Kendi dünyalarını sırtlarında taşımaya devam eden bir Yörük aşireti… Katarlanmış develerle göçe başlıyor, keçileriyle birlikte otlak peşinde koşuyorlar. Ne belirli bir yaylakları, ne belirli bir kışlakları var. Yaz kış yaşadıkları kıl çadırlarını kondurdukları yer, onlara ‘‘yurt’’ oluyor. Mezarlıkları bile yok, ölüm hangi dağ başında yakalarsa onlardan birini, oracıkta gömüyorlar… Göçerliği ısrarla sürdüren Sarıkeçililer, Toroslar’ı aşıp Anadolu’nun içlerindeki yaylalara uzanıyor, sonra oralardan Akdeniz’in ılık sahiline savrulup duruyorlar.
Doktorsuz, ebesiz dağ başında ağaçlara tutunarak doğurur Sarıkeçili kadınları. Sonra da bebekleri sırtlarına bağlayıp işlerini yürütürler. Çocuklarsa keçi ya da deve güder anneleri gibi. Akşam olunca da en önemli yaşam mekânları olan kara kıl çadıra çekilip gün boyu yanan ateşin etrafına toplanırlar. Ateşin kızıllığı, Emine Can ve kızlarının yüzünde bu katıksız doğal yaşamın sıcaklığı olarak yansır.
“Develer sunadır.
Koyun berber,
Keçi çerçidir,
At server…”
Yörükler, atalar sözleri ile hayatlarını düzenlemeyi, deyişler, manilerle renklendirmeyi pek sever. Ama mani deyip geçmemek gerek; her mani, her deyiş binlerce yıldır sürdürdükleri o çok zor hayatın bir gerçeğine tekabül eder, bir bilinmezine ışık tutar.
Eğer bir Yörüğe yukarıdaki deyişin ne anlama geldiğini sorarsanız, bilmece yanıtlar gibi arka arkaya sıralar:
”Deve başını kaldırmadan yiyemediği için sunaya, koyun merada santim şaşmadan bidüziye otları biçtiği için berbere, keçi şuradan buradan çöplendiği için çerçiye, at ise hayvanların yiğidi olduğu için servere (ulu, yüce) benzer. Başka bir şey değil.”
Deve, koyun, keçi, at… İşte göçebeliğin temel unsurları. Çoktan sonu gelmiş bir hayat tarzının, bugünün karşısında tutunamayan göçebe geçmişin simgeleri…
Asırlar önce ‘Evlad-ı Fatihan’ namıyla Avrupa’ya yürüyen ve gözlerinin göremeyeceği kadar toprağın efendisi olan göçebelerden geriye ne kaldı? Giderek daha az şey. Bir kısmı yazları yaylalara çıksa da çoğu yerleşik. Yerleşmeye direnenlerin sayısı ise çok az. Onlar da şimdi bir çadırlık düzlüğü mumla arıyor Anadolu’da.
Sarıkeçililer, Mut yakınlarında. Daha günlerce sürecek yolculuğun son durağı kışı geçirmek üzere çadırlarını kuracakları Gülnar olacak.
Sarıkeçililer… Kendi dünyalarını sırtlarında taşımaya devam eden bir Yörük aşiretinin son göçerleri… Ana baba, oğul, kız kısrak, hörgücüne kıl çadır, ala çuval yerleştirilen katarlanmış develer ve birkaç yüz keçisiyle Toroslar’ın mor vadilerinin kuytusundan, karanlık uçurumlarından aydınlığa, dağların sivri doruklarındaki yaylalara, oradan Akdeniz’in ılık sahiline savrulup duruyorlar. Kışlakları da yaylakları gibi sürekli değişiyor: Köylerin, kasabaların kıyısında kıl çadırlarında yaşıyor, yaz gelince ‘şurdan burdan çöplenen keçi’lerinin peşinde Toroslar’a vuruyorlar. Karaman’a kona göçe ulaşıyorlar. Sonbahar kışa gebe kalınca da yılın ikinci ve son büyük göçünü başlatıp bu kez yeni bir kışlak bulmak üzere geriye, Akdeniz kıyılarına dönüyorlar.
