Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Tarihî Süreçte Türk Kadınları

0 16.467

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman KURT

Bu araştırmada, İslam öncesinden OsmanlI’nın ilk dönemlerine gelinceye değin, eski Türk kadınlarının toplumsal hayat içerisindeki konumları incelenecektir. Birkaç seyahatname ile birlikte, ilgili tarihi ve edebi eserler kaynaklarımızı oluşturmuştur. Söz konusu kaynaklardan elde ettiğimiz bilgileri, binlerce yıllık bazı geleneklerini halâ muhafaza ettiklerini düşündüğümüz Orta Asya Türkmen kadınlarının günümüzdeki yaşantılarına dair gözlemlerimizle de desteklemeye çalıştık.

A. İslam Öncesi Türk Kadınları

Eski Türk toplumlarında kadınların yüksek bir mevkisinin bulunduğuna dair genel kanı vardır. Bazı Türk yaratılış destanlarında kadın, kâinatın yaratılışına sebep olan bir ilham kaynağı olarak görülmüştür.[1]

İlk Türk hakanı olarak bilinen Teoman’a isyan eden oğlu Mete’nin, babasına karşı askerlerinin sadakatini denemek için, her ne kadar eşlerini veya nişanlılarını hedef alarak ok atmalarını emretmesi, dinlemeyenleri idam etmesi,[2] kadınlara yaklaşım açısından olumsuz tavrı gösterse de genelde kadın ile erkeğin bu toplumda eşit haklara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ülkenin “birinci hanımı” konumunda olan “hatun”un, şölenlerde, kurultaylarda ve tapınmalarda hemen “hakan”ın sol yanıbaşında durması ve yönetim tarafından çıkarılan fermanlara “hakan ile hatun emrediyor ki…” şeklinde başlanması bunun açık belirtisidir. Yönetimde Hakan’ın ortağı olan kadına Türkân adı verilirdi.[3] İki cins arasındaki eşitlik, halk tabakalarında da görülmekteydi. Asya Hunlarından beri kadınların ata binip ok attığı, güreş gibi sporlar yaptığı hatta savaşlara katıldığı bilinmektedir.

Sosyal hayatta oldukça aktif katılım gösteren kadınlar, yerli ve yabancı erkeklerden kaçmamakla beraber namus ve iffetlerine son derece düşkündüler. Bu yüzden fuhuş ve zina nadirdi. Zina toplumda nefretle karşılandığından bu suçu işleyen kadın ve erkeği ortaya çıkarırlarsa, onları derhal iki parçaya bölerlerdi. Arap seyyahı İbn Fazlan, Seyahatnamesi’nde bu konuyla ilgili ilginç bilgiler vermektedir. Onun gözlemlerine göre Bulgar Türkleri, kadın-erkek hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkandıkları halde herhangi bir şekilde zina etmezlerdi. Zina onlara göre en büyük suçtu. Zina edenin statüsü ne olursa olsun, yere çakılan dört kazığa el ve ayaklarını bağlayarak onu boynundan itibaren iki parçaya ayırdıktan sonra parçalarını bir ağaca asarlardı. Zina olaylarına Oğuzların da çok sert tepkiler gösterdiği görülür. Öyle ki Oğuzlar, kadınlarının en mahrem yerlerini bile yabancıların görmesinden endişe etmezler ve bu durumun, “kadının onu örtüp te başkalarına müsaade etmesinden daha iyi” olduğunu düşünürlerdi.[4]

Yakut inancına göre kadınlar doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan doğum tanrıçası Ayzıt’ın hiç hoşgörüyle karşılamadığı bir şartı vardı: Namusunu muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler sunarlarsa sunsunlar, asla gelmezdi.[5]

Yılmaz Öztuna’ya göre Göktürklerde fuhuş hemen hemen hiç görülmezdi. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdı. Bir genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmediği takdirde yine aynı cezayla karşılık görürdü.[6]

Göktürk efsanelerinden anlaşıldığı kadarıyla, Türkler “baba ailesi” düzenine sahiptiler. Ancak ailede statü esası değil de “velâyet”e dayanan baba hukuku geçerli olduğu için Gökalp’e göre, bu aile ataerkil olmayıp, babanın otoriter kişiliğinin yerine yardımcı rolü nedeniyle, kadın ve erkeğin eşit haklarının bulunduğu “pederî” (ne ataerkil ne de anaerkil) aile tipindedir.[7] Erkekle kadın ailede eşit olduğu için ocakta yani evde hem erkeğin, hem de kadının ayrı ayrı mabudu bulunurdu. Erkeğinkine “od ata”, kadınınkine “od ana“ derlerdi.[8] Ancak bu ailede oğulun kıza göre biraz ayrıcalığı vardı. Göktürklerde oğul, “soy ağacının kütüğü”; kardeş ise o “ağacın yaprakları” gibi görülmekteydi.[9] Ailede oğlun imtiyazını doğuran neden, sadece, soyun onunla devam edeceği telâkkisinden kaynaklanmıyordu. Bunun yanı sıra; fakir düşen babaya bakmak da ona ait olduğundan oğul, ister istemez kendiliğinden imtiyazlı bir konuma yükseliyordu.

Bu aileyi “geniş aile” diye nitelendirenler bulunmakla birlikte, onun “küçük aile” biçiminde kurulu bulunması[10] akla daha uygun gelmektedir. Çünkü her evlilikten yeni bir aile doğardı. Bu yeni aile, ayrı bir eve çıkar, yeni bir “ev-bark“ kurardı. Evlenen erkek, ebeveyninin sağlığında baba malından hissesini alır, kız da “yumuş” denilen bir çeyiz getirirdi. Gelin ile güveyi mallarını birleştirerek bir ev sahibi olurlardı.[11] Müstakil kurulan yeni evlerin, baba ocağına bazı bağlarla irtibatları devam etmekteydi. Baba muhtaç durumda kaldığında oğlunun malından beşte birini alırdı.[12]

Genellikle, dıştan evlenmenin (exogamie) geçerli olduğu Türk ailesinde evliliğe kutsal bir birlik nazarıyla bakılmaktaydı. Türkçede izdivaca “evlenmek” anlamında “ev-bark” sahibi olmak denir. Eski Türk dilinde “mabed”in karşılığı “bark” tır. ”Ev“ de mukaddes bir mabet telâkki edildiğinden “bark” adını alırdı.[13] Bu da Türkler’in ‘ev’ ve ondan türeyen ‘ev’lenmeye izafe ettikleri kutsiyeti göstermektedir.

