Tarihin kaydettiği en eski milletlerden biri olan Türk milletinin tarihi bazı özellikleriyle temayüz etmiştir. Nitekim tarihçilerin kabullerine göre; Türk tarihi ve Türk kültürünü belirli bir coğrafya ile sınırlandırmak oldukça zordur. Oysa biz biliyoruz ki; Türklerin ana yurdu veya ata yurdu Orta Asya olduğu halde tarihin çeşitli dönemlerinde Türk milleti çok değişik sebep ve maksatlarla bu coğrafyanın dışına çıkmış ve Orta Asya’dan Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya, Anadolu ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya, Sibirya’dan Hindistan’a kadar çok geniş sahalarda hükümran olmuş ve değişik isimlerle anılan devletler kurmuştur. Kurduğu bu devletler sayesinde bu bölgelerde yaşayan toplumların tarihine ve kültürüne derin izler bıraktığı gibi Türk tarihi ve kültürü dünyanın değişik coğrafyalarına yayılabilme imkanı bulmuştur.
Elbette Türk tarihinin bu denli yaygınlık kazanmasında, nüfus kesafeti, kuraklık-kıtlık, otlak darlığı, din ve inançların tesiri ve benzeri sebeplerle gerçekleşen Türk muhaceretinin büyük payının olduğu söylenebilir. Fakat bunun yanında, Türk cihan hakimiyeti ideali, Türk milletinin bağımsızlığına düşkün olması, sahip olduğu hükümdarlık anlayışı, devlet kurmadaki kabiliyeti, tecrübesi ve başarısı gibi, Türk milletinin tarihî, kültürel, sosyolojik ve psikolojik özelliklerinin bu yaygınlığa katkıda bulunduğunu düşünebiliriz.
Ancak, her ne sebeple olursa olsun, Türk tahine baktığımızda, umumiyetle Türk milletinin ve devletlerinin hareketinin ve yönünün Orta Asya’dan Batıya doğru olduğu ve dolayısıyla askeri ve siyasi faaliyetlerinin de bu istikamette geliştiği dikkat çekmektedir. Mesela, kanaatimizce Selçuklu Devri ve Selçuklu Devleti’nin faaliyetleri ve durumu bu tespite uygun bir örnek oluşturmaktadır. Zira Selçuklular, Maveraünnehir ve Horosan’da ortaya çıkmış fetihlerle batıya doğru ilerleyerek İran, Irak, Suriye, Anadolu coğrafyasına egemen olmuşlar ve hem gerçekleştirdikleri siyasi, askeri, idari, sosyal ve kültürel faaliyet ve uygulamalarıyla Türk, İslam ve dünya tarihlerine yön verip, derin izler bırakmışlar, hem de oynadıkları rollerle İslam sonrası Türk tarihinin önemli bir kavşağını ve kesitini meydana getirmişlerdir.
Öte yandan, günümüz devletlerinde görüldüğü üzere, tarihte kurulmuş devletlerin, hanedanların da kendi yönetimlerini, varlıklarını, menfaatlerini, hakimiyetlerini ve hatta inançlarını korumak, ideallerini ve hedeflerini gerçekleştirmek, hakimiyet alanlarını genişletmek için temel stratejileri ve siyasetleri olagelmiştir. Devletler açısından bu strateji ve siyasetler, içe dönük olabileceği gibi dışa dönük, yani içinde bulunduğu coğrafyada bulunan komşu devlet ya da siyasi, askeri ve hatta dinî teşekküllerle kuracağı veya kurduğu münasebetler belli temeller ve amaçlar üzerine bina edilebilir.
Bu genel tespitten hareketle, Selçuklu Devleti’nin ortaya koyduğu siyasi ve askeri faaliyetlerini dış siyasetini ve komşu devletlerle münasebetlerini incelediğimizde; aşağıda belirteceğimiz üzere, kendilerinin içinde bulunduğu veya hakimiyet kurmayı düşündükleri coğrafyanın reel gerçeklerine ve kendi plân ve gayelerine paralel ve uygun hareket ettikleri sonucuna varabiliriz. Nitekim Selçuklular, hakim oldukları ve olacakları bölgelerdeki mevcut Abbasi, Fatımi, Büveyhi ve Bizans gibi zamanın belli başlı devlet ve güçlerini ve onların özelliklerini, birbirleriyle ilişkilerini dikkate aldıklarını ve doğrudan bu unsurlara yönelik -Selçuklu Batı Siyaseti olarak adlandırılan- bir siyaset takip ettiklerini söyleyebiliriz. Biz de bu araştırmamızda; kaynaklardaki bilgilerin ışığında; Tuğrul Bey zamanında (H. 429-455/M. 1037-1063) Selçuklu Devleti’nin batı siyasetinin, bize göre, en önemli unsurunu oluşturan Abbasi-Selçuklu münasebetlerini incelemeye çalışacağız. Tabii bunu yaparken, Selçuklu-Abbasi münasebetleri ve yakınlaşmasının tarihi, siyasi, dinî, askeri zeminine işaret ederek, münasebetlerin seyrine ve Selçukluların Abbasi-Sünni İslam yanlısı, Fatımi-Büveyhi karşıtı siyasetinin gelişimine dâir örnekler vermeye gayret edeceğiz.
Ancak, Abbasi hilafeti ile Selçuklular arasında münasebetlerinin tam olarak anlatılabilmesi için, kanaatimizce, başlangıçtan itibaren Halife el-Kaim ile Selçuklu sultanı Tuğrul Bey arasında cereyan eden münasebetlerinin seyrinin ortaya çıkarılması gerekmektedir.
Buradan hareketle öyle sanıyoruz ki; bu hususlar, el-Kaim ile Tuğrul Bey arasında vuku bulan diplomatik yazışmalar ve elçilik teatilerinin titizlikle takibiyle mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Fakat ne var ki, el-Kaim ile Tuğrul Bey arasında gidip gelen mektupların muhtevasını tam olarak ortaya koyacak metinlerin hepsi maalesef kaynaklarımızda yer almamaktadır. Tarihi kaynaklar bu mektuplardan ya kısa parçalar nakletmekte ya da sadece bize bu mektupların yazıldığından bahsetmektedirler. Bu durumda, hareket alanımız iyice daralmaktadır. Ama her şeye rağmen biz yine mevcut bilgilerin ışığı altında cereyan eden olaylar arasında bağlar kurmaya çalışarak konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
Bu konuya geçmeden önce, Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı dönemde, yani H.V/M. XI. asrın ilk yarısında Abbasi hilafetinin ve İslam dünyasının içinde bulunduğu siyasi, dinî, askerî, sosyal ve ekonomik duruma ve şartlara bakmamız yararlı olacaktır. Zira Selçuklu-Abbasi münasebetlerinin hangi ortam ve şartlarda oluşup geliştiğini ve bunların ilişkilere nasıl yansıdığını görebilelim.
Selçuklu-Abbasi Münasebetlerinin Zemini ve Mahiyeti
Bu açıdan söz konusu devre bakıldığında İslam dünyasının durumu hiç de iç açıcı değildir. Zira İslam dünyası, birlik ve istikrardan yoksun olup, siyasî, dinî ve mezhebî bakımdan bölünmüş ve parçalanmış haldedir. Buna paralel olarak İslam coğrafyasının her köşesinde dinî, siyasî ve askerî açıdan sürekli hakimiyet ve iktidar mücadeleleri cereyan etmekte ve iç çekişmeler yaşanmaktadır.
Nitekim İslam dünyası, dinî-siyasî otorite bakımından temelde iki ana eksene ayrılmış vaziyettedir. Bunlardan biri, toplam Müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturan ve sünnî İslam anlayışını benimseyen kesimlerce tüm Müslümanların meşru dinî ve siyasî otoritesi ve mümessili olarak kabul edilen, Doğu İslam dünyasında egemen olduğu varsayılan Bağdat-Abbasi hilafetidir. Hiç olmazsa en azından o dönemde Bağdat’ın doğusunda kalan İslam coğrafyasında dinî ve siyasî otoritenin sahibi olması umulan Abbasi hilafeti, gerçekte h. 334/m.945’ten beri bu bölgede fiilen siyasi, askeri ve ekonomik gücü ellerinde tutan Büveyhi emirlerinin tasallutu ve tahakkümü altındadır. Bu nedenle Abbasi halifeleri siyasi, askeri ve ekonomik gücünü ve yetkilerini kaybetmiş haldedir. Fakat yine de halifeler -özellikle el-Kadir Billah H. 381/M. 991’den itibaren- içinde bulundukları durumdan kurtulmak, yani, Büveyhi emirleri karşısında kaybettikleri güç ve yetkilerini yeniden kazanmak için çalışmaktadırlar. Çünkü, Şii-Büveyhi emirleri, inançları gereği Abbasi hilafetinin meşruiyetine inanmıyor ve onları gasıb olarak kabul etmektedir. Ama buna rağmen, Büveyhi emirleri yine de siyasî menfaatlerini ve iktidarlarını koruyabilmek için sembolik de olsa Abbasi hilafetinin mevcudiyetine müsaade etmişlerdi. Ayrıca yine Abbasiler, Şii İslam inancına mensup Müslümanların meşru tanıdığı rakip Fatımî hilafetinin ya da devletinin tehdidine ve husumetine maruz durumdadır.
Doğuda hal böyleyken, Batı İslam dünyasının dinî, siyasî, askerî hakimiyeti Fatımî hanedanının elindedir. Oysa Fatımiler, imametin/hilafetin Hz. Ali ve onun sülalesine ait olduğu inancıyla ve kendilerinin Hz. Ali-Hz. Fatıma soyundan geldikleri iddiasıyla Abbasi hilafetini gayr-i meşru ve gasıb kabul ve ilan ederek onları yıkıp, tüm Müslümanları yegane meşru dinî ve siyasî lideri olma talebiyle önce h.296/m.909’da Kayravan’da ortaya çıkmışlar ve devletlerini kurmuşlar ve h.358/m.968’de Kahire’yi ele geçirerek başkent yapmışlar, Mısır, Suriye, Hicaz ve Kuzey Afrika bölgelerine hakim olmuşlardır. Böylelikle Fatımiler, Abbasiler aleyhine önemli başarılar elde etmişler ve inançlarının gereği her yolda mücadele ederek onları yıkmak için çalışmaktadırlar.
Bu iki dinî-siyasî eksene bölünmenin yanı sıra, İslam dünyası siyasi bakımdan da son derece parçalı bir vaziyettedir. Bu bağlamda doğu İslam dünyasında Karahanlılar, Gazneliler, Samaniler, Büveyhiler, Ziyariler, Sincuriler, Bavendiler, Kakuiler, Mervaniler, Ukayliler, Mezyediler, Hamdaniler ve Karmatiler gibi devlet ve hanedanlar vardı. Bunlardan Karahanlılar ile Gazneliler Türk ve Sünni İslam anlayışını benimsemiş ve Abbasilere tabii olmuşlardı. Buna karşılık Büveyhiler, Samanoğulları (hükümdarlarından bazısı), Mezyediler, Hamdaniler ise Abbasi coğrafyasında hüküm sürmelerine rağmen Şii İslam anlayışına mensup ve etnik bakımdan da İran’lı veya Arap idiler.
Bu siyasî bölünmeye ilaveten İslam dünyasında; bir tarafta Maturidi-Eş’ari, Hanefi, Maliki, Hanbeli, Şafii gibi Ehl-i Sünnet itikadi ve fıkhi mezhepleri; diğer tarafta ise Şia ve Gulat-ı Şia adları altında İsmaili, Batını, Dürzi, Nusayri vb; bunların dışında Mutezile, Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Mücessime, Kerramiye vb. pek çok mezhep ve taraftarı bulunuyordu. Bu mezheplerin mensupları arasında, zaman zaman biri diğerini tekfir edecek kadar, ve hatta birbirleri arasında fiili çatışmaya varan mücadeleler yaşanıyordu.
İslam dünyasında manzara bu haldeyken Hıristiyan gücün en önemli temsilcisi durumundaki Bizans devleti de Anadolu, Balkanlar ve İtalya’yı elinde tutuyor ve Müslümanlarla komşudur ve sürekli mücadele halindedir.
İşte kısaca çerçevesine işaret ettiğimiz konum ve şartlarda İslam dünyasına giren Selçuklu Türkleri, Selçuklu ailesinin riyasetinde Cend bölgesine geldiklerinde Sünni İslam anlayışı üzere Müslüman olmuşlardır; çeşitli sebep ve maksatlarla buradan, önce Maveraünnehir’e, sonra Horasan’a yerleşerek, siyasî ve askerî bir güç haline gelmişler; Gazneli Sultan Mesud karşısında 431/1039-40’da Dandanakan Savaşı’nı kazanarak resmen Selçuklu Devleti’ni kurmuşlar ve Sünni İslam anlayışının mümessili olan Abbasi hilafetine bağlılıklarını bildirmişlerdir. Anladığımız kadarıyla Selçuklular tarihleri boyunca da daima Abbasi hilafetine bağlı kalmışlar ve Abbasi-Sünni yanlısı siyasî-dinî bir çizgi takip etmişlerdir. Dolayısıyla Selçuklu devletinin siyasî, askerî ve kültürel tarihleri de genellikle bu çerçevede gelişmiş ve oluşmuştur denebilir.