İşte tam bu sıradaydı, ikinci göç başlamıştı ve dağların sarp yamaçlarına vurmadan yakalamak istiyorduk onları. Yol göstericimiz de bir Sarıkeçili: Kerim Yagal, yerleşik, Karaman’da yaşıyor. Buluşur buluşmaz yola çıkıyoruz. ‘Vakit kaybetmemeliyiz’ diyor Kerim Yagal, ‘yarın nerede olacakları belli olmaz, çok ararız sonra’. Konya’nın Güneysınırı ilçesinden Toros Dağları’nın hafif kabarmış kuzey eteklerine sokuluyoruz.
Göğün mavisi lekesiz. Bol güneş, bol sıcak var. Oraya buraya dağılmış bodur meşeler arasında onları görüyoruz. Yaklaşık 400 metre arayla yedi ayrı yere, yedi Yörük ailesi, yedi kara kıl çadır kondurmuş. Rehberimizin adaşı Kerim’in, Kuzulu Hasan’ın, Sarı Musa’nın, Akış Mehmet’in ve daha aşağıdaki Çavuş Ramazan’ın çadırlarından sonra, Cafer’in ‘yurt’una varmadan, Pehlivan lakaplı Mehmet Can’a konuk oluyoruz. Eskiden birkaç kez tuttuğu güreşten sonra Pehlivan lakabını almış Mehmet Can. Çadırın toprak zemini ‘yazgı çulu’ denilen kara kıl sergilerle kaplanmış. Onun üzerine örtülen beyaz keçeye oturup çuvallara yaslanıyoruz. Keçenin üzerindeki motifler gök mavisi, alev kırmızısı ve yosun yeşiliyle canlanmış. Gün ışığı kıl çadırın deliklerinden binlerce parçaya bölünerek dökülüyor içeri. Delikler buğday tanesi büyüklüğünde. Ne üşüyoruz, ne terliyoruz.
Sonbahar gelmiş ve kışlaklara doğru göç başlamış. Deli lakaplı Bekir Bacak ve Razaman Bacak’ın, Akış Mehmet’in ve Pehlivan Mehmet’in katarları bir sıra olmuş. Tüm yükleri ve yaz boyunca ürettikleri yağ, peynir develerin sırtında. Katarın başını Pehlivan Mehmet’in karısı Emine çekiyor.
Ağaçtan yapılmış beş direk, kıl çadırı iyice germiş. Ortasındaki sivri yükseklik deve hörgücünü andırıyor. Diğer Yörük aşiretleriyle karşılaştırıldığında Sarıkeçililerin alamet-i farikasıdır dikilen beş direk. Öteki aşiretlerin çadırları üç direkli. Yörükler, türbe ve kubbe biçimindeki ak keçeli çadırda yaşıyordu eskiden. Adı da ‘topak ev’di. Ama zamanla sahipsiz bir karış toprak bulunmaz. Ege ve Akdeniz bölgelerindeki dağlara sığındıklarında koyun yerine ondan daha dayanıklı keçi beslemek zorunda kalırlar. Böylece ak keçe çadır, kara kıl çadıra dönüşür. Sarıkeçililer ‘ev’ diyor kıl çadıra. Pehlivan Mehmet’in evinin hemen aşağısındaki çukurda oynayan iki kız çocuğu sessizce gelip dikildi karşımıza. Utangaç bakışlarla beni tanımaya, ne yaptığımı anlamaya çalışıyorlar. Tıpkı birden, çadırın bir köşesinde belirip meraklı nazarlarla tepeden tırnağa beni süzen, sonra da kayboluveren nineleri Emine Gök ve çadırın büyük kızı Havva gibi. Ortalıkta başkaca kimse görünmüyor. Akşamın alaca karanlığında Sinan keçileri, Hasibe’yle küçüğü Dürdane de develeri yaylımdan getiriyor. Sinan göç boyunca keçileri dağlardan tepelerden geçirir, kışlaklarına varana kadar bütün Toroslar’dan aşırır.
