Türk Büyükleri – 30 : Alp Arslan
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Bugün özellikle Anadolu’nun Türkleşmesi tarihinde ön plana çıktığını gördüğümüz Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın Türklerin nazarında yeri bambaşkadır. Her ne kadar hanedanlığın kurucusu, babası Çağrı Beğ ile amcası Tuğrul kabul ediliyorsa da, esasında bu Türk devleti en geniş sınırlarına Alp Arslan ile oğlu Melik-şah devirlerinde ulaşmıştır. Tabi ki Selçuklunun buradaki tarihi görevi yalnızca Türk Devletinin hudutlarını büyütmekten ibaret değildi. O, aynı zamanda İslam’ın da yayılmasında, daha doğrusu batı istikametinde önünün açılmasında önemli bir güçtü.
Bildiğimiz üzere Selçuklu hükümdarı Tuğrul’un çocuğu olmadığından dolayı, Çağrı Beğ’in oğlu Süleyman kendinden sonra tahta çıkacak hükümdar olarak atanmıştı. Fakat Çağrı Beğ’in diğer oğlu Alp Arslan, onun sultanlığını tanımadı. Bu arada diğer amcazadesi Kutalmış da hükümdarlık düşüncesini açıklayınca, aralarında bir çarpışmanın olacağı gün gibi ortadaydı. Nihayet bu iktidar mücadelesinden 1064 Nisanında Alp Arslan galip ayrıldı. Yapılan muharebede Kutalmış’ın mağlup olup kaçarken, atından düşerek öldüğü söylenir. Ancak bu şehzadenin çocukları daha sonra Anadolu’da büyük başarılara imza attılar.
Alp Arslan, devlet makamlarındaki en önemli değişikliği, baş vezirliğe Nizam’ül-Mülk’ü getirmekle gösterdi. Arkasından batıya doğru, yani Azerbaycan ve Doğu Anadolu topraklarına yürüdü. Bu faaliyetler sırasında oğlu Melik-şah da büyük yararlıklar göstermiş, Kars bölgesi zapt edilmişti. Devletin özellikle gayr-i Müslim coğrafyalarda yeni toprak parçaları kazanmasından dolayı da kendisine “Ebu’l-feth” unvanı verildi.
Onlar bu fütuhât hareketleriyle meşgul olurken, Alp Arslan’ın kardeşi Kavurd’un isyan ettiği haberi geldi. Rey’e döndü ve bu meseleyi çözdükten sonra oğlunu bir Kara Hanlı prensesi olan Terken Hatun ile evlendirdi. 1065’te de Hazar Denizinin doğu taraflarında dolaştı ve burada dedesi Selçuk’un mezarını ziyaret etti. 1067 tarihinde bir kez daha Kavurd’un kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalan Alp Arslan, onu susturduktan sonra kumandanlarına bir emir yollayıp, Bizans arazisindeki “Gaza” faaliyetlerini hızlandırmalarını istedi. Afşin, Gümüş Tigin, Ahmed-şah, Horasanlı Salar Bey’in idaresindeki bu Türkmen akıncıları çok küçük birliklermiş gibi gözüyorlarsa da, hakikatte Bizans’a yıpratıcı taarruzlarda bulunuyorlardı. Ve onlar sultanın emri dâhilinde, gayet muntazam hareket ediyorlardı.
Bizans imparatorluğu da üst-üste yenilgiler tadınca Türkmenlerin kendileri için ciddi bir tehlike olduğunu yavaş yavaş anlamaya başladı. Çünkü onlar ne pahasına olursa olsun Anadolu’nun adını değiştirmeyi, burayı Türkiye yapmayı düşünüyorlardı. Bu sebeple Bizans’ın ayakta durabilmesi için onları ortadan kaldırması gerekiyordu.
Aslında Alp Arslan önce Suriye bölgesine inerek, buradaki Türk hâkimiyetini sağlamlaştırmayı hedeflemişti. Bizans’ın yeni imparatoru Roman Diogenes’in komutasındaki ordunun Malazgirt’e geldiği, kaledekilerin teslim olmasına rağmen, öldürülmeleri haberinin duyulması, Türk sultanını hiddetlendirdi. O hırs ile hayvanların yarısını yolda kaybetmek bahasına kuzeye yöneldi. Yanındaki yaşlı askerleri, hatunu, şehzadeleri ve Nizam’ül-Mülk’ü bu sırada çıkabilecek bir karışıklığa engel olmak ve yeni kuvvetler sağlamak üzere Hamedan’a yolladı.
Nihayet 26 Ağustos 1071 Cuma sabahı, Türk ve Bizans ordusu karşı karşıya dizildiler. Kaynaklarda değişik rakamlar veriliyorsa da, Türklerin sayısı Bizans kuvvetlerinin yarısı kadardı. Fakat burada Tanrı’nın ilahi bir işini de unutmamak gerek. Bizans askerleri içerisinde yer alan Peçenek ve Uz (Oğuz) birliklerinin, önündeki düşmanlarının aynı kendilerine benzediklerini, onlar gibi giyinip, konuştuklarını görmeleri, taraf değiştirmelerine sebep oldu. Zaman zaman bu durum küçük bir hadise gibi yorumlanıyorsa da; aslında Bizans’ın morali bozulduğu gibi, Alp Arslan’ın idaresindeki Türklere de bir şevk vermiştir. Bugün bile, savaşın iki tarafında yer alan Türk askerlerinin karşı karşıya geldiklerini hayal bile etmek çok korkunç. Buna bir örnek olarak, Gürcü kuvvetleri içinde çarpışan Türklerin hem Selçukluları, hem de İlhanlıları ne kadar uğraştırdıkları ortadadır. Dolayısıyla Peçenek ve diğer Uz gruplar faktörünü küçük görmemek lazımdır.
Alp Arslan insiyatifi hiçbir zaman elden bırakmadı. Savaşın yerinin belirlenmesi ve vaktinin seçilmesine kadar. O gün, yani Cuma namazında Türklerin ve Müslümanların mutlaka muzaffer geleceğine dair bir hutbe okundu. Zaten Selçukluların barış için göndermiş oldukları elçilere de, menfi cevap verilmiş; imparator İsfahan’da kışlayacağını, görüşmelerin ancak Rey’de olabileceğini bildirmişti. Adeta bir kefen misali, beyazlar giyen Alp Arslan, ordusuyla beraber Cuma namazını kıldı. Askerlerine yaptığı konuşmada; şehit düştüğü yerde gömülmesini, öldükten sonra oğlu Melik-Şah’a tabi olunmasını, bir hükümdar gibi değil, bir er misali devlet ve din uğrunda döğüşeceğini söyledi. Sonra atının kuyruğunu bağlayıp, ön saflarda savaşacağının işareti olarak; ok ve yayını bırakıp, kılıç ve topuzunu eline aldı. Alp Arslan’ın bu konuşması ve davranışları Türk askerlerinin maneviyatını son derece yükseltti. Hakanın askerleriyle beraber harp meydanına yürümesi muhteşem bir olaydı.
Saldırıya ilk geçenler Türkler oldu. Tarih bir kez daha Türklerden yana tecelli ediyordu. Bizans ordusu, Türklerin bu öncü birliklerini tamamen ezmek için top-yekûn ayağa kalktı. Elbette ki onlar, bir “Kurt Kapanı”nın (Turan Taktiği) içine düştüklerini bilmiyorlardı. İmparator kendi merkezinden epeyce ayrılmış ve pusuya yatan Türklerin arasında kalmıştı. Her taraftan sarılan Bizans güçleri tam manasıyla imha edildi. Türk dehası ve kurnazlığı karşısında, Orta Çağların en büyük devletlerinden birisinin ordusu ortadan kalkıyor ve Türkler bir daha geri çekilmemek üzere, kesin olarak Anadolu’ya yerleşiyorlardı.
Bilindiği gibi esir alınanların içinde Diogenes de vardı ve Alp Arslan’ın huzuruna getirildi. İkisi arasında yapılan görüşmede; Alp Arslan onun hatalarını saymış, kendisine nasıl davranılacağını düşündüğünü sormuş, o da zincire vurularak İslam ülkelerinde dolaştırılacağını zannettiğini söylemişti. Türk sultanı ona gayet dostane davrandı. Teselli olsun diye, kendi tahtının yanında Diogenes’e de yer verdi ve sonra da maiyetiyle beraber onu serbest bırakarak, İstanbul’a yolladı. Alp Arslan Türk’ün büyüklüğünü ve hoşgörüsünü bir defa daha ispatlamıştı. Ama talihsiz hükümdarı yurdunda iyi şeyler beklemiyordu. Gözleri kör edildikten sonra bir manastıra hapis olundu.
Esasında bu yenilginin ardından Bizans’ın bir daha doğru-dürüst toparlanabildiği söylenemez. Türkler tarafından Marmara çevresine sıkıştırılan Doğu Roma’ya batıdan gelen Haçlılar da zaman zaman darbeler vurdu. Ama bu köhne imparatorluk 15. asrın ortalarına değin yaşama becerisini gösterdiyse de, yine Türklerin eliyle tarihten silinmekten de kurtulamadı.
Malazgirt Savaşı Türk tarihinde olduğu kadar, İslam tarihinde de bir dönüm noktasıdır. İslamiyet yeniden Avrupa’ya doğru yayılırken, Türkler de kendilerine ikinci bir yurt kazandılar. Ebediyete değin yaşayacakları bu vatana arkası kesilmeyen bir Türk göçü vuku bulacak ve bundan sonra da bu topraklar, Türkiye diye anılacaktı. Dolayısıyla Türkler M. önceki çağlarda tanıdığı bu coğrafyayı ikinci bir vatan yaptı. Onları buradan çıkarmak için zaman zaman Batı ve Hristiyan dünyası neredeyse top-yekûn üzerine yürüdü, ama her seferinde asil Türk milleti kendini yok etmek için gelen bu kuvvetleri durdurmayı ve direnmeyi başararak, sonsuza kadar bu toprakların sahibi olduğunu ispatladı.
Neticede Türk tarihinin en büyük hakanlarından ve kahramanlarından birisi olan Alp Arslan, Malazgirt Savaşından sonra Maveraünnehir’deki karışıklıkları ortadan kaldırmak için doğuya yöneldiği bir sırada; 1072’de bir kale komutanı tarafından hançerlenmek suretiyle vefat etti. Daha çok gençken, 45 yaşlarında ölen bu Türk büyüğü kısacık ömründe tıpkı ataları gibi attan inmemiş, millet ve din uğruna pek çok savaşa girip, başarılar elde ettikten sonra, maalesef talihsiz bir şekilde, yapacağı daha çok şeyler olmasına rağmen, hayata gözlerini yummuştur. 316
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
“Türk Tarihinin Kahramanları: 31- Alp-arslan”, Orkun, Sayı 90, İstanbul 2005