Elbette ki Selçukluların bu siyasetlerinde bizzat kendilerinin Sünni inanca mensubiyetlerinin payı büyük olsa gerektir. Ancak söz konusu siyaseti sadece bu olguya dayandırmak herhalde yetersiz bir açıklama olur. Kuşkusuz bunun yanında Selçuklu Devleti’nin siyasi, askeri menfaatleri ile ileriye yönelik gayelerinin ve içinde bulundukları coğrafyanın mevcut konjonktür ve şartlarının da etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolaysıyla bu durumun Selçukluların faaliyetlerini, hedeflerini, tutum ve davranışlarını belirlemede temel etkenlerden birisi olarak kabul edebiliriz. Bir başka ifadeyle, Selçuklu Devleti’nin ortaya çıktığı devirde İslam dünyasının ve Abbasi hilafetinin içinde bulunduğu konum ve şartlar Selçuklu siyasetinin oluşumunda, gelişiminde oldukça önemli rol oynamıştır denebilir. Yani Selçuklu Devleti, reel politik bir anlayışla hareket etmiştir.
Çünkü, işaret ettiğimiz konum ve şartlarda; hem kendilerinin Sünni olmalarından dolayı, hem de Horasan ve Maveraünnehir’e yerleştikten sonra, en azından Abbasi hilafetinin dini otoritesinin geçerli olduğu bölgelerde kurulacak Selçuklu siyasi ve askeri hakimiyetine zemin hazırlamak gibi ileriye dönük hedef ve menfaatleri icabı, Selçuklular bakımından Selçuklu-Abbasi yakınlaşması gerekliydi ve büyük önem taşıyordu. Ancak Selçuklular açısından bu gaye ve düşüncelerin tahakkuku, Abbasi hilafetine sadakatini bildirip onlarla müsbet münasebetler kurarak dostluk ve işbirliğine girmekle mümkün olabilirdi. Dolayısıyla kanaatimizce bütün bunların arka planında, esas itibarıyla İslam coğrafyasında kurulacak ya da kurulmuş bulunan Selçuklu siyasi, askeri hakimiyetine ve yönetimine meşruiyet kazandırmak gibi pratik ve pragmatik bir düşünce ve niyetin bulunduğunu söylemek mevcut konjonktüre uygun düşmektedir.
Selçuklular açısından hal böyleyken, sağlanacak Abbasi-Selçuklu yakınlaşması, belirttiğimiz üzere, bir yandan Büveyhî baskısı, diğer yandan da Fatımi tehdidi altında gücünü ve yetkilerini kaybetmiş Abbasi hilafeti için de son derece hayati bir değer taşıyordu. Çünkü bu sıralarda zayıflayan Sünni Gaznelilerin yerine -kaldı ki Selçuklular, gerek hakimiyet alanları ve coğrafi konumları, gerek devlet teşkilat ve müesseseleri ve gerekse siyasetleri ve dinî inançları itibarıyla ve Sünnî- Abbasi yanlısı siyaset takip etmeleri bakımından Gaznelilerin mirasçısı olmuşlardır-yeni zinde Sünni güç olarak, doğuda ortaya çıkan ve üstelik sadakatini bildiren Selçuklu gücünün varlığı ve onların desteğini almak, Abbasiler lehine güç dengelerini ve şartlarını değiştirme imkan ve fırsatını veriyordu. Bu yeni durumda Abbasi halifeleri, Selçuklu gücünü yanına alarak mevcut durumdan kurtulmak ve gerçekleştirmek istedikleri hedefleri bakımından önemli avantajlar elde edecekti. Her halükârda iki tarafın karşılıklı menfaat ve gayelerinin bulunması, bu yakınlaşma ve müsbet ilişkilerin tesisinde, epeyce etkili olmakla birlikte, yine de ortak Sünni anlayış ve inanca mensubiyetin büyük payının olduğu inkar edilemeyecek bir husustur.
Nitekim işaret ettiğimiz çerçevede kaynaklardaki bilgileri değerlendirdiğimizde Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin gelişim çizgisi ve tarihi akışı bizim kanaatimizi doğrular mahiyette gözükmektedir. Şimdi kaynaklardaki, Selçuklu-Abbasi yakınlaşması ve müsbet ilişkilerine dair ve dolayısıyla Selçukluların Abbasi Sünni yanlısı, buna mukabil Fatımi karşıtı faaliyetlerini ve siyasetini yansıtan hadiselerden bazı örnekler üzerinde duralım.
Dandanakan Öncesi Münasebetler
Genellikle Selçuklu tarihçileri, Abbâsî halifesi el-Kâim ile Tuğrul Bey arasındaki ilk münasebetin, 429/1037-1038’de Nişâbur’un Selçuklular tarafından alınması ve Tuğrul Bey adına hutbe okutulmasıyla başladığına dair bir rivayet, Ancak bizim tespitimize göre, Selçuklularla Abbâsî hilafeti arasındaki münasebetin halife el-Kâdir (ö.422/1030)’in zamanında başladığına dair bir rivayet İbnu’l-İmrani’nin (H.518/M. 1184) kitabında yer almaktadır. Bu rivayette Tuğrul Bey, Çağrı Bey ve İbrahim Yınal kardeşlerin liderliğindeki Türkmenler, İslâm memleketlerine (Horasan’a) girdiklerinde kendilerine Horasan’dan bir yurt verilmesi için halife el-Kâdir’e mektup yazdıkları belirtilmektedir. Halife el-Kâdir burada, üç Selçuklu Beyi’nden en büyüğü olan Tuğrul Bey’e “ed-Dihkânü’l-Celilü Muhammed b. Mikail” ünvanıyla hitab edip, onlardan bahisle Gazne Sultanı Mes’ud’a bir mektup gönderdi. Halife mektubunda Sultan Mes’ud’dan, Türkmenlere, yani Selçuklulara, Horasan’dan bir bölge verilmesini istedi ve ancak bu şekilde onların hücumlarından İslâm beldelerinin korunabileceğine işaret etti. Bunun dışında bazı kaynaklar, dolaylı bir şekilde bu konuyla ilgili olabileceğini düşündüğümüz bir rivayeti nakletmektedirler. Buna göre, İnanç Yabgu, Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler 426/1035’de Sultan Mes’ud’a mektup göndererek, yapacakları hizmet karşılığında, Horasan’da kendilerine yurt verilmesini isterler. Ancak bu istek, İbnü’l İmrani’nin de naklettiği gibi, Abbâsî halifesine değil, Sultan Mesud’da iletilmişti. Bu iki rivayeti birlikte düşündüğümüzde, belki de Selçukluların toprak talebi hem Abbâsî halifesine hem de Sultan Mesud’a ulaştırılması da mümkündür. İbnü’l-İmrânî, bu rivayeti naklederken, mektupla ilgili her hangi bir tarih vermezken, olayın halife el-Kâdir zamanında olduğunu bildirmektedir. Halbuki halife el-Kâdir 422/1031’de ölmüştür.
Öte yandan, Sultan Mes’ud’un Nesâ, Ferâvâ, Dıhistan vilayetlerini Selçuklu Beylerine verdiğini birer mektupla bildirmesi ve kendilerine hil’at göndermesi 426/1035’da vukû bulmuştur. Öyle sanıyoruz ki, toprak talebi, aslında halife el-Kâdir zamanında cereyan etmiş ve onun tarafından Mes’ud’a bildirilmiş; fakat Mes’ud, Selçukluların hücumları ve baskıları karşısında onlarla baş edemeyeceğini anladıktan sonra, hem Abbâsî halifesinin talimatını uygulamak, hem de Selçuklu gücü karşısında mecburen bu isteğe boyun eğmek zorunda kalmış olabilir. Böylece Gazneliler, Selçuklulara toprak vermek suretiyle bir nevî onlara kısmî bağımsızlık tanımışlar ve hatta anlaşma yapıp bu yolla belki de bölgedeki hakimiyetlerini korumayı hedeflemişlerdi. Her ne suretle olursa olsun, bu ilk temas, Selçukluların siyasî ve askerî varlığının meşruiyeti ve Tuğrul Bey’in liderliğinin hem Gazneliler ve hem de Abbasi hilafeti tarafından tanınması anlamındaydı. Nitekim Tuğrul Bey, Mesud’a gönderdiği mektupta “Mevâliu Halife” ibaresini kullanıyordu. Ama daha sonraki tarihî gelişmeleri nazar-ı dikkate aldığımızda, Selçukluların Gazneliler aleyhine geliştiklerini ve buna paralel olarak, Abbâsî hilafetiyle de münasebetlerinin arttığını görmekteyiz.
Nitekim tarihçilerden, Beyhakî, Huseynî, Râvendî, Bundârî, İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Ferec (Bar Hebraus)’in bize naklettikleri bilgilere göre 428/1036-37 yılında, Selçuklu ordusu, Serahs önlerinde Gazne ordusunu yendikten sonra, Nişâbur’u kuşatınca, şehirde bulunan Gaznelilerin Subaşısı Ebu Sehl Hamdûnî (Hamdûy) şehri terk eder. Bunun üzerine Nişâbur’un önde gelenleri, Selçukluları karşılayarak eman istediler. Zaten bu sırada Tuğrul Bey de 3000 süvariyle birlikte şehre ulaşmış; halkın canının ve malının güvencede olduğuna dair teminat vererek, Ramazan 429/Mayıs 1038’de şehre girdi. Kendisini Kadı Sâid ve Nakibü’l-Aleviyyîn Seyyid Zeyd b. Muhammed b. el- Muzaffer, hoş geldine tebrike geldiler. Akabinde İsmail es-Sâbûnî, “es-Sultanü’l-Muazzam, Rüknü’d- Dünya ve’d-Din” unvanıyla Tuğrul Bey ve Abbasi halifesi adına hutbe okudu. Fethin kutsal Ramazan ayında olması sebebiyle Tuğrul Bey, kendileri için kötü şöhret olacağını bildirip ordularına kesin talimat verdi ve askerlerine yağmayı yasakladı. Fakat Selçuklu ordusu, kendisinin emirlerini dinlemeyerek ısrar edince Tuğrul Bey, hiç olmazsa kutsal Ramazan’ın bitmesini beklemelerini ve bayramdan sonra yağmaya izin verebileceğini söyledi. Zaten bu esnada, Abbâsî halifesi el-Kâim’in elçisi Ebu Bekr et-Tûsi Sultana bir mektup getirmişti. Mektupta, el-Kâim, Tuğrul Bey’den halka iyi ve adaletli davranmasını, memleketi îmar etmesini ve Allah’tan korkmasını isteyerek uyarı ve ikazlarda bulunuyordu.
Ancak bayramdan sonra Oğuzlar ve özellikle Çağrı Bey yağmada diretince, Tuğrul Bey, gelen mektubu da dikkate alarak halifeye bağlılığı ve itaati nedeniyle buna karşı çıktı ve atına binerek kesinlikle men etti ve şöyle dedi: “Herkesin itaat etmesi gereken halifeden bir mektup geldi. O halife ki, bizi dost tutup (bize teveccühünü gösterip hitap etmekle) hak ve hakîkatle bizi mümtaz kıldı”. Buna karşılık Çağrı Bey, Sultanın yağmaya izin için ısrar edince, Tuğrul Bey bıçağını çıkararak, “Allah’a yemin ederim ki, eğer en ufak bir yağmada bulunursan kendimi öldürürüm” diyerek kardeşini tehdit etti. Bunun üzerine kardeşi Çağrı yağmadan vazgeçmek zorunda kaldı. Ama Tuğrul Bey de yağma yapmaması karşılığında, halktan toplanacak olan bir kısım vergiyi ve kendi malından ilâve ettiği miktarı Çağrı Bey’e verdi.
Görüldüğü gibi, Selçuklular ve özellikle Tuğrul Bey, hangi maksatla olursa olsun Halifenin kendilerini muhatap kabul edip bir elçi göndermesinden dolayı iftihar ederek oldukça sevinmişlerdi. Çünkü Halifenin kendilerine elçi göndermesi Selçukluların şevket ve itibarlarını bir kat daha artırmış ve bu nedenle Tuğrul Bey, Halifenin elçisine son derece büyük önem atfedip, hürmet göstermiş ve ona on üç (13) kat hil’at giydirmişti.
Anlaşıldığı kadarıyla, bu olayı Abbâsî-Selçuklu münasebetlerinin başlangıcı kabul edebiliriz. İster Nişâbur halkının Selçuklu yağmasından korkması sebebiyle Halifeye vâki müracaatı, ister Selçuklu fetihlerinin bölge halkını ve Halife’yi rahatsız etmesi, ister Tuğrul Bey’in Nişâbur’u fethini müteakip, Abbâsîler ve kendi adına hutbe okutmuş olması sebebiyle olsun, artık doğu İslâm dünyasında Selçuklular, yeni bir siyasî ve askerî güç hüviyetiyle tarih sahnesine çıkmıştı. Bu itibarla bu mektubu ve elçilik olayını da Selçuklu gücünün Abbâsî halifesi el-Kâim tarafından fark edilmesi olarak görebiliriz.