Bu büyük göç eylül ve ekim aylarında yapılır. Tekrar Seydişehir, Beyşehir, Karaman çevresindeki yaylalara iki aylık yolculuklarının başlama tarihi olan mayıs ayına kadar kışlaklarda kalırlar. Kışlaklara kıl çadır kurar Sarıkeçililer ve her yıl kışlak yerleri değişir. Çadır başına 300-400 milyon ortalama kışlak parası verirler kıyısına konakladıkları köyün muhtarına.
Kara kıl çadırdaki yaşam, altı insanın ihtiyacını altı deve yüküne sığdırmış. Cümle varlıkları hepsi topu topu dokuz çuval, yedi yorgan ve yastık, birkaç keçe, iki heybe, dört beş tencere ve plastik leğen, bir sacayağı, bir krema (süt) makinesinden ibaret. Bir de 230 kadar keçi ve yavrularıyla birlikte dokuz deve. Onlarla yaşadığım dokuz on günde her ailenin üç aşağı beş yukarı aynı şeylere sahip olduğunu gördüm. Zenginliğin alameti sahip olunan yaklaşık 30 devedir. Bu katıksız hayatın doğal sessizliğine, iki pilli el fenerinin ışığı, radyodan yayılan cızırtılı müzik ve süt makinesinin gürültüsüyle arada bir sürtünüyor teknoloji.
Yörük kadını çuvalları ıstar adlı tezgâhta dokuyor. Hem de üç çeşit: ala, kara ve ak çuval. Kara çuvala keçi kılı, koyun yünü, ak çuvala yiyecekler, ala çuvala da allı güllü giyecekler konuyor. Bir anlamı olmalı ala çuvalı baştan aşağı desenleyen geometrik yanışların (motiflerin). Mehmet Amca renk cenneti yanışlarda bir yabancının bakıp da göremediği sırları söylüyor. ‘Bunları, birkaç yaşlı Yörükten başka bilen çıkmaz’ diyor. Yaşamlarındaki ayrıntıları nakışlara sığdırmışlar. Yan yana, alta alta işlenen onlarca koç boynuzu. Çuvalın uzun kenarına yukarıdan aşağıya sıralanmış. Emine Yenge ve kızlarının boğazlarına taktıkları irili ufaklı, süslü püslü boncukların beyaz renklileri kat kat enine halkalanmış. Bir hallacın yayını geren ucu sivri çengelli yaybaşının yanışı her boncuk halkasının üstüne nakşedilmiş.
Toroslar’daki otun, ağacın, kurdun kuşun, börtü böceğin, yerin göğün, güneşin doğuşu ve batışının, yıldızların, rüzgârın ve fırtınanın sırrına ermişler. Hemen her tabiat olayı geleceğe dair bir şeyleri anlatıyor. Bunu görüyor, duyuyor, tenleriyle hissediyorlar.
Karaman, Seydişehir, Beyşehir yörelerinde yaylayan Sarıkeçililerin yolları ara sıra Mut-Silifke karayolunda olduğu gibi asfaltla kesişiyor.
Alagöz Tepesi’nin kuzeyindeki sırtlardan güneş doğmadan bir kızıllık peydahlanırsa, sabahleyin dağlar terleyip de ıslanırsa, yaz gecesinde yıldızlar kuvvetlice şavkırsa ve eylülde kuyruklu yıldız doğarsa kışın karlı, fırtınalı olacağına inanır Yörükler.
Yaylalara doğru göçün başladığı mayıs ayının altısına tarihlenen Hıdırellez, Yörükler için yazın başlangıcıdır. Göçmekte gecikenlerin develeri yıldızları takip ederek yaylalara kaçıyormuş. Mehmet Amca öyle söylüyor. Önümüzdeki kışı da yorumluyor ardından.
‘Davarların yatışına bakarsın. Hiçbir şey yokken üşümüş gibi birbirlerine sokulurlar. Ota fazla yüklenirler. Bunlar, kışın çok olacağına işarettir. Şimdi davarlar sokularak yatıyor. Zannedersem kış sert geçecek.’
Güneşin ve ayın çevresindeki bulutların durumu, solucanların toprağın üstüne çıkması, tavukların bitlenmesi, eşeğin kulaklarını sallaması, ağaçların yaprağının tepeden ya da dibinden dökülmesi ve daha birçok olay… Yörükler için bunların tümü iklimsel değişimlerin göstergesi.
İnanışlar bunlarla da sınırlı değil. Günlere bile özellik yüklenir; yapılacak işler bu özelliklere göre belirlenir. Örneğin biçki biçmek, çamaşır yıkamak gibi işler pazar, pazartesi, çarşamba, perşembe günlerinde yapılırsa iyi sayılır. Cuma ise yolculuk günüdür. ‘Perşembe günü tırnak kesenin, traş olanın dini artar. Cuma günü tırnak kesenin, traş olanınsa malı artar.’ Binlerce yıllık bir geleneğin, tükenen göçebe yaşam tarzının orada burada kendini gösteren işaretleri bunlar.
Aylar, mevsimler ve yıllar da bu işaretlere ya da yaşanan deneyimlere göre uğurlu ya da uğursuz sayılıyor. Ortalığı kasıp kavuran fırtınalar eğer bir Yörüğün canını almışsa ölenin adı o döneme veriliyor. Apıl’ın Kışı’nda olduğu gibi. Rivayete göre günlerden bir gün, bir fırtına patlamış. Kasıp kavurmuş ortalığı. Apıl adlı bir çocuğu ve anasını bu dünyadan göçürmüş. Bu fırtınalı dönemin adı o günden bu yana ‘Apıl’ın Kışı’ diye bilinegelmiş. Fırtına ve rüzgârın uğursuzluğuna, Yörüklerin ataları Orta Asya Türklerinin Şamanizm inancında da rastlanır. Yakutlar, Altaylılar ve diğer Türk aşiretlerinde, rüzgârın hastalık taşıdığına inanılırdı.
Fırtınalar, hastalananlar ve ölenler… Eksilen her cana karşılık dünyaya yeni gelenler… Onları dağ başında doğurup neslin devamını sağlayanlar… Bunlar Kerim’in Gümüş’ü, Cafer’in Emine Ana’sı, Ramazan’ın Ayşesi, Mehmet Amca’nın Emine’si ve Seydişehir, Beyşehir ve Karaman çevresindeki Yörük kadınları. Gül yüzlü ve utangaç kadınlar. İlk birkaç günde Emine Yenge’yle, kızları ve diğerleriyle konuşmak pek mümkün olmuyor. Rüzgârsız bir ağaç kadar sessizler. Bu çekingenlik karşısında kendimi bazen çadır sahibi gibi hissediyorum. Onları da misafir. Akşam olup da çadırda laflarken odun ateşinin yanına çömeliyorlar. Ateşin titreyen kızıllığı gözbebeklerine vuruyor. Yüzlerinde parlayıp kırmızı eteklerinde yaldızlanıyor. Ramazan’ın karısı Ayşe de kimi akşam gelip çöküveriyor bir köşeye. Ara sıra kıkırdaşıp elleriyle yüzlerini kapayarak gülüşüyorlar.
Pehlivan Mehmet, ‘Bunlar cahildir. Hep dağda yaşadıkları, fazla insan görmedikleri için böyleler’ diyor.
Göç sırasında keçi yavruları ya da ayakları kırılan keçiler, katarın başında giden eşeklerle taşınır. Bekir Bacak’ın kızı Hatice de keçilerle ilgilenmeyi, onları beslemeyi iş edinmiş kendine.
Aradan bir hafta geçince, utangaç gülüşlerin yerini yavaş yavaş kelimeler alıyor. Kelimeler çoğalıyor. Bir gün çadırda otururken Emine Yenge’yle altıncı çocuğuna gebe kalan küçük yeşil gözlü Ayşe’ye Yörük kadınının nasıl doğurduğunu biraz da çekinerek soruyorum.
‘Doğumu ebe mi yaptırıyor?’
İkisi de gülüyor. Göz göze geliyorlar. Utanıyorlar. Boğuk sesiyle bir şeyler söylüyor Emine Yenge:
‘Kim doğurtturacak!..’ Dışarıdaki ardıç ve meşe ağaçlarını göstererek, ‘Bak. Hep şo ağaçlar ebedir. Dağ başında, sürü güderken doğururuz. Ormanın, çalıların arasında, devenin, davarın yanında onlar gibi sessizce kuzularız’ diyor. Doğurtturan ağaçlar… Bunun yalnızca nesiller ötesini anlatan Dede Korkut hikâyelerinde yaşanıp kaldığını sanıyordum. Uygur Türklerinin türeyiş efsanesini hatırlatıyor bu bana. Ağaçlar, efsaneye göre şimdiki gibi ebe değil, doğuran kutlu bir varlık. Hakanların onlardan türediğine inanılır. Dede Korkut, Uruz oğlu Basat Han’ın, ‘Atam adın sorar olsan Kaba Ağaç, anam adın der isen Kağan Aslan, benim adım sorarısan Uruz oğlu Basat’tır’ dediğini anlatır.
Çadırın kalabalığına eklenen her acar Yörük doğumun hemen ertesinde, kirmen eğirerek sürüyü güden anasının sırtına bağlanıyor. Aldığı ilk nefesler keçilerinkine karışıyor. Ya sonrası? Emine Yenge anlatıyor.
‘Icık büyüdüğünde, bir yaşına değdiğinde belinden çadırın direğine uzunca bir iple bağlarız. Ta üç dört yaşına kadar. Davar gütmeye, su getirmeye gideriz. Bazen akşama kadar bağda kalır. Ağlarsa bir gelesiye uyur. Yaykanacaksa yaykarız. Acıktıysa doyururuz.’
Anasının yanında ezilip büzülen Dürdane, gülerek söze giriyor: ‘Anam bizi köpek gibi bağlardı.’
Yörük kadını, çocuk güzel olsun ister. Bunun için bellerinden bağlamadan önce çocukların kafasına ‘çelme çeler’. Bebeğin kafası yuvarlak ve güzel olsun diye. Kırkı çıkana kadar bezlerde sarılı kalır kafası. Bunun olabilirliğini Pehlivan Mehmet’in dört beş yaşlarındaki küçük ve yuvarlak kafalı kız torunlarında gördüm.
Çoğunlukla okula gitmiyor çocuklar ya da ilkokuldan sonra dağlara dönüyorlar. Zorunlu bir dönüş bu. Develeri, keçileri kim güdecek yoksa? Yörüklerin üreme düşüncesinin asıl çıkış noktası burada. Pehlivan Mehmet’in söylediği gibi, ‘Horantalar (aile bireyleri) çok olmalı’.
Bir sabah, güneş doğarken sürüyü yaymaya çıkaran Sinan’ın peşine takıldım. Hayvanları bir tepeciğin arkasındaki insan boyunu aşan meşeliğe soktu Sinan. Sarıkeçililer ve diğer Yörük aşiretlerinin kara tarlasıdır kara keçiler. Bu hayvanın yılda bir kez kırkılan kılı çadır olup üstlerine gerilir, soğuktan, yağmurdan, rüzgârdan esirger. Çul olup altlarına serilir. Eşyaları yüklenen çuval, su tuluklarını taşıyan heybe olur. Kokmayan sütü yoğurt, kaymak, ayran olup sofrayı bereketlendirir; peynir olup şehirlerde satılır. Derisi tuluk olup içilecek suyu depolar, peyniri zulalar. Her yıl satılan otuz kırk kadar keçinin parası, Yörüğün bükülen belinin dayanağı olur.
Sinan keçilerle konuşuyor. Ben de Sinan’la.
‘Keçi başka sürüye karışırsa onu nasıl tanırsın?’
‘Hep güdüyom ya. İnlerinden tanırım. Kulaklarını keserek yaptığımız işarete ‘in’ denir. Her sürünün ini ayrı.’
Keçilere bir de isim takmışlar. Pehlivan Mehmet bunu ayrıntısıyla anlatmıştı bana. Keçiye, henüz kuzulamadan isim koymak gerekirmiş. Bir ad verilmemişse kuzuladıktan sonra çağırırsan gelmezmiş. Bu isimleri Sinan da biliyor. Sağa sola dağılmış keçileri deyneğiyle göstererek, ‘Şunun adı Çomulu, şunun adı Sakar, bu Akkız. Keçi sürüden ayrılıp oraya mı gitti? Adını çağırırsan şöyle bir dönüp bakar, meler. Anlar.’ diyor.
Bu kez ‘şehirde yaşamak ister miydin?’ diye soruyorum Sinan’a.
‘Biz şehre havas etmeyiz.’
‘Niye?’
‘Bize gelmez. Duramayız. Kapalı, baskın gelir. Evleri sıktır. Yel almaz.’
Yörüklerde delikanlılar, alımlı genç kızlar keçi otlatırken birbirlerine gönül indiriyor. Evliliğin harcı orada karılıyor. Her defasında kız kaçırma düğün yapmaya yeğleniyor. Söz açılınca kız kaçırmadan, gülüyor Sinan. Kafasına koymuş o da. Kaçıracak kızı. Babasının anasını kaçırdığı gibi.
‘Kızla böyle davar güderken görüşürsün. Tenha yerde buluşursun. Kimse olmadığı zaman kızın çadırına varırsın. Vermezlerse ben de kaçırırım. Bu, düğünden iyi olur. Kaçırıverirsin. Hemen dini nikâh kıyarsın. Bir milyar lira başlık parası verirsin. Kızın en güzel çeyizlik hediyesi de ala çuvaldır.’
‘Bir Yörük erkeğinin evleneceği kız nasıl olmalı?’
‘İşi iyi olsun. Ekmek atsın, çay pişirsin. Köylüleri almayız, bize gelmez.’
Yörüklerin sadece yüklerini değil, kültürlerini de taşır develer tek hörgücünde. Akdeniz’den Karaman, Seydişehir, Beyşehir’e ve buralardan tekrar aynı yıl içinde Akdeniz sahiline. Karaman’ın batısından kona göçe kışlaklarına doğru giden Sarıkeçililerin en önemli zenginliği develerin besin kaynaklarından biri de ağaç dalları.
Evlilik için ana babasının rızasını alamayan oğlan ve kız, onların, ‘Yandığı yerde sönsün, kendi çilesini kendi çeksin’ ahına katlanır çaresizce.
Ertesi günün sabahında önce Kerim, kalkıp göç eyledi batıya. Öğleyin Gürağaç köyünün sınırlarındaki bir tepeliğin koyağına konduruverdi çadırı. Dört beş gün sonra da Pehlivan Mehmet, Çavuş Ramazan, Akış Mehmet ve Cafer yüklediler yatak yorganlarını, çuvallarını, çadırlarını develerine. Yarım günlük bir yolculuktan sonra, Karagüney köyünün içinden köylülerin meraklı bakışları altında, yakındaki bir düzlüğe kurdular çadırları. Belki birkaç gün kalacaklar, belki de hemen gidecekler. Kendileri de bilmiyor. Köylülerin inisiyatifine kalmış. Daha sonra Mehmet Can ve Çavuş Ramazan, onları kışlaklarına kadar takip eden fotoğrafçı arkadaşım Ayaz’ın verdiği bilgiye göre, Aydıncık ve Gülnar bölgelerinden kışlaklar kiralamışlar. Mut yakınlarında doğum sancısıyla kıvranan Ayşe’yi de Karaman’daki bir hastaneye Ayaz kendi aracıyla yetiştirmiş. Bir kızı olmuş Ayşe’nin. Ertesi gün sırtına sarıp çocuğu, göç katarını hazırlamış. Yörüklüğü en gerçekçi ve en bakir haliyle yaşayan Toroslar’ın son göçebeleri Sarıkeçili Yörükleri, gelecek mayıs ayında başlayacak göçü özlemişler şimdiden…
Atlas Şubat 1999, sayı: 71
Atlas dergisine ve bu yazıya yer veren son.altaylı.net sitesine teşekkür ederiz.
TAKANOBASI
Bir YÖRÜK Ailesi