıbıyla yazılan Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr-’Attâr’ın mesnevilerinde yaptığı gibi-alt bölüm ve fasıl aralarına konuya uygun kıssa ve fıkralar yerleştirilerek hacimce hayli genişletilmiştir. Öyle ki ‘Attâr’a isnad olunan Bülbül-nâme 475 beyitten ibaretken, Münîrî kıssa ve fıkralarla 5204 beyitlik bir eser vücuda getirmiştir. Bülbül-nâme’nin on katından fazla bir hacme sahip olan Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den- i Esrâr, bu yapısıyla te’lif-tercüme bir eser ortaya koymuştur. Bülbül-nâme’nin kopyası olan mesnevinin ondan farklı olan yanının, uzun soluklu yapısı olduğunu söyleyebiliriz.
XVI. yüzyılda yazılan Gül ü Bülbül adlı eserlerden biri de; Kırım Hânı Gâzî Giray’ın Gül ü Bülbül adlı eseridir.[12] Eserin varlığından, şairi gibi Kırım Hanları’ndan olan Hâlim Giray’ın tertib ettiği Gül- bün-i Hânân haber vermektedir. Gülbün-i Hânân’da, Gâzî Giray’ın Gül ü Bülbülü hakkında: “Fuzûlî-i Bagdâdî’nin Beng ü Bâde manzûmesine yaptığı Gül ü Bülbül nazîresi… kıymet-dâr eserlerindendir.” denilmektedir. Gâzî Giray’ın Gül ü Bülbül’ü de ulaşamadığımız için hakkında değerlendirme yapamadığımız esreler arasındadır. Fakat, hakkında verilen bilgiden gül ve bülbül temasıyla fazla ilgili olmadığı anlaşılmaktadır.
XVI. yüzyılda adından bahsedeceğimiz son eser, yüzyılın sonlarına doğru (1588) Şemseddîn Sîvâsî tarafından yazılan Gülşen-âbâd’dır.[13] Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun Hezec bahrinin Mefâ’îlün, mefâ’îlün, fe’ûlün kalıbında yazılmış olan eser tasavvufî bir karaktere sahiptir. Kahramanlarını çiçekler ve gülün oluşturduğu mesnevide kahramanlar birer sembol durumundadırlar.
Gülün şeyhi (mürşid-i kâmil), çiçeklerin ise sâlikleri temsil ettiği Gülşen-âbâd’ı, gül ve bülbül temasına fazla yer vermediği için tema üzerine yazılmış eserlere dahil etmemizin yanlış olacağı kanaatindeyiz. Mesnevide birinci derecede önemli bir kahraman olmayan bülbül, Zümre-i Şükûfe Gülün Zuhûrın Murâd İtdükleridür başlıklı kısımda ve mesnevinin tamamında üç-beş beyitte bahis konusu edilmiştir. 557 beyitlik mesnevide bu üç-beş beytin dışında bülbülün adına rastlanmamaktadır.
Tema üzerine yazılan eserler silsilesi XVII. yüzyılda ‘Ömer Fu’âdî Efendi’nin Bülbüliyye’si[14] ile devam etmiştir. Şâiri ‘Ömer Fu’âdî Efendi hakkında Kaynaklarda Şa’bâniye tarikatından Safranbolulu Muhammed Emîn Efendi’nin halifelerinden olduğu ve H.1046’da vefat ederek Şa’bâniye dergâhına defnedildiğinden başka bir bilgiye rastlanmamaktadır. Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun Hezec bahrinin Mefâ’îlün, mefâ’îlün, fe’ûlün kalıbında yazılmış olan Bülbüliyye, şâirinin kişiliğiyle özdeş, tasavvufî bir eserdir. Tasavvufî çehresinin yanısıra aynı zamanda didaktik (öğretici) bir eser olan Bülbüliyye’nin, sonundaki Beyân-ı Târîh-i Te’lîf kısmından H.1033/M. 1623-24 tarihinde bitirildiği anlaşılmaktadır.