Nitekim, el-Kâim bu gelişmeden, kendi lehine yararlanmak istemiş olacak ki, bunu fırsat kabul etmiş ve hemen bir elçi göndermek suretiyle, Selçuklularla diplomatik ilişki kurma durumunda olmuştu. Kaldı ki Abbasi hilafetinin, Büveyhi emirleriyle ilişkileri ve içinde bulunduğu şartlar gereği bundan faydalanmak niyetinde olduğu söylenebilir. Zira bu sıralarda, yani 429/1038’de Bağdat’ta halife el-Kâim’le Büveyhî emiri Celâlü’d-Devle arasında bir sürtüşme ortaya çıkmıştı. Bunu nazar-ı dikkate aldığımızda, elçilik hâdisesi hem Selçukluların geleceği, hem de Abbâsî hilafeti dolayısıyla Ehli Sünnet İslâm anlayışı açısından fevkâlade önemli olsa gerektir. Çünkü, bundan sonra Selçukluların batıya yönelişi hızlanacak ve Bağdat’ın doğusundaki bölgeler Selçukluların eline geçecektir. Ayrıca bu tarihlerde Fars bölgesinde Fâtımî dâisi el-Müeyyed eliyle Fâtımî nüfuzu ve mezhebi Abbâsî hilafeti aleyhine yayılmaktadır ve hatta Fars Büveyhî emiri Ebu Kalicar’ın kendisi de Fâtımî mezhebine girmiş ve dolayısıyla Fâtımîler adına Şiraz’da ve Ehvaz da hutbe okutulur olmuştu. Bütün bu gelişmeler çerçevesinde Abbâsîler açısından da Selçuklularla münasebetlerin gelişmesinin son derece önem kazandığını söyleyebiliriz.
Bu arada Tuğrul Bey’in, halifenin mektubu karşısındaki tavrına baktığımızda, onun Halifeye saygılı davrandığı ve her ne pahasına olursa olsun onun isteklerine uymaya çalıştığı sonucunu çıkarabiliriz. Tuğrul Bey’in bu tür davranışlarından, halifeye verdiği değer ve hatta davranışlarındaki samimiyetin gerisinde, Ehli Sünnet İslâm anlayışının tesiri olduğuna hükmedilebilir. Zaten Tuğrul Bey’in şahsiyetinden söz eden kaynaklar, onu dindar, itikadı sağlam ve ehl-i sünnet mensubu bir Sultan olarak tanıtmaktadırlar.
Dandanakan Sonrası Münasebetler
Bunlarla beraber, Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin gerçek manada başlangıcı, gelişmesi ve Selçuklu-Abbasi yakınlaşması, ancak Dandanakan Zaferi’ni (431/1040) müteakiben gerçekleşebilmiştir. Çünkü Gaznelilere karşı kazanılan bu zafer, yakınlaşma için uygun zamanı, zemini ve şartları hazırlamıştır. Nitekim zafer sonrasında Dandanakan’da bir kurultay toplanmış ve Selçuklu liderleri burada bazı kararlar almışlardır. Alınan kararlar gereği, Tuğrul Bey resmi ve hukuki sultan unvanıyla, Abbasi halifesine hitaben bir mektup yazdırmış ve bu mektupta Selçuklular, “Biz Selçukoğulları, kullarınız, mukaddes Peygamberlik huzur ve devletinin her zaman taraftarı olan ve Ona itaat eden bir kabile idik. Her zaman gazâ ve cihada çalışıyorduk ve büyük Kâbe’yi ziyarete devam ederdik. Bizim aramızda ileri gelmiş ve muhterem İsrail b. Selçuk adlı bir amcamız vardı. Yeminü’d-Devle Muhammed b. Sevük-Tekin, Onu cürüm ve kabahatı olmadan, yakalayıp Hindistan’daki Kalincar kalesine göndererek, 7 yıl hapsetti. Nihayet O, orada ömrünün sonuna erip öldü. Bizim akraba ve taallukatımızdan bir çoklarını kalelerde mahpus tuttu. Mahmud (ö. 421/1030) ölüp, yerine oğlu Mes’ud geçince, memleket işleriyle uğraşmayarak eğlence ile gezip dolaşmakla meşgul oluyordu… Muhakkak ki, Horasan’ın meşhur ve ileri gelenleri, kendilerini himayemiz altına almamızı istediler. Mes’ud’un ordusu üzerimize geldi. Aramızda ilerlemeler ve gerilemeler, mağlubiyetler ve galibiyetler oldu. Nihayet iyi baht yüz gösterdi. Son defasında Mes’ud, büyük bir ordu ile bizzat üzerimize yürüdü. Tanrı’nın yardımı, temiz ve mukaddes huzurunun ikbali ile bizim taraf galib geldi. Mesud mağlub, zelil ve bayrağı baş aşağı gelmiş bir halde, sırt çevirip kaçarak ikbal ile devleti bize bıraktı. Tanrı’nın bu vergisine şükür, yardımına hamd olmak üzere, adalet ve insaf ile hareket ettik, zulüm ve adaletsizlik yoluna sapmadık. Şimdi istiyoruz ki, bu iş din yolu ile Emiru’l- Mü’minin’in buyruğu ile olsun.” diyerek hem Abbâsî hilafetine bağlılıklarını arzediyorlar, hem de devletlerinin tanınmasını istiyorlardı. Kaynakların ifadesine göre, Selçukluların bu mektubu itimad edilen biri olan, elçi Ebu İshak el-Fukkâi tarafından Bağdat’ta götürülüp, Abbâsî halifesi el-Kâim’e ulaştırıldı.
Mektubun muhtevasını tetkik ettiğimizde gönderiliş maksatları ile ilgili şu hususlar dikkat çekmektedir: Tuğrul Bey’in mektubunda; 1- Kendilerinin Selçukoğullarına mensup oldukları; 2- Gaznelilerin gadrine ve zulmüne uğradıkları; 3- Gazneliler karşısında Dandanakan Zaferi’ni kazandıkları ve Selçuklu devletini kurup ilan ettikleri ve bunun halife tarafından tescilini istedikleri; 4- Kendilerinin Sünnî İslam anlayışını benimsedikleri ve Abbasi hilafetinin meşruiyetine inanıp, ona tabi oldukları ve bu sebepler muvacehesinde Selçuklu Devleti’nin Abbasi halifesi tarafından tanınmasını arzuladıkları belirtilmektedir. Kısacası Selçuklu yönetimine, siyasi ve askeri hakimiyetine meşruiyet kazandırmaya yönelik istek ve hususları içermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, bu mektup, Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin gerçek ve resmi başlangıcını oluşturması ve Selçuklu siyasetinin esaslarını tayin etmesi bakımından oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Öyle ki, halife el-Kaim, sadakatini bildiren Selçukluların ortaya çıkmasını kendi hayrına görüp ziyadesiyle memnun kalmış olmalı ki, adeta söz konusu taleplere dünden razıymış gibi, derhal cevabi mektubuyla birlikte, Tuğrul Bey’in isteklerini kabul edip yerine getirerek, mukabil elçisiyle hil’at, menşur ve hediyelerini gönderir. Böylece Selçuklu devleti, artık devrin hakimiyet ve meşruiyet anlayışına göre, dini otoriteyi temsil eden Abbasi hilafeti tarafından resmen tanınmıştı. Buna karşılık Abbasi hilafeti ise; hem Şii-Büveyhi devleti önünde ve hem de rakip Fatımi’nin hilafeti karşısında, kendisine bağlı yeni Sünni bir müttefik kazanmıştı.
Bize göre mektup, Abbasi-Selçuklu yakınlaşması ve ilişkileri bakımından önemi haiz iken; diğer taraftan, Selçukluların da Fatımi karşıtı siyasetinin ve mücadelesinin mahiyetini ve temelini oluşturması bakımından da dikkat çekicidir. Zira mektuba göre, gerek kendilerini Sünni Müslüman olarak takdimleri ve dolayısıyla Abbasi hilafetini meşru sayıp, bağlılığını bildirip, onlarla müsbet ilişkiler kurmak istemeleri; gerekse İslam dünyasıyla ilgili siyasi-askeri hedeflerinin bulunması ister istemez Selçukluları, Fatımilere karşı bir siyaset takip etmeye ve onlarla bir mücadeleye sevk ediyordu.
Öte yandan, bu mektubun Selçukluların Abbâsî hilafetine bakışını yansıtması bakımından önemi dolayısıyla mektup hakkında bir kaç noktaya daha işaret etmek istiyoruz. Zira Tuğrul Bey, o zamanda Horasan ve Maveraünnehir’de cirit atan Fatımî dâîleri ile propagandası yapılan İsmailî-Şiî Fâtımî hilafetine değil de, niçin Bağdat’taki Sünnî Abbâsî hilafetine bağlılığını bildirmişti? Elbette bu soruyu cevaplandırırken, Selçukluların sünnî inancı ve Sünnî hilafet anlayışını benimsemelerinin ve dolayısıyla Abbâsî halifesini meşru görmüş olmalarının bunda büyük tesiri olduğunu kabul etmek gerekecektir. Ayrıca daha önce belirttiğimiz gibi, Selçukluların Nişâbur’a girişiyle birlikte 429/1038 yılında Tuğrul Bey’in “Sultanü’l-Muazzam” unvanıyla hutbe okutmasını müteâkip halifenin elçisi, Sultana gelmişti. Bu elçinin görünüşte geliş sebebi, Türkmenlerin bölgede yağma yapmalarının önlenmesine yönelikti. Ama aslında, belki de bu ziyaretin, Abbas Hamdani’nin işaret ettiği gibi, Tuğrul Bey’in, Abbâsî hilafetini Büveyhîlerin tasallutundan kurtarmaya matuf gayeleri taşıması sebebiyle çok önem arzettiği de söylenebilir. Zira Dandanakan Savaşını kazanan Selçuklular, artık esas gayelerinden biri olan Büveyhîlerin aleyhine nüfuzlarını genişletme sürecini başlatmışlardı. Nitekim Selçukluların Büveyhîler aleyhine batıya doğru fetihleri ve genişlemelerinin hızla devam ediyor ve 434/1042-1043’de Rey, Kirman, Cibal, Kazvin ve Harizm bölgesi fethedilmiş ve devletin merkezi Nişâbur’dan Rey’e nakledilmişti.
Tekrar Selçuklu Abbâsî münasebetlerine döndüğümüzde, kaynaklarımız, 433/1041-1042’da Abbâsî halifesi el-Kâim’in, üst düzey bir bürokrat olan Kâdi’l-Kudât el-Mâverdî gibi mühim bir şahsın elçi sıfatıyla Tuğrul Bey’e mektup götürdüğünü bildirmektedir. Bu da bize, Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin ve yakınlaşmasının geldiği seviyeyi; el-Kâim’in Selçuklulara verdiği önemi ve değeri; müttefik olarak Selçuklu Devleti’nin ve Tuğrul Bey’in Abbasi hilafeti nezdindeki itibarını göstermektedir.
Yine bu arada, Tuğrul Bey’in üvey kardeşi Horasan emiri İbrahim Yınal’ın 434/1042-1043’te halife el-Kâim’e bir mektup gönderdiğini kaynaklardan öğreniyoruz. İbrahim Yınal mektubunda, Tuğrul Bey’i “Şehinşah, Şehinşah-ı Horasan ve Harizm Sultanı” diye isimlendirerek, onun, Bedevilerin Hac yollarında neler yaptıklarını ve Allah’ın evine (Kâbe) ibadete gidenleri nasıl yakalayıp soyduklarını haber aldığını, bu nedenle Bağdad’a bir ordu göndermeye hazırlandığını ve suçluları cezalandırmak istediğini bildirdi. Hatta İbrahim Yınal, Halife’ye, kardeşinin askerlerini hüsnü kabulle ve hediyelerle karşılamasını tavsiye ediyor ve Selçukluların yeryüzünde sulhu hakim kılmaya geldiklerini ifade etti. Bu rivayetten de anlaşılacağı gibi, Selçuklular tâ kuruluşlarından beri Abbâsî hilafetini ve Sünnî İslamı koruma işini adeta kendilerine görev saymışlar ve bunun için gereken her şeyi yapmayı ve bu konuda bütün düşmanları bertaraf etmeyi kendilerine hedef tayin etmişlerdi. Buna karşılık Abbâsî halifesi de, kendilerinin bir nevi siyasî ve askerî hamisi ve destekçisi rolünü üstlenmiş görünen ve metbu tanımış olan Selçukluları, daha önce işaret ettiğimiz gibi, Fâtımîlerle işbirliğine girmiş bulunan Fars Büveyhî emiri Ebu Kalicar’ın karşısına, bir tehdid unsuru olarak çıkarmayı da menfaatlerine uygun görmüşlerdi.
Yine 435/1043’de Tuğrul Bey, Abbâsîlerle münasebetlerini geliştirmek ve aynı zamanda halifenin düşmanlarına karşı Selçuklunun niyetlerinde ve güttüğü siyasette ciddi ve samimi olduğunu göstermek gayesiyle olsa gerek ki, halife el-Kâim’e bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta Tuğrul Bey, onun adına bir nevi nâibi olarak yerine getirdiği hizmetleri Halife’ye; “Ben, hakimiyetim altındaki bütün topraklarda Abbâsî halifesinin adına hutbe okutarak, ismini yücelttim. Benden önceki Gazneli Sultan Mahmud ve Mesud’un zulmünden insanları kurtardım.” diyerek, Abbâsîlere tâbî ve hizmetkâr olan Gaznelilerden kendisine daha fazla şeref, kıymet ve ehemmiyet verilmesini istiyordu. Bu arada Tuğrul Bey kendisinin damarlarında Hunların asil kanının dolaştığını söyleyerek, cihangirliğini de ifade ediyordu.
Selçukluların Abbâsî hilafetiyle kurdukları diplomatik münasebetler elbette karşılıksız ve tek taraflı değildi. Zira Abbâsî halifesinin de Selçuklularla münasebeti ve bağı kuvvetlendirmek için aynı hassasiyeti ve arzuyu göstermeye çalıştığını pekala söyleyebiliriz. Nitekim kaynaklarımız Selçukluların 434/1042’de Rey’i fethedip burayı başkent yapmalarını takiben, aynı yıl, yani 434/1042’de Tuğrul Bey’in, meşhur İslâm hukukçusu Kâdı’l-Kudât Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el- Maverdîyi (ö. 450/1058) Abbâsî halifesi el-Kâim’in elçisi sıfatıyla tekrar kabul ettiğini nakletmektedirler. İbnü’l-Cevzî’ye göre, el-Maverdî’nin bu elçilik görevinin görünürdeki amacı, bölgede fetih ve yağmalarda bulunan Ali b. Muhammed b. Habib’in faaliyetlerinin zabt u rabt altına alınması idi. Ama aslında esas niyet ve maksat hiç de öyle değildi.
