Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Tarihin Barışmaz Düşmanları

0 14.347

Hüseyin Nihâl ATSIZ

Komünizm, artık bütün dünya ve bilhassa bizim için iktisâdi bir fikir veya toplumsal bir düzen olmaktan çıkmıştır. Komünizm bugün, yalnız Moskofçuluk demektir. (O tarihlerde (1950) henüz Maoculuk vs. yoktu) Fransız ve İtalyan komünist partileri şeflerinden Pilipin komünist liderine kadar hepsinin, kendi vatanları aleyhinde en utanmaz ve iğrenç bir dille söyledikleri “Kızılordu memleketimize girerse onunla birleşiriz” sözü, komünistin bir fikir veya parti adamı değil, Moskova ajanı, Rus casusu ve Moskofçu olduğunu ispata yeter. Tarihin hiçbir çağında insan rûhunun bu kadar sefilleştiği ve bu kadar çok vatan hâininin çıktığı görülmemiştir.

Komünizm, rûh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir Moskof emperyalizmidir. Hırslarına sınır bulunmayan, Akdeniz’e, Atlas’a, Hint Okyanusu’na çıkmak isteyen, bütün dünyayı elde etmek hülyası ardından koşan kaba ve Moskof’a yakışan bir emperyalizm… Bütün bu doymak bilmez hırsın dayanağı da dünyaya toplumsal adâlet götürmek efsânesi…

Geri ve kaba İslav’ın en aşağılık kolu olan Moskof, dünyaya medeniyet ve adâlet götürecek!.. Yıllardan beri açlar ve mahpusların yeri olan Moskofistan, dünyaya önderlik edecek ve insanlığı edebî mutluluğa kavuşturacak!…

Bu muhteşem fantaziye gafletle inananlar olduğu gibi, gizli maksatla herkesi inandırmak isteyenler de çıkıyor. Moskof’un dostluğuna inanlarla, Kurtuluş Savaşı başında bize karşı, kendi çıkarı icabı gösterdiği dostluğu(!) başımıza kakanlardan daima şüphe edeceğiz. Yıllarca devam eden bir tarihin en açık ve su götürmez gerçeklerine göz yumarak Kurtuluş Savaşı başındaki kısa, geçici bir ânı “Büyük gerçek” diye göstermek isteyenlerden şüphe etmezsek, tarih bizden şüphe eder. Türk soyu ile Moskof sürüsünün damarlarına kadar işlemiş düşmanlığı, yirmi beş yıllık hâin propaganda ile sindik sananlar, millet önünde konuşmak şerefini ebediyen kaybederler. Milletin, Moskof dostluğu terânesine karşı gösterdiği soğuk, fakat manalı susmayı, “kabul” sayanlar, ancak düşünce hastası zavallılardır.

Bazı dışişleri bakanları, siyasî nezâket gereği “iki millet arasındaki geleneksel dostluk”tan bahsedebilirler veya Moskof’a karşı gerçekten dostluk besleyebilirler. Fakat, ocakları Moskof düşmanlığı hatıraları ile canlı insanlar, buna inanmaz, aldırmaz, böyle bir dostluğu dinlemezler.

Tarihini, jeopolitiğin ve mukkaderâtın düşman yaptığı Türklükle Moskofluk, hiçbir zaman barışmayacak ve bu “kırankırana döğüş” kesin, sonuç elde edilinceye kadar sürüp gidecektir. Nasıl barışabiliriz ki, Yaradan bizi zıt yaratmış, tarih bizi düşman yetiştirmiş, coğrafya bizi toprağa çarpışsınlar diye yerleştirmiş.

Biz, başkalarının bile benimsediği şanlı millî adımızı taşırken, onlar, kendilerini idâre etmek üzere çağırıp başlarına geçirdikleri Norman “Rus” boyunun adını almıştır. Soyumuzun ve milletimizin adı olan “Türk”ün mânâsı “kuvvet” veya “medeni = türeli” demekken, onların milli adı Islav’ın kendi dillerindeki anlamı “köle” dir. Biz Tanrı Dağlarında doğduk. Onlar Pripet bataklıklarından fırladılar.

Biz, insanlığın tarihine ve fikir dünyasına Aristo’dan sonra “ikinci öğretmen” olarak kabul edilen Fârâbî’yi verdik. Onlar ancak Korkunç İvan’ları, Deli Petro’ları yetiştirdiler.