Kısaca tanıtmaya çalıştığımız ‘Ömer Fu’âdî Efendi’-nin Bülbüliyye’si, XVII. yüzyılın gül ve bülbül üzerine yazılmış tek eseri durumundadır. Eser ‘Attâr’a atfolunan Bülbül-nâme ile onun genişletilerek Türkçe’ye çevrilmiş şekli olarak nitelediğimiz Hikâye-i Bülbül-nâme’nin bir bileşkesi görünümündedir. İçeriğinden, ‘Ömer Fu’âdî Efendi’nin adı geçen her iki eseri de görüp incelediği ve Bülbüliyye’yi yazarken bu iki eserden (‘Attâr’ın Bülbül-nâme’si ile Hikâye-i Bülbül-nâme) büyük ölçüde yararlandığı anlaşılmaktadır. Bu iki eserin bileşkesi olmakla birlikte, Bülbüliyye’de ‘Ömer Fu’âdî Efendi’nin tasavvufî görüşlerine de yer verdiğini ve bazı motiflerde değişiklikler yaptığını belirtmek gerekir.
XVIII. yüzyılda yazılmış olan gül-bülbül konulu eserler; Manisalı Birrî Mehmed Efendi’nin Bülbül- nâmesi ile Hayâtî’nin eseri (Bülbüliye veya Bülbül-nâme)’dir. Bu iki eserden Birrî’nin Bülbül-nâmesi’ni yüzyılın ilk eseri olarak kabul edebiliriz. Nâbî gibi XVII. yüzyılda yetişmiş olmakla birlikte XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde ölen Manisalı Birrî Mehmed Efendi, Bülbül-nâme’yi bu yüzyılda yazmıştır. Eserin sonunda bitiriliş tarihini beyan eden
Tamâm oldı kitâbım ey du’â-gûy
şeklindeki tarih mısra’ının ebced hesabıyla H.1117 yılına karşılık düşmektedir. Milâdî 1705/1706 yıllarına karşılık düşen bu tarihten hareketle, Şâirin Bülbül-nâme’yi ölümünden kısa bir süre önce yazdığını söyleyebiliriz.
Birrî’nin Bülbül-nâme’si[15] ‘Ömer Fu’âdî Efendi’nin Bülbüliyye’sinin nesren yazılmış şeklidir.
Nesir şeklinde yazılmış olmakla birlikte Birrî eserini mısra, beyit, gazel, kıt’a ve kaside gibi şiirlerle de desteklemiştir. Fakat mensur kısmının manzum kısmıyla kıyaslanamıyacak ddüzeyde olması nedeniyle Bülbül-nâme’yi nesir sahasında yazılmış bir eser olarak kabul etmeliyiz. HayâtÎ’nin eserine ulaşamadığımız için, aynı zamanda XVIII. yüzyılın elde mevcut tek eseri olan BirrÎ’nin Bülbül-nâme’si süslü ve ağdalı bir dille yazılmıştır. Bu dil özelliğinden dolayı Bülbül-nâme, Türk Edebiyatı’ndaki gül- bülbül hikâyeleri içerisinde süslü nesirle yazılmış ender örneklerdendir. Eski Türk Edebiyatı’nda okuyucuyu bilgilendirme amacında olan edebi metinlerin sade veya orta nesirle kaleme alındıklarını hatırlarsak (nâsirler bu tür metinlerde sade ve orta nesri tercih ederlerdi), Bülbül-nâme’nin benzerleri içerisinde sıradışı olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. Burada aydınlatılması gereken husus; BirrÎ’nin Bülbül-nâme’yi yabancı kelime ve terkip eşliğinde seci’li, süslü ve ağdalı bir nesirle yazma sebebinin ne olduğudur. Bizce bunun nedenini tek bir noktaya bağlamamak gerekir. BirrÎ’nin Bülbül-nâme’yi süslü nesirle yazmış olmasını iki sebebe bağlayabiliriz. Bunların birincisi; kendisine Bülbül-nâme’yi yazma önerisinde bulunan dostu SânÎ Ahmed Efendi’nin sözleri olabilir. BirrÎ Bülbül-nâme’nin baş tarafında eserin yazılış sebebini anlatırken bir gün SânÎ Ahmed Efendi’nin elinde bir kitapla yanına geldiğini ve kitabı göstererek: “Gerçi bu manzûmenin bâtını ma’mûr ammâ zâhiri harâbdur. Eger aña basar-ı basÎretle nazar ve ol nazmı nesre tebdÎl ider iseñ bir nâzük eser olmak bilâ-ihtiyârdur.” diyerek kendisinden bu eseri gözden geçirip, nesir sahasında yazması isteğinde bulunduğunu söylemektedir. BirrÎ, bu istek doğrultusunda eseri nesirle ifade etmiş, fakat dış görünüşünü beğenmeyen dostunun sözlerini de kulak ardı etmeyerek üslûbuna özen göstermiştir. Bu özen biraz aşırılığa kaçmış ve BirrÎ’nin sanat ve hüner sevdasının da eklenmesiyle süslü nesirle yazılmış bir hikâye metnini ortaya çıkarmıştır.