Çünkü bu sırada Abbâsî hilafetinin durumuna baktığımızda, 434/1042’de, Bağdat’taki Büveyhî emiri Celâlü’d-Devle (ö. 435/1044) hilafet görevlilerinin Cevâli vergisini toplamalarını yasakladığını, toplananlara da el koyduğunu ve bundan sonra da bu vergiyi kendi adamlarına toplattırmaya başladığını görüyoruz. Böylelikle Celâlü’d-Devle, İslâm fıkhına göre halifeye ait olan ve gayri müslimlerden alınan bu vergiyi onun elinden alarak yetkilerini ve gücünü daha da kısıtlama yoluna gitmişti. Tabiî bu durum, halife el-Kâim’le Celâlü’d-Devle’nin arasında zaten var olan sürtüşmeyi ve problemi iyice su yüzüne çıkarmıştı. Bunun üzerine Halife, bu durumu protesto etmek için, hâdisenin camilerde halka anlatılmasını hatta camilerin kapatılmasını isteyip, bu meselenin hallolmaması halinde kendisinin Bağdat’ı terk edeceğini bildirerek Büveyhî emirini tehdit etmişti.
Yine kaynaklarımız, 435/1043’de bir kere daha el-Maverdî’nin halife el-Kâim’in elçisi sıfatıyla Tuğrul Bey’e gittiğini zikretmektedir. Nitekim İbnü’l Cevzî’nin ifadesine göre, Selçuklu ordusu, Rey şehrini yağma etmiş ve şehirde ancak 3000 kişi kalmış camiler de kapanmıştı. Bu nedenle Halifenin el-Maverdî ile gönderdiği mektupta, bu durum kınanıyor ve hiç olmazsa geriye kalan şehir halkına iyi davranılması isteniyordu. Hal böyle iken, yani görünürde Halife’nin kendisini kınamasına rağmen Tuğrul Bey, ona olan saygısını ve bağlılığını göstermek için elçi el-Maverdî’yi Curcan’da son derece sıcak ve samimi bir şekilde karşılayıp, halifenin mektubunu alınca, onun emirlerine âmâde olduğunu bir kere daha ifade etmişti.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Celâlü’d-Devle’nin, topladığı ve Halifeyle aralarında sürtüşme sebebi oluşturan Cevali vergisini 435/1043’de tekrar halifeye iâde ettiğini görüyoruz. Kaynaklarımızda bu olayla bağlantılı olduğunu düşündüğümüz ve yine 435/1043’deki el-Maverdî’nîn elçiliğinden önce, Tuğrul Bey’le Büveyhî Emîri Celâlü’d-Devle arasında cereyan eden bir mektup teâtisinden söz edilir. Bu mektuplarda, Selçuklu Sultanı ile Büveyhî emiri birbirine “el-Melikü’l-Celil” olarak hitap etmişler, hatta, Tuğrul Bey kendi mektubuna “Mevlâü Emiru’l-Mü’minîn” ibaresini koyarak imzalamıştı. İbn Kesir’in rivayetine göre, Tuğrul Bey bu mektubunda Celâlü’d-Devle’ye, Bağdad halkına iyi davranmasını ve Bağdat’taki emirlere ve hilafet görevlilerine saygıda kusur etmemesini emrederek, onu bir anlamda tehdit ettiği bildirilmektedir. Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere, Tuğrul Bey, Celâlü’d-Devle’yi, halifeye karşı olan davranış ve tutumlarında daha dikkatli olması için diplomatik bir dille uyarmıştı. Bu da bize göstermektedir ki, Selçuklu yönetimi, her konuda Abbâsî halifesinin yanında yer alıp, destek vererek, hizmetine âmâde olmuş ve kendi güçlerini bu yolda sarf etmişlerdi. Buna karşılık, Abbâsî halifesinin de Büveyhiler karşısında kaybettiği otoritesini kazanmak için Selçuklu gücünden istifade etme yollarını her zaman açık tutmaya çalıştığı gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan Büveyhî emiri ile arasında sürtüşmeye neden olan vergilerin Celâlü’d-Devle tarafından kendisine iade edilmesiyle birlikte el-Kâim’in, Selçuklular ile Büveyhîler arasında yeniden sulhu temin etmeye çalıştığını görmekteyiz. Zira 435/1043 de halife, el-Maverdîyi Tuğrul Bey’e gönderdiğinde ondan, Büveyhî emirleri Celâlü’d-Devle ve Ebu Kalicar ile Tuğrul Bey’in arasını düzeltmesini ister. Öyle anlaşılıyor ki, halife el-Kâim, bir yandan Büveyhî emirine karşı Tuğrul Bey’le iyi ilişkiler kurmaya çalışırken; diğer yandan da Tuğrul Bey’le Büveyhîler’in arasını düzeltmeye soyunuyor ve böylelikle her iki tarafın üzerinde bir güç olmaya gayret ediyordu. Kanaatimizce bu davranışıyla o, zamanının güç odaklarıyla arasında tam bir denge kurarak bu sayede de kendisine itaati ve saygıyı sağlama amacıyla hareket ediyordu. Yani başka bir deyişle, sanki Büveyhîlere karşı Selçukluları, Selçuklulara karşı da Büveyhîleri kullanmaya çalışıyor ve bu ortamda kaybedilmiş bulunan hilâfet otoritesini yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu.
Görüldüğü gibi elçi el-Maverdî, Selçuklularla Abbâsî hilafeti arasındaki münasebetin gelişmesinde çok önemli bir rolü icra eden kimse olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira onun birkaç kere Abbâsî halifesi el-Kâim’in elçisi sıfatıyla üstlendiği görevi takiben hem Abbâsî hilafeti, hem de Selçuklular açısından önemli sayılabilecek hâdiseler vuku bulmuştur. Nitekim onun 435/1043’deki ziyaretinde, Sultana götürdüğü mektupta, görünüşte halife, Tuğrul Bey’den Büveyhî emirleri Celâlü’d- Devle ve Ebu Kalicar’la arasını düzeltmesini istemektedir. İbnu’l-Esir bunu bildirirken Tuğrul Bey’in Abbâsî elçisine gösterdiği saygıdan bahseder. Hatta o, Tuğrul Bey’in elçi el-Maverdî’ye gösterdiği ilgiyi, halifeye itaatinin ve saygısının gereği olarak değerlendirir ve Sultanın, halifenin emirlerine bağlılığı hakkında samimi ve ısrarlı olduğunu vurgular. Dahası İbnü’l-Esîr, Halifeye karşı bu tutum ve davranışları sebebiyle, Tuğrul Bey’i iyi bir Müslüman olarak takdim etmektedir.
Bu arada, el-Maverdî’nîn elçiliği ve ziyaretlerinde, Tuğrul Bey’in ona gösterdiği iltifat, saygı ve samimiyetin gerisinde Selçuklularla Abbâsîler arasında bir takım görüşmelerin ve pazarlıkların yapıldığı neticesini de çıkartabiliriz. Zira bu görüşmeler sonrasında muhtemelen, el-Maverdî’nin Tuğrul Bey hakkında tam müsbet bir kanaat bildirmesiyle Halifenin, ona itimadının kuvvetlendiği ve dolayısıyla onun kendisine bağlılığıyla ilgili şüphelerinin tamamen silindiği söylenebilir.
Yine Abbâsî halifesi el-Kâim ile Tuğrul Bey arasındaki ilişkilerde vazifeli Maverdî’nin elçilik görevinin amaçlarıyla ilgili olarak bu dönemde cereyan eden tarihi hadiselerden bazı neticeler çıkartılabilir. Dolayısıyla onun görüşmelerinin Selçukluların Batı politikasının oluşturulmasında önemli katkılarının olduğu düşünülebilir. Zira bu tarihlerden itibaren Selçukluların, gerek Bizanslılara, gerek Büveyhîlere ve gerekse Fâtımîlere karşı hep Abbâsî hilafetinin yanında olduğunu görüyoruz. Mesela Selçukluların batı politikası içerisinde değerlendirebileceğimiz, Zîrî Emiri Muiz b. Badis’in Fâtımîlere karşı isyan edip, Abbâsîlere bağlılığını ilanını takiben, cereyan eden elçi teatisinde, Bizans’a yapılan Selçuklu akınlarının sağladığı avantajla Tuğrul Bey etkili olmuş ve hadiselerin Abbasi lehine gelişmesine katkıda bulunmuştu. Yine aynı süreçte takib ettiği siyasetle Tuğrul Bey, Bizans’la Fâtımîler arasındaki mevcut ilişkileri bozmak ve bu iyi münasebetleri Abbâsî-Selçuklu yararına sürtüşmeye dönüştürmenin gayreti içerisinde olmuştu. Hatta Bizans’ın Fâtımî hilafetine karşı, Abbâsî hilafetinin tanınmasına yönelik siyasî ve askerî taktiklerini ve Abbâsî elçisinin kurtarılmasını hep bu çerçevede değerlendirmemiz mümkün olabilir kanaatindeyiz.
Tarihçi Bar Hebraus, (Ebu’l Ferec) 436/1044’te el-Kâim tarafından Tuğrul Bey’e gönderilen bir mektuptan söz etmektedir. Halife mektubunda Tuğrul Bey’den;
- Fethettiği ülkelerle yetinip geriye kalan toprakları Arap emirlerine bırakmasını;
- Onu kendisine samimi bir tâbi gördüğü için sadakatine bağlı kalmasını ve öyle davranmasını ve bunu yeminlerle taahhüd etmesini;
- Tebâya adaletle hükmetmesini;
- Fethettiği memleketlerden, önceden âdet olduğu üzere, halifeye vergi göndermesini ve bu hususlara uymasını ister. Eğer Tuğrul Bey, bunları yerine getirip uyarsa, halife de bunlara karşılık, kendisine mükâfat olarak ahd, hil’at ve ünvanlar vereceğini ve dolayısıyla onun sultanlığını ve hakimiyetini bir kere daha meşru kılacağını ve tanıyacağını bildirmişti.
Tuğrul Bey Halifenin bu şartlarına karşılık “Benim askerlerim çoktur, sahip olduğumuz memleketler yetmemektedir, ihtiyacımız vardır” dedi. Bunun üzerine elçi; “yetmezliğin sebebi memleketleri tahrip etmenizdir. Bu durumda bütün dünyayı alsanız yine yetmez” dedi. Tuğrul Bey ikinci hususta, “yemin hususuna aklım ermez. Benim kendimi hatâ yapmamak üzere tam anlamıyla zaptu rabt altına almam mümkün mü?” deyince, elçi, “Siz tüm kalbinizle bize bağlılığınızı gösterir ve ancak doğru olanı yaparsanız hatadan kurtulursunuz” dedi. Diğer istek hakkında Sultan, “Ben zeten dürüst ve âdil olmaya çalışıyorum. Ancak benim yanımda bulunan kimseler, aç gözlülük edip kötülük ediyorlarsa ben ne yapabilirim” dedi. Son olarak da, “İstediğiniz verginin miktarını bana bildirin. Gücüm yettiğince karşılamaya çalışırım” dedi.
Halifenin isteklerini ve Tuğrul Bey’in cevaplarını değerlendirirsek; öyle anlaşılıyor ki el-Kaim, Selçuklu sultanından kayıtsız şartsız teslimiyetçi bir tavır beklemektedir. Halbuki onun karşısında siyasî ve askerî bakımdan güçlü bir Selçuklu Sultanı bulunmaktadır. Buna rağmen, Tuğrul Bey’in, Abbâsî halifesinin istekleri karşısında yine de saygısını koruduğunu, hiç bir şekilde doğrudan tam anlamıyla kafa tutan, isyankar ve onu tanımaz bir tavır sergilemediğini söyleyebiliriz. Bu da olsa olsa onun Ehli Sünnet İslâm anlayışına ve dolayısıyla Abbâsî hilafetine bağlılığı ve saygısı ile açıklanabilir.