Moskofla dostluk yapılabileceğini sananlar, geçmişe dikkatli bir göz atmalıdır. Bizim onlarla 1798 ve 1833’te yapılmış iki ittifakımız daha vardır. Bu ittifâklar ve ittifâk andlaşmalarındaki “edebi ve sarsılmaz dostluk” vaitleri, daha sonra kanlı boğuşmaları önleyebildi mi? Altın Ordu ve Türkistan Türklerinin Ruslarla olan uzun düşmanlık tarihini bir yana bırakıp yalnız Osmanlı Türklerini alalım. 14 savaşın yığdığı düşmanlık yükünü atmaya imkân var mı?

Osmanlı Türklerinin Moskoflarla münasebeti 1495’te, onların gönderdiği elçiyle başladı ve 1667 tarihine kadar bizim ancak 9 kere elçi yollamamıza karşılık onların 38 kere göndermeleriyle dâimileşti. İlk savaşımız 1639’da yapıldı ve 1917’de, biten son savaşla beraber 1639, 1641-1642, 1646, 1677, 1686-1699, 1710-1713, 1736-1739, 1768-1774, 1787-1792, 1806-1812, 1827-1829, 1853-1856, 1877-1878, 1914-1917 tarihlerinde olmak üzere bu savaşlar 14 kere tekrarlandı. 1639-1917 arasındaki 278 yılda yapılan bu 14 savaşın hepsi 49 yıl sürmüştür. Yani 19 yılda bir savaş! Dünya tarihinin son üç yüzyılda, başka iki millet gösterilemez ki, 19 yılda bir çarpışmış olsunlar.

Bu çarpışmalar, bu şehit vermeler Anadolu’nun taşını, toprağını Moskof düşmanlığı ile yuğurup taşırdı. Türk milleti ile Moskof sürüsü, tarihin barışmaz iki düşmanı hâline geldi. Biz, Anadolu’nun kuzey kıyılarına gelen yıkıcı poyraza “Moskof rüzgârı” dedik. Onlar, Ukrayna’nın güneyine saldıran yıkıcı lodosa “Türk dalgası” dediler. Türk kelimesinin Moskof halk dilindeki mecâzî mânâsını bilmiyorum, fakat Türkçe’de Moskof “hain, kötü” anlamını aldı.

Hayat var oldukça her şey zıddı ile anlaşılmakta devam edecektir. Ölümsüz hayat olmayacağı gibi, kin olmadan da sevgi olamayacaktır. Büyük insanlık hamleleri yapmak, millî ülküler ardında mı koşmak istiyorsunuz, sevginin yanına mutlaka nefreti de koyacaksınız. Türklerin millî ülküsünden mi bahsediyorsunuz, “Türk’e sevgi”nin yanında, “Moskof’a kin”i de yerleştirmeye mecbursunuz. Türk’ü sevmek demenin Moskof’a düşmanlık demek olduğunu, Türklüğe tapmanın içinde Moskof’a kinin de yer alacağını bilmek için derin bilgiye ve düşünceye lüzum yoktur. Tarihe ve haritaya bakmak yeter.

Moskofçuluk, bütün dünyada gidebileceği en ileri sınırlara kadar gittikten sonra artık gerilemeye başlamıştır. Medeni bir dünyada, bu çılgınlık ve ahlâksızlık dini zaten daha çok ilgi bulamazdı. Tam demokratça seçim yapan ülkelerin meclislerindeki komünist sayısına bakmak, dünyadaki fikri ve ahlâki sefâletin azalmakta olduğunu gösterir. Toplumsal yapısı çok sağlam olan İrlanda, İngiltere ve Amerika’da bir tek komünist milletvekili yoktur. Toplumsal yapıları çürük olan Fransa ve İtalya’da ise, meclislerin aşağı yukarı üçte birini komünistler meydana getiriyor. İkinci Dünya Savaşı’nda her iki taraftan da ilk nakavt olan büyüklerin “Latin hemşireler” olması, bir tesadüf değildir.

“Aramızda savaş olursa Ruslara silah çekmeyiz”, “babama söv, fakat Stalin’e bir şey söyleme” diyenlerini kulağımızla işittiğimiz bu fikir sapıklarının, günün birinde doğru yola geleceklerini sanmak ve başkalarına telkin etmek, ihanettir.

Moskofçulara müsâmaha mı? Asla! Müsâmaha şuurlu bir gaflettir ve şuurlu olduğu için de gafletten çok ihânete yakındır. Moskofçuların niçin resmi görevlere alındığını sorduğumuz zaman : “Artık tövbekar oldular” diye cevap veriyorlar, inanmak doğru değil dediğimiz zamanda “Vatan çocuklarını kaybedemeyiz” vecizesiyle mukâbele ediyorlardı. Ah, bu tövbekar fahişeleri, ailenin “Harim-i İsmeti”ne sokan büyük hoşgörü!… Ah bu safça inanış veya umursamayış! Tövbekar olmuş vatan çocuğu (!) Sabahattin Âli’nin âkıbetini gördüler. Üç ay hapse girmemek için Bulgaristan’a kaçıyordu. Marksist düşünceli, fakat vatansever (!) bir Türk (!) şâiri (!) diye kampanya açılarak ve başta büyük vatansever insan (!) Ali Fuat Başgil’inki olmak üzere imzalar toplanarak hapisten çıkarılan Nazım Hikmet’in hemen Rusya’ya kaçarak ve Lehçe bir soyadı alarak geberinceye kadar Türkiye aleyhinde “Bizim Radyo”dan neler söylediği, elbette unutulmamıştır.

Bu yurtta, Moskofçuluğu alabildiğine koruyanlardan, yıllarca: “Batı medeniyetine girdik, onları geçtik, onlara örnek olacağız” diye terâneler dinledik. Bize: “Avrupa’nın sınırları Kars’ta biter” diye deli saçmaları söylediler. Ama, Avrupa, yani Batı, yani onların deyimiyle “akıl ve ilim” komünistliği tepelerken, onlar Moskofçuluğu Meclis’e kabineye soktular ve Türkçülüğün kökünü kazımak için de en bayağı ve alçakça iftiralarla görülmemiş bir haçlı seferi açtılar. Batıyı taklit ederken yalnız yol, okul ve fabrikaya değil, daha çok balo ve kokteyl partileri yurdumuza soktular. Moskofçulukla savaşa gelince, onun arkadan gelmesini istediler.

Tehlike olmadığını millete zorla kabul ettirmek istedikleri komünizm, Amerika’dan atomun sırrını çaldığı gibi, Türkiye’de de, Adana’daki Köy Enstitüsünde Türk bayrağını lağıma atacak kadar ileri gitti. 1948’de Milli Eğitim Bakanlığı binası ile Güzel Sanatlar Akademisi’ni kül ettiği gibi, 1949’un 11 şubatında Amasya’daki askerî un fabrikasını, 2 martında Nuri Paşa’nın İstanbul’daki silah fabrikasını, 10 martında Çatalca’nın Dağ Yenicesi’ndeki cephâneliği, 13 martında İslâhiye Askerlik Şubesi subay mahfelini, 26 martında Harp Akademisi’nin birinci kat döşemesini, 2 nisanda Millî Eğitim Basımevi’nin bir kısmı ile Tekirdağ Hükümet Dairesi’ni kundaklayabildi. Ve bunların çoğunu yakıp bitirebildi.

Eski Moskofçuların tövbekar olduklarına inananlar veya inanmış gözükenler, bu yangınlara da kontak deyip işin içinden sıyrılmasını bildiler. İşleri o kadar kolaylıkla açıklıyorlardı ki, günün birinde vatan yanıp kül olsa, yine kontak diyerek suçu elektriğe yüklemekten geri kalmayacaklardı.

Gerçekte ise, bu kundaklar, barışmaz Türk-Moskof düşmanlığının ufak görünüşlerinden başka bir şey değildi. Onlar bütün Türkelini yakamadıkları için binaları yakıyor; bütün Türk soyunu yok edemedikleri için, yangınlarda ve patlamalarda üç beş kişinin kanına giriyorlardı. Onlar, bu toprakları elde edemedikleri için, kendilerini tutamayarak Kars’ı, Ardahan’ı, Boğazları istiyorlar ve hazırlanıyorlardı. Kafalarının içinde, karısını Baltacı Mehmed Paşa’ya gönderen Deli Petro’dan kalma bir aşağılık duygusu ve o duygunun doğurduğu kin, gönüllerinde İslav olmanın, yani aşağı bulunmanın verdiği kaba ihtiras… Bir yandan Türk’le şaka olmayacağını bilmekten doğan kırgınlık…

Karşı tarafta İslav sürüleri, tanklar, uçaklar, toplar ve milyonlar… Bu tarafta, berikilerine göre çok hafif silahlarla demirden ellerin tuttuğu çelik süngüler ve yüz binler… Bir de o yüz binlerin yardımcısı: Tarih, inanç ve elli milyon şehidin rûhu…

Orkun, 5. Sayı, 3 Kasım 1950

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.