Bülbül-nâme’nin süslü nesirle yazılmış olmasının ikinci nedeni; BirrÎ’nin kendisine duyduğu aşırı güven ve kendini beğenmişlik olabilir. Eserinin baş tarafında dönemin ünlü şâirleri ile Manisa’da bir arada bulunurken pek çok bedelsiz şiir söylediğini belirten BirrÎ, bir divân tertip ettiğini ve bu divânın zamanın şairleri tarafından beğenilip örnek alındığını söylemektedir.
Aslında devrinin birinci derecede ünlü şairlerinden olmayan BirrÎ’nin bu sözleri, kendine aşırı güvenen, kendini beğenmiş bir yapıya sahip olduğunun ipuçlarını vermektedir. Bu kendine aşırı güvenin san’at gösterme sevdasıyla birleşmesi sonucu BirrÎ Bülbül-nâme’yi süslü nesirle yazmayı mizacına uygun bulmuş olabilir.
BirrÎ ‘Ömer Fu’âdÎ Efendi’nin Bülbüliyesi’ne bir ilavede bulunmamıştır. Eserinin okunması da gösterecektedir ki, O alt konularda bile örnek aldığı Bülbüliyye’nin olay örgüsüne bağlı kalmıştır. Fakat süslü nesirle yazdığı Bülbül-nâme’nin anlaşıl-ması için okuyucunun hikâyenin dilini anlayabilecek bir kültür seviyesinde olması gerekir.
XVIII. yüzyılın ikinci eseri; HayâtÎ mahlaslı bir şâire aittir. Eserinin ismini de tam olarak öğrenemediğimiz HayâtÎ hakkında kaynak eserlerde herhangi bir bilgiye rastlan-mamaktadır. Ancak, dileride belirtileceği üzere, ‘İlmÎ’nin gençliğinde yetişkin bir şair olduğunu belirttiği HayâtÎ,-’İlmÎ’nin Bülbüliye’yi 1806’da yazdığı göz önüne alınırsa-18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olmalıdır.