İbn Müslime’nin el-Kâim’e Vezir Oluşundan Sonraki Münasebetler
Tarihî kaynaklar 437/1045’de İbn Müslime’nin (ö. 450/1058) “Reisü’r-Rüesa” lâkabıyla el-Kâim’e vezir olduğunu naklederler. İbn Müslime, koyu bir Ehli Sünnet mensubu olması dolayısıyla, hem Sünnî İslam’ın, hem de Abbâsî hilafetinin gerek Fâtımîler karşısında, gerekse Büveyhîler karşısında korunmasının ancak Selçuklular sayesinde mümkün olabileceğine inanıp, Selçuklulara yakınlık duyan ve icraatlarına bunu yansıtan biri olarak takdim edilmektedir. Nitekim onun, Tuğrul Bey’le el-Kâim arasındaki münasebetlerin gelişmesine büyük katkı sağladığı ve bu nedenle Selçuklu- Abbasi münasebetlerinde yeni bir dönem başladığı söylenmektedir. Zira kaynaklar, İbn Müslime’nin vezirliğinden sonra iki yönlü gelişmeden bahsederler: Birincisi; 437/1045 senesinde Selçukluların Irak topraklarına girmiş olmalarıdır. İkincisi ise, Selçuklu Sultanına el-Kaim’in davetini iletmek ve onun Bağdad’a gelmesini teminen gerekirse onu ikna edebilmek maksadıyla uzun süre Selçuklu Sarayı’nda kalmak üzere Ebu Muhammed Hibetullah Hasen b. Hasen el-Me’mun’un Tuğrul Bey’e gönderildiğinden söz edilir. Nitekim Ravendî gibi bazı müellifler Sultanı Bağdad’a gelmeye razı edebilmek için Hibetullah’ın üç yıl Selçuklu sarayında kaldığını ifade ederler. Bundan anlaşılacağı üzere, demek ki Abbâsî halifesinin Tuğrul Bey’i, 447/1055’te Bağdad’a gelişinden tam on yıl önce 437/1045’te davet ettiği ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, bu dönemde Abbâsî halifesi el-Kâim’le Tuğrul Bey arasındaki münasebetlerin olumlu seyrettiğini Tuğrul Bey adına basılmış paralardan da çıkartmamız mümkündür. Nitekim, 433/1041-1042’de Rey’de basılan paralarda Tuğrul Bey’in ünvanı, “el-Emîru’l-Ecel”; 434/1042- 1043’te Rey’de basılanlarda “el-Emîru’s-Seyyid”; 434/1042-1043’te Nişâbur’da kestirilen sikkelerde “el-Emîru’l-Ecel”; yine 435/1043-1044’te Rey’de basılanlarda “el-Emîru’s-Seyyid”; “el-Emî-ru’l- Ecel”;, 436/1045, 437/1046 yıllarında ise yine aynı unvanlar kullanılmıştır. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi İbn Müslime’nin vezirliğinden sonra Tuğrul Bey’in unvanlarında artmaların olduğu dikkat çekiyor. Nitekim, 438/1046’da Rey’de kestirilen sikkelerde Tuğrul Bey, “es-Sultanü’l-Muazzam, Şehinşah Tuğrul Bey Ebu Talip” unvanıyla zikredilmektedir. Görüldüğü gibi, bu sikkelerde Tuğrul Bey’in kullandığı unvanların Abbâsî-Selçuklu münasebetlerindeki gelişmeye paralel olarak kademe kademe ilerlemesinde, özellikle el-Maverdî’nin elçilikleri ve daha sonra İbn Müslime’nin vezirliğinin etkili olduğu ve dolayısıyla bu münasebetlerde önemli gelişmelerin yaşandığı iddia edilebilir.
Abbâsî Selçuklu münasebetlerinde önemli sayılabilecek gelişmelerden birini oluşturan, Hibetullah’ın Tuğrul Bey’i ziyaretiyle ilgili karşımıza bir problem çıkmaktadır. Zira vaki davete rağmen, Selçuklu Sultanı, Bağdad’a gelmek için, niçin 447/1055 yılını bekledi? Elçi Hibetullah’ın söz konusu ziyaretini ve halifenin davetini haber veren Bundârî ve Râvendî bu hâdiseyi naklettikten sonra, hemen 437/1045’den 447/1055 yılı hâdiselerine atlayarak, bu on yıllık tarihî dönem hakkında pek fazla bilgi vermezler. Dolayısıyla bu müellifler, Tuğrul Bey’in, bu on yılı nasıl geçirdiğini ve neden Bağdad’a geldikleri açıklayacak mahiyette bilgi vermemektedirler.
Ancak başka kaynakların verdiği bilgilerden anlıyoruz ki, bu on yıllık dönemde Selçuklular, büyük ölçüde hem Bizans, hem de Fâtımîlere dönük politikalar takip etmişler ve bu politikalarını aslında Abbâsîlerle mevcut münasebetlerin bir parçası olarak yürütmüşlerdir. Başka bir ifade ile 437/1045’den 447/1055 yılına kadar Selçukluların Abbâsîlerle münasebetleri hem Fâtımîlere, hem de Bizans’a yönelik Selçuklu siyasetiyle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Yine Tuğrul Bey’in Halifenin davetine icâbetteki gecikmesinin sebeplerini Selçukluların Bağdad’a gelip Büveyhîlerin hakimiyetine son vermeden evvel onların elinde bulunan topraklara hâkim olmayı hedeflemiş olmalarında aramak yerinde olur, böylece Selçuklular, zaten zayıflamış Büveyhîleri iyice çökertip, kendi güçlerini ve hâkimiyetlerini iyice pekiştirmek istiyor olmalıydılar.
Nitekim 437/1045’de Tuğrul Bey, İbrahim Yınal’dan Cibal bölgesini feth etmesini istedi. İbrahim Yınal da Gerşasf b.Alai’d-Devle b. Kakaveyh’in elindeki Hemedan, Hulvan, Karmisin, Dinever’i feth etti. Çünkü Büveyhîler Selçuklu fetihleri karşısında askerî bakımdan fazla bir varlık gösteremeyip onları durdurmaya güçleri yetmiyordu. Bu durumda Büveyhîler, Selçuklu fetihlerini durdurmaya güçleri yetmeyince, barış yoluyla Selçuklu ilerleyişini önlemenin çarelerini aradılar. Nitekim Fars- Büveyhi Emiri Ebu Kalicar, Tuğrul Bey’den sulh istemek zorunda kaldı. Selçuklu Sultanı bu talebi kabul ederek, İbrahim Yınal’dan şimdilik elindeki topraklarla yetinmesini ve Büveyhî topraklarında fazla ileri gitmemesini emretti. Böylece Büveyhîler ile Selçuklular arasında hem sulh yapıldı hem de karşılıklı evlilik bağlarıyla bu sulh sağlamlaştırılmaya çalışıldı. Ebu Kalicar’ın kızıyla Tuğrul Bey; Çağrı Bey’in kızıyla da Ebu Kalicar’ın oğlu evlenmişti. Büveyhîler, bu tedbirlerle Selçuklu ilerleyişini durduracaklarını sanmışlardı, fakat durum böyle olmadı. Selçuklu ilerleyişi Büveyhîler aleyhine devam etti ve 447/1055’de Tuğrul Bey’in Bağdad’a girişine kadar merhale merhale Büveyhîlerin toprakları Selçuklular tarafından ele geçirildi. İşte bütün bunları, Tuğrul Bey’in Bağdad’a gelip, Büveyhîlere son vermeden ve Fâtımîler ile Bizans üzerine yürümeden evvel, geride kendisine meşgale çıkartacak unsurları temizlemeye yönelik bir planı ve dolayısıyla 437/1045’teki Abbâsî halifesinin vaki davetine icabetin gecikmesinin sebepleri olarak yorumlayabiliriz. Başka bir ifade ile Tuğrul Bey, Bağdad’a gelmek için daha henüz şartların tam anlamıyla olgunlaşmadığını düşünmüş ve bunu beklemişti.
Tekrar Abbâsî-Selçuklu münasebetlerine dönersek; kaynaklarımız 442/1050’de Selçukluların İsfehan ve Fesa’yı fetihleri dolayısıyla el-Kâim’in elçisiyle Tuğrul Bey’e bir mektup gönderdiğini zikrederler. Bar Hebraus’a göre, hâdise şöyledir: Selçuklu ordusunun İsfehan’ı kuşatmasıyla sıkıntıya düşen şehir ahalisi, Tuğrul Bey’den şefaatte bulunması için halifeye müracaat ederler. Ancak el-Kâim, Tuğrul Bey’in çoktan beri talep ettiği ve kendisinin mevkiini yükseltecek ve hükümdarlığına lâyık unvanları ona vermeye yanaşmamaktadır. Kanaatimizce belki de Halife, bu unvanları sultana vermeyi tehir ediyor, böyle bir taltifi daha önemli hâdiselerde kullanmayı düşünüyordu. Bu yüzden de, bu nevi unvanları ona kolayca vermeye yanaşmıyordu. Dolayısıyla Halife, İsfehan ahalisinin isteğini Selçuklu Sultanı’na iletmeyi kabul etmemişti. Bununla birlikte öte yandan başka bir olay her iki tarafın arzularına uygun bir fırsatı ortaya çıkarır. Nitekim el-Kâim’in 443/1051’de Zîrî emiri Muiz b. Badis’e gönderdiği elçinin Bizans’ta tutuklanması ve Fâtımîlere gönderilmesini müteakip Selçuklular, hem Bizans, hem de Fâtımîlere karşı Abbâsî hilafetinin yanında yer almış ve bu hâdiselerde aktif rol oynamıştı. Bunun tesiriyle olsa gerek ki, el-Kâim, Tuğrul Bey nezdinde şefaatte bulunmayı kabul etti ve ona “meşru hükümdar, Müslümanların sığınağı”, “Rüknüd-Din Sultan Tuğrul” unvanıyla hitap ederek bir mektup yazdı ve elçisiyle gönderdi.
Nitekim İbnü’l Esir, 443/1051 yılında Halifenin elçisinin Selçuklu sarayına giderek, el-Kâim’in gönderdiği hil’atı ve unvanları muhtevi mektubu Tuğrul Bey’e teslim ettiğini bildirir. Tuğrul Bey de, uzun zamandır beklediği bu unvanların kendisine verilmesi dolayısıyla el-Kâim’e teşekkürünü iletmek maksadıyla, gelen Abbâsî elçisiyle beraber kendi elçisini ve ayrıca halifeye 20.000, vezir İbn Müslime’ye 5.000, diğer hilafet görevlilerine de 2.000 dinar olmak üzere başka hediyeleri Bağdad’a gönderir. Öyle anlaşılıyor ki, el-Kâim, Abbâsîler lehine gelişen Selçuklu siyasetinden memnun olmuş ve bu yüzden istediği unvanları Tuğrul Bey’e vererek aralarındaki münasebetin gelişmesine katkıda bulunmuş, o da aynı şekilde cevap vermişti. Öte yandan Sıbt İbnü’l-Cevzî 444/1052’de, Hemedan ve çevresini feth eden Tuğrul Bey’in, artık Irak’a gelme düşüncesini hayata geçirme niyetinde ve arzusunda olduğunu söylemektedir. Sıbt’a göre Tuğrul Bey aynı yıl Bağdad’a gelmesi için halifeden bir davet daha almıştı. Öyle görünüyor ki Tuğrul Bey, bu durumda Oğuzların ne yapacağını tam kestiremediği için Bağdad’a gelmeyi bir daha te’hir etmişti.
Bu rivayet ve gelişen olaylardan anlaşıldığı kadarıyla, yine bu yıllarda Abbâsî halifesi ile Selçuklu Sultanı arasında sıcak ilişkiler ve muhtemelen gizli pazarlıklar cereyan ediyordu. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu senelerde Kuzey Afrika’daki Zîrî emiri Muiz b. Badis Fâtımîlere karşı isyan etmiş ve Abbasi halifesi adına hutbe okutmaya başlamış, el-Kaim’de ona hil’at ve menşur yollamış, fakat bunları götüren Abbâsî elçisi Ebu Gâlib eş-Şîrâzî Bizans’ta tutuklanıp Fâtımîlere gönderilmişti. Öte yandan yine bu sırada Selçukluların Bizans’a yönelik baskıları artmış ve Azerbaycan yoluyla Ermenistan ve Doğu Anadolu Selçuklu akınlarına maruz kalmıştı. Bu olayların hepsinin aynı senelere rastlamasını sadece bir tesadüf olarak değerlendirmek mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu akınlar sonucunda Bizanslılar, Selçuklularla görüşmelerde bulunmuşlar ve hatta Fâtımîlere karşı tavır alıp, bir anlamda Abbâsî hilafetini tanıyarak ve İstanbul’da el-Kâim ile Tuğrul Bey adına hutbe okunmasına müsaade etmiş ve tutuklanan Abbâsî elçisini serbest bırakmak zorunda kalmıştı. Bu olayların da gösterdiği gibi Selçukluların Sünni siyaseti ile Abbâsîlerin yanında yer alarak hem Bizans’a, hem Fâtımîlere yönelik bir batı politikası uygulamasının gerisinde kendilerinin Abbâsîlerle olan münasebetlerinin epeyce etkili olduğunu düşünüyoruz. Bu durum Abbasi hilafetine de büyük bir güç kazandırıyordu. Nitekim 442-443/1050-1051’de Bağdat’ta Ehli Sünnet taraftarları ile Şia mensupları arasında şiddetli dinî kavgalar ortaya çıkınca, bu elçilik hâdisesindeki Selçuklu-Abbâsî işbirliğinin avantajıyla Abbâsîler, 444/1052’de Fâtımîlerin nesebinin Hz. Fatıma yoluyla Hz.Peygambere dayandığına dair iddiaların asılsız olduğu hakkında Bağdad’ta bir bildiri yayınlayarak, onlara karşı mevcut politikalarını ve mücadelelerini kuvvetlendirdiler. İşte bütün bunlar, Selçuklu gücünün desteğiyle Abbâsîlerin muhalifleri karşısında silkinişini ve bizim yukarıda yaptığımız değerlendirmenin isabetli olduğunu gösteren gelişmelerdi.
Besâsirî İsyanı ve Tuğrul Bey’in Bağdad’a Gelişi
Şimdi Selçuklu-Abbâsî ilişkilerinde en önemli merhaleyi oluşturan ve Tuğrul Bey’in Bağdad’a gelişine zemin hazırlayan Abbâsî davetine geçebiliriz. Çünkü kanaatimizce bu konu, hem Abbâsî hilafeti ve Ehli Sünnet İslâm anlayışının geleceği, hem Selçuklular, hem de genel İslâm tarihi ve hatta Türk tarihi bakımından ciddi gelişmelerin basamağı sayılabilecek ehemmiyete haiz bir meseledir.
