Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türk Düşünce Tarihinde Selçuklular Devrinin Yeri Ve Önemi

0 16.857

Yrd. Doç. Dr. Ramazan BİÇER

Giriş

Selçukluların Gaznelilere karşı kazandıkları Dandanakan Meydan Savaşı (432/1040) sonunda kurulan imparatorluk, (552/1157) yılında sona ermiştir. İmparatorluğun mekan içindeki sınırları, doğuda Balkaş Gölü ve Tarım havzası; batıda Ege ve Akdeniz sahilleri; kuzeyde Aral ve Hazar Gölü ile Kafkasya ve Karadeniz kıyıları; güneyde ise Umman Denizi’ne kadar uzanan bir genişliğe sahipti. Siyasi arenada ise, tarih sahnesine çıkışları; Horasan’a gelişleri ve ilk devlet düzeninin kurulması; İstiklal savaşları, fütuhatlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulması dönemlerini kapsar. Daha sonra parçalanan imparatorluktan Kirmân, Suriye ve Anadolu Selçuklu Devletleri teşekkül etmiştir.

Selçuklular, Müslüman olan Türk toplumunun, yeni dini değerlere samimi olarak sarılması yanında, Türk gelenek ve töresini devam ettiren tarihi büyük bir topluluktur. Bu anlamda onlar, İslam öncesi Tek Tanrı inancının oluşturduğu ılıman bir yaklaşımla yeni dini anlayışlarını kendi töreleri çerçevesinde değerlendiren, Arap ve Fars kültürünün etkisini henüz özümsememiş, samimi, ciddi ve gayretli insanlardı.

Selçuklular tarihiyle ilgili olarak o dönemde kendilerine ait tarihçilerin olmaması ve yıkılış sonrası yazılan tarih eserlerinin de zayıf bulunması yanında, orijinal kaynakların kaybolması veya mevcut olanların da tamamen neşredilmemiş olması, bu dönemin yeterince doğru olarak incelenmesine ve yansıtılmasına engel olmaktadır.[1] Bu bağlamda Alman müsteşrik Nöldeke gibi bazı Batılı bilginlerin Selçuklular hakkında söylemlerindeki ön yargılı yaklaşımı göz önüne almak durumunda olduğumuz gibi, Rus müsteşrik G. Barthold’de olduğu gibi yeterli kaynaklara ulaşamama ihtimalini de değerlendirmek zorundayız.

Öte yandan Selçuklu devletleri tarafından ortaya konulan kültür ve sanat hazinelerinin Moğollar tarafından tahrip edilmesi, bu dönemin yeterince doğru olarak incelenmesinde en büyük engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira Moğollar, Selçuklu sanat eserlerinin birçoğunu tahrip edip yok ettikleri gibi, o devrenin kültür seviyesini yansıtan ilmî eserleri de, kütüphanelerin yıkılma ve yakılması suretiyle, ortadan kaldırmışlardır. Bu bağlamdan olarak Kirmân Selçuklu meliklerinden I. Muhammed’in yerine geçen Tuğrul-şâh’ın (551-566/1156-1170) imar faaliyetlerinde bulunduğu hakkında geç devir kaynakları bazı kayıtlarda bulunmuşlarsa da, bunların ne tür eserler olduğu konusunda bir bilgimiz bulunmamaktadır. Nitekim Kadı Gaffârî ve Ahmed Ali Hân Vezîrî gibi tarihçiler, onun ve devlet adamlarının Belucistân gibi yerlerde başta imaret ve hayır eserleri olmak üzere, bayındırlık faaliyetlerinin çok olduğunu belirtmektedir.[2] Bütün bunlardan sanat tarihi incelemelerinin, siyasi tarih araştırmalarından daha zor olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu nedenle biz Selçuklular döneminin daha çok fikir ve düşünce özgürlüğü konusuna ağırlık verdik. Zira hür düşünce ve teşebbüse önem veren devlet ve milletlerin, medeniyet ve kültür harikaları ortaya koyacakları şüphesizdir.

A. Selçuklular Devrinde İlmî Hayat

İslam öncesi Göktürklerin Tek Tanrı inancına sahip oldukları bilinen bir husustur. İnançlarını ve dinî görevlerini günlük yaşama da indirgeyen Göktürkler, beşinci ayda kutlanan millî ve dinî bayramlarında Tanrı’ya çok miktarda koyun ve at kurban eder; kımız içer, şarkı söylerlerdi. Yine onlar savaşa çıkacakları zaman tapınaklarında dua ederlerdi. Bu tür bayram ve ayinlerde Kam (Şaman) dua ve dini müziği idare ederdi. Öte yandan Göktürk hakanları VI. asırda Çin imparatorlarına yazdıkları mektuplarında kendilerini “Tanrı tarafından gönderilmiş Büyük Göktürklerin Hakanı” gibi ifadeler kullanmak suretiyle kendi halkına dinî-manevî bir boyut kazandırmaktaydılar.[3]

Sosyal hayatın temel unsuru olan dini değerler, Müslüman olan Türklerde gereken yerini bulmuştur. Bu durum bizzat sultanların benimseme ve teşvikiyle olduğu gibi halk bazında da kendisini göstermiştir. Nitekim Selçuklu sultanları siyasî kudretin simgesi olan saray yapmaya özen göstermenin yanında, ilmin ve ibadetin temsil edildiği camilerin yapımına da ayrı bir önem veriyorlardı. Bu bağlamdan olarak Tuğrul Bey’in “Kendime bir köşk yapıp da yanında bir cami inşa etmezsem, Allah’tan utanırım” şeklindeki sözü tarihe mal olmuştur. Selçuklu sultanlarının bu dinî tutumlarının bir ifadesi olarak, topraklarındaki bilginlere büyük saygı göstermişler, onları korumuşlar ve desteklemişlerdir. Hatta bu alanda herhangi bir ayırım yapmayarak, Hıristiyan bilginlerini dahi himaye etmişlerdir.

Sultanların bu tavrının ürünü olarak Selçuklu İmparatorluğu döneminde fıkıh, tefsir, hadis ve kelâm gibi din bilimleri dalında önemli bilginler yetişmiştir. Bunların yazmış oldukları eserler, İslâmî düşüncenin oluşumunda önemli roller oynamıştır. Bu konuda verilebilecek en önemli örnek tasavvuf ve kelâmda çığır açan Gazzâlî’dir. Nitekim onun, başta kelâm ve tasavvufî eserleri, yüzyıllarca ulema ve halkın elinde gezmiştir. Selçuklular döneminde yetişen ve İslamî ilim alanında söz sahibi olmuş din bilginlerinin bazıları şunlardır:

Kelâm: Eş’arî kelamının öncülerinden olan İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî; düşünce akımları ve itikadî mezhepler hakkındaki eseriyle meşhur olan Muhammed eş-Şehristânî; Selef düşüncesinin belli başlı simalarından olan İbnü’l-Cevzî, Mu’tezile kelâmının önde gelen temsilcilerinden ve Keşşâf adlı tefsir sahibi Zemahşerî; kelâmın önemli simalarından olan Ali b. Zeyd el-Beyhakî.

Tasavvuf: Meşhur mutasavvıf ve er-Risâle sahibi Ebü’l-Kasım Kuşeyrî; Ebû İshak eş-Şirâzî ve Abdullah el-Ensârî gibi şahsiyetler anılabilir.

Öte yandan ünlü Türk bilgini ve Nizâmiye müderrislerinden Şâfiî âlimi Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed eş-Şâşî (ö. 507/1113) Ebü’l-Abbas Fazl b. Muhammed Lukerî, Ebû Tâhir Tabesî, Ebû Said el-Gânimî, Ebû Said Funduvercî, Ferid Gîlânî, Zeynüddin es-Sâvî, Abdurrahman el-Hâzinî, Abdürrezzak Türkî el-İlâkî, Mahmud Harizmî ve Serahsî gibi alimler, bu ortamda yaşamış önemli simalardandır.[4]

Dönemin meşhur kültür merkezlerinden olan ve Selçuklular tarihi açısından dikkat çekici bir konumda bulunan Kirmân bölgesi de, bu alanda ünlü bilginler yetiştirmiştir. Sultan Muhammed ilim öğrenmeye yönelik faaliyetlere önem verirdi ve hatta bu alanda teşvik mahiyetinde önemli ödüller dağıtırdı. Bu dönemde bin kadar fakîh ve bilgin yetişmiştir.[5] Bunlar arasında önde gelen simalar olarak, Efdalüddin,[6] Şafiî bilginlerinden İmam Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail Nîşâbûrî (ö. 544/1149-50), İsmail b. Ahmed Nîşâbûrî (ö. 532/1138), Hanefî alimi Rüknüddin Ebü’l-Fazl Abdurrahman b. Muhammed Kirmânî (ö. 543/1148), tasavvuf büyüklerinden Ebü’l-Hüseyin Kutbü’l- Evliya Şeyh Cemalüddin Ahmed, Melik II. Arslan-şah döneminde yaşayan Kıdvetü’l-evliya Şeyh Muhammed Arif, Melik I. Muhammed döneminde yaşayan ve “Melikü’l-ulemâ” olarak tanınan Şerefüddin Mesud b. Aziz, Şeyh Şemsüddin Mübarek Gâzur, kendisinden aynı zamanda Şeyhü’l- İslam olarak da bahsedilen Şeyh Burhanüddin Ebû Nasr Ahmed el-Kûbanânî ve Kadı Ebü’l-Alâ Ali b. Ebi’l-Kasım Ali Sam’ânî (ö. 5/XI. yüzyılın II. yarısı) gibi alimleri anabiliriz.[7]

Alimleri koruyarak ve kollayarak ilme önem verdiğini gösteren Selçuklu sultanlarının, kendilerinden de edebi nitelikli bazı şiirler rivayet edilmiştir.[8] Bu bağlamdan olarak Selçuklu Türklerinde halk ve saraydakiler Türkçe konuşmakla birlikte, bilim dili Arapça, edebiyat dili olarak da Farsça kullanılıyordu. Bu nedenle saray mensupları daha çok bu dilde şiir yazmış veya söylemişlerdir. Sözgelimi Sultan Melikşah ve Sencer’in Farsça şiirleri olduğu nakledilmektedir.[9] Öte yandan Muciriddin Belakanî, Esîrüddin Ebü’l-Fazl Muhammed b. Tahir Ahsikesî, Nizâmî, Fahrüddin Gürgânî, Lami’î Gürcânî Sabîr ve Enverî gibi birçok Fars edebiyatçısı Selçuklu saraylarında yetişmiştir. Mensubiyetlerinden dolayı din dili olarak Arapçaya ve coğrafi faktör itibarıyla da Farsçaya saygıda kusur etmeyen Selçuklular, kendi dillerini de ihmal etmeyerek, hakim oldukları Türkistan, Harizm, Azerbaycan, Anadolu, Horasan, Afganistan, İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi bölgelerde Türkçenin kullanılmasını yaygınlaştırmışlardır. Nitekim Mubarek-Şah, “Arapçadan sonra Türkçe kadar güzel ve heybetli bir dil olmadığını” söylerken İslam dünyasında Türkçenin ne kadar önem kazandığını anlatmaktadır.[10]

İlim öğrenme ve öğretme yerinin okul olduğu bilincine varan Selçukluların kurduğu ilk medrese, Tuğrul Bey zamanında Nişâpûr’da gerçekleşmiştir. Ancak ülkenin her tarafında bu okulların yaygınlaşması Alp Arslan dönemine rastlar. Nitekim cami köşelerinden ders veren bilginler ve onların öğrencileri için vakıf suretiyle yapılan ilk medrese olarak, Bağdat’taki Nizâmiye’yi gösterebiliriz (459/1067).[11] Bu yapı örnek alınarak devletin ileri gelenlerinden ilme meyli bulunanlar, ülkenin çeşitli yerlerinde medrese yapımına girişmişlerdir. Bağdat’tan sonra Isfahan, Rey, Nişâpûr, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul ve Amûl gibi yerleşim merkezlerinde kurulan ilk medreseler de Nizâmiye adını almışlardır.[12] Selçuklular döneminde ilim ve alimlerin himayesi medreseler aracılığıyla olmuştur. Hocalara ücret verilmesi yanında öğrencilerin yemek, içmek ve barınaklarının ücretsiz olması, ulema çevresinin de devlete sahip çıkmasına yol açmıştır. Bu bağlamda Selçukluların din adamlarına karşı davranış ve tutumları kendilerinden önceki zamanlara göre çok farklı olmuştur. Onlar din adamlarına daha çok cömert davranarak onları himaye etmişlerdir. Bunun sonucu olarak da, binlerce bilgin mevcut devleti desteklemişlerdir. Selçuklulardaki bu anlayış sonraki dönemlerde de süreklilik arz etmiştir. Nitekim Kirmân Selçuklularından Melik I. Muhammed de yaptırdığı medreselere büyük vakıflar tahsis etmiştir.[13]

Medreselerde farklı mezheplere mensup bilginler görev yapıyordu. Buna, Bağdat’ta 631/1234 yılında açılan Mustansiriyye Medresesi en güzel örnek olarak gösterilebilir. Bu dönemlerde Basra’da kurulan tıp medresesinde Kutbeddin Şîrâzî (634-711/1236-1311) İbn Sinâ’nın el-Kânûn ve eş-Şifâ’sını ve Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını okutuyordu.[14]

Genel anlamda durum böyle olmasına rağmen, bireysel anlamda bazı yanlış uygulamalar da vuku bulmuştur. Nitekim Sultan Tuğrul zamanında Mu’tezilî görüşlere sahip vezir Amîdü’l-mülk, Hanefî, Şâfiî ulemasına ve özellikle de imam Kuşeyrî, Cüveynî ve Ebû Sehl b. Muvaffak’a bazı yaptırımlar uygulamışsa da bu Sultan Alparslan’dan itibaren bertaraf edilmiştir.[15]

Selçuklular döneminde kurulan medreselerle, çevreye ilim yayılmaya başladı. Bu faaliyetler halkı aydınlatmanın yanında Hasan Sabbahçıların ve diğer aşırı görüş sahibi mezhep mensuplarının fikirlerine karşı bir set oluşturuyordu. Zamanın bu üniversitelerinde dini ilimlerin yanında tıp, matematik gibi müspet bilimlerin eğitimi de veriliyordu. Nitekim bu tür çalışmalara verilen önemi ifade eder mahiyette Sultan Melikşah döneminde bir rasathane kurulmuş (468/1075), burada ünlü astronomi ve matematik bilgini Ömer Hayyâm (1038/48-1123/1132), Ebü’l-Muzaffer İsfizârî ve Meymûn b. Necib Vâsitî gibi bilginler gözlem işleriyle meşgul olmuşlardı. Bu ilmî meşguliyetin bir ürünü olarak da, bu alimler, Sultan Melikşah’ın Celâlüd-d-devle lakabına nispetle, Celâlî takvimini oluşturdular. Bunların yanında meşhur bilginlerden Muhammed b. Ahmed Beyhakî, Ebû Mansur Abdurrahman Hâzinî,[16] Ebü’l-Kasım el-Usturlâbî de gözlem ve fizik üzerine çalışan kimselerdendi. Bu dönemin ünlü tıp bilginleri arasında Ebû Said Muhammed b. Ali ile Sultan Sencer’in baştabibi Bahaüddin Muhammed b. Mahmud gibilerini anabiliriz.[17]

Sultan Sencer’in 60 yıl başkent olarak kullandığı Merv, kendi döneminin bir kültür merkezi olup birçok kütüphaneye sahip bulunmaktaydı. 12.000 kayıtlı kitabı bulunan kütüphanelerin bulunması, Selçuklu sultan ve devlet adamlarının kitaba verdiği önemi anlatması bakımından anlamlıdır. XIII. asrın başlarında önemli eserlerini bu kütüphanelerde hazırladığını söyleyen Yakut el-Hamevî bu şehirde, Nizâmü’l-mülk, Mustavfî Şerefü’l-mülk, vezir Mecdü’l-mülk, ikisi Sem’ânî ailesine ait Hâtuniyye, Kemâliyye, Amîdiyye, Zamîriyye adlarını taşıyan on kütüphane bulunduğunu ve çoğundan rehinsiz kitap alınabildiğini söylemektedir.[18] Konumuzla ilgili önemli bir örnek de, Şahâbeddin Hayrakî’nin Harizm’de (Ürgenç) Şâfiî Camiî yanında tesis ettiği kütüphanenin benzeri bulunmayacak bir konumda olduğu rivayet edilmektedir. Kirmân Selçuklularından Mugîsiddin Mehmet, medrese, hastane, cami, zaviye ve kendisine türbe yaptırırken, inşa ettiği kütüphaneye (Dârü’l-kütüp) çeşitli ilimlere ait 5.000 kitap vakfetmiştir. Kervansaraylarda (Dârü’z-ziyâfe) ilim ve kültür sahibi insanlar için kütüphane kurulması ve diğer yolcular için de satranç takımları bulundurulması, dönemin kültür hayatını yansıtması bakımından anlamlıdır.[19]

Bu ve benzer ifadelerden anlaşılıyor ki, Selçuklular kendi dönemlerinde mevcut imkanlar çerçevesinde ilmî ortamın oluşması için ellerinden geleni en iyi bir şekilde yapmışlardır. Elbette bu zeminin oluşmasında düşünce özgürlüğünün büyük payı vardır.

B. Selçuklular Devrinde İlmi Hoşgörü ve Düşünce Özgürlüğü

İslam dininin temel niteliklerinden olan hoşgörüyü prensip olarak kabul ederek hakimiyeti altındaki bölgelerde farklı görüşlere müsamahayla yaklaşan Selçukluların önemli merkezlerinden olan Ürgenç, Mu’tezile görüşünün ağırlıklı olduğu bir yerleşim birimiydi. Nitekim Kazvinî’ye göre, Ürgenç’in çarşı ve pazarlarında ilmî, kelâmî münazaralar yapılırdı. Bu tür tartışmalarda mezhebî bir taassup olmaksızın, delil getiren münazaracılara itibar edilirdi. Bu ortam o kadar seviyeli ve geniş katılımlı olurdu ki, Fahreddin er-Razi’nin anlattığına göre böyle bir münazarada 400 seçkin alim bulunuyor onları da konuya ilgi duyan çok sayıda insan izliyordu.[20] Selçuklu bölgelerinde bu tür münazaralar o kadar yaygındı ki, bir gelenek haline geldiği söylenebilir. Nitekim Sultan Sencer zamanında Merv, Belh ve başka kültür merkezlerinde bu tartışmalar oturumlar halinde icra ediliyor ve hatta bu ilim halkalarına kadınlar da iştirak edebiliyorlardı.[21]

Hanefî mezhebine mensup olan Sultanlar, farklı mezhepten de olsa, önemli bilginleri halka ders vermeye teşvik ediyorlardı. Nitekim bu konuda Gazzâlî ile Sultan Sencer arasındaki diyalog önemli bir vesikadır.[22] Şöyle ki: Sultan Sencer’e, Gazzâlî’nin İmam A’zam aleyhinde konuştuğu söylenir. O da bu duyumu teyit etmek amacıyla Gazzâlî’yi yanına çağırtır. O sıralarda inziva hayatında olan Gazzâlî, hükümdarın huzuruna çıkmamaya söz verdiğini ancak Meşhed’e kadar gelebileceğini bildirir ve orada Sultan’la buluşurlar. Gazzâlî, ona herhangi bir sena ve medihte bulunmamasına rağmen, Sencer onu yanına oturtur. Bu karşılıklı konuşmada konu aydınlığa kavuşur ve olayın yanlış aktarıldığı ortaya çıkar. Sultan Sencer, Gazzâlî’den meclisteki konuşmasını yazmasını ve ayrıca onun inziva hayatını bırakarak, tedrisle meşgul olmasını ister. Gazzâlî bu olayı “Zamanın padişahı Allah’ın takdiriyle içtenlikle arzulayarak, Nişâpûr’a gidip derse başlamamı kesin bir şekilde emretti”[23] ifadesiyle kaydetmiştir.

Sultan ve idareciler her ne kadar taassuptan uzak olsalar da, halk bazında bu tür anlayışlar zamanla sosyal hayatı rahatsız edecek boyuta ulaşmaktaydı.[24] Nitekim, Nişâpûr’da Şâfîiler ile Hanefîler arasında meydana gelen mezhep kavgasında sakinlerinin çoğunluğunu oluşturan Hanefîlerden bazıları öldürülmüştü. Bu esnada ordusuyla şehrin yakınında olan Sultan Sencer’in olaya müdahale etmeyip, sorunun yöre uleması tarafından çözülmesini sağlaması,[25] Hanefî mezhebine mensup olmasına rağmen zor kullanmaması, onun idarî dirayetinin bir göstergesidir.

Öte yandan Nizâmü’l-mülk’ün kendi mezhebine mensup Şâfiîler için Isfahan ve Hemedân’da vakfettiği bazı camilerin, Sultan Mehmet Tapar tarafından Hanefîlere devredilmesi olayının arkasında siyasi sebepler aramak yerinde olur. Nitekim Sultan Mehmet’in ağabeyi Berkyaruk ile saltanat mücadelesinde, karşısında en önemli kuvvet olarak Nizâmü’l-mülk taraftarlarını bulması nedeniyle böyle bir kararı almış olabilir. Tapar’ın mezhebî anlamda taassup sahibi olmadığı bilinmektedir. Zira Bâtınîlere karşı mücadelesiyle ün yapan Şiî imam Ebû İsmail’e ihsanlarda bulunması tarihi bir realitedir.[26]

Şehristânî (ö. 548/1153) yanında, Zemahşerî, Mahmud Harizmî ve Mehmet İlâkî gibi Mu’tezile bilginleriyle yakın dostluğu olan Sultan Sencer’e, Beyhakî’nin “selef yolunu tutması, Zemahşerî ve Gazzâlî gibi bilginlere tabi olmaması” şeklinde yapmış olduğu uyarı, Sultan tarafından kabul görmemiştir.[27]

Selçukluların sağladığı huzur ve sükun ortamı içerisinde Anadolu’daki türlü din ve milletlerin birlikte uyum içerisinde yaşamaları, ortak bir kültürün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Özellikle Anadolu’da taassup duygularından uzak, felsefi düşüncelere açık ve tasavvuf felsefesini de benimseyen bir ortam vardı. Bu ortam içerisinde XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan fikri hareketler, XIII. asra kadar devam etmiş ve Mevlâna ile Yunus Emre gibi şahsiyetlerin yetişmesine zemin teşkil etmişti. Bu dönemin ileri gelen sultanlarından olan Alâeddin Keykubâd, bilim, sanat ve medeniyete yapmış olduğu katkılarından ötürü, önemle anılması gereken kimselerdendir. Bu verimli kültür ortamı birçok bilginin dikkatini çekmiş, Muhyiddin İbn Arabî gibi tarihi önemi olan şahsiyetlerin uğrak yeri halini almıştır. Öte yandan Moğol istilasından kaçan başta tasavvuf bilginleri olmak üzere birçok alim, Anadolu’yu mesken tutmuşlardır.

Burada üzerinde durmamız gereken bir bilgin daha vardır. Tam adı Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Ahmed el-Meâfirî el-İşbîlî olan İbnü’l-Arabî 468/1076 yılında Endülüs’ün İşbîliyye kentinde doğmuş ve 543/1148 yılında vefat etmiştir. İbnü’l-Arabî 485/1092 tarihinden itibaren İşbîliyye’den başlayarak Bağdat’a kadar uzanan ve on yılı aşan uzun bir yolculuk dönemi yaşamıştır. Bu seyahati esnasında Selçuklu Türklerinin hakim olduğu ülkelere uğramış ve otobiyografik olarak kaydettiği eserlerinde ziyaret ettiği yerlerin siyasî, coğrafî ve kültürel yapısı hakkında önemli bilgiler vermiştir. Konumuzla doğrudan bağlantılı olması ve de Selçuklu hakimiyetinde olan topraklardaki düşünce özgürlüğünü bizzat yaşaması nedeniyle, özet nitelikle müellifin görüşlerini burada aktarmayı uygun bulduk.

Yolculuğu esnasında uğradığı Mısır’daki Şiî baskısından oldukça rahatsız olduğundan, burada sadece sekiz ay kalan İbnü’l-Arabî, Mısır’dan, Büyük Selçuklu Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan Kudüs’e gitti. Orada meşhur Mâlikî bilgini Ebû Bekir Muhammed b. el-Velîd et-Turtûşî (ö. 520/1126) ile tanıştı ve sohbetlerinde bulundu. Kudüs’te birçok ilim meclislerine katılarak tartışmalara iştirak etti.[28] İbnü’l-Kâzerûnî ve övgü ile sözettiği Ebû Mansûr Sâtkîn b. Arslan et-Türkî gibi âlimler, bu şehirde tanıştığı ve kendileriyle fikir alışverişinde bulunduğu ünlü isimlerdir. İbnü’l-Arabî, burada çeşitli mezheplere mensup bilginlerin, Yahudi ve Hıristiyan âlimlerinin de katıldığı yirmi sekiz ilim meclisinde bulundu.[29] Farklı görüş sahibi bu bilginler arasında gerçekleşen münazaraları izledi, kendileriyle çeşitli ilmî tartışmalar yaptı.[30]

İbnü’l-Arabî Kudüs’te üç yıldan fazla kalmıştır (485-489/1092-1095). Onun bu kadar uzun kalmasının en önemli amili, Kudüs’teki özgür ortamdı. Müellifin ifadelerine göre burada her din ve mezhebe ait medreseler bulunuyordu. Bölgede herkes kendi inancının eğitimini vermenin yanında, belli günlerde bu din ve mezhebin ileri gelenleri bir araya geliyor ve halka da açık olan bir ortamda aralarında bilimsel anlamda tartışmalarda bulunuyorlardı. Herhangi bir aşırılık ve taşkınlığa meydan vermeden yapılan bu münazaralarda, Yahudi, Hıristiyan, Şiî, Kerrâmî, Mu’tezile, Müşebbihe, Şâfiî ve Hanefî inançlarına mensup bilim adamları delil ve karşı delillerle belli konuları görüşüyor ve konuşuyorlardı. Müellifin müşahedesine göre deliller genellikle herkesin kabul gördüğü şekilde Tevrat, İncil ve Kur’an da geçen konular üzerinde ve aklî nitelikteydi (bürhân). Mantıki ve akli kanıtların kullanıldığı tartışmalarda, kim üstün ve geçerli deliller ileri sürerek hasmı susturursa, münazarayı izleyen her grubun takdir ve övgüsüne mazhar oluyordu.[31]

İbnü’l-Arabî’nin otobiyografik olarak Kudüs için kaydettiği bu müşahede ve görüşlerinin benzerini, yine Selçuklu hakimiyetinde bulunan Suriye, Bağdat ve Horasan halkı hakkında da aktarmıştır.

Daha sonraları Bağdat’a ulaşan müellif, Sultan Alp Arslan’dan bahsederken “Ebü’l-Feth Melikü’l- Adil” şeklinde bir tavsifte bulunmasıyla, Alp Arslan’ın elde ettiği fetihlerin yanında, adalet sahibi birisi olmasını ön plana çıkarmıştır.[32] Öte yandan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî Selçukluların açtığı medreselerdeki eğitim tarzının, Kuzey Afrika ve Endülüs’te uygulanan eğitim ve öğretim metodundan daha isabetli olduğunu önemle vurgulamıştır.[33]

Selçukluların yıkılış[34] döneminde birçok değerler kaybolmaya başladığı gibi, bu alandan olarak fikir özgürlüğü de ağır yaralar almaya başladı. Nitekim Abbasi Halifesi Müstencid (555-566/1160-1170) devrin kadılarından olan ve muhalif fikirleriyle tanınan el-Murahham’ı yakalattıktan sonra kütüphanesinde bulunan İhvân-ı Safâ Risaleleri’ni ve İbn Sinâ’nın Kitâbü’s-Şifâ’sını yaktırmıştır. Bu tür hareketler Halife Nâsır Li-Dinillah (576-622/1180-1225) döneminde de vuku bulmuştur. Bu davranışlar o dereceye varmıştı ki, İbn Heysem’in astronomi ilmiyle ilgili eseri bile yakılmaya başlanmıştı. Öte yandan ünlü bilginlerden olan Seyfeddin el-Amidî (ö. 628/1231), kelâm, felsefe ve mantık gibi ilimlerle uğraştığı için Mısır’dan uzaklaştırılmış (578/1182), değişik yerlerde de aynı ithamla karşılaşınca evinde inzivaya çekilmek zorunda bırakılmıştı. Bu alandan olarak İşrâkiyye felsefesinin kurucusu kabul edilen ve düşüncelerinden ötürü öldürülen el-Maktûl Şihabeddin Sühreverdî’yi ve aynı suçtan dolayı Herat’a sürülen Fahreddin er-Râzî’yi (ö. 606/1209) de anmak gerekir.[35]

Abbasi halifelerinin düşünce özgürlüğüne karşı takındıkları bu tavrın benzerini Müslüman Endülüs ülkesinde de görmek mümkündür. Şöyle ki: Murâbıtlar döneminde Doğu İslâm dünyasında zuhûr eden ve ünü Endülüs’e kadar ulaşan İmâm Gazzâlî’ye (ö. 505/1111) ve özellikle meşhur eseri İhyâ’ya karşı menfi bir propaganda sürdürülmüştü. Onun bu eseri Kurtuba’ya ulaşınca, içerisinde felsefî ve kelâmî konulara değindiği gerekçesiyle, genellikle Mâlikî mezhebine mensup fakOh tarafından yakılmasına fetvâ verilmişti.[36] Devrin kadısı İbn Hamdîn, İmâm Gazzâlî’yi tekfir etmiş, dönemin hükümdarı Ali b. Taşfîn’in de desteğini alan bu zât halkın gözü önünde onun kitaplarını yaktırmıştı (503/1109). Gazzâlî ve eserlerine karşı izlenen bu olumsuz tutum, Murâbıtlar Devleti’nin hâkimiyeti boyunca sürmüştür. Ali b. Taşfîn’in, ülkesindeki vezir, âlim ve kadılara bid’at içeren kitapları, özellikle Gazzâlî’nin eserlerini buldukları an yakmalarını emreden bir emirnâme yayınlaması dikkat çekicidir.[37] Bu dönemde tasavvuf, felsefe ve kelâm ile meşgul olanlar yanında özellikle Mu’tezilî düşünceyi benimseyenlere aynı derecede katı bir tutumun sergilendiği de bilinmektedir.[38]

Bütün bu veriler ışığında, Selçukluların düşünce özgürlüğüne verdikleri önemi ve onların inhitatıyla İslam dünyasının bu bağlamda neler kaybettiğini gözlemleyebiliriz.

C . Selçuklular Devrinde İlim ve Kültür Müesseseleri

Medeniyetler bağlı bulundukları düşünce arka planını ve tarihiliğini hayata aksettirirler. Hakim oldukları bölgelerin imar faaliyetlerine önem veren Selçuklular, yapılarında genellikle cami, medrese ve kütüphaneleri bir arada bulunduruyorlardı. Kitapçı çarşıları (Sûku’l-kütüb), kırtasiye satan dükkanlar da (Sûku’l-varrâkîn) bunlara yakın olarak inşa ediliyordu. Böylece şehir merkezlerinde bir kültür kompleksi oluşuyordu. Esasen Selçuklu şehirleri cami, medrese, kütüphane, hamam ve imaret gibi külliyeler etrafında oluşuyordu. Bu ise aynı zamanda Türk-İslam medeniyetinin temel bir karakterini teşkil ediyordu. Nitekim Melik Turan-şâh devrinde (478-490/1085-1097) Kirmân’ın güneydoğusunda askerleri için oluşturduğu mahalleden bunu anlayabileceğimiz gibi, yaşayan en güzel örnekleri arasında Kayseri’deki Hunat Hatun külliyesinde bu tarzı görebiliriz.[39]

Selçuklular döneminden bize kadar ulaşan en önemli sanat eserleri daha çok Anadolu’da bulunmaktadır. Anadolu stratejik açıdan dünya coğrafyasında önemli bir konuma sahiptir. Nitekim burası Müslüman ve Hıristiyan milletleri arasında uluslararası bir köprü konumunda olmuş ve önemli bir kültür ve ticari merkez halini almıştır. Bu bağlamda Selçukluların Anadolu’yu fethinin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde Anadolu iktisadi bakımdan da büyük bir gelişme göstermişti. XII. yüzyılda İstanbul, Konya ve Tebriz arasında bir ticaret yolu işliyordu. Bu devirde Kayseri-Elbistan arasındaki Karahisar ovasında kurulan milletler arası panayır (Yabanlu pazarı) çok meşhur idi.[40] Burada doğu, batı, güney ve kuzeyden gelen milletler alışverişte bulunurdu. Yine Mardin’in güneyindeki Koçhisar ile, Kırşehir-Kayseri yolundaki “Ziyaret pazarı” meşhur panayırlar arasında yer almaktadır. Mamafih Türklerle Bizanslılar arasındaki savaşlar ekonomik ilerlemenin önünde en önemli bir engeldi ancak bu durum, Kılıçarslan’ın Bizanslılara karşı kazandığı zafer (572/1176) ile bu engel de önemli oranda bertaraf edilmiştir.[41]

Bu ticari yolculuğun sağlanması ve güvenliği, Selçuklular medeniyetinin dünya ülkeleri tarafından tanınmasına neden olmuştur. Bu bağlamda ticaret yolları üzerinde bulunan kervansaraylar ülkenin ortak değerlerini yansıtması bakımından anlamlıdır. Buralarda konaklayan yolcular hayvanlarıyla birlikte üç gün bedava kalmak ve yemek imkanına sahipti. Kervansaraylarda hastane bulunmaktaydı. Yine buralarda zengin-fakir, hür-köle, Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapılmaksızın hizmet verilmesi vakfiyelerde belirtilmişti. Bu nedenlerde kervansarayların geniş bir memur ve hizmetli kadrosu vardı. Anadolu kervansaraylarındaki bu adet, Selçukluların eski geleneklerinin devamı nitelikteydi. Nitekim Horasan’da Mubarek-Şâh’ın misafirhanesinde (Dâru’z-Ziyâfe) konaklayan yolcuların okuması için kütüphane ve eğlenmeleri için de satranç takımı bulunması bunun göstergesidir.[42]

Bu dönemi idrak etmiş yabancı gezginlerin gördüklerini, hayranlık içeren ifadelerle belirtmeleri, Selçuklu medeniyetinin bir göstergesidir. Sözgelimi İbn Batûta, Anadolu hakkında “Şefkat ülkesi” ifadesini kullanırken, Ömerî de “Selçuklular son zamanlarına kadar cennette gibiydi, halkı da çok mutluydu” şeklinde bir görüş beyan etmiştir.[43]

Selçuklular, Müslüman olduktan sonra, kafa ve beyinlerinde oluşan yeni dini imajı, çevrelerinde de yansıtmaya başlamışlar ve yaptıkları eserlerde bunu göstermişlerdir. Bu yapılanma İslamî anlayışın oluşumunu göstermenin yanında, eserlerde kendi geleneksel görüşlerini de ortaya koymuşlardır.[44] İdareleri altında bulunan Çin sınırlarından İstanbul Boğazı, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına, Mısır, Yemen ve Hint sınır boylarına kadar olan ülkelerde cami, medrese, türbe (kümbet), hastane, kervansaray, kale ve köprü gibi birçok mimari eserler meydana getirmişler, kökleri eski yurtlarındaki yapılara giden sitilleri buralarda geliştirmişler, böylece İslam dünyasına yeni yapı tipleri kazandırmışlardır. Selçuklulardan günümüze kadar ulaşmış olan eserler arasında, Isfahan’da Gülpayegân Camii, Kazvîn’de Mescid-i Cuma, Barsiyan’daki Mescit, Zevvâre ve Ardistan’daki Cuma mescitlerini sayabiliriz. Medrese olarak ise, Nişâpûr, Bağdat ve Tûs medreselerini, ilk döneme ait örnekler olarak nitelendirebiliriz. Bu dönemin mimari yapı tipi olarak orta avlulu ve dört eyvanlı bir plan kullanılmıştır. Avlunun dört bir yanında eyvan bulunmakta, avluyu kemerli revaklar çevirmektedir. Dört eyvanlı ve avlulu bir cami ve medrese tipine Selçukluların hakim olduğu bütün bölgelerde rastlamak mümkündür. Son dönemlerde yapılan arkeolojik kazılardan da dört eyvanlı planın, saray ve kervansaraylarda da kullanıldığı anlaşılmaktadır.[45]

Selçukluların İslam dünyasına getirdikleri özgün yapı şekillerinden birisi de, görünüş itibarıyla Türk çadırlarını (otağ) andıran tuğladan yapılmış kümbet olarak adlandırılan türbelerdir. Bunlar genelde dört köşeli, çok köşeli veya yuvarlak biçimde olmak üzere üç kategoride değerlendirilebilir. Günümüze kadar ulaşabilen bu tür eserlerin başında Sultan Sencer’in (ö. 552/1157) Merv kentindeki türbesi gelmektedir. Öte yandan ince silindirik minareler de Selçuklu mimarisinin icadıdır.[46]

Melik I. Muhammed’in (537-551/1142-1156), Melik I. Turan-şâh’ın yaptırdığı Mescid-i Melik’te inşa ettiği kütüphane de bu dönemin önemli eserlerindendir. Buraya Sultan’ın kendisi 5.000 kitap vakfetmiştir. Kirmân Selçukluları hakim oldukları bölgeleri barış ve huzura erdirmenin yanında birçok tarihi eser de kazandırmışlardır. Nitekim bu dönemi inceleyen araştırmacılar, onlardan övgüyle bahsetmektedirler.[47]

Selçuklular plastik sanatında, Orta Asya modellerini asıl olarak almışlardır. Stüko üzerinde gelişmiş olan bu Selçuklu süsleme üslubu, camiler ve saraylarda bulunmaktaydı. Bu süsleme kompozisyonunda av, savaş ve saray hayatı sahnelenmiştir. Nitekim Rey’de yapılan kazılarda çıkan saray kalıntılarında Türk hatları taşıyan boyanmış heykeller bulunmuştur.[48]

Selçuklu sanatının izlerini taşıyan halılar, günümüze kadar gelmemekle birlikte, Bağdat sanatını etkilemiş ve dönemin halı motiflerinde Türk izleri belirgin şekilde tespit edilmiştir. Nitekim Bağdat’ta gelişen ipek sanatında Selçukluların etkisi büyük olmuş ve en eski ipek kumaş örneği bu dönemden kalmıştır.

Minyatür sanatı, daha çok sultan ve emirlerinin katipleri olan Uygurlar tarafından geliştirilmiştir. Hatta bu sanatla ilgili Bağdat’ta bir okul da açılmıştır. Önceleri Arapçaya çevrilen kitaplar üzerinde görülen bu sanat türü, sonraları hikaye kitaplarında da kendisini göstermiştir. Bu devirde İran’da Orta Asya resim sanatı üslubunun etkileri açıkça görülmektedir. Bu bağlamda Selçuklu Türkleriyle Orta Asya’dan batıya doğru yayılan halı sanatı, XIII. yüzyılın ilk yarısındaki Türkiye Selçuklularından kalan parçalardan anlaşıldığı üzere, gelişmeler göstermiştir. Selçuklu halılarındaki motifler sekiz köşeli yıldızlar, uçları çengellerle çevrilen sekizgenler gibi şekiller üzerine oluşmuştur. Bu şekiller içerisinde ise stilize bitki ve hayvan suretleri de görülebilmektedir. Türk halılarına karakteristik özellik veren ana tema, geniş bordürlerdeki iri kufî yazı dekorudur.

Selçuklular döneminde başta Rey olmak üzere Musul ve Rakka gibi önemli merkezlerde çinicilik sanatı gelişmiştir. Türk mimarisinde çininin bir süsleme sanatı olarak cami ve saraylarda kullanılması Büyük Selçuklular ile başlamış ve asıl büyük başarısını ise, Anadolu Selçuklularında göstermiştir. Çini yanında, seramik eserler de bu dönemde kullanılmış ve geliştirilmiştir. Büyük Selçuklular devrinde maden büyük bir ustalıkla işlenmiş ve bu alan için de Horasan merkez seçilmiştir.

XIII. yüzyılda Anadolu Selçuklularında görülen çini sanatı, büyük gelişmeler göstererek, kendine özgü bir desen oluşturmuştur. Bu yüzyılın ikinci yarısından sonra çini süslemede nebatî motiflerin hakimiyeti natüralist üslubun habercisi olmuştur. Bu bağlamda Konya çeşitli tekniklerin kullanıldığı bir çini merkezi olmuştur.[49]

Türkiye Selçukluları, yaptıkları mimari eserlerle Anadolu’yu kültürel açıdan zenginleştirmişlerdir. Bu tarihi kültür zenginliğinin bir kısmı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bunlar arasında Sultan Mesut’un XII. yüzyılda yaptırdığı Konya’daki Alâeddin Camii daha sonra yapılan tamirlerle birlikte bu konuda en önemli bir eserdir. Sultan I. Alâeddin Keykubat’ın Niğde ve Malatya da yaptırdığı camiler ile onun eşi Mahperi Hatun’un Kayseri’de yaptırdığı Hunat Hatun Cami ve külliyesi de bu alanda verilecek önemli örneklerdendir. Türkiye Selçukluları tarafından medrese tarzında yaptırılan ilk eser, Kayseri’deki Çifte Medrese’dir. Bu alandan olarak, I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tıp medresesi (Şifâiye) ile kızkardeşi Gevher Nesibe’nin Şifahanesi yanında Sultan I. İzzeddin Keykavus’un Sivas’ta yaptırdığı Şifahanesi o dönemin sağlığa verdiği önemi ortaya koyması bakımından anlamlıdır.

Dönemin eğitim yanında sanata verdiği değeri anlatması bakımından Akşehir’de Sahib Ata Fahreddin Ali’nin Taş Medrese’si, Kayseri’deki Sahabiye Medresesi, Konya’da İnce Minareli Medrese ve Karatay Medresesi, Sivas’taki Gök Medrese, Kırşehir’deki Cacabey Medresesi anılması gereken önemli isimler arasındadır.

Selçukluların imar faaliyetlerine verdiği değeri anlatma bakımından Türk nüfusunun daha az olduğu Şam ve Halep’teki yapılara göz atmamız yerinde olacaktır. Nitekim Şam’da 21 cami, 20 medrese, 9 hankâh ve ribat, 7 hamam, 1 Dâru’l-hadîs ve bir büyük hastane vardı. Yine Halep’te Türk adıyla anılan 77 cami ve mescit, 7 hankâh, 8 medrese ve 8 hamam bulunmaktaydı.[50]

Ülkenin imarı, sosyal alanda insanların ihtiyacını gidermek amacıyla Selçuklu devlet ricalinin eşlerinin yaptırdıkları eserler ve dolayısıyla onların kültür ve sanat hayatına kazandırdıkları göz ardı edilmemesi gereken bir husustur. Bu bağlamdan olarak Kirmân Selçuklu meliklerinden I. Arslan- Şâh’ın, “İsmetüddin” lakabıyla anılan, Zeytûn Hatun adındaki eşi, Kirmân’da (Berdesîr) medrese ve ribat gibi birçok hayır müessesesi yaptırmıştır. Lakabına nispetle Evkâf-ı İsmetiye denilen eserleri arasında Medrese-i Derb-i Mâhân ile Ribât-ı Yezdiyân’ı anabiliriz.[51]

Öte yandan Süleyman-şâh’ın eşi Terken Hatun da Kirmân’da bir medrese yaptırmıştır ki bu medresenin bir kütüphanesi de mevcuttur. Yine Berdesîr’de bulunan “Saray-ı Hâtûn-ı Rüknî” adındaki sarayın Tuğrul-şâh’ın eşi, Hâtun-i Rüknî tarafından yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır.[52] Bunların yanında Semerkantlı Muhammed, kızı Fatma ile birlikte fetvalar verirdi ki bunları et-Tuhfe adlı eserinde toplamıştır. Yine Nişapûrlu Zeynep (524-605/1130-1208) de Hurre namıyla tanınan ve Zemahşerî’den icazet alan kadın bilginlerdendi.[53]

Selçukluların İslam medeniyetinin gelişmesi ve mükemmelleşmesindeki rolü tarihçiler ve medeniyet bilimiyle uğraşanlarca bilinen bir husustur. Öte yandan Selçuklu medeniyetinin Avrupa medeniyetine olumlu katkısı genelde göz ardı edilmiştir. Bunun Selçukluların tarih sahnesindeki önemi gereğince kavranılamamış olmasının yanında orijinal kaynakları günümüze kadar ulaşmamış olmasının da önemli bir yeri vardır. XI. asırdan sonra Haçlı seferleri ve Suriye’de kurulan Haçlı devleti aracılığıyla Avrupalılar, İslam medeniyetiyle tanıştı ve geri döndüklerinde bu medeniyetten birçok hususları ülkelerine götürdüler. Nitekim XI. yüzyılda Haçlı savaşları kızışmasına rağmen Müslüman ve Hıristiyan ticaret kervanları Şam’dan Akka’ya ve diğer İslam beldelerine gidip gelmek suretiyle Avrupalılar Müslümanları ve İslam medeniyetini tanımaya devam ediyorlardı. Avrupalılar Selçuklu sultanlarıyla yaptıkları ticari anlaşmalar sayesinde Anadolu’da ticaret özgürlüğü kazanmışlar ve büyük şehirlerde koloniler ve konsolosluklar açmışlardı.

D. Selçuklular Döneminde İslâm Dünyasında Türklerle İlgili Düşünceler

Buraya kadar anlattığımız ve üç bölümde ele aldığımız Selçuklu dönemi göz önüne alındığında, Selçuklu Türklerinin İslam’ın maddi ve manevi kültürüne katkıları inkar edilemeyecek kadar büyüktür. Bu gelişim aynı zamanda İslam’ın mevcudiyeti ve intişarı için taze kan ve yeni bir seyir şeklinde tezahür etmiştir. Şöyle ki:

Türklerin İslam dinine girişlerinin ilk dönemlerinde, Bağdat’taki Abbasi halifeliğinin ülkeye hakimiyeti zayıflamış, öte yandan Mısır’da bulunan Şiî-Fâtimî Devleti’nin propagandası ileri bir düzeye ulaşmıştı. Aynı zamanda ekonomik buhranı yaşayan insanlar mevcut iktidar aleyhindeki fikir akımlarının yaygınlaşmasına ortam oluşturmuştu. Özellikle Şiî ve Sünnî ayırımını yaşayan Müslümanlar arasında çekişme ve kavgalar başlamış, böylece İslam dünyası siyasi, dini ve ideolojik mücadeleler sonucu parçalanmalara maruz kalarak, ciddi bir kaosa bürünmüştü. Bir başka cephede ise Endülüs’teki Müslümanlar da kendi egemenliklerini kaybetme yolundaydılar. Akdeniz’de Hıristiyanlık hakimiyeti önemli bir mesafe almış, Hıristiyanların saldırılarıyla Müslümanlarda ümitsizlik ve korku hüküm sürmeye başlamıştı. Böylece İslam alemi her alanda buhrana maruz kalmıştı.

Bu gibi durumlarda sosyo-psikolojik açıdan insanların kendilerini koruyacak ve kurtaracak önemli gelişmeler beklemesi doğal bir süreçtir. Bu bağlamda Sır-Derya boylarında Karluk ve Oğuz kavimlerinin İslam’ı kabule yönelmesi, Müslümanlar için ümit ışıklarının doğmasına yol açmıştır. Her ne kadar Türkler, İslam dünyası için korku saçan bir millet halinde idiyse de, Şamânî Türklere karşı cihadı, o dönemde yeni Müslüman olan Türkistan Türklerinin yapması, Türk kavminin Müslüman Araplar için ümit oluşturmasına neden olmuştu. Bu bağlamda Hz. Peygamber’e nispeti konusunda kuşku duyulsa bile, Türkler hakkında bazı nebevî sözlerin gündeme gelmesine yol açmıştır. Bu tür hadislerin sıhhat açısından tartışılması bir tarafa bırakılırsa, sosyo-psikolojik açıdan, dönemin Müslümanlarının halet-i ruhiyesini yansıtması bakımından, gelecekle ilgili beklentiler açısından, Türklerin ümit kaynağı olduğunu göstermektedir.

Bu alanda sıhhati konusunda sahih olduğu belirtilen önemli hadislerden birisi olan “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız”[54] hadisi daha çok Türklerin İslam öncesi dönemine ait bir yaklaşım olduğu gibi, “Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, O, onları sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat edenler hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar, bu Allah’ın bir lütfüdür, onu dilediğine verir” (el-Mâide 5/54) âyetinde yer alan ifadede, birçok düşünür tarafından Abbasiler döneminden başlayarak Selçuklularla sürüp, Osmanlılarla devam eden Türk hakimiyetinin kastedildiği anlaşılmaktadır.[55] Hamasi duygulardan uzak olarak, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu tarihine dikkatli bakılması, bu tür yorumların isabetli olduğu konusunda geçerli sebepler sunacaktır.

Öte yandan bu tür yaklaşımları destekleyecek mahiyette, Abbasiler ve Selçuklular dönemini idrak eden bazı müelliflerin Türklerle ilgili söylemlerinden de bu mana anlaşılmaktadır. Bu alandan olarak Câhiz’in Fezâilü’l-Etrâk adlı eseri ile İbn Fazlan’ın Seyahatnamesi bu konuda önemli bir kaynaktır. Selçuklu Türklerini en güzel tanımlayan sözlerden birisi de şudur: “Selçuklu sultanlarının hepsi güzel ahlak sahibi idiler. Onların bayrakları belirdikten sonra ihtiyar dünya yeniden tazelendi ve gençleşti, imar edildi. Selçukluların iyi idareleri sayesinde dünya nizama girdi. İslam’ın sancağı kuvvet buldu. Doğu ve batıda cami, medrese, ribat ve minarelerin çoğu Selçuklu sultanları ve vezirlerine aittir. Bu hanedanın devleti yıkılmaya yüz tutunca da ülkelerin mamurluğu ve halkın asayişi bozuldu”.[56]

İlhanlı Devleti’nin meşhur bilgin ve devlet adamı Hamdullah Kazvînî ise konumuzla ilgili şu ilginç tespiti yapmıştır: “İslam hanedanlarının çoğu bir kusur ve ayıpla maluldür. Emeviler zındık ve haricilik; Abbasiler itizal; Buveyhiler rafizilik; Gazneliler, Harizmşahlar ve diğer Müslüman sülaleleri de asillerinin hakir olmasıyla bir kusura sahiptir. Halbuki Selçuklular bütün bu illetlerden pak, temiz ve dindar insanlardır. Halka şefkat bunların mümtaz vasıflarıdır”.[57] Konuyu daha geniş anlamda aydınlatması açısından meşhur mutasavvıf Necmeddin er-Razî’nin şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Müslümanlar emniyet, asayiş ve rahatı Selçuklu ailesinin mübarek çetr’i gölgesinde buldular. Bu dindar sultanlar zamanında yapılan medreseler, camiler, hankâhlar, ribatlar, hastaneler, köprüler ve diğer hayır kurumları hiçbir devirde yapılmamış; bilginlere zahitlere ve halka gösterilen şefkat ve merhamet, girişilen gazalar ve kazanılan zaferler daha önce vuku bulmamıştır. Bu husus o kadar açıktır ki tafsilata gerek yoktur. Zira Türkistan, Fergana, Maverâünnehr, Harizm, Gûr, Afganistan (Sistân), Kirmân, Hûzistan, İran, Irak, Diyarbekir, Suriye ve Rum (Anadolu) onların ve kölelerinin eserleriyle doludur. Müslümanlar bu mübarek hanedana dua ve sena ile meşguldürler.[58]

Mutedil Şiî bilginlerden olan Abdülcelil Kazvînî de benzer görüşlerde bulunarak, onların taassuptan uzak durarak Şiîlere de iyilik ve ihsanlarda bulunduğunu belirttikten sonra “Müslümanlıkta cami, medrese, hankâh ve her türlü hayır ve iyiliklerin yapılması, kötülüklerin atılması, hep Selçukluların uğurlu kılıçlarıyla mümkün olmuştur” şeklinde bir yaklaşımda bulunmuştur.[59] Bu bağlamda Hıristiyanların Selçuklular hakkındaki olumlu söylemlerini[60] de göz önüne aldığımız zaman, Selçuklular dönemini idrak eden insaflı düşünürlerin, onlar hakkında genel anlamda müspet yaklaşımlarda bulunduğunu ve realitede de Selçukluların bunlara mâsadak olduğunu söyleyebiliriz.

Yrd. Doç. Dr. Ramazan BİÇER

Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 509-517


Dipnotlar :
[1] Bu konuda yapılan bir çalışma için bkz. Nejat Kaymaz, “Selçuklu Devri Tarih Yazıcılığı” (Claude Cahen’den çeviri), Tarih Araştırmaları Dergisi, c. VII, sayı 12-13, s. 193-221 (Ankara 1969). Selçuklular Dönemine ait olan (Müslüman ve Hıristiyan kaynaklar için bkz. Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, s. 1-15; Hüseyin Kayhan, Irak Selçukluları, s. 17-28; M. Fuad Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, XXVII.
[2] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 361.
[3] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, s. 418 (İstanbul 1996).
[4] Selçuklular zamanında yetişen Müslüman bilginlerle ilgili yapılan bir doktora çalışması için bkz. Nuri Topaloğlu, Selçuklu Devri Muhaddisleri, Ankara 1988; Altan Çetin, “Beylikler Döneminde Sosyal Hayatın Bazı Unsurları”, Gazi. Ünv. Kastamonu Eğitim Dergisi, C.8, No: 2, 2000, s.137-158.
[5] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 339-340.
[6] Bu zat Kirmân Selçukluları tarihiyle ilgili, Bedâyiü’l-ezmân, el-Muzâf ilâ bedâyi, Ikdü’l-ûlâ adlarında üç önemli eser kaleme almıştır.
[7] Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 520.
[8] Bu konuda yapılan bir çalışma için bkz. Adnan Karaismailoğlu, “Selçuklu Sarayında Şiir ve Şairler”, V. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyet Semineri Bildirileri, s. 133-139 (SÜ Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya 1996).
[9] Sultan Sencer’in ümmi olduğu da iddia edilmiştir. Bu konudaki tartışma için bkz. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 179.
[10] Mubarek-şah, Tarih, s. 43-44; Fuad Köprülü, Türk Dili ve Edebiyatı, s. 155, 161 (İstanbul 1934).
[11] Özellikle Alparslan döneminde medreselerin nitelikleri hakkında geniş bir araştırma için bkz. Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi (Alparslan ve Zamanı) III, 347-381 (Ankara 1992).
[12] bkz. Semavi Eyice, “Mescid”, İA, s. 1-118 (MEB).
[13] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 360.
[14] bkz. Mehmet Bayraktar, İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 206 (Ankara 1985).
[15] bkz. M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, 465-466.
[16] bkz. Mehmet Bayraktar, İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 199.
[17] Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 521; Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 335-336.
[18] Mu’cemü’l-büldân, I, 10; IV, 144 (Beyrut 1957).
[19] İbnü’l-Esir, Târîh, XII, 94 (Kahire 1302); Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 334.
[20] Zekeriya Kazvînî, Asârü’l-bilâd, s. 377-379, 520 (Beyrut ts.).
[21] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 327.
[22] Konuyla ilgili bir araştırma için bkz. M. Şerafeddin Yaltkaya, “Sultan Sencer ve Gazzâlî”, Dârü’l-fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, I, 42-51 (İstanbul 1925-1233).
[23] el-Münkiz mine’d-dalâl, s. 86 (trc. A. Suphi Fırat, İstanbul ts.).
[24] Selçuklular döneminde mevcut olan mezhepler hakkında bkz. M. Şerafeddin Yaltkaya, “Selçukiler Döneminde Mezahip”, Türkiyât Mecmuası, I, 101-106 (İÜ Türkiyât Enstitüsü, 1925).
[25] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 328.
[26] Osman Turan, Selçuklular T arihi, s. 331.
[27] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 337.
[28] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 152; II, 4-5 (nşr. Muhammed Abdülkadir Atâ, Beyrut, ts)
[29] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Avâsım mine’l-kavâsım, s. 45 (nşr. Ammâr Tâlibî, Duha 1992/1413).
[30] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, K#nûnü’t-te’vîl, s. 433-446 (nşr. Muhammed es-Süleymânî, Beyrut 1986); Muhtasaru Tertîbi’r-rihle, s. 203-215 (nşr. Saîd A‘rab, Beyrut 1987).
[31] Muhtasaru Tertîbi’r-rihle, s. 203-208.
[32] el-Avâsım mine’l-kavâsım, s. 56-57.
[33] Kanûnü’t-te’vîl, s. 643-644.
[34] Selçuklu devletlerinin yıkılış nedenleriyle ilgili bir araştırma için bkz. Nejat Kaymaz, “Anadolu Selçuklu Devleti’nin İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü”, Tarih Araştırmaları Dergisi, c. II, sayı. 2-3, s. 91-155.
[35] Bu tür hareketler, daha önce Mu’tezile bilginlerinin siyasi gücü etkileyip, Ahmed b. Hanbel gibi alimlere yaptığı baskının neticesi olarak, Selefî anlayışa mensup kimselerin yine siyasi otoriteyi etkileyerek karşı hareketi şeklinde değerlendirilebilir. Konuyla ilgili önemli bir çalışma için bkz. Mehmet Emir Özafşar, İdeolojik Hadisçiliğin Tarihi Arka Planı (Mihne Olayı ve Haşeviye Olgusu), Ankara, 1999.
[36] Kisânî, el-Gazzâlî ve’l-Magrib, s. 71 (Dımaşk 1961).
[37] İbn İzârî, Beyânü’l-mugrib, IV, 59 (nşr. Colin-Georges-Seraphin, Beyrut 1967).
[38] Ahmed Emîn, Zuhru’l-İslâm, III, 69 (Kahire 1959).
[39] Bu konuda yapılan bir çalışma için bkz. Altan Çetin, “İrfan Ordusunun Temelleri Türklerde Medreseler (Karahanlı, Selçuklu ve Beylikler Devri Medreseleri), Dini Araştırmalar, c. 2, S. 5, 1999, s. 177-201.
[40] Faruk Sümer “Yabanlu Pazarı Selçuklular Devrinde Milletler arası Büyük Bir Fuar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, C 23, S. 71, 1985, s. 3.
[41] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 359-360, 367-368.
[42] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 360.
[43] Bk. Osman Turan, “Selçuk Kervansarayları”, Belleten XXXIX (1946), s. 489-491. Ebü’l- Fazl el-Hemedani, Camiü’t-tevarih (nşr. Ahmet Ateş, I-II, Ankara 1957).
[44] Selçuklu yapılarının bir değerlendirmesi için bkz. Oktay Aslanapa, “Sâmerrâ”, İA, X, 144-147 (MEB).
[45] Konuyla ilgili önemli bir çalışma için bkz. İslam Sanatında Türkler = The Turkish contribition     to Islamic arts = el-Etrâk fi Fenni’l-İslami. İstanbul: Yapı ve Kredi Bankası, 1976.
[46] Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 522-523.
[47] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 339.
[48] Selçuklu yapılarının şekilleriyle ilgili ilginç bir yorum için bkz. Selçuk Mülayim, “Selçuklu Sanatında Geometrik Kompozisyonlar”, I. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyet Semineri Bildirileri, s. 153-155 (SÜ Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya 1993).
[49] Ali Sevim, Selçuklu Devletleri Tarihi, s. 526.
[50] İbn Şeddâd, el-Alaku’l-hatîra fî zikri ümemi’s-Şâm ve’l-Cezîra, I, 181-202, 241 vd., 316 vd. (nşr. Y. Zekeriya Abbâde), I-II, Dımaşk 1991.
[51] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 359.
[52] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, s. 363-364.
[53] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 449. Bu konuda yapılan bir çalışma için bkz. Osman Çetin, “Anadolu’nun İslamlaşmasında Kadınların Rolü”, IV. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyet Semineri Bildirileri, s. 61-69 (SÜ Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya 1994).
[54] Ebû Dâvud, “Melâhim”, 9.
[55] Msl. bkz. Said Nursi, Mektubât, s. 324 (Envâr neşriyat, İstanbul 1986).
[56] Erdoğan Merçil, Kirmân Selçukluları, 73.
[57] Hamdullah el-Kazvini, Târîh-i Güzîde, s. 434 (trc. Abdülhüseyin Nevai, Tahran 1944).
[58] Necmeddin er-Râzî, Mirsâdü’l-ibâd, s. 3-4 (nşr. Muhammed Emin Riyahi. Tahran, 1973).
[59] Abdülcelil Kazvinî, Kitâbü’n-Nakz, s. 49, 54, 58, 77, 333, 511, 773 (nşr. Celaleddin Urmavî, Tahran 1331).
[60] bkz. Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 413-414.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.