Hayâtî’nin kendisinden ve eserinden bizi haberdar eden XIX. yüzyılda yazılmış olan ‘İlmî’nin Bülbüliyesi’dir.[16] XIX. yüzyıl şâirlerinden olduğunu sandığımız ‘İlmî, Bülbüliye’yi Hayâtî’nin eserinden faydalanarak yazmıştır. Bülbüliye’nin baş tarafındaki:
Çünki hengâm-ı cüvânîde meger
Ol ki üstâz-ı ecell ü reh-ber
(•••)
Oldı dünyâda şeh-i nükte-verân Şâir-i nâdire-gû-yı devrân Mahlas-ı pâki Hayâtî’dür anun ‘Ömri çok ola o gül-pîrehenün Farz idüp bülbüle ‘aşkı isnâd Eyledi hûb latîfe îrâd Der miyân-ı gül ü bülbülde ne var Farz idüp itdi beyân ü izhâr Lîk mensûr çü dürr-i meknûn Yazılup olmış-ıdı ‘işve-nümûn
beyitlerinde ‘İlmî, zamanın nâdire söyleyen ve üstâdı olarak nitelediği Hayâtî’nin gül ve bülbülü konu alan mensur bir eser yazdığını söylemektedir. ‘İlmî’nin Bülbüliye’si de Hayâtî’nin eserinin nazma çekilmiş şeklidir. Eserini mensur olarak yazmış olan Hayâtî,
‘İlmî’nin Oldı dünyâda şeh-i nükte-verân
Şâir-i nâdire-gû-yı devrân
beytinde şâir-i nâdire-gû-yı devrân şeklindeki tanıtımdan anlaşılacağı üzere şâir olarak tanınmıştır. Fakat kaynaklarda ne kendi, ne de eseri hakkında bir bilgi mevcut değildir. Bu durumu Hayâtî’nin birinci derecede önemli bir şâir olmadığı ve bu yüzden adının kaynak eserlere geçmediği şeklinde yorumlayabiliriz.
‘İlmî’nin yukarıdaki beyitlerde belirttiği üzere Hayâtî’nin gül ve bülbül konulu eseri mensur bir eserdir. İçeriği hakkında ‘İlmî’nin Bülbüliye’si sayesinde bilgi edindiğimiz eserin fazla hacimli olmadığı anlaşılıyor. Eser’in gül ve bülbül konulu diğer eserlerden ayrılan belirgin özelliği-’İlmî’nin Bülbüliyesi ile ortak olduğunu sandığımız-şikâyet makamının Osmanlı Sultanı olmasıdır.
XVIII. yüzyılın bu iki eserinden sonra ‘İlmî’nin Bülbüliye’si, Abdurrahîm Utızîmenî’nin Gül ü Bülbül’ü, Âgâh Osmân Paşa ile Yenişehirli ‘Avnî’nin Bülbül-nâme’leri XIX. yüzyılda yazılmış eserler olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Sonunda ebced hesabıyla bitiriliş tarihini veren
Hakk’a hamd ol bu dem oldı tamâm
Bülbüliyyem ola makbûl-ı enâm
tarih beytinden (H. 1220/M.1805-1806) ‘İlmî’nin Bülbüliye’-sini XIX. yüzyılın ilk eseri olarak kabul edebiliriz. Hayâtî’nin eserini:
Lîk mensûr çü dürr-i meknûn
Yazılup olmışıdı ‘işve-nümûn
beytinde mensur bir eser olarak tanıtan ‘İlmî, akabindeki
Anı gördükde çü bu resme hemân
‘Abd-i pür-cürm ü kusûr u nisyân
Câme-i nazmla itdi tezyîn
Anı üslûb-ı kadîm üzre hemîn
A’ni ‘İlmî-i fütâde-pâ-mâl
Nazm-ı mezbûra güşâd eyledi bâl
Olıcak hemi-i lutf-ı Bârî
Câme-i nesrden oldı ‘ârî
beyitlerinde onu nazma çekerek Bülbüliye’yi meydana getirdiğini beyan etmektedir.
Hakkında kaynaklarda bir bilgiye ulaşamadığımız ‘İlmî, 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olmalıdır.
Çünki hengâm-ı cüvânîde meger
Ol ki üstâz-ı ecell ü reh-ber
beytinde, gençlik çağında (hengâm-ı cüvânî) iken tanıdığı Hayâtî’yi kendine üstâd ve reh-ber olarak kabul eden ‘İlmî, Bülbüliye’yi yazdığı yıllarda (1805-1806) olgunluk yaşlarında olmalıdır.