Anladığımız kadarıyla ele aldığımız dönemde cereyan eden bu olayların, bir yandan Selçuklu- Abbasi münasebetlerinin olumlu yönde gelişip, dostluk ve işbirliğine dönüşerek Fatımi-Büveyhi ittifakı aleyhine sonuçlar doğurması; diğer yandan gerçekleştirilen siyasi ve askeri faaliyetlerle Selçukluların Büveyhi topraklarını ele geçirip Irak’a kadar gelmesi ve hatta Fatımi hakimiyetini ve varlığını daha da ciddi şekilde tehdit eder bir noktaya ulaşması Fatımileri, Selçuklu gücünü durdurmak için bir takım yeni tedbirler almaya ve yeni arayışlara sevk etti.
Nitekim H. 447/M.1055’ye gelindiğinde bölgedeki bütün taraflar açısından çok önemli sonuçlar doğuracak bir olay patlak verir ve mevcut güç dengeleri ve konjonktür açısından dönüm noktaları oluşturacak nitelikte bir faaliyet ve tertip ortaya çıkar. Öyle ki, Fatımiler, hem geleneksel düşmanı ve rakibi Abbasi hilafetini yıkmak üzere son darbeyi vurmak; ve hem de aynı zamanda Abbasilerin müttefiki olup, aşağıda belirteceğimiz üzere, üstelik kendilerine karşı aleni düşmanlığını belirterek, Fatımi toprağı olan Suriye ve Mısır’ı almak niyet ve kararıyla mücadele eden ve Irak’a kadar gelmiş bulunan Selçuklu Devleti’nin önünü kesmek için, Bağdat’taki Arslan Besasiri adındaki Türk komutanı, maddi ve manevi yönden destekleyerek isyana teşvik ederler. Neticede Besasiri Abbasi halifesine karşı bir isyan başlatır. Fatımiler de böylece bu isyana müdahil olur. Çünkü bu olayı Fatımiler adına organize eden dâi el-Müeyyed, bu isyanla ilgili olarak; “Ebu’l-Haris el-Besasiri ve Bağdatlı askerlere yazdığımız mektuplarla kendilerine destek olduğumuzu ve asker silah hususunda yardım edeceğimizi bildirmek üzere görüşmeler başladı…” diyerek Besasiri hareketindeki Fatımi rolünü açıkça itiraf etmektedir. Ancak Besasiri isyanında sadece Fatımilerin rol oynadığını söylemek tam gerçeği ifade etmeyebilir. Çünkü Besasiri’nin sahip olduğu konum içinde bulunduğu şartlar ve hedefleri yanında, yaklaşan Selçuklu gücünün de kendisinin isyanına tesir etmiştir denebilir.
İşte doğrudan doğruya Abbasi hilafetini yıkmayı hedefleyen bu tehlikeli isyan karşısında, halife el-Kaim, zaten iyi ilişkiler içindeki ve her fırsatta dayanmaya ve yararlanmaya çalıştığı üzere, bu defa da Selçuklu gücüne sığınmayı kendisi için bir çare olarak gördü ve Besasiri isyanını bastırıp ondan kurtulmak ve hatta belki de öteden beri Büveyhiler önünde kaybettikleri itibarını, yetkilerini ve siyasi- askeri gücünü yeniden kazanmak için Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet etti. Kaynakların bildirdiğine göre Tuğrul Bey, halifenin bu vaki daveti üzerine, Bağdat’a gelirken yolda, bir anlamda, Selçuklunun Abbasi yanlısı ve Fatımi karşıtı siyasetinin hedeflerini ve sınırlarını açık bir şekilde ortaya koyan bir açıklama yaptı. Pek çok tarihçinin kaydettiği bu açıklamada, Tuğrul Bey; 1) Hz. Peygamber’in halifesine (Abbasi halifesi el-Kaim) hizmet etmekle şeref kazanmak ve onun tarafından kabul ve takdis edilmek, onun düşmanlarından (Besasiri, Fatimiler ve Büveyhiler) intikam almak; 2) Mekke’ye gidip hac ibadetini yerine getirip, dua ve niyazda bulunmak; 3) Hac yollarını Bedevi ve eşkıyalardan temizleyip güvenliğini sağlamak. 4) Suriye ve Mısır’da yuvalanmış muannidlerle (Fatimilerle) savaşmak, onları oralardan uzaklaştırıp, yeniden Abbasi halifesi adına hutbe okutmak; gibi niyet ve maksatlarla Bağdat’a geleceğini-geldiğini ilan etti .Görüldüğü gibi, bu açıklamasında Tuğrul Bey, Fatımilere karşı, sadece hasmane bir siyaset takip ettiğini ifade etmekle kalmamış, açıkça savaş ilan etmişti. Böylesi bir meydan okuma ve savaş ilanı karşısında, Fatımilerin de elbette kendi hedeflerini gerçekleştirmeleri ve varlıklarını koruma uğruna bir takım faaliyetlerde bulunmaları kaçınılmazdı. Yani Selçuklu gücüne karşı bir şeyler yapmaları gerekiyordu.
Bu arada Tuğrul Bey’in 447/1055’de Bağdat’a gelmesiyle birlikte, isyan halinde olan Besasiri, müttefiki Fatımilere sığınmak için Bağdat’tan Suriye’deki Rahbe’ye kaçmak zorunda kaldı. Bağdat’a gelen Selçuklu sultanı, ilk iş olarak zaten fiilen topraklarını aldığı Şii-Büveyhi devletini resmen ve hukuken ortadan kaldırdı. Böylece Tuğrul Bey yaklaşık 113 yıllık Büveyhi devletine son verip, Abbasi hilafetini Şii-Büveyhi emirlerinin tasallutundan ve tahakkümünden kurtararak, Abbasi- Sünni yanlısı siyasetini bir kere daha göstermiş oldu. Nitekim bununla ilgili olarak tarihçi İbn Kesir, Bağdat’ta egemen olan Şii-Büveyhi devleti yıkıldı ve onlardan sonra Ehl-i Sünnet mezhebini benimsemiş olan Selçuklu Türkleri geldi, diyerek bu olayın dinî-mezhebî ve siyasî boyutuna işaret etmektedir.
Selçuklu-Abbasi İttifakıyla Fatımî-Besasiri İttifakı Mücadelesi
Bağdat’ta bulunan Selçuklu ordusu, hem Besasiri’yi takip etmek, hem de Musul, Nusaybin, Diyarbakır, Sincar, Tıkrit, Hille gibi şehirlerin bulunduğu Kuzey Irak ve Suriye bölgesini Abbasi Selçuklu hakimiyeti altına almak için 448/1056’da askeri sefere çıktı ve bir çok yeri fethederek önemli başarılar elde etti.
Bu arada, Tuğrul Bey’in Bağdad’a gelişinden sonra h. 448/m. 1056’da Sultan’ın yeğeni ve Çağrı Bey’in kızı olan Hatice Arslan Hatun’la halife el-Kaim muhteşem bir törenle evlendi. Muhtemelen bu evlilikle Selçuklu hanedanı ile Abbasi hanedanı arasında akrabalık bağları kurmak suretiyle, zaten olumlu seyir takip eden Selçuklu-Abbasi münasebetlerini daha da güçlendirmek ve sağlam temellere oturtulmak istenmişti.
Belirttiğimiz gibi, Selçuklu gücüne karşı, Fatımilerin, dâi el-Müeyyed vasıtasıyla harekete geçirdikleri ve ancak ilk teşebbüste başarısız olan Besasiri’yi ve bölgenin emirlerini yeniden motive edip, örgütlemek için çeşitli faaliyetlere giriştiklerini görüyoruz. Nitekim bu doğrultuda Besasiri ve yandaşlarına her türlü Fatımi desteği sağlandı. Bu sayede kurulan Fatımi-Besasiri ve bölge güçlerinden oluşan ittifak ordusu, Kutalmış komutasındaki Selçuklu ordusunu Sincar’da yenmeye muvaffak olur. Sincar galibiyetiyle Fatımi-Besasiri ittifakı, hem maddi bakımdan hem de manevi yönden önemli kazanımlar elde eder ve adeta yeniden doğar. Çünkü bölgedeki emirler ve liderler, bu zaferin ve gelen Fatımi yardımının tesiriyle yeniden Fatımi-Besasiri ittifakına katılırlar. Neticede Bağdat’ın batısındaki bölgelerin hepsi tekrar Fatımi hakimiyeti altına girdi.
Sincar yenilgisi ve Selçuklu hakimiyetine karşı ortaya çıkan bu tehlikeli gelişmeler üzerine, bizzat Tuğrul Bey, İbrahim Yınal ve Çağrı Bey’in oğlu Yakuti’nin de katıldığı Selçuklu ordusu H. 448 sonları ve 449 başlarında/Ocak-Şubat 1057’de Musul, Diyarbakır, Sincar, Tıkrit, Hille civarını kapsayan bir sefere çıktı. Yapılan bu askeri seferin hedefi, Fatımi-Besasiri ittifakını dağıtmak, parçalamak ve zayıflatmak ve de bölgeyi yeniden Abbasi-Selçuklu egemenliğine kazandırmaktı. Anlaşıldığı kadarıyla bu seferin hedefleri büyük ölçüde gerçekleşti.
Bu seferi müteakiben Tuğrul Bey, İbrahim Yınal’ı Musul’da bırakarak Bağdat’a gitti. Anlatıldığına göre, gerçekten de Sultan halifeyle çok önemli bir görüşme için gelmişti. Zira, işaret ettiğimiz askeri ve siyasi faaliyetleriyle Tuğrul Bey, Besasiri-Fatımi ittifakı aleyhine, Abbasi-Selçuklu ittifakı lehine önemli başarılar kazanmıştı. İşte bu başarıların karşılığı ve takdiri sadedinde Sultan, 25 Zilkade 449/23 Ocak 1058 Cumartesi günü hilafet sarayında halife tarafından muhteşem bir törenle kabul edildi. Bu törende el-Kaim, Tuğrul Bey’e daha önceden verdiği “Ruknu’d-Din/Dinin Direği” gibi son derece anlamlı bir unvanla hitap ederek daha sonra “el-Melikü’l-Meşrık ve’l-Mağrib” unvanını verdi ve ona kendi eliyle kılıç kuşattı. Halife, bu unvanı ona vermekle bir anlamda Selçukluların Fatımilere karşı yürüttüğü siyaseti ve faaliyetleri onaylıyor ve meşru ilan ediyordu. Çünkü Tuğrul Bey, ifade ettiğimiz gibi, o ana kadar zaten doğunun sultanı konumunda olup, o bölgelerde de hakimiyetini kurmuştu. Artık verilen bu yeni unvanla, eskiden Abbasi hakimiyetinde iken, halen Fatımilerin elinde bulunan Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’nın onların elinden alınarak, yeniden Abbasi ve Selçuklu egemenliği altına alınması görevi resmen Tuğrul Bey’e veriliyordu.
Halife ile Tuğrul Bey arasında ilişkiler sıcak, samimi bir şekilde gelişirken Abbasi-Selçuklu münasebetleri de buna paralel bir şekilde dostluk ve işbirliği çerçevesinde yürütülüyordu. Abbasi- Selçuklu cephesinde Fatımi-Besasiri ittifakına yönelik maddi-manevi tedbirler alınırken, karşı taraf da elbette boş durmuyordu. Nitekim el-Müeyyed vasıtasıyla, Fatımiler, zayıflayan Besasiri-Fatımi ittifakını yeniden derleyip toparlamak için maddi yardımlarını sürdürürken, diğer yandan kendi taraflarında yer alan bölge güçlerinin birliğini korumak için diplomatik temas halindeydiler. Bu karşı faaliyet ve çabalarıyla Fatımiler, Selçuklu Devleti’ni yıpratmak ve dolayısıyla kendilerine yönelik Selçuklu niyet ve hesaplarını boşa çıkarmak için her türlü çareye başvuruyorlardı.
Bu meyanda el-Müeyyed; “Şüphesiz ben, çalışmalarımın heba olduğunu ve Mısır’dan getirdiğim malların yok olduğunu gördüm. Halbuki ben bu iş için (yani Besasiri-Fatımi ittifakının oluşturulup Selçuklu-Abbasi cephesine karşı mücadele için) kalkıp Mısır’dan buraya (Halep, Balis, Rahbe) geldim. Fatımi halifesinin gönderdiği yüklü malları getirdim. Ve bu şekilde Fatımi taraftarlarını bir araya topladım. Selçukluların azgın düşmanlığı Fatımiler üzerine gelecek ve onlar Fatımi topraklarına musallat olacak; ya da buna mani olmak için yeni çareler bulacağız.” diyerek gelişmeler karşısındaki düşüncelerini ve faaliyetlerini aktarıyor. Bu ifade ve itiraflardan da açıkça anlaşılacağı üzere, Fatımiler, Selçuklu gücünü ve tehdidini durdurmak için elbette her türlü tertip ve tedbire başvuracaktı. Pekala bu tertip ve tedbirler arasına Selçuklu yönetimini ve gücünü yıpratmak için, İbrahim Yınal’la anlaşarak onun durumundan faydalanıp onu kendi emellerine alet ederek isyan ettirmek de dahil olabilirdi.