Güveyi tarafı evlenebilmek için kızın velisine “kalın” denilen başlık veriyordu. Evlenmelerde en çok göze çarpan, ölen erkek kardeşin dul kalan hanımıyla (leviratus) veya çocuksuz olan genç üvey anneyle evlenme âdetinin varlığıdır.[14]

Türklerin kadınlara fevkalâde saygılı davrandığı ve tekeşli yaşam sürdükleri kaynaklarca tasdik edilmiş olmakla birlikte bilhassa, fûtûhat zamanlarında bakabilecekleri kadar eş alanlar olurdu. Oğuz Destan’ında, Oğuz’un üç amcasının üç kızıyla evlendiğini görüyoruz.[15] İlk eş, hiçbir zaman değer ve itibarını kaybetmez ve kumalarından dünyaya gelen çocuklar da onun sayılırdı.[16]

B. İslâmi Dönem Türk Kadınları

1. Selçuklular Öncesi Genel Olarak Türk Kadınları

X. yüzyılın ortalarında Seyhun nehrinin sağ kıyısına yerleşen Oğuzlar İslâm’ı kabul ederek yeni bir döneme girdiler. İslâm, hayatlarında köklü değişimler yapmakla birlikte Türkler, eski örf ve âdetlerini tamamıyla terketmeyip yeni dinlerinin reddetmediği alışkanlıklarını devam ettirdiler.

Bu çerçevede aileyle ilgili örf ve âdetlerin birçoğu varlığını sürdürmüş; önceden olduğu gibi aile ocağı kutsal sayılmış, sıkı akrabalık ilişkileri içinde yine “küçük aileler” yaygın aile tipini oluşturmuştur. Muhtemelen İslam öncesinin yaygın bir geleneği olan “ak ev”ler, eşler ve evlenmemiş çocuklardan müteşekkil küçük ailelerin en belirgin kanıtıdırlar. Zira, güveyi gerdeğe gireceği yeri ok atarak tayin eder[17] ve baba ocağından ayrı “ak ev”ini ya da “ak otağ”ını okun düştüğü yere kurardı.[18] Kurulan yeni eve “ak ev”, denilmesi de, çadırın henüz temiz ve beyaz olmasından kaynaklanıyordu.[19] Keçe ve kamışlardan yapılan söz konusu basit ve küçük evler, göçebe kültürünün bir simgesidir.

Birbirine yakın ailelerden, daha beşikte iken “beşik kertmesi” denilen âdetle çocuklarını nişanlayanlar görülse de evlenecek gençlerin onaylarının da alındığı anlaşılmaktadır. Kız istemeye giden dünürler, “Tanrının buyruğu, Peygamber’in kavli ile aydan arı günden (güneş) görklü (güzel) kızınızı oğlumuza istemeye geldik” diyerek bir kıza talip olurlardı. Nişanlı kıza “yavuklu” ya da “adaklu”denirdi.[20]

Kadının toplumdaki itibar ve değeri, İslâmi dönemde yazılmış olan Dede Korkut kitabında belirgin bir şekilde görülür. Yabancı erkeklerin yanında “yaşmak ” takındıkları halde Bânu Çiçek gibi genç kızların damat adaylarıyla at ve ok atma yarışları yapıp, güreş tutmaları, toplumda kadın aktivitesini gösteren ilginç örneklerdir.

Halk kahramanları, hanımlarına aşk ve saygılarını dile getiren sözlerle hitab ederken, birbirlerine kızdıkları zaman acı ve sert sözlerle de karşılık verebilmektedirler. Deli-dolu bir Türk beyi olan Deli Dumrul, canını almaya gelen Azrail ile mücadelesinde yenilince, hayatını kurtaracak fedakârlığı ana- babasından değil kendisinin yerine ölmek isteyen karısından görmüş ve sonuçta eşinden ayrılmak istemediği için, “Alırsan ikimizin canını al, bırakırsan beraber bırak”, diye Ulu Tanrı’ya yalvarmış ve böylece ilâhi affa mazhar olmuştur.[21]

Dede Korkut, dört kadın türünden sözeder: Solduran sop, dolduran sop, son derece bayağı kadınlar ve evin dayağı olan kadınlar.[22]

Solduran sop: Sabahleyin elini yüzünü yıkamadan tıka basa yiyen; ‘bu evi harap olası erkeğe varalıdan beri karnım doymadı, ayağım paşmak (papuç), yüzüm yaşmak görmedi’ diye sızlanan ve kocasının ölmesini dileyerek bir başkasına varmak isteyen kadın türüdür.

Dolduran sop: Yatağından çok geç kalktığı halde, hemen sokağa fırlayarak sabahtan akşama kadar dedi kodu yapan; evine barkına bakmayan ve komşularıyla iyi geçinmeyen kadındır.[23]

Bayağı kadın: Misafir geldiğinde kocasını mahcup eden, kocası istediği halde ‘ne yapalım bu yıkılası evde un, elek yok’ diyerek misafire yemek hazırlamayan, kocasının sözünü dinlemeyen; Nuh Peygamber’in eşeği cinsinden olan kadın türü. Bu üç kadın türü için Dede Korkut, “Bunlardan sizi Allah saklasın, ocağınıza böyle avrat gelmesin”diye temennide bulunmaktadır.

Evin dayağı (direği) olan, Ayişe, Fatma soyundan kadın türü: Bunlar, kocası evde olmasa bile, misafiri ağırlar; kocasının adını kötüye çıkarmadan onu yedirip içirirler. Dede Korkut bu tür kadın için “onun bebekleri yetişsin, ocağına bunun gibi avrat gelsin” dileğinde bulunmaktadır.

Burada bahsedilen kadın türleri, aslında, onların özgür konumlarını yansıtmaktadır. Böyle bir ortamda varlıklılar arasında birden fazla kadınla evlilikler görülse de, bunun az sayıda uygulandığı söylenebilir.[24] Günümüz Orta Asta Türkmenlerinde halâ söylenmekte olan “iki eceli (analı) kuzu sütten, iki ayalli (karılı) adam bitten ölür” ya da “iki ayal adam[25] bir er; üç ayal olur.” Türkmen atasözleri bu gerçeğe işaret eder. “Dûzen (iki eş) olan yerde düzen olmaz” özdeyişi de çok eşli yaşamın güçlüğünü belirtir.

Türklerin çocuğa atfettikleri değer, aynı zamanda onların kız ve kadınlara bakışlarını da yansıtır. Çocuğu olmayanların Tanrı tarafından lânetlendiği inancı hâkim olduğu için çocuksuzlar lânetlenirdi. Bundan kurtulmak isteyen anneler bir çocuğa gebe kalabilmek umuduyla dervişlere “adak” adardı. Kız olsun erkek olsun, çocuğun doğumu müjdeye değer bir olay olarak görülür, şenlikler yapılırdı. Ancak “baba adını yürüteceği” ve “aile ocağının közü” olacağı anlayışıyla erkek çocuğun kızdan üstün tutulduğunu belirtmek ilginç olacaktır.[26] Bu durumu, Türkler’in askeri ahlâk ve seciyelerinin bir sonucu olarak görenler bulunsa[27] da bazı edebi eserlerde bir kız çocuğunun dünyaya gelişinin hor görülme sayılması, cahili gelenekleri akla getirmektedir. Yusuf Has Hâcib’in (vf./1070), Kitab-ı Dede Korkut’tan çok daha sonraları kaleme aldığı Kutadgu Bilig’de kız çocuğuna dair cahiliye zihniyetini çağrıştıran şu ifadeler görülmektedir:

“Ey dost arkadaş, sana kesin bir söz söyleyeyim; bu kızlar doğmasa, doğarsa yaşamasa daha iyi olur. Eğer dünyaya gelirse, onun yerinin toprağın altı veya evinin mezara komşu olması daha hayırlıdır”.[28]

Genelleme yapmak doğru olmasa da bu sözler, X. yüzyılın önemli bir şahsiyetinin bakış açısını yansıtmaktadır. Oysa aynı toplumın daha önceki dönemlerinde, bir kız evlâda sahip olabilmek için arkadaşlarına dua talebinde bulunan beyler vardı.[29]

Burada kadınların tarikat faaliyetleri hakkında kısaca bilgi vermek, onların bazı toplumsal faaliyetlerini izleyebilme imkânını bize sağlayacaktır. İlk olarak XIII. asırda kurulan tarikat ekollerinin kadınlar hakkında olumsuz kanaatlerinin bulunmadığı söylenebilir. İbn Arabi (vf. 1240) gibi mutasavvıflar, kadınlara dair olumlu fikirleriyle geniş ölçüde tüm tarikat ehlini etkilemiştir. O dönemlerde tarikata girmek isteyen bir kadın, tecrübeli ve ehliyetli bir kadın vasıtasıyla şeyhle tanışıp el alır veya şeyhi hiç görmeden aracı kadın tarafından tarikata kabul edilirdi. Bunlar kendi aralarında zikir meclisleri düzenledikleri gibi içlerinde, erkeklerin de katıldığı toplantılarda vaaz veren mürşideler vardı. Ancak kadın-erkek karma halvet ve zikirlere ulema hiç de sıcak bakmamaktaydı. Piri Türkistan Ahmed Yesevi’ye (vf.1166) nispet edilen Yesevilikte, önceden olduğu gibi kadınlar şeyhlere mürid oluyor, zikir meclislerine katılıyorlardı. Bu durum, katı bir ehl-i sünnet çizgisinde olan Horasan uleması tarafından hoş karşılanmayıp şiddetle eleştiriliyor ve kadınların katıldığı zikir meclislerinde Şeriat’ın hükümlerine uyulmadığı iddia ediliyordu.[30]

2. Selçuklular Dönemi Türk Kadınları

Selçuklular döneminde kadın haklarındaki gelişmelerin gözle görülür noktalara ulaştığı söylenebilir. Toplumda, “altun gibi temiz ruhlu kadın” ve “vücudu inci gibi temiz kadın” deyimlerinin kullanılması, Selçukluların kadına bakış telakkileri hakkında bir fikir vermektedir.[31]

Kadınlar, toplumsal hayatın bütün alanlarında, görünmekle kalmamış, erkeklerle birlikte sefere çıkıp savaşa katılanları bile olmuştur.[32] Bununla birlikte Selçuklu toplumunda evliliklerin gerçekleşmesi, büyük meblağlara ulaşan başlık ve mehir verilmesi şartına bağlıydı.[33] Sadece Selçukluların değil, muhtemelen İslam öncesi Türk toplumlarının âdeti olan başlık uygulamasının, Türk evlenme geleneğinin ayrılmaz bir parçası olduğu söylenebilir. Kalın adı verilen başlığın varlık nedeniyle ilgili olarak günümüz Türkmenlerinin yaptıkları izahlar dikkate alınırsa, kırsal göçebe toplumlarında böyle bir âdetin meşru gerekçeleri bile ortaya konabilir. Nitekim kalın âdetiyle ilgili şu gerekçeler ileri sürülmektedir:

Birincisi kız velileri, aldıkları kalını kesinlikle zimmetlerine geçirmeyip, bununla kızlarının ihtiyaç duyduğu “halat” (çeyiz) denilen tüm eşya ve giysilerini tedarik etmektedirler. Kalın, bir bakıma kızın yeni kuracağı evinin demirbaşlarını almasını sağlamaktadır.

İkincisi başlık, poligam evlilikler için caydırıcı bir işleve sahiptir. Poligam evliliklere tedbir olarak, erkeğin vermesi gereken kalın’ın yüksek tutulduğuna dair tespit[34] dikkate değerdir. Gerçekten de sosyo-kültürel çevre birden fazla kadınla evliliğe müsait olmasına rağmen, Türkmenlerde poligam evlilikler çok az görünmektedir.

Türkmenlere göre kalın’ın diğer önemli işlevi, boşanmaları engellemeye yöneliktir. Türkmen geleneklerine göre erkek, karısını boşadığında toyda (düğün) gelinin getirdiği tüm hediye ve eşyayı geri vermek zorundadır. Böylece boşanmak isteyen erkek önemli bir mali sorumlukla karşı karşıya kalmaktadır. Kısacası kalın, boşanmaları caydırıcı bir emniyet sûbabı işlevine sahiptir.[35]

Bu durumda kalın adı verilen başlık geleneğinin, kadınları destekleyici bir işlevinin bulunduğunu söylemek, hemen reddedilebilecek bir iddia olmaktan uzaklaşır.

Kadınların sadece Selçuklularda değil diğer Türk topluluklarında da haklar açısından önemli kazanımlara sahip olduğu görülür. Kırım ve Azak bölgelerindeki Orta tabakaya mensup Türk erkeklerinin kadınlarına gösterdikleri aşırı saygıya epeyce şaşıran diğer bir Arab seyyahı İbn Batuta’dır (vf. 1369). O, kadınların toplum içerisindeki konumlarını görünce; “Bazen kadınlara erkekleriyle beraber rastlarsınız ve o zaman bu adamları kadınların hizmetkârları zannedersiniz” demekten kendini alamaz.[36]

Azak hükümdarı Mehemmed Özbeg Han’ın hanımlarından birinin etrafında oluşan bir efsaneyi nakleder. Onun gözlemine göre, Kefe, Kırım, Macar, Azak, Soğdak, Harezm ve Saray gibi önemli şehirleri bulunan Azak hükümdarı Mehemmed Özbeg Han,[37] her Cuma günü, namaz sonrası köşkte, halka açık düzenlediği törene, kendisinden sonra gelen eşlerini ayakta karşılayarak sağ ve sol yanında onlara yer gösterirdi. Ancak, eşlerinden en çok beğendiği ve kadınlarını başı olan Taytuğlu Hatun’u köşkün kapısında karşılayıp elinden tutarak içeri getirir ve tahtın bulunduğu yere öylece götürerek yerine oturtur, sonra da kendisi makamına geçerdi. Taytuğlu Hatun en fazla hoşlandığı ve sevdiği kadın olduğundan Sultan, çoğu gecelerini onunla geçirirdi. Halk bu ilgiden ötürü ona karşı daha fazla saygı göstermekte ve kendisinde olağanüstü güçler vehmetmekteydi. İbn Batuta’nın güvendiği dostlarından birisi ona; “Sultan’ın bu kadını, bir özelliğinden yani her yaklaştığında, onu bakire imiş gibi bulduğundan sevdiğini” söylemişti. Bir başkası ise; “Taytuğlu Hatun’un, Hz. Süleyman’ın saltanatının çökmesine sebep olan kadının soyundan geldiğini, Süleyman yeniden iktidarı eline geçirdiğinde, onu hiçbir canlının yaşamadığı bir bozkıra atılmasını emrettiğini, bunun üzerine Dest-i Kıpçak’a bırakılan adı geçen kadının rahminin halkaya benzer bir şekilde yaratıldığını ve onun soyundan gelen bütün kadınlarda bu özelliğin görüldüğünü” ilâveten anlatmıştı. İbn Batuta, Çin’de benzeri kadınların bulunduğuna dair duyumlarını da nakletmektedir.[38]

Sultan’ın dört hanımından üçüncüsünün, Bizans İmparatoru’nun kızı olması, Kırım Hanlığıyla Bizans-İstanbul ilişkilerinin bulunduğunun bir belirtisidir. İbn Batuta da dahil olmak üzere beş yüz kadar maiyetiyle birlikte söz konusu hanımın İstanbul’a babasını ziyarete gidişi, ilişkilerin canlılığını göstermektedir. Bjellon adındaki karısının adını ve dinini değiştirmesi konusunda baskı yapmamasına ve yanında kendisi olmadığı halde kalabalık bir grupla onu İstanbul’a göndermesine bakılırsa Mehemmed Özbeg Han, oldukça liberal görüşlü hükümdardı. Üstelik bu hanımın, seyahat esnasında yemeklerde kendisine sunulan şarabı içmeye ve domuz etinden yapılan yemekleri yemeğe de başladığı görülmüştür. Sultanın bütün eşleri, halktan ve saray halkından kaçmayıp, köşk misafirlerine bizzat kendileri kımız sunabiliyorlardı.

Kırım’da bütün Türk kadınlarının dışarıda yüzleri açık dolaşıp, erkeklerden kaçmamaları,[39] sadece üst tabaka kadınlarının değil diğer katmanlarda yeralan kadınların da özgürlüklerden yararlandığını göstermektedir.

3. Osmanlıların İlk Dönemlerinde Türk Kadınları

İlk dönemlerdeki Osmanlı kadınlarının Selçuklu dönemi kadınlarıyla benzer özellikler taşıdığı söylenebilir. İlk dönem Osmanlı kadınlarına ait bilgiler, kısmen tarih, menkıbe ve ahlâk kitaplarında yer almaktadır. Ancak bunlar da oldukça dağınık ve yetersizdirler. Mevcut kaynaklara bakıldığında, Türk kadınlarının, ilk dönemlerde, daha önceki Türkmen kadınlarının tipik özelliklerini sürdürdüğü anlaşılır. İhtilâflı olmakla birlikte bazı araştırmacılar tarafından Anadolu Selçukluları döneminde, sosyal zümrelerden birisi olarak görülen “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Bacıları), XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulmuş ve iki asır içinde de dağılmış bir kadın teşkilâtıdır. Kadınların üretimde ve sosyal hayatta organize olmasını sağlayan bu teşkilâtın, “Ahiyan-ı Rum”un (Anadolu Ahileri) kurucusu Ahi Evren’in eşi Fatıma Bacı tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir.

Kendisine “Kadın Ana” “Kadıncık Ana” diye hitap edilen Fatma Hatun,[40] sosyal hayatta, kocası Ahi Evren kadar etkin bir kadın görünümündedir. Ahilerle birlikte Kayseri’de dokumacılık yapan ve kendilerine “Bacı” denilen kadınlar Moğol istilâsına karşı erkeklerle birlikte direnmişler ve bizzat çatışmaların içersinde yer almışlardır. Ancak IV. Kılıçaslan, Moğol desteğiyle tahta geçince Ahiler için sürgün ve göç hayatı başlamıştır. Böylece, Orta Anadolu’dan pekçok Ahi ve Türkmenle birlikte uç bölgelere doğru hareket eden Bacılar, yeni yerleştikleri bölgelerde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bir uç beyliği olan Osmanlıların kuruluş ve gelişmesinde Ahi ve Bacıların önemli hizmetleri olmuştur.[41]

Ahiliğin kadınlar kolunu teşkil eden söz konusu hanımlar, dinî ve kültürel faaliyetlerini bir tarikat disiplini ve metodu içinde devam ettirdiklerinden dolayı Bacıyan-ı Rum’un kadınlara mahsus bir tarikat adı olabileceği ihtimali de söz konusudur. Nitekim yukarıda adı geçen Fatma Hanım’ın, tarikat hayatının ilk yıllarında Hacı Bektaş-ı Veliye intisaplı bir müride iken[42] daha sonraları kızkardeşi Âmine Hatun ile birlikte mürşidelik makamına ulaştığı belirtilir.[43] Ancak, tıpkı Hoca Ahmed Yesevi örneğinde olduğu gibi, kadınların erkeklerle birarada zikir, sema ve sohbet meclislerinde bulunmaları o dönemde yine bazı çevrelerin şiddetli eleştirilerine hedef olmuştur. Bu çevreler onlara, her kötülüğü mübah sayan anlamında “mübahi” veya “ibahiyeci” yaftasını vurmuştur.

Kadın-erkek sema ve zikir meclislerinde birarada bulunma âdeti sadece Anadolu Selçukluları zamanında görülmeyip bu, X. asırdan beri uygulanan bir hadiseydi. Anadolu Selçuklularında bunun öncüsü, Fatma Bacı’nın babası Evhadu’d-Din Kirmani idi. Bu nedenle o, çoğu kez tenkitlere maruz kalmıştır. Muhaliflerinin başında da Mevlâna’nın gelmesi ilginçtir. Kadınların eğitim ve öğretimini önemseyen Kirmani, her iki kızına düzenli tahsil yaptırdığı gibi el sanatları öğrenmelerine de özel çaba sarfetmiştir. Ahi evren de büyük ölçüde Şeyhi’nin yolundan gitmiştir denilebilir. Eşi Fatma Hatun, genç kız ve hanımlarla birlikte erkekleri de irşat eden keşf ve keramet sahibi büyük bir mürşide idi. Keza kızkardeşi Âmine Hatun, Şam’da 18 adet hanikâh’ın şeyhliğini yapan âlim ve zahide bir kadındı.[44]

Örgütlü tarikatlar içerisinde kadın etkinliklerinin en fazla iki asır daha devam ettiği, sonraki yıllarda kadınların tarikatlerde benzeri rollerini engelleyici katı bir anlayışın ortaya çıktığı söylenebilir.

Osmanlı’nın kuruluş yıllarında toplum katmanlarının birbirinden belirgin tarzda ayrışmaması nedeniyle, sultan hanımları, toplumun sıradan bir üyesi gibi toplumsal etkinliklerin içinde yer alabilmekteydi. Bu nedenle onların toplumsal serüvenlerini genelleştirmek yanlış olmasa gerektir. Zaten ilk dönem kadınlarıyla ilgili bilgiler, tarihi kaynakların daha çok onlardan bahsetmesi nedeniyle, sultan eşlerine aittir.

Kurucu olan Osman Bey’in ilk evliliğini, ünlü Ahi şeyhi Edebali’nin kızı Bâlâ Hatun, daha sonra Mâl Hatun (Orhan Bey’in annesi) ile evlendiğini biliyoruz. Ancak kaynaklarda, onun eşlerine dair – Edebali’nin efsanevi çınar rüyasının dışında- çok az bilgi bulunmaktadır.

İbn Batuta, İznik şehrinin yönetcisi olarak Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un adını verir. Kendisini ziyarete gelen İbn Batuta’ya ikram ve iltifatta da bulunan Nilüfer Hatun,[45] olgunluğu ve dindarlığıyla temayüz eden hayırsever bir kadındır. Bursa’da kaplıca kapısı yanında bir tekke, Darülharp mahallesinde bir mescit ve Bursa ovasından geçen çaya bir köprü yaptırmıştır. Yaptırdığı köprü nedeniyle de bu çaya Nilüfer adı verilmiştir. Ayrıca oğlu Murad Gazi tarafından kendi adına İznik’te bir imaret inşa edilmiştir.[46]

Yorkhisar Tekfuru’nun kızı olan Nilüfer (Holifira), Orhan Bey’in ilk eşidir. Süleyman Paşa ile Murad Gazi bu evlilikten dünyaya gelmiştir. Orhan Bey’in ikinci eşi, Bizans İmparatoru’nun kızı Asporça Hatun’dur. Adı geçen hanım, Şehzade İbrahim ile Fatma Hatun’un annesidir. Bir diğer Bizans İmparatoru’nun kızı Teodara (Maria) onun üçüncü eşidir. Teodara, Şehzade Halil’in annesidir. Orhan Bey tarafından sevilip sayılması nedeniyle Teodara’nın oğlu Halil’i veliaht yapması için kocasına baskı yaptığı söylenir. Mahmud Alp’in kızı Eftandise Hatun ise Orhan Bey’in evlendiği tek Türk kadınıdır. Orhan Bey’in Türk olmayan kadınlarla evlenen ilk Osmanlı yöneticisi olması, birden fazla kadınla evlilik yapmış olmakla birlikte az sayıda çocuğunun bulunması, onun evliliklerinden dikkat çekici yönleridir.[47]

Orhan Gazi’nin yerine geçen oğlu Murad Gazi’nin ilk eşi, Gülçiçek Hatun’dur. Yıldırım Bayezid’in annesi olan bu kadının Rum asıllı olabileceği belirtilir. Bulgar kralı Şişman’ın kızkardeşi (ya da kızı) Tamara (Mara) ve Kızıl Murad’ın kızı Paşa Melek Hatun onun diğer eşleridir. I. Murad’ın Nilüfer ve Melek Hatun isimli iki kızı ve Bayezid’in dışında Yahşi Bey isimli bir oğlu daha vardır. I. Murad kızı Melek Hatun’u, Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey ile evlendirmiştir. Melek Hatun, bilahare araları açılan kocası ile kardeşi Yıldırım Bayezid arasında arabulucu rolü üstlenmişti. Fakat Yıldırım Bayezid, düşmanca hareketleri nedeniyle eniştesi Alâeddin Ali Beyi öldürterek Melek Hatun’la birlikte üç oğlunu Bursa’ya getirtmiştir.[48]

Üçüncü Padişah Yıldırım Bayezid, Devletşah Hatun, Maria (Sırp kralının kızı) ve Hafsa Hatun ile evliydi.[49] Bazı Osmanlı tarihçileri, Maria’nın Bayezid’i içkiye, zevkü sefaya alıştırdığını yazarlar. Devletşah Hatun, Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızıydı. Süleyman Şah, diğer beyliklere karşı durumun güçlendirmek için adıgeçen kızını Yıldırım Bayezid’e vermek üzere I. Murad’a elçi göndermişti. I. Murad, kadınlı erkekli bir grubu Germiyan’a göndererek gelini Bursa’ya getirtti ve çok tantan, şatafatlı bir düğün tertip etti. Bunu için etraftaki bütün beylere okuyucular gönderildi. Kızın babası, çeyiz olarak Kütahya, Tavşanlı, Eğrigöz ve Simav’ı verirken sancak beyleri paha biçilmez saçular (düğün hediyesi) getirmişlerdi.[50]

Yıldırım Bayezid’in yedi çocuğundan birisi olan Çelebi Mehmed, Devletin başına geçtiğinde, Osmanlı toplumu büyük çalkantılar içerisindeydi (Fetret dönemi). Emine ve Kumru Hatun isimli iki eşiyle birlikte kurduğu aile yaşamının sadeliği, döneminin siyasi havasıyla paralellik arzeder. İstikrarını büyük ölçüde kaybeden Osmanlı topraklarında Çelebi Mehmed’in işlerinin zorluğu, onun az kadınlı aile yaşamını zorunlu hale getirmiştir denilebilir. Nitekim II. Murad’la birlikte tekrar gelişme eğilimine giren Osmanlı yöneticilerinde, Orhangazi ile başlayan, yabancı kadınlarla evlilik alışkanlığına tekrar dönüldüğü görülür. II. Murad’ın Hatice Hatun (Çandarlıoğlu’nun kızı), Hûma Hatun (Fatih’in annesi), Yeni (Jeni) Hatun ve Mara (Despina) isimli ikisi yabancı asıllı olmak üzere dört eşi vardı.[51]

Özetlersek, Bursa’nın başkent olduğu Osmanlı’nın ilk döneminde, yabancı kadınlarla evlenen ilk Padişah’ın Orhan Gazi’nin olduğu görülür. Onun dört eşinden sadece bir tanesi Türk asıllıdır. Kurucu Osman Gazi’nin dışında bütün Padişahlar, çok eşlidirler. Bununla birlikte yedi çocuğu bulunan Yıldırım Bayezid’in dışındakilerin çocuk sayılarının azlığı dikkat çekmektedir.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ilk dönemlerde çok kadınla evlilik, Osmanlı soyunun dışında diğer halk katmanlarında da yer yer görülen bir uygulamadır. Kadın haklarında olumsuzluğu gösteren poligam hayatın, yönetici sınıfın dışında diğer toplumsal tabakalarda da -en azından o zamanki koşullar açısından- varlığını meşrulaştıran gerekçelerin bulunduğu söylenebilir. Çünkü, sürekli savaş halinde olan ve gittikçe fiziksel bakımdan büyüyen toplumun karşılaştığı sorunlar, onların çokeşliliğini belirleyen önemli bir etkendi. Ayrıca, savaşlarda yendikleri Bizanslılardan ganimet olarak aldıkları çekici genç kadınlar, Türk erkekleri için çokeşliliğin aynı zamanda toplumsal onayını da sağlayan cazip unsurlardı.[52] Gaziler böylece, sadece güzel bir kadınla evlenmekle kalmıyor, onunla birlikte mamur bir eve de sahip oluyordu. Bu, Orhan Gazi’nin İznik’e girişini tasvir eden Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde’nin cümlelerinden açıkça anlaşılmaktadır:

“(Türkler şehre girince) kâfirler karşıladılar. Sanki padişahları ölmüş de oğlunu tahta geçirir gibi oldular. Bilhassa kadınlar çok geldiler. Orhan Gazi; ‘Bunların erkekleri hani?’ diye sordu. ‘Kırıldılar, kimi savaştan kimi açlıktan’diye cevap verdiler. Aralarında pek güzel olanları çoktu. Orhan Gazi bunları gazilere paylaştırdı. Emretti; ‘Bu dul kadınları nikâh edin’ dedi. Öyle yaptılar, Şehrin mamur evleri vardı. Evlenen gazilere verdiler. Hazır ev ve kadın ola kim kabul etmeye”.[53]

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman KURT

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 399-405


Dipnotlar :

[1] Yakut Türklerinin inançlarına göre, kâinat yaratılmadan önce, evren denizden ibaretti; “Tanrı Kara Han” bu denizin üzerinde tek başına düşünüyordu. Nihayet yalnızlıktan usanarak canı sıkılmaya başlayınca, denizde “Ak Ana” göründü. Kara Han’a: “Yarat!” dedi ve kayboldu. Bunun üzerine Ak Ana’dan aldığı ilham ile Kara Han kâinatı yarattı. Bkz. , Abdülkadir, “Türk Mitolojisinde ve Halk Edebiyatında Kadın”, Türk Yurdu, c. 4, Numara 2, İst. 1926, s. 305
[2] Mehpare Tevfik, Türk Tarihinde Aile Hayatı Evrimi ve Bunda Kadın, Hüsnü tabiat Matbaası, İst. 1936, s. 15.
[3] Gökalp, Ziya, Tamamlanmamış Eserler, c. 1, Ank. 1985, s. 91-92; Türkçülüğün Esasları, haz. M. Ünlü, Y. Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Y, İst. 1978, s. 144.
[4] İbn Fazlan Seyahatnamesi, haz. Ramazan Şeşen, İst. 1975, s. 31-32, 57.
[5] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 146; Ayrıca bkz. , Kandemir, M. Yaşar, Örneklerle İslam Ahlâkı, Nesil Y, İst. 1979, s. 74-75.
[6] Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1992, s. 296.
[7] Ögel, Bahattin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, c. 2, İst. 1971, s. 29-30.
[8] Gökalp, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, Matbaa-i Amire, İst. 1341, s 264.
[9] İslam Ansiklopedisi (Bundan sonra İA şeklinde gösterilecektir), Milli Eğitim Basımevi, İst. 1965, c. X11/2, s. 220, “Türkler”mad.
[10] İA, X11/2/220, “Türkler” mad.
[11] Gökalp a.g.e., 265-266.
[12] Gökalp, Tamamlanmamış Eserler, I/91.
[13] Gökalp, Türk Medeniyeti Tarih, 266.
[14] İbn Fazlan Seyahatnamesi, 32; Eröz, Mehmet, Türk Ailesi, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1977, s. 15.
[15] Gökalp, a.g.e., 72-73.
[16] Mehpare Tevfik, a.g.e., s. 16; Köprülü, M. Fuat, Türk Edebiyatı Tarihi, İst. 1980, s. 16-17, Ögel, a.g.e., II/29-30; Fındıkoğlu, Z. Fahri, “Türk Aile Sosyolojisi”, c. X1, İst. Üniv. Hukuk Fak. Mecmuası, c. I, S. 3-4, İst. ts, s. 266.
[17] Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Metin-Sözlük, İst. 1986, s. 41.
[18] Ergin, a.g.e., 54; Günümüz Orta Asya Türkmenlerinde, “kara ev” adıyla halâ varlığını devam ettiren ak evler, iskeleti ince çıtalar haline getirilmiş kamışlardan, dış yüzeyi koyun veya deve keçesinden oluşturulmuş yarım daire şeklindeki çadırlardır. Ortasında bir ocak bulunur. Zemine koyun keçeleri veya halılar serilmiştir. Çadırın tepesi ocak dumanının çıkması için açık bırakılmıştır. Oldukça sıhhî görünüme sahipler. Sayılarında azalma olduğu söylenmekle birlikte hemen her obada, birkaç tane birden görmek mümkündür. Normal evlerin hemen yanıbaşında avlularda yer alan bu evleri Türkmen aile reisleri, artık özel kutlamalarda ve misafir ağırlamada kullanmaktadırlar. Türkmenlerin anlattığına göre, iskelet çıtaları, başlangıçta, ak renkli olduğu için bu adı almışlardır. Lâkin beş altı sene sonra çıtalar kararmaya başladığından isimleri de “kara ev”e dönüşür. Bugün Türkmenistan’da, yenileri çok az kurulduğundan “kara ev” tanımlaması yaygındır.
[19] Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, 266.
[20] Ergin, a.g.e., 35-76.
[21] Ergin, a.g.e., 12-13, 37-38, 75.
[22] Ergin, a.g.e., 10-11.
[23] Bu tür kadınlar, evine giren hırsız köpeklerin sağı solu dağıttığını, evi tavuk kümesine, sığır damına döndürdüğünü görünce; “Kız Zeliha, Zübeyde, Ürüveyde, Çan Kız, Çan Paşa, Ayna Melek, Kutlu Melek ölmeğe, yitmeğe gitmedim. Yatacak yerim gine harap olaydı da n’olaydı komşu hakkı, Tanrı hakkı için benim evime bakaydınız” diye komşularına çıkışırlar.
[24] İA, X/389, “Selçuklular” mad.
[25] Orta Asya Türkmenlerinde “adam” sözcüğü sadece erkekleri değil kadınları da nitelendirmektedir.
[26] Ergin, a.g.e., 9, 10, 17.
[27] Mehpare Tevfik, a.g.e., 9.
[28] Yusuf Has Hâcib, Kutatgu Bilig, çev. Reşit Rahmeti Arat, (1-3), Türk Tarih Kurumu Başkanlığı Yay. , Ank. 1959, c. 2, s. 326, 4511 ve 4512. Maddeler.
[29] Ergin, a.g.e., 34. Dede Korkut destanının bu kısmı, İslâm öncesi Türkleri anlatmaktadır.
[30] Bu konuda anlatılan bir menkıbeye göre bazı münafıklar, Ahmed Yesevi’nin meclisine örtüsüz kadınların da devam ederek erkeklerle birlikte zikir yaptıklarını yaymaya başlamışlardı. Şeriat’ın hükümlerine son derece bağlı olan Horasan ve Maveraünnehir âlimleri özel olarak bir müfettiş gönderip bu şayianın doğru olup olmadığını tahkik ederler ama araştırma sonucunda bunun kuru bir iftira olduğu anlaşılır. Lâkin Hoca Ahmed Yesevi onlara bir ders vermek ister. Bir gün müridleriyle birlikte mecliste otururken mühürlü bir hokka getirip ortaya koyar ve oradakilere hitaben: “büluğa erdiği günden bu ana kadar sağ kolunu avrat uzuvlarına hiç değdirmemiş evliyâdan kim varsa beri gelsin” der. Ancak hiç kimsenin sesi çıkmaz. Derken, şeyhin müridlerinden Celâl Ata ortaya çıkar. Hoca Ahmed Yesevi, hokkayı ona vererek kendisini müfettişlerle birlikte Horasan’a gönderir. Horasan uleması mühürlü hokkayı açtıklarında, içinde bir miktar pamukla ateş bulunduğu halde közlerin pamuğu yakmadığını hayretle görürler ve onun kendilerine vermek istediği şu dersi hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıkça anlarlar; “eğer erkek-kadın bir ehl-i hak meclisinde biraraya gelip birlikte zikir ve ibadet edecek olsalar bile Hak Tealâ, onların kalplerindeki her türlü kötü duyguları yoketmeye muktedirdir”. Bunun üzerine hepsi utanır, hediyeler ve adaklarla suçlarını affettirmeye çalışırlar. Bkz. , Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay, Ank. 1991, s. 33-34; Uludağ, Süleyman, Sûfi Gözüyle Kadın, İnsan Yay. , İst. 1995, s. 110-111.
[31] Kaşgarlı Mahmut, Divanu lügati’t-Türk Tercümesi, çev. Besim Atalay, (I-III), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ank. 1985, s. 155.
[32] İA, X/388-389; Kafesoğlu, İbrahim, Sultan Melikşah, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1973, s. 7.
[33] Binlerce yıllık çoğu geleneklerini günümüzde de yaşattıkları gözlemlenen Orta Asya Türkmenlerindeki “kalın” denilen başlık âdetinin eski Türk toplumlarındaki uygulamayla yakın bir ilişkisinin olduğu açıktır. Geleneksel yapılarında çok köklü değişimlerin gerçekleşmediği Türkmenlerde, çok katı ve kutsal bir değer halinde halâ varlığını sürdüren “kalın” âdetinin tahlili, tarihteki uygulamanın daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Günümüzde gelinin en yakın velisine kalın verilmeden herhangi bir evliliğin gerçekleşmesi neredeyeyse imkânsızdır. Kazara kalınsız bir evlilik yapılmışsa bu, sonradan ciddi sorunlara yol açabilir. Düğünden yaklaşık 40 gün geçtikten sonra 10-15 günlüğüne baba evine ziyarete giden gelin, böyle bir durumda, kalını ödeninceye kadar baba evinde rehin tutulur. Bu durumda gelinin baba evini terketmesi, olası değildir, koca evine dönmesi, toplumda hoş karşılanmaz; “kendi gitti” (gönüllü) diye dedikodu (gürün etme) edilir.
[34] Mehpare Tevfik, a.g.e., 25.
[35] Gerçekten de Aşkabat’ta kaldığımız süre içinde herhangi bir boşanma olayıyla karşılaşmadığımızı söylersek abartmamış oluruz. Bu toplumda en azından erkekler açısından gerektiğinde kadın dövmek bir hak ve olağan bir fenomen gibi düşünülmekle birlikte ev içinde ve dışında kadınlar, eş, gelin, anne ve kardeşler olarak ailenin erkekler kadar tabii bir parçasıdırlar. Geleneksel hayat yaşayan Türkmenlerin, modernleşme süreciyle birlikte bahsedilen çizgilerin de bir kırılmanın yaşanacağını söylemek kehanet olmasa gerek.
[36] İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1971, s. 79-80.
[37] Mehemmed Özbeg Han, 1312-1340 yılları arasında saltanat sürmüştür.
[38] İbn Batuta a.g.e., 82, 87.
[39] İbn Batuta a.g.e., 80, 89, 100, 104.
[40] Menâkıb-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli (Vilâyetnâme), haz., Abdülbaki Gölpınarlı, İst, 1958, s. 64-65.
[41] Bayram, Mikail, Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilâtı), Konya, 1987, s. 42-43.
[42] Vilâyetnâme, 64-65.
[43] Bayram, a.g.e., 52.
[44] Bayram, a.g.e., 53-54.
[45] İbn Batuta, a.g.e., 46-47.
[46] Uluçay, M. Çağatay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Türk Tarih Kurumu Yay. , Ank. 1992, s. 4.
[47] Uluçay, a.g.e., 3-5.
[48] Uluçay, a.g.e., 6-7.
[49] Uluçay, a.g.e., 8.
[50] Âşıkpaşazâde, Âşık Paşaoğlu Tarihi, haz. Nihal Atsız, İst. 1970, s. 54-55.
[51] Uluçay, a.g.e., 13-17.
[52] Jennings, Ronald, “Gazi tezi Üzerine Düşünceler”, çev. S. Pay, U. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, S. 7, c. 7, s. 663.
[53] Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 66.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.