Tek yazma nüshasını tesbit edebildiğimiz ‘İlmî’nin Bülbüliye’si 324 beyitlik küçük bir mesnevidir. Mesnevi aruzun Remel bahrinin Fe’ilâtün, fe’ilâtün, fe’ilün kalıbıyla yazılmıştır. Eser gülün eziyetlerine ma’ruz kalan bülbülün Osmanlı padişahına giderek gülden şikâyeti ve bu şikâyetini ve muhakeme edilip sonuçlandırılmasını işlemektedir. ‘İlmî’nin Bülbüliye’si de şikâyet makamının Osmanlı sultanı olması nedeniyle Hayâtî’nin eseriyle birlikte diğer gül-bülbül konulu hikâyelerden ayrılmaktadır.
XIX. yüzyılın ikinci eseri Abdurrahîm Utızîmenî’nin Gül ü Bülbül’dür.[17] Tatar Türkçesi dil özelliklerini yansıtan eserin yazarı Abdurrahîm Utızîmenî Tatar Türkleri’nden olup, 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın ilk yarısında, Kazan Hanlığı’nda yaşamıştır. Soyadını yerleştiği yöreden (otuz ve eymen veya îmen) aldığı belirtilen Utızîmenî’nin, Gül ü Bülbül’ün dışında bir çok eser yazdığı ve son asırlarda Kazan Hanlığı sınırları içerisinde yetişmiş en verimli ediplerden biri olduğu belirtilmektedir.
Utızîmenî’nin Gül ü Bülbül’ü aruzun Remel bahrinin Fâ’ilâtün, fâ’ilâtün, Fâ’ilün kalıbıyla yazılmış, 241 beyitlik küçük bir mesnevidir. Eserin konusunda Şâir, Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden esinlenmiştir. Utızîmenî’nin Gül ü Bülbül’ü Mesnevi’den esinlenerek yazdığını eserin sonunda kendisi söylemektedir. Mesnevinin Temmehu Temâm başlıklı hâtime kısmının
Tasarruf eyleyüben sa’y-ı ciddî
Bitüp aldum kitâb-ı ‘ışk-ı Rûmî
şeklindeki ilk beytinde Şâir, Rûmî’nin aşk kitabını yazıp aldığını ifade etmektedir. Burada belirtilmek istenen eser Mevlânâ’nın Bülbül-nâme’si değildir. Mevlânâ’nın Bülbül-nâme’si bir aşk kitabı olmadığı gibi-zaten 55 beyitlik hacmiyle de kitap seviyesinde değildir-Gül ü Bülbül ile herhangi bir benzerliği de yoktur. Burada belirtilmek istenen aşk kitabının Mevlânâ’nın Mesnevi’si olduğunu söyleyebiliriz. Bunu, her iki eserde de ortak olan neyin (insân-ı kâmil) başından geçenleri hikâye etmesinden anlamaktayız. Mesnevi’nin ilk 18 beytinde anlatılan bu bahis Gül ü Bülbül’ün son kısımlarında geçmiş olup, içerik bakımından Mesnevi’yle benzerlik göstermektedir.
XIX. yüzyıla ait adı anılan eserlerden biri de, Âgâh Osmân Paşa’nın Bülbül-nâme’sidir.[18] Âgâh Osmân Paşa’nın Bülbül-nâme’si hakkında: ”Bülbül-nâme namındaki risale-i manzume-siyle divanı eşarının refikası nezdinde bulunduğu işidilmişdir. Bunların tab olunamaması şayan-ı teessüfdür.” denilmiş ve şiirlerinde tasavvufun ağırlıkta olduğu belirtilmiştir. Âgâh Osmân Paşa’nın Bülbül- nâme’sine, yaptığımız araştırmalar sonucu ulaşamadık. XIX. yüzyılın ve Encümen-i Şu’arâ’nın yetenekli şâirlerinden Yenişehirli Avnî’nin (Ölm.1826-27) de bir Bülbül-nâme’sinden bahsedilmektedir. Matla beytinin
Firâz-ı sidreden açsan dehânın ey bülbül
Gülün kulağına girmez ezânın ey bülbül
olduğu belirtilen Yenişehirli Avnî’nin Bülbül-nâme’si[19] de ulaşamadığımız eserler arasındadır.
Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 896- 902