Abbasi-Selçuklu münasebetlerinin tarihi akışı içerisinde önemli yer işgal ettiğini düşündüğümüz İbrahim Yınal isyanı ile ilgili olarak; Sire ve Mir’at dışında gerek Sünnî, gerek Fatımi kaynaklarında; Fatımilerin Halife Mustansır adına ya dâi el-Müeyyed, veya müttefikleri Besasiri vasıtasıyla, Fatımilerin Tuğrul Bey’e karşı İbrahim Yınal’ı isyana teşvik ettiklerine ve bu maksatla aralarında bir andlaşma yapıldığına dair sadece işaret ve kısa rivayetler bulunmaktadır. Belirttiğimiz gibi Sıbt’ın “Mirât”ında ve el-Müeyyed’in “Sire”sinde ise, bu olay ve gerisinde cereyan eden Fatımi-İbrahim Yınal işbirliği anlaşması ile isyan hakkında verilen bilgilerin oldukça zengin ve ayrıntılı olduğu dikkat çekmektedir. Üstelik bu kaynaklar, isyandaki el-Müeyyed ve Fatımi yardımı ve faktörünü açık bir şekilde ifade etmektedirler.
Daha önce işaret ettiğimiz üzere Tuğrul Bey’e karşı İbrahim Yınal’ın bu isyanında çok önemli rol oynayan kişilerden biri, dahası bu hususta onunla görüşmeyi gerçekleştiren ve aralarında bizzat anlaşma yapan Fatımi dâisi el-Müeyyed, bu olayla ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Günahkâr Türkmen şeytanlarının (Selçuklu Türklerinin) Irak topraklarını işgaline karşı koymak (kendi müttefikleri Besasiri ve yandaşlarına destek olmak) için getirdiğim Fatımi yardım kervanını, Fatımi başkentinden (Kahire) yüklediğim andan itibaren bunları Irak bölgesinde dağıtıncaya kadar karşı karşıya kaldığım, ancak bunlardan bir kısmını açıkladığım olayları ve seyrini, çektiğim sıkıntıları, eziyetleri başıma gelenlerin hepsini bir an için gözümün önünden geçirdim. Gerçi yaşadığım bu olaylar, yaptığım konuşmalar, görüşmeler, yazışmalar, bazen sertlikler bazen de dostluklar içinde cereyan etmişti. Sonunda zalimlere karşı (Selçuklulara karşı) Allah yardım etti ve müminler topluluğunun (Besasiri ve müttefikleri) kalpleri şifa buldu. İşte ben (bütün bunlarla uğraşırken) Rahbe’de bir yıldan fazla kalmıştım. Buradan Haleb’e döndüm…Orada kaldım”
el-Müeyyed’in anlatımından anlaşıldığı kadarıyla, kendisi Halep’te hiç boş durmamış, misyonu ve ideali gereği halkla bütünleşip, onların desteğini almış ve onları tahrik ve teşvik ederek Selçuklu’ya karşı Besasiri’ye destek olmaları için bir yardım kervanı hazırlamış, ancak şehirde çıkan bir yangın her şeyi mahvetmişti. Bunun üzerine el-Müeyyed, olayların belirsizliği ve kötü gidişinden dolayı artık ümitsiz bir şekilde Mısır’a dönmeye karar vermiştir ve Halep’ten ayrılacağı anı beklemektedir.
İşte, bu sıralarda Tuğrul Bey’in anne bir üvey kardeşi İbrahim Yınal, kendi elçisiyle Halep yakınlarındaki Balis’te karargâhlarında bulunan Besasiri ve müttefiki Kureyş b. Bedran el-Ukayli’ye, şifreli bir mektubunu gönderir. Bu mektupta, görünüşte, Tuğrul Bey ile İbrahim Yınal’ın, Besasiri ve Kureyş hakkında iyi şeyler düşündükleri, Selçuklu itaatına girmeleri halinde ise kendilerine bir çok vilayet verileceği ve ihsanlarda bulunulacağı ifade edilmektedir.
Ancak el-Müeyyed’e göre gerçekte mektup farklı mesajlar içermektedir ve mektubun esas maksadı ve içeriği hakkında o, şu yorumu yapmaktadır: “Hakikatte bu mektupta, Besasiri ve Kureyş benden, Tuğrul Bey’e karşı isyan etmesi için, İbrahim Yınal’ın istediği mal, silah, para, hil’at ve unvan gibi şeyleri Fatımi hilafetinden temin etmem; buna karşılık isyan edip, Selçuklu tahtını ve topraklarını ele geçirmesi halinde Fatımilere itaat etmesi ve onlar adına hutbe okutması şartıyla, onunla anlaşma yapmak için bunları konuşmamı ve aracılık etmemi istiyor ve buna işaret ediliyordu”. Bu ifadeler, İbrahim Yınal isyanının ortaya çıkışına ve arka planına ışık tutmaktadır.
Yine el-Müeyyed’in Sire’sinde bu olayın cereyan edişi şöyle anlatılmaktadır: “İbrahim Yınal’ın elçisi, önce Balis’te bulunan Besasiri ve Kureyş’e gelmiş ve bu mektubun zahiri ve batını manalarının hepsini onlara anlatmış. Onlar da bunun üzerine, İbrahim Yınal’ın isteklerini bana iletmesi ve benimle görüşerek bunları temin etmemle ilgili karşılıklı anlaşma yapmak ve bunu kesinleştirmek için elçiyi, Haleb’e benim yanıma gönderdiler. Bu elçi, yolculuk şartları ve adetleri gereği sufi kılığında bana geldi. Akabinde elçi İbrahim’in mektubunun muhtevasını gizli ve açık bütün yönleriyle açıkladı ve her şeyi bana anlattı. Benden hüsn-ü kabul gördü ve olumlu cevap aldı. Daha sonra, ben de onun gibi sufi üslubunu kullanarak her şeyin gerçek yanını asıl maksadı ve uygulanacak planın her yönünü ayrı ayrı açıkladım (bir mektup yazdım), çok sevindi, kalbi mutmain oldu. Böylece İbrahim Yınal’ın Fatımi Hilafetinden istediği silah, mal, hilat ve unvan gibi şeyleri sağlayacağıma dair onunla bir anlaşma yaptım. Anlaşma metnini ya da senedini efendisine (İbrahim Yınal’a) götürmesi için kendisine verdim. Sonra bu elçi benim yanımdan ayrıldı, Besasiri ve Kureyş’e uğrayarak oradan Musul’daki efendisi İbrahim Yınal’ın yanına gitti.” Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, İbrahim Yınal’la Fatımilerin bölgedeki temsilcisi el-Müeyyed arasında dolaylı bir görüşme ve anlaşma gerçekleşmiştir. Bu da göstermektedir ki İbrahim Yınal isyanının tertibi ve ortaya çıkmasında Fatımi faktörü ve rolü kesinlik kazanmaktadır.
Söylediğimiz gibi Sünni kaynaklar bu konuya sadece işaretle yetinirken, Sıbt İbnu’l-Cevzî, verdiği tafsilatlı bilgilerle hem onları hem de Müeyyed’i teyit ediyor ve şunları anlatıyor: “Besasiri ve Mısır halifesi (el-Mustansır ya da onun veziri el-Yazuri) nin mektupları (el-Müeyyed vasıtasıyla olmalı), yahut da doğrudan Fatımi hilafetinden gelen bir kişi veya (girişim ve) mektup, Abbasi veziri İbn Müslime tarafından Bağdat’ta yakalanan bir casusun üzerinde ele geçirilir. Bu mektupta, İbrahim Yınal, Tuğrul Bey’e karşı isyana teşvik edilerek tek başına hükümdar olmaya tamahlandırılmakta ve kendisine Fatımilerin yardım ve desteği vaadedilmektedir. Ancak İbn Müslime, İbrahim’in yakınlığını ve kalbini kazanmak, dolayısıyla taşıdığı isyan niyetinden vaz geçirir düşüncesi ve umuduyla, söz konusu casusa veya İbrahim’in elçisine bir şey yapmaz ve onu serbest bırakır. Ama bu şahıs, hemen Musul’da bulunan İbrahim’in yanına giderek olanı biteni kendisine anlatır. Fatımilerin mektubunun İbn Müslime’nin eline geçtiğini öğrenen İbrahim Yınal ise bundan ötürü epeyce huzursuz olur ve canı sıkılır. (Belki de olan oldu, artık ok yaydan çıktı diyerek) Aynı gece isyan bayrağını açarak bu maksatla yanındaki askerlerle birlikte Musul’dan Hemedan’a hareket etti.” demektedir. Görüldüğü gibi Sıbt’ın bu rivayeti de yukarıda naklettiğimiz el-Müeyyed’in verdiği bilgileri adeta doğrulamaktadır. Tarihi kaynakların verdiği bu bilgilere göre, ister el-Müeyyed, ister Besasiri vasıtasıyla olsun, her halükarda, Fatımi hilafeti ile İbrahim Yınal arasında Tuğrul Bey’e karşı isyan hususunda işbirliği antlaşması yapılmıştı.
Naklettiğimiz üzere, kendisiyle Besasiri ve Fatımi Devleti arasındaki ilişkileri gösteren mektupların, Bağdat’ta Abbasi veziri İbn Müslime’nin eline geçmesiyle birlikte, artık iplerin koptuğuna ve İbrahim Yınal’ın isyan niyetiyle Musul’dan ayrılıp Cibal’e gittiğine dair haberler, Abbasi başkentinde çalkalanmış ve endişeli bekleyiş başlamıştı. Bu haberler üzerine Tuğrul Bey, derhal olayın doğruluğunu ve durumu tetkik etmek için, hemen Hadimu’l-Has Sav-Tekin’i hediyelerle birlikte Musul’a gönderdi ve İbrahim’i Bağdat’a çağırdı.
Sultanın vaki çağrısı üzerine İbrahim, Muharrem 450/Şubat 1058 sonu ya da Sefer 450/Mart 1058 başında Bağdat’a geldi. Ama Tuğrul Bey, onun hakkındaki bu söylentilerden ve ortaya çıkan tablodan oldukça kızgındı ve bu söylentilerin doğru olabileceğini düşünüyordu. Nitekim Sıbt’ın nakline göre, sultan; “İbrahim’e güvendim, Musul’u ona teslim ettim ancak o bütün bunlara rağmen isyan hazırlığı içindedir. Daha önce de isyan etti affettim. Ama bu defa isyanı gerçek olursa onu mutlaka cezalandıracağım.” diyerek hem kardeşine karşı kararlılığını ve kızgınlığını dile getiriyor hem de onun isyan edebilecek bir karakteri ve geçmişinin bulunduğuna işaret ediyor. Aslında sultan, onun isyanının bastırılmasının kendisi için zor olmayacağına inanıyor, ama yine de karşı karşıya olduğu durumun ciddiyeti ve hassasiyetinin bilincindeydi.
Nitekim sultan, “Şu an başımda yeteri kadar gaile var, bir de onun isyanı ile uğraşırsam, sizin (Abbasi hilafeti) burada korumasız ve yalnız kalmanız halinde, Şii-Fatımiler ile onun müttefiki Besasiri gibi düşmanlar bunu fırsat bilerek size karşı başarı kazanmalarından korkuyorum.” diyerek İbrahim’in isyanının yol açacağı hadiseleri tahmin ediyor ve olacaklardan endişeleniyordu.
Öte yandan bu sırada; Fatımi-Besasiri ittifakı ile İbrahim arasındaki antlaşmanın icabı, yahut da sultanın çağrısı üzerine, İbrahim’in Musul’dan ayrılıp Bağdat’a gelmesinden istifadeyle, el-Müeyyed, Besasiri-Fatımi güçlerini harekete geçmeleri hususunda durmadan teşvik ediyordu. Bu teşebbüsler sonucunda Besasiri ve Kureyş, Musul’un batısında kalan bölgeyi ele geçirmişler ve hatta orayı da kuşatma altına alıp, tehlikeli bir şekilde Selçuklu-Abbasi ittifakı aleyhine ilerlemesi üzerine, halifenin tavsiyesini de dikkate alan sultan, İbrahim’e hil’at ve hediyeler vererek onu taltif etti ve Bağdat’tan tekrar Musul’u korumak için gönderdi. Fakat o, belki de bilinçli olarak, isyan düşünce ve niyetini hayata geçirmek, ya da Fatımi ve Besasiri ile yaptığı işbirliği anlaşması icabı – kendi emellerine ulaşabilmek için Selçuklu düşmanlarına fırsat tanıdı- sultanın emrine uymayarak kendisine verilen görevi savsakladı, oyalandı durdu. İbrahim’in durumu kendisine ulaşınca, el- Kaim ve vezir İbn Müslime’nin engellemelerine rağmen, bizzat Sultanın kendisi, Recep 450/Eylül 1058’de Bağdad’tan Besasiri’nin kuşatması altındaki Musul’a hareket etti. Selçuklu ordusunun Musul’a gelmekte olduğunu öğrenen Besasiri ve müttefiki Kureyş, derhal kuşatmayı kaldırarak şehirden kaçtı. Tuğrul Bey de, burayı emniyete aldıktan sonra, daha fazla kalmadan hemen Nusaybin’e geçti.
İşte tam bu sıralarda İbrahim, Musul’dan hareket ederek, Ramazan 450/Kasım 1058’de maiyetindeki askerlerle Selçuklu payitahtını ve saltanat hazinelerini ele geçirmek için Irak’ı terk edip Hemedan’a gitti. Yine el-Müeyyed, Sire’sinde; “Ben Halep’te iken, İbrahim’in gönderdiği elçi sufi kılığında bana geldiğinde onunla bizim aramızda kararlaştırdığımız ve yaptığımız anlaşmanın ilk perdesi açılmıştı. Halbuki Tuğrul Bey, bu perdeyle birlikte büyük bir darbe yiyeceğini hissetmemişti bile. Çünkü İbrahim, aramızdaki anlaşma gereği, askerleriyle birlikte (Musul’dan) ayrılıp Cibal’e gitti. Fakat Tuğrul Bey, onun nereden ve hangi yolla nasıl gittiğini dahi fark edemedi” şeklindeki açıklamalarıyla bu isyanın başlangıcı ve seyri hakkındaki bilgisiyle olayı aydınlatmaktadır.
Bu haber Nusaybin’de kendisine ulaşınca Tuğrul Bey, zaten her an beklediği bu isyanı hem saltanatının ve Selçuklu Devleti’nin akıbetini tayin edebilecek, hatta devletini yıkabilecek kadar tehlikeli gördü ve hem de saltanatın İbrahim’in eline geçmesi halinde de uzun vadede Fatımi-Besasiri ittifakı karşısında korumasız kalacak Abbasi hilafeti ile Ehl-i Sünnet mezhebinin ve taraftarlarının varlığını da ciddi bir şekilde etkileyecek boyutta hissetti. Bu durumun vahametine, aciliyetine ve önemine binaen Sultan, derhal yanındaki askerlerin bir kısmıyla 13 ya da 14 Ramazan 450/3-5 Kasım 1058’de Hemedan’a gitmek üzere Nusaybin’den ayrıldı.
Anlaşıldığı kadarıyla Sultan, İbrahim’in isyanı ve muhtemel başarısıyla doğabilecek sonuçları çok iyi tahmin edip ileriyi görmüş ve onun kendisinden önce Hemedan’a varıp Selçuklu tahtını, devletin hazinelerini ve silahlarını ele geçirmesine mani olmak için süratle Nusaybin’den hareket ederek 20 veya 22 Ramazan 450/11,13 Kasım 1058’de İbrahim’den önce Hemedan’a ulaştı. Görüldüğü gibi Sultan, bir taraftan kendi saltanatını kurtarmak için çırpınırken, diğer taraftan Besasiri ve müttefikleri karşısında Abbasi hilafetini ve başkentini savunmasız bırakmamak için de, kuvvetlerinin bir kısmını ve vezir Amidi’l-Mülk el-Kündüri’yi, hanımı Altuncan Hatun’u ve üvey oğlu Enü Şirvan’ı Nusaybin’de bırakarak, onlara hemen Bağdat’a gitmelerini emretmişti. Bu emir gereği onlar da 4 Şevval 450/4 Kasım 1058’de Bağdat’a vardılar.
İbrahim’in isyanı nedeniyle, Sultan Irak’tan ayrılmış ve bölge kısmen Selçuklu askerinden arınmış, sonuçta Besasiri’nin önü açılmış ve hatta Bağdat’ı işgal için uygun bir fırsat da doğmuştu. İşte bu ortamı ve şartları, Fatımi hedefleri bakımından çok uygun bulan dâi el-Müeyyed, kendisiyle Mısır’a gitmek için Balis’te bekleyen Besasiri’ye: “Şu an senin derhal Rahbe’ye dönüp oraların işini kendi karargahından idare etmenin ve o bölgenin gelirlerini toplamanın tam zamanıdır. Gerçekten senin önüne çok büyük fırsat çıktı bu nimetin kıymetini bilmen gerekir. Ayrıca biz, sen orada bulunduğun ve mücadele ettiğin müddetçe, sana her sene çok mal göndeririz ve böylece sen de Rahbe’ye ilaveten daha bir çok bölgeyi alabilirsin, imkanların genişler, gücün daha da artar” diyerek, bu sözleriyle onu mücadeleye teşvik etmişti.
Irak’ta Besasiri-Fatımi cephesinde bunlar olurken, kardeşinden daha önce Hemedan’a varan Sultan, hazinelerine, tahtına ve silahlarına kavuştu ve onları korumak için gereken hazırlıkları yaptı. Ancak İbrahim Yınal da çok geçmeden 25 ya da 26 Ramazan 450/16,17 Kasım 1058’de Hemedan’a ulaştı ve derhal harekete geçerek, kendi askerleri ve zaten Sultana kırgınlık içinde olan Türkmen obalarından topladığı kuvvetlerle, yanında az bir asker bulunan Tuğrul Bey’le savaştı ve onu mağlup etti. Yenik düşen Sultan şehre kapandı, İbrahim de onu kuşattı. Selçuklu Sultanı, bu kuşatma altında en az üç ay kaldı ve çok müşkül durumlara düştü. Hatta onun öldüğü yolundaki haberler Bağdat’a kadar ulaştı. Bu kötü haberlerle Sultan’ın hayatından ümit kesildiği için, vezir el-Kündüri Selçuklu tahtına üvey oğlu Enü-Şirvan’ı geçirmeyi dahi düşündü. Fakat hem sultanın sağ olduğuna dair yeni haberlerin gelmesi, hem de hanımı Altuncan Hatun ile İnanç Bey ve Ömer adlı Selçuklu komutanlarının karşı çıkması üzerine bu teşebbüs akim kaldı. Tarihi kaynakların verdiği bilgilerden anlaşılan o ki, demek ki bir ara İbrahim karşısında Sultanın hiç kurtulma şansının olmadığı düşünüldü.
Diğer taraftan da gerçekten sultanın içinde bulunduğu durumdan kurtulması için mutlaka yardıma ihtiyacı vardı. Nitekim o da bütün mahsurlarına rağmen, hem Bağdat’ta bulunan Vezir el- Kündüri ve karısı Hatun’dan, hem de kardeşi Çağrı’nın Horasan’daki oğulları Kavurd, Yakuti ve Alparslan’dan yardım talebinde bulundu. Sultanın bu yardım çağrısı üzerine Hatun, zor durumda ve kuşatma altındaki kocasının imdadına koşmak için, Bağdat’ta kendi yanındaki Selçuklu askerleriyle derhal sefer hazırlıklarına başladı. Ama diğer taraftan, muhtemel Besasiri saldırısı karşısında Bağdat’ın savunmasız kalacağı ve Sultanın da öyle sanıldığı kadar kötü durumda olmadığı gibi gerekçelerle halife Kaim, vezir İbn Müslime, hatta Selçuklu veziri el-Kündüri Hatun’u bu fikrinden vazgeçirmek için çok uğraştılar. Onların amaçları Selçuklu askerinin Bağdat’ı boşaltıp şehrin savunmasız kalmasını önlemekti. Çünkü böyle bir durumda, halife ile vezir İbn Müslime, Besasiri’nin niyetlerini ve neler yapabileceğini gayet iyi biliyorlar bundan da oldukça endişe duyuyorlar ve korkuyorlardı. Kaldı ki, zaten Besasiri ve yandaşları o sırada Bağdat’a doğru hareket halindeydiler ve şehre girebilmek için Selçuklu askerlerinin Sultan’a yardım maksadıyla Bağdat’ı terk etmelerini dört gözle bekliyorlardı.
Bütün engellemelere rağmen Hatun, Selçuklu komutanları ve Selçuklu askerleri kuşatma altındaki Sultanı kurtarmak için yardım ulaştırmak gayesiyle Bağdat’tan ayrılıp Hemedan’a gitti. Doğudan Çağrı Bey’in oğulları Kavurd, Yakuti ve Alp Arslan’ın kuvvetlerinin, batıdan da, Hatun’un Bağdat’tan topladığı Selçuklu askerlerinin yardıma gelmesiyle, Sultan’ın ordusu güçlendi. Buna karşılık Ertaş’ın oğulları Mahmut ile Ahmet’in kuvvetleri İbrahim’in ordusuna katıldı. Böylece Sultanın lehine değişen kuvvet dengeleriyle, saltanat kavgasının talihi ve akıbeti değişti ve Rey önlerinde Heftat-Pulan’da (Bevlan) iki ordu arasında cereyan eden savaşta İbrahim yenilerek, Selçuklu tahtını elde etmek için giriştiği silahlı mücadeleyi kaybetti.
Görüldüğü gibi, İbrahim’in isyanı ciddi sonuçlar doğurmuştu. Bu isyanı bastırmak için, Tuğrul Bey ve ordusu Bağdat’ı, Irak’ı boşaltmış, böylece yaklaşık üç yıl boyunca bölgede, Abbasi hilafeti ve Sünnî İslâm lehine, Besasiri’ye ve onun şahsında Fatımilere karşı yürütülen Selçuklu askerî ve siyasî mücadelesi ne yazık ki sekteye uğramış; hatta Suriye fetihleri gecikmek zorunda kalmıştı. Hepsinden önemlisi bir Selçuklu şehzadesi, devletin takip ettiği Abbasi-Sünni yanlısı siyasete ve Selçuklu Devleti’nin menfaatlerine ihanet ederek Fatımilerin hedeflerine alet olmuştu. Dahası az kalsın bu isyan yüzünden cihan şümul devlet özelliğini kazanmış olan Selçuklu Devleti yıkılma tehlikesi yaşamıştı.
Bununla beraber diğer taraftan bu olaylar Selçuklu devletinin Batı siyasetinin bir parçası olan Abbasi yanlısı siyaseti ve Selçuklu-Abbasi münasebetleri bakımından çetin sınavlara vesile olmuştu. İşte bu durum ve ortaya çıkan sonuçlar çerçevesinde Sultan, kendisini bir yıl uğraştıran İbrahim’i hiç affetmedi ve 9 Cemaziyyülahir 450/23 Temmuz 1059’da kendi yayının kirişiyle boğdurarak öldürttü. İbrahim’e yardım ettikleri için Ertaş’ın iki oğlu da aynı şekilde cezalandırıldı.
Tuğrul Bey’in İbrahim’le uğraşmasını ve Selçuklu askerinin Irak’tan ayrılmasını, kendi hedefleri ve içinde bulundukları mücadeleyi kazanma açısından uygun bir fırsat olarak gören Besasiri ve müttefikleri 6 Zilkade 450/25 Aralık 1058’de Bağdat’a girerek şehri işgal ettiler ve Abbasi sarayını ele geçirerek, halife el-Kaim’i esir aldılar. Böylece Sünni Müslümanların dinî reisi durumundaki Abbasi halifesi bir yıl esaret hayatı yaşadığı gibi, Abbasi hilafeti de bir yıl ilga edildi. Yine Abbasi hilafet merkezi Bağdat’ta bir yıl boyunca Fatımi bayrağı dalgalandı ve onlar adına hutbe okutuldu. İbrahim Yınal’ın isyanının sağladığı avantajla Selçuklu-Abbasi ittifakı ile Besasiri-Fatımi ittifakı arasındaki söz konusu mücadelede üstün duruma geçen Besasiri, başarı kazanarak, Fatımiler adına Bağdat’ta bir yıl hüküm sürme imkanını buldu.
Tuğrul Bey kardeşinin isyanını bastırdıktan sonra, 5 Zilkade 451/13 Aralık 1059’da derhal Irak’a geri döndü ve Besasiri’nin hakimiyetine son vererek onu cezalandırdı. Ayrıca uyguladığı yoğun diplomatik temas ve baskılarla, esir olan el-Kaim’i sağ salim kurtarıp makamına iade etme gibi öteden beri yüklendiği Abbasi hilafetini koruma misyonunu fiilen bir kere daha gösterdi. Tuğrul Bey, bu gayret ve faaliyetleriyle Sünnî hilafeti yeniden ihya etmeyi başardı ve dolayısıyla Abbasi hilafetinin yıkılıp yok olmasına izin vermedi.
Anladığımız kadarıyla Selçuklu devleti ve onun başında bulunan Sultan Tuğrul Bey, ister siyasi, askeri menfaatleri gereği, ister inançları gereği ta başından beri uyguladıkları Abbasi-Ehl-i Sünnet yanlısı siyasetlerinden hiç sapmamış ve Abbasilerin düşmanlarına karşı var gücüyle siyasi ve askeri yönden mücadele ederek Sünni hilafetin devamına imkan sağlamıştır.
Üzerinde durmaya çalıştığımız gibi Selçuklu tarihinde ve İslam tarihinde cereyan eden bu hadiseler karşısında ortaya koyduğu faaliyetlerinden ötürü Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, haklı olarak tarihçilerin övgüsüne mazhar olmuş ve kendisine “Şahan şahu’l-muazzam”, “Melikü’l-Maşrık ve’l- Mağrib”, “Muhyi’l-İslam”, “Muhyi’l-Ehl-i Sünne”, “Halifü’l-İmam”, “Yeminü Hilafetillah”, Ehl-i Sünnet hamisi, Ehl-i Sünnet şampiyonu vb. gibi ünvanlar verilmiştir.
Ama ne var ki Selçuklu Sultanı’nın samimi, akıllı, istikrarlı, gerçekçi, planlı siyasetiyle dostluk, saygı ve tabilik, metbuluk çerçevesinde yürütülen Selçuklu-Abbasi münasebetlerinin, Abbasilere sağladığı destek, kazandırdığı avantajlar el-Kaim tarafından bazen göz ardı edildiği de bir gerçektir. Nitekim Tuğrul Bey’in halifenin kızıyla evlendiğinde karşılaştığı engeller ve soğukluk buna en iyi örnektir. Zira bu olayda halifenin tavrı, öteden beri olumlu şekilde devam eden Selçuklu-Abbasi ilişkilerine ve Tuğrul Bey’in yaptığı hizmet ve fedakarlıklara pek de uygun düştüğü söylenemez. Ama her şeye rağmen Tuğrul Bey’in vefatından (8 Ramazan 455/5 Eylül 1063 Cuma) sonra da genellikle Selçuklu-Abbasi münasebetleri yukarıdan beri vurgulamaya çalıştığımız çizgide devam ettiğini söylemek mümkündür.
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 639-658