Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan çeşitli araştırmalarda Kürtler hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazı araştırmacılara göre; Kürt terimi, “Göçebe Hayat tarzı veya kalın kar yığını” manalarını ifade etmektedir.[1] Yine bir başka görüşe göre ise Sümer yazıtlarında geçen Karda (Garda) sözü Kürtleri ifade eder.[2]
Başka bir grup yazarın tezlerine göre ise Kürtler “Ari” kökenli olup, yaklaşık 3000 yıl önce Kuzey Avrupa’dan göç ederek, Karadeniz’in kuzeyi ve Hazar Denizi’nin batısını takiben Mezopotamya’ya inmişler ve bu yolculuk yaklaşık 1000 yıl kadar sürmüştür.[3] Kürtleri tarihi zemin içerisinde bir noktaya oturtmak, yani onlara etnik bir temel kazandırmak isteyen bu yazarlara göre; M.Ö. 1000 yıllarında Mezopotamya’ya yerleşen Kürtler, M.Ö. 600 yıllarında Asur Devleti’ni yıkarak, Med İmparatorluğu’nu kurmuşlar,[4] kısa bir süre sonra da Medlerin Persler tarafından yıkılması ile devlet yapısını kaybetmişlerdir. Bu görüşleri ileri süren yazarların hiçbiri, bu iddialarını sağlam delillerle ispat edememektedirler. Dolayısıyla bu konuda ileri sürülen teoriler sadece benzetme ve yakıştırma niteliğindedir. Hiçbirisi ne yazılı bir metinle ne de arkeolojik bir dökümanla ispatlanamamıştır.[5] Oysa “Kürt” adının geçtiği ilk yazılı kanıt “Türkçe” dir.[6]
Aslında M.Ö. 3000 yıllarında Avrupa üzerinden Kafkaslar’a ve oradan Mezopotamya’ya göç olmadığı tarihçiler tarafından bilinmektedir. Kürtler tarihi dönemler içerisinde yan göçer topluluklar olarak dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Türklerin yanında yer alan bu toplulukların, Orta Asya’dan yola çıkarak Anadolu Yarımadası’nın dağlık kesimlerinde hayvancılığa elverişli alanlara yerleştikleri bilinmektedir. Bu göçler ise M.Ö. 1000 yıllarına rastlar. Mezopotamya’daki uygarlıklar ise M.Ö. 5000 yıllarına dayanmaktadır. Dikkat edilirse Türklerin olduğu her yerde Kürtler de mevcuttur.[7] Bu da Türkler ile Kürtlerin tarihi bir bağ içerisinde olduklarını gösterir. İskit-Saka Uruğunda Kürt İlhanı olan ve 39 yaşında ölen Alp Urungu’nun Kürt İlhanı “Ben Kürt İlhanı Alp Urungu’yum” başlıklı yazıtının Türkçe yazılmış olması Kürtlerin Türkler içerisinden geldiğinin güzel örneğidir.[8]
Son 25-30 yıldır bazı büyük devletlerin ve özellikle de bünyelerinde Türk nüfusu bulunduran komşu devletlerin politikalarının esasını, Türkiye ile kendi aralarında tampon bir devlet veya tebaları olan Türk topluluğu arasında tampon sunî bir millet yaratmak teşkil etmiştir. Diğer yandan bu endişelerini ve politikalarını Türkiye’ye doğru yöneltmek, Türkiye’de bir etnik mesele olduğu propagandası yaparak hedeflerine varmak istemektedirler. Bu tür faaliyetler arasında özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki bazı konar-göçer veya yerleşik Türk aşiretlerinin mezhep ve kültür farklılıkları istismar edilerek, kışkırtmaları ve kendilerinin Türk’ten gayri bir soydan geldikleri propagandasının yapılması, sayılabilir.[9]
Doğu Anadolu bölgesinde yaşayan ve Kürtçe diye bilinen mahallî dille konuşan Türklere, Kürt denilmektedir. Buna ilâve olarak bu dili konuşan ve Orta-Doğu’nun diğer ülkelerinde yaşayan bir kısım halka da Kürt denilmektedir. Konar-göçer toplulukların yaşadıkları coğrafi bölgelere göre kullandıkları Türkçe, Farsça ve Arapça’nın etkisi ve karışımı ile oluşan ağızlar mevcut olup, bunlar genel olarak “Kürtçe” olarak ifade edilmektedir. Kürtçe; Zazaca, Dimili (Dimli-Dümbili), Kırmançi (Kırmanç), Sorani, Gorani vb. gibi şivelerle konuşulmaktadır. Kürtçenin ayrı şivelerini konuşan insanlar arasında anlaşmak da hayli zor olmaktadır.[10]
Kürtlerin ayrı bir millet olduklarını ileri sürerek, Kürt dili yaratma amacı ile ilk kez 1922 yılında Tiflis’te Ermenice olarak Kürt Alfabesi oluşturulmuştur. Buna ilave olarak Ermeni-Kürt Cemiyeti olan Hoybun Cemiyeti, Kürtlerle Ermenilerin akraba oldukları görüşünü ileri sürmüş ise de, bu iddia tamamen asılsız ve siyasi maksatlı bir görüştür.[11]
Bir milletin dil, edebiyat, san’at, fen ve sosyal teşkilat gibi elde etmiş olduğu çeşitli müesseseler kadar, o milletin hayat felsefesi, inançları, ananeleri gibi ruhunun akislerini bulabileceğimiz tutum ve davranışlar, o milletin kültürünü meydana getirir. Bu açıdan baktığımızda, Doğu bölgesinde yaşayan insanların Türk kültür bünyesinin ayrılmaz parçası olduğu görülecektir. Oysa Orta Doğu’da yaratılmak istenen sun’î bir millete ad olarak verilen “Kürt” teriminin açıklanması, bu meselenin ideologları tarafından dahi mümkün olmamıştır.
Bunun başlıca sebebi ise Kürt aşiretleri olarak iddia edilen Kurmanç, Gûran, Lur ve Kalhur ağızlarında böyle bir terimin olmamasıdır.[12]
Bu konuda ortaya atılan teorilerde;
- Kürt adı altında toplanmak istenen cemaