Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türk Dünyasının Dünya Görüşü Üzerine Bazı Mülahazalar

0 13.389

Rafael MUHAMETDİNOV – Kazan

Son yıllarda Rusya’nın siyâsî ve manevî hayatında “Rus dünyası” olarak isimlendirilen kavramın geniş bir şekilde  yayılmakta olduğu dikkât çekmektedir. Kanaatimizce bu gelişme, devlet tarafından Rus milletinin, Rus dili ve kültürünün rolünü ve önemini takviye ederek, devleti güçlendirme ve idare sisteminde üniter yapısını daha da sağlamlaştırılma çabalarını  göstermektedir. Bu haliyle “Rus dünyası” kavramı, günümüzde bir ideoloji haline gelmektedir. Bu görüşe uygun olarak ideologların çoğu, Rusya’daki Rusların yanında, bu ülkedeki Rus olmıyan bütün yerli milletlerinin, Ukrayna ve Beyaz Rusya devletlerinin, Kuzey Kazakistanda yaşayan Rusların, Bağımsız Devletler Birliğindeki yaşıyan ve Rus dilini ana dili olarak kabul etmiş ve Rus kültürünü kendilerine yakın gören insanlarının da “Rus dünyası”na ait olduklarını ileri sürmektedirler.

Ancak burada unutulan bir şey var ki, o da  Avrasya enginlerindeki Türk Dünyası varlığı olup, bunun en somut halinin Kazakistan’ın  Avrasya Gümrük ve Ekonomi Birliğine olan üyeliğidir. Türk dünyası, “Rus Dünyası”ndan çok daha  kadimdir ve onun içindeki iktisadi ve kültürel ilişkiler, Türk Dünyasını sürekli olarak (s.20) sağlamlaştırmakta ve pekiştirmektedir. Tabii olarak, Rusyadaki Türk halkları, kendi dilleri ve kültürleri açısından “Rus Dünyası”na değil, kesinlikle  Türk Dünyasına aittir.

Son yirmi yıl içinde bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı da Azerbaycan’da olmak üzere müteaddit defalar Türk Devletleri ve Toplulukları Dostluk ve İşbirliği Kurultayları gerçekleştirildi. Türk halklarının kültürlerinin  gelişmesinde bir takım kültürel teşkilatlar oldukça faâl rol üstlenirken, Türk Devletleri Parlamenterler Birliği, toplantılarını Bakü’de yaparak, bu gelişmelere katkıda bulunmaya devam ediyor. Sözkonusu birliğin kendine özgü resmi amlemi de bulunmaktadır. Bunun yanında, yine toplumsal bazda, 1991 yılından beri, Bütün dünya Türk Halkları Asamblesi (BTHA) adlı milletlerarası kurum çalışmalarından olmak üzere  Birlik,  6. Kurultayını  2014 yılı Mayıs’ında Kazakistan’ın Çimkent şehrinde gerçekleştirmiştir. Geçen yıllarda Asamblenin üç iş programı kabul edilmiştir. Bunun dışında bilindiği gibi Türk dünyasında çoktan beri “Türkovizyon” adlı pop müzik ve şarkı yarışmaları yapılmakla, son yarışma (Kasım 2014) ile,  yine  2014 Eylülünde Türk Gençleri Şöleni, Kazan’da gerçekleştirilmiş ve   Kazan şehri Türk Dünyası Kültür Başkenti seçilmiştir.

Türk dünyası ilişkilerini pekiştiren bu tür faaliyetler dikkâte alındığında,  acaba geleceğe yönelik bir ideoloji oluşmak mümkün müdür?  Elbette böylesi bir ideolojinin teşekkülü için Türklerin “dünya görüşü” dediği daha geniş ve daha derin ortak bir temel ideolojiye ihtiyaçları vardır.  Aşağıda serdedeceğimiz satırlarda, söz konusu ideolojik oluşumla ilgili olarak, ortak temellerimizin, Türk halklarının “dünya görüşü” üzerine bazı mülâhazalar olacaktır.

Dünya görüşü tabii olarak oldukça geniş bir kavramdır. Bu takdirde o, son derece genelleşmiş şekilde ifade edilen nesnel dünyaya ilişkin görüş biçimi, onun [nesnel dünyanın] üzerinde insanın yeri, insanın çevredeki gerçeklik, topluma karşı olan sorumluluğu, inançları, ülküleri ve değerler manzumesini içermektedir. Sosyal yanıyla bu “ dünya görüşü”  bir ideoloji için de temel olabilir. Dünya görüşü gelişimi, sadece kişiliğin değil, aynı zamanda belirli bir sosyal grubun, halkın olgunluğunun da göstergesidir.

Türk halkları arasındaki ilişkiyi pekiştirip, aralarındaki dayanışmayı sağlayabilecek olan umûmî Türk dünya görüşünün sadece dini olması mümkün değildir, hele belirli bir dinin değerlerine istinat etmesi mümkün değildir. Çünkü,  Türk halkları sadece bir tek dine değil;  islâm, hristiyanlık, budizm, musevilik ve paganizm gibi değişik dinlere mensup oldukları gibi, laikliği kabul etmiş  halklar da vardır. Bu haliyle Türk ülkelerin hiçbirinde resmi devlet dini yoktur. Hepsinde vicdan hürriyeti ilân edilmiştir.

Bu açıdan bakıldığında, Türk halklarını birleştiren dünya görüşü, dünya dinleri ortaya çıkmadan çok önce biçimlenmiş, kökleri ile doğa, insan ve dünya üzerindeki telakkilerine kadar uzanan görüş ve değerlerden oluşur. Elbette bu, Ön Türk telakkileri tanrısız değildiler, ancak Türkler, onlarla ilgili bilgileri bilinen peygamberlerden (İbrahim, İsa, Muhammed) almayıp, tanrı kavramını doğayı sezgi ile ve bütünsel olarak yorumlayarak öğrenmişlerdi. Dolayısıyle, benzeri dünya görüşü esasında dine değil, tabiat felsefesine daha yakındırlar. Fiilen doğa felsefesi ilk tarihsel felsefe biçimiydi.

Bu itibarla Türk halklarının dünya görüşü,  bir yanıyla kadim çağların köklerine, diğer yanıyla çağdaş bilim ve felsefe temeline dayanan, laik ve millî mizaca dayanmaktadır.

Türk Halklarının ve  Kadim Kültürün Geçmişi

Türk halkları dünya görüşünün hareket noktası, dünyanın en eski milletlerinden  olduğu kabûl edilmelidir. Bunu, Türk kelime hazinesinin Sümer (Asya), Etrüsk (Avrupa), Kızılderili (Amerika) ve Hint-Avrupa dillerindeki Türkçe kelimelerin varlığı ispat etmektedir. Hâtta bu durum pek çok prototürkçede kelimeler yanında, bazı gramer kuralları bile farklı dillere geçmiştir (insanlar, (s.21) Asya’dan Amerika’ya M.Ö. 30 000 ve M.Ö. 14 000 arasındaki dönem içinde geçmişlerdir).

Dünya ve Maddenin Oluşumu: Türk Kozmogonisi

Türk kültürünün gerek dilbilim, gerekse mitolojik malzemeleri, dünya oluşumunun manzarasını şöylece anlatabilir: İlkel madde, hava ve su kaosuydu (karışımıydı). Sonra bu kaostan su (yer) ve gök (hava, güneş) ayrılarak, dünya oluşmuştur. Bu dünya, ilk önce onu yumurta şeklinde tasvir eden Türk mitolojisine uygundur. Muhtemelen, yumurtanın sarısı güneş ve göğü, akı ise okyanus sularını ifade ediyordu. İlk maddeye – gök (hava) ve su kaosuna- Türkler “yer-su” ya da “tengiz/tengir” (deniz) ya da “bütün” , Sümerler ise “absu”demişlerdir.

Yâni atalarımız dünyanın homojen bir maddeden, yani sudan (H2O) oluşan bir evrensel birimden meydana geldiğini düşünmüşlerdir. Su, kendiliğinden ortaya çıkmış, bu oluşuma ne demiurgos ne de tanrı karışmıştır. “Kaosun”’ su ve havadan oluşmuş olması, bizi yanıltmamalıdır, zira Türk halkları havayı aynı suyun, su buharı şeklinde bir görüntüsü olarak tahayyül etmişlerdir. Bunu Tatarca’da  “sulamak” (nefes almak) fiili ile ifade edilmekle, “kuk/kük” (gök) kelimesi ise “sug” (su) kelimesine dayanmaktadır. Türk dillerinde “s“/ “h“ geçişi, daha sonra “h”/”k” geçişleri mümkündür. Böylelikle su, hava ve suya ayrılmıştır. Nitekim, dünyanın homojen bir maddeden (sudan) teşekkül ettiğine dair eski Türk telakkisi, son astrofizik buluşlarla da örtüşmektedir. 

Günümüz bilim adamlarının tezlerine göre; evren, ilk önce tek bir atomdan ibaret olup, sonra “Büyük Patlama” dediğimiz bir patlamayla gazlar, sonra da yıldızlar ve galaksiler oluşmuştur. Evrenin ilk maddesi, önceleri bir tek hidrojenden (H) ibaret, homojendi, ancak daha sonra helyum ve başka kimyasal elementler ortaya çıkmıştır. Tam da bu noktada, atalarımızın dünya ve maddenin oluşumuna dair telakkileri oldukça  mantıklıydı.

Konuyla ilgili olarak ilk antik Yunan filozoflarından Thales de, bütün  nesnelerin ilk elementin su olduğunu düşünmüştü. Bilindiği gibi Thales, Mısır’a gidip, orada Sümer ilim aleminden pek çok şey öğrenmişti. Sümerler ise, ya prototürkler olan iki halkın kaynaşmasından oluşmuş bir halktır veya Sümerler, prototürklerin büyük medeni tesir etmesi neticesinde oluşmuş bır halktır. Bunu kaynaşma sonucunu aşağıdaki dil ve felsefe malzemelerinde görebiliriz. Türk dillerine ait olan ‘”sug/suv’” (su) kelimesinin anlamdaşları “(b) at”  (Türk dillerine ait “batmak” kelimesi ile karşılaştırın), “par” (buhar), “buz” kelimeleriydi. Hangisinin daha eski olduğu bilinmemekle beraber meselâ, Tatar masallarında büyük su alanlarına “at” (“bat” tan olma) denir. Muhtemelen, böylece “atıl” (Volga) ve “Atlantik” kelimeleri ortaya çıkmış olmalıdır. Aynı kaynaktan “bar” (birşeyin varlığıdır), “ma”  (bir eylem veya bir eylemin sonucunu ifade eden ek) sözcükleri de. Meselâ, “gelmek” – “gelme”, yani “gelme” kavramı. “Yazmak”- “yazma”.

Türkçede “ma” sözcüğüne tanrı tarafından verilen ve “bir anlam” manâsını ifade eden Sümer felsefi ve dini “me” kelimesiyle ilgilidir. Meselâ, “hükümdar iktidarı” mesi, yâni, “hükümdar iktidarı” anlamını ifade eden kelime. Yine aynı şekilde, “tac” mesi, “tapınak” mesi v. b. vardır. Bu ME’lerden Sümerce’de toplam yüzsekiz tane bulunmaktadır.[1]Türk dillerine ait olan bu “ma” Rus dilinin “pismo” (mektup), “rezba” (oyma) ve benzeri kelimelerine geçmiştir.

Eski Mısır’da “ilâhi hakikat” veya “uzaysal dünya düzeni”ni ifade eden “Ma(at)” (“at”) sadece dişil gramer göstergesidir) kelimesi, “firavun iktidarı” teolojik doktrinin temel telakkisidir. Firavun, ülkesini kaos gücünden savunan bir muhafız konumdadır.[2]

(s.22) Türk dillerine ait olan “ma” sözcüğünün pek çok anlamı vardı: “(b)at” -su, ”neme” – bir şey, nesne, “yazmadı” (olumsuzluk eki), “yazdı mı” – (soru eki).

Suyun varlık temeli olduğunu gösteren “ma/va” sözcüğünün görevlerini biz Hint-Avrupa dillerinde de görmekteyiz. Meselâ, Almanca’da – Wasser (su) – etwas (bir şey) – was? (ne?). Aynı olayı Sâmi dillerde görmek mümkündür. Meselâ, Arapça’da: ma (su) – ma (bir şey) – ma (hayır) – ma? (nasıl…? hangi?).

Türk Diyalektiği

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Türk halklarının gök, hava, güneş, tanrı telâkkileri, “su” telakkisi ile sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. “Bal”, ”bay” güneş isimleri de bundan kaynaklanmaktadır. Bunu (güneş) “balktı” –  (güneş) “parladı”, (güneş) “bayıdı” – (güneş) “battı”  fiilleri de gösteriri. Anlaşılacağı üzere,  “ba (ma)” kökü, aynı zamanda güneşin varlığı ve yokluğunu ifade eder.

“Su” (tuk, sug, suv) telakkisine bağlı olan Türk dillerine ait “tuk” kelimesinden “yok” (bir şeyin bulunmaması), “çok” (Oğuz dillerinde “bolluk”) gibi birbirine zıt  telâkkiler ortaya çıkmıştır. Bu, eski prototürk atalarımızın her nesne veya olay içinde çelişkiler taşıdığı, her nesne iki karşıtı içerdiğini anladıklarını göstermektedir. Meselâ, güneş eğer ılıman ısı verirse, bol hasata yardımcı olabilir (“ma” – bir şeyin varlığı, “çok” – bir şeyin bolluğu), eğer fazla ısı verirse hasatı yakar (“ma” – olumsuzluk, “yok” – bir şeyin bulunmaması). Şu fenomenin varlığın ve gelişimin kaynağı olan bu iki ilkenin mücadelelerini pek çok fenomen içinde de farketmişlerdir. Örnek olarak “iktidar” telâkkisini ele aldığımızda, onun iki ilkesi vardır, bulunmamasına yakın aşırı zayıf ve zorba iktidar. Normal veya haddi zatında iktidar ancak bu iki ilkenin etkileşiminde var olabilir. Bununla ilgili Tatarların şöyle bir atasözü vardır: “Yuaş bulsang, basarlar, usal bulsang asarlar, urtada bulsang, il başı iterler” (Yumuşak olsan ezerler, zalim olsan asarlar, ortada olsan devlet başkanı ederler). Bu, atalarımız nesnelerin dialelektiğinden ve onların çelişikliğinin farkında olduklarını gösterir.

Yakın çağ tarihinde bu dialektik anlayış, Alman felsefesindeki ünlü Hegel diyalektiği olarak bilinmektedir. Diyalektikçi Hegel’e göre, canlı doğadaki ”her şey başlı başına çelişkilidir. Çelişki, her türlü hareket ve hayatın esasıdır. Bir şey çelişkiyi içerirse, o hareket eder, itkiye, etkinliğe sahip olur”[3]

“Dağ/Tau” Güneş Dağının Varlık Kavrayışı

Su kaosunun göğe (güneşe) ve suya (yere) ayırılmasından başak bir dağ ve ağaç, Türk halkları için göğü ve yeri bağlayan bir etken olmuştur. Bu sebeple, dağlara özel saygı gösterilmiş, dağlara Han-Tengri, Kazbek, Elbrus gibi isimler verilmiştir. Türk dillerinde dağa “dağ/tau” denir.

Bu kelime bir yansıma kelime olup, mesela, ağaçkakanın ağaça vurmasında çıkardığı ses; “tuk-tuk” sesini ifade eder ki, dahasonra bu kelime, bu kuşun ismini işaret eder olmuştur. Ağaçkakanın Tatarcası  “tukran” olup,bazı Kızılderili dillerinde ise,”tukan”dır. “tak/tau” kelimesinde olduğu gibi, “urdak” kelimesi de (Türkçe “ördek”) bu şekilde  oluşmuş olması muhtemeldir. Bunun  kökünü de Hint-Avrupa dillerinde şu şekilde görebiliriz: “duck” (İngilizce ördek), Rusça “utka”. Gerçek şu ki, Türk halkları çoğunun mitolojisinde güneşi tehşis eden altın veya beyaz ördek mevcuttur. Atalarımızın çağrışımlı (asosyatif) düşünmeleri sayesinde yükseklerde uçan kuşun ismi güneşe geçmiş, kendisi [güneş] de “tuk” ismini almıştır. Eski Türklerin aynı isimli bir de tanrıları vardır. Güneşi işaret eden konik dağa ise, “tak/dag/tau” ismi koymuşlardır. Keza aynı şekilde Etrüsklerin “Tag” adlı bir tanrıları olduğu gibi, antik Yunanlar da büyük reislerine “Tag”, Orta Amerika Kızılderililer ise yine büyük/ulu reislerine “Kon Tiki”  yani “güneş (kon) oğlu (tiki)” demişlerdir. Muhtemelen, antik Yunanın “Teos”u, Romalıların (s.23) “’Deus”u ve İranlıların “Dev/Div”sı, Türkçe “tau”  kelimesi ile ilgiliydi. Dikkâte değer bir başka husus ise, Maya dilinde “Teo” kelimesi de, tanrı anlamına gelmektedir.

Türk halkları reislerini/beylerini dağ başlarında gömdükleri gibi, kurban sunularını dağlarda, ziyafetleri dağlarda vermişler, âyinlerini de dağ başlarında icra etmişlerdir. Böylece “tag/tau” kökünden “tuy” (ziyafet), “tuk” (tok), “suymak” (hayvan kesmek), “takmak” (Tuk tanrısını öven şarkılar), “sukmak” (yol, bu kelime dağların Tuk tanrısı, Göğü kavrama yolu anlamına gelmektedir) kelimeleri var olmuştur.

Daha sonra Türk halkları bozkırlarda, dağlar üzerindeki ovalarda yaşamaya başladıklarında,  gömülme ve dini törenleri için suni tepe-kurganlar yapmışlardır. Tepe (kurgan), tanrı ile temas, gök, evren kanunları, varlık kavramı öğrenmek için bir araçtı. Bu da, Türk halklarının dünya kavrayışı yöntemiydi. Büyük ihtimâlle bundan, Çin felsefe kavramı “tao” (taoizm) doğmuştur. Çince “tao” yolu ifade eder. Kısaca “tao”- hiç kimse ve hiçbir şeye bağlı olmayan varlığın gelişme  kanunu olup, o, zaman ve uzayın dışında durur. Tao’yu kavramak, doğa kanununu anlamak ve ona uymak demektir. Tao’ya uymak, doğa ve dünya ile uyum içinde yaşamaktır. Sonraları, Japonlar da bu felsefeyi benimsemişler ve ona Japonca “sinto” (sintoizm) adını koymuşlar – “tanrılar yolu”, yani “sin”– tanrı, “to” (Çince “tao”) – yol.

Tabiata Karşı İhtimam 

Türk halklarının topluma ait dünya görüşleri ve toplumun nasıl olması gerektiği, insanın toplum içindeki rolü, insanın tabiatla olan ilişkisine dair  görüşlerine bakıldığında, onları diğer toplumlardan ayıran bir özelliği fark ediyoruz. Bazı uluslar, kendilerini Tanrılarının kulları, bazıları da önderlerinin bir kulu olmaya razı oldukları dikkâte alındığında, Türk halklarının hiçbir zaman soydaşlarını köleleştirmedikleri görülür.  Kendilerini Gök’ün (güneş, evren, ve sonuç itibari ile ulu tabiat) oğulları olarak saymakla, tabiata karşı her zaman saygılı, onunla uyum içinde yaşamaya gayret etmişlerdir. Meselâ, Cengiz Han’ın Yasu (yasa)’sını göre, tabiata zarar verecek en ufak hareket bile, ölüm cezası ile cezalandırılır.  Tabiatın “temizliği” Türklerde bir kült haline gelmiş, Türkler, kendilerini tabiatın efendisi değil, onun organik bir parçası olarak saymışlardır.

Günümüzün ekolojik meseleleri göz önüne alındığında, Türklerin tabiata dair dünya görüşleri bu yönüyle, sadece Türkler için çağdaş ve aktüel olmakla kalmıyor, aynı zamanda evrensel bir karakter taşıyor.

Tabiat Estetiği

İlke olarak Türklerdeki tabiata olan  hürmet, tabiatı sevme, onun güzelliğinden zevk alma ile ilgilidir. Günümüzde bunun akislerini Japonların Sakurı (Japon vişnesi) çiçeklerine olan sevgi gelenekleriyle, Ekibani sanatında  (çiçek buketi oluşturma) görmek mümkündür. Gerçek şu ki, köken itibari ile  Japonlar, Türk halklarının en eski akrabalarıdırlar. Türk, Moğol, Mançu, Koreli ve Japonların dili, Altay dil ailesinden gelmektedir. Türklerdeki bu doğa sevgisi, kanaatimizce tabiatın oldukça bir yekun tuttuğu edebiyatta (şiir) kendini korumuştur.

Atalara Saygı ve Vatan Sevgisi

Türk halklarının dünya görüşünün bir başka özelliği, onların vatanlarına olan sevgidir. Yеr-Su (b), Türk halklarına göre bir anlamı ifade eder, “vatan” kelimesinin eşanlamlısı diyebiliriz buna. Vatanlarına, vatan toprağına sevgilerini eski Türkler bir kült haline getirmişlerdir. Dünyanın yer üstü tanrısı, Uduk (Kutsal) Yer-Su(b) tu. Bu kült, dağ, göl, nehir tapınması ile bağlantılıydı.Atalara, anayurda olan saygı ve sevgi, Türk halklarının siyâsî görüşlerinde kilit kavramdır. Atalara saygı hususunda, Türk halklarının ölülerini 3., 7., ve 40. günlerde anmaları bir şeyler anlatır. Genelde, bütün bu gelenekler vatanseverliğe ve tarihin, özellikle eski tarihin bilinmesine katkı sağlar. Bu durum, özellikle günümüz için çok  önemlidir, çünkü yakın zamanlara kadar Türk (s.24) tarihine Avrupa-merkezci bakış açısı, Türk halklarının genç, barbar ve özellikle göçebe bir kavim olarak tasvirine dayanıyordu. Son zamanlarda bu görüş her ne kadar sarsılmış olsa da, tamamen çürütülmesi için daha çok uğraş gerektirmektedir.

Prototürkleri, dünyada ilk uygarlık olarak bilinen Sümer uygarlığından daha önce oluşan bir uygarlık olarak kabul etmenin zamanı gelmiştir. Türkler kendileri, Sümer uygarlığının oluşmasında yer almışlardır. Bu konuda zengin dilbilim malzemeler konuşmaktadır. Bu tarih, sadece dar bir bilim çevresinin konusu değil, bizim kadim tarihimizi, her Türk öğrencisi, her nerede yaşıyor olursa olsun bilmelidir. Bununla biz, eski Türklerin vatan sevgileri ve atalarına saygı ilkelerine doğruluğu bugünümüzde de saklarız.

Sosyal Adalet ve Türk Halkalarını Toplumsal Gelişme Yolu

Türk halklarının devlet yapısı, elit ve halk ilişkileri, sosyal adalet ile ilgili görüşleri eski çağlardan gelmektedir. Türk kağanlıklar devrinde (VI-VII yy.) yapılan mezar taşı yazıtlarından o zamandaki toplum hayat hakkında bir şeyler öğrenebiliriz. İktidarın başında kağan vardır ve kağanın iktidarı miras yoluyla aktarılmıştır, ama bu aktarma “bekler” (beyler) kurultayında onaylanmış olmalıdır. Kağanın varisleri olmadığı takdirde, kağan “bekler” arasından seçilmektedir. “Bekler”den daha aşağıda “Budun”du (halk). Türklerin köleleri de vardı, fakat bunlar yabancılardan esirlerdi.

Kağanın esas görevleri; 1. Devleti savunmak ve genişletmek, 2. Devlet ve halkın iktisadî refahını sağlamak, 3. Devletin azametini sağlamlaştırmak ve şanını artırmak. Kağanın ana sıfatları şunlar olmalıydı: 1. Bilgelik, 2. Yiğitlik, 3. Doğruluk. Uyrukluların ana sıfatları şunlar olmalıydı: 1. İtaat, 2. Görev bilinci, 3.Kağan ve elit tarafından düzenlenen iş ve seferlerde disiplin.

Ancak kağan iradî olarak , “bekler”e danışmadan ve “Töre”ye (gelenek/yasa) aykırı biçimde  devleti yönetemez. Eğer bu kuralı bozacak olursa, kurultayda görevinden alınabilir ve yerine bir başka kağan seçilebilirdi.

Kabul etmek gerekir ki, Türklerin böylesi bir toplum yapısı günümüze kadar geldi. Fakat günümüzde “bekler”e milletvkiller ve başkanlar, kağanlara ise başbakanlar, v.b. haline geldiler.Kavramlar değişse de, esasları aynı kaldı.

Toplumsal tabakalaşma geçmiş dönemlerde de mevcuttu. Kağanlıkta 100 00,  koyun ve 10 000 ata sahip olan aileler varmış. Meselâ, “bek” unvanı, hayatta kalındığı sürece geçerli olup,  miras yoluyla aktarılmamıştır. Bu unvan savaşlara katılma ve devlet yönetim sisteminde becerikli çalışma sayesinde kazanılırdı. İktisadî  alanda şahsi yeteneklerden dolayı başarı kazanılırdı. Mesela, bir olay biliniyor ki, yetim bir çocuk, gençliğinden kağanın hizmetinde çalışmaya başlayıp, 30 yaşına doğru 10 000 baş at sürüsüne sahip olmuş ve yüksek unvanları kazanmıştır.

Türk eliti, özellikle de kağanın dünya görüşüne, halkın kaderi ve refahı için sorumluluk sahibiydi. Yani kağanlığı toplum ihtiyaçlarına uygun bir şekline getirmeye çalışmışlardır. Bu konuda Kül-Tigin’in ağabeyi, halka karşı tavrı hakkında şöyle demektedir: “Halkım için geceleri uykusuz geçirdim. Gündüzün  aylaklık hiç etmedim. Kardeşim Kül-Tigin ve iki şad ile birlikte, bitkimliğe kadar savaşlara katılmıştım. Az kalsın ölecek bir halkı kaldırdım, çıplak halkın giyimini sağladım, fakir halkı zengin ettim, sayısı az olan halkın sayısını çok ettim”.

Türk-Moğol halkları vaktiyle Hun İmparatorluğu, Türk kağanlığı, Cengiz Han Moğol-Türk İmparatorluğu dünyadaki en büyük devletler kurmuşlar. Bu, toplumlarında askeri üstünlük dışında, belirgin sosyal adalet ve sosyal hareketlilik vasıtaları mevcut olduğunu gösterir. Dolaylısıyla sosyal adalet prensibi, günümüzde Türk halkları için günceldir, onların dünya görüşü ve ideolojilerinin ayrılmaz bir parçasıdır.

(s.25) Öyle görünüyor ki, Türk halklarının zihniyeti ne totaliter sosyalizmin mekanik eşitçiliğine, ne de oligarşik kapitalizmin her şeye karşı tekelciliğini kabul edemez.. Bu yüzden biz Türk halkları için halk kapitalizmi diyebileceğimiz bir yönteme göre gelişme yolu tayin etmeliyiz.

Halk kapitalizminin bir örneği Kazak akademisyeni, Türk Halkları Dünya Asamblesi başkanı Yermentay  Sultanmuratov’un  “Transformatsıya mira”, Almatı, 2002 (Dünya dönüşümü) kitabında gösterilmiştir. Bu, iki faktörlü pazar modeli olup, ona göre girişimin bütün  işçileri aynı zamanda onun ortakları ve sahipleri olmalıdır. Şimdi bu modele Türk halkları toplum gelişimi yöntemi diyoruz. Büyük ölçüde bu modele dayanarak, Kazakistan Başkanı Nursultan Nazarbayev “Genel emek toplumu” tezini öne sürmüştür.

Aynı konuda, ama güçlü bir felsefî temeli uygulayarak, seçkin bir Tatar bilim adamı, akademisyen, mülkiyet ve milletler arası iletişim felsefe uzmanı Burganov Agdas  Hüseyinoğlu, bu konuda pek çok eser kaleme almıştır. Bu eserlerin ana fikri;  insan sadece mülkiyete sahip olduğu zaman hür ve bağımsız olabilir. Hür mülk sahiplerin rekabeti, toplum gelişmesine yardımcı olabilir. Oligarşik tekelci kapitalizm değil, ama rekabet eden geniş mülk sahipleri tabakası, toplumu, halkın gelişmesi ve refahın güvencesi olabilir. Bu hususta, Hüseyinoğlu’nun hem  Rusya’yı çıkmazdan kurtarmak, hem de Tataristan için millî bir karakter taşıyan konsepti vardır[4]

Netice olarak, Türk halklarının dünya görüşünün ilkelerini şöyle özetlemek mümkündür: Ontoloji (varlık bilimi) açısından, Türk halklarının dünya görüşüne göre:

  1. Bütün varlık, tek bir kaynaktan (kaostan) meydana gelmiştir.
  2. Bu kaynak (kaos) homojen maddeden (sudan) oluşmuştur.
  3. Bütün nesne ve olaylar onların ayrılmaz parçası olan ve iç değişme ve gelişim temeli olan çelişkiyi içerir.

Sosyal açıdan ise:

  1. Tabiata  karşı özenli davranış, onunla uyum içinde yaşama
  2. Tabiatı izlerken estetik zevk alma, ona hayranlık duyma
  3. Atalara saygı duyma, vatanseverlik, tarihlerinden gurur duyma
  4. Sosyal adalet, elitin halk ve devlet için sorumluluk duygusu

Sonuç

Yukarıda sözü edilen Türk dünya görüşünün temelleri binlerce yıl içinde şekillenmiş, kökleri tarih öncesi Türk halklarına uzanmakta, özgündür ve halklarımızın milli zihnine nüfuz etmiştir. Aynı zamanda onlar, tamamen çağdaş  aktüel, ve çağdaş Türk halkları için ve uluslararası değerler sistemine de mükemmel bır şekilde uyumludur.

Umut ediyoruz ki, Türk devletlerinde sözünü ettiğimiz bu dünya görüşü, temellerinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi, yerel malzemelerle zenginleştirilmesi yoluyla, tarih ders kitaplarının yazımında, sosyal bilimler ve millî ideolojiler ders kitaplarının yazımında kullanılmalıdır.

Rafael MUHAMETDİNOV – Kazan

Bütün Dünya Türk Halkları Birliği (BTHA) Koordinasyon Kurulu Üyesi, Tarih Bl. pHD (Dr), Tataristan

Not: Tatarca’dan çevrilmiştir.


KULLANILAN EDEBİAT

  1. Gudava Tengiz. “Do i posle Bibliyi” (İncil’den önce ve sonra), 2. bölüm, Sümer/ME, www.netslova.ru/gudava/sumer/gl2.html – 27.03.2014)
  2. Rol David. “Genezis tsivilizatsiyi” (Uygarlık genesisi), s, 353, M.: EKSMO Yay., Moskva, 2003
  3. G. Hegel, Bütün Eserleri, C. 5, s, 520, Moskva-L., 1937
  4. Sm. Burganov A. H. Filosofiya i sotsiologiya sobstvennosti: russkiye i tatarskiye realiyi. 4-e izdaniye (Burganov A. H. Mülkiyet Felsefesi ve Sosyolojisi: Rus ve Tatar Gerçekleri, 4. baskı.), Moskva, 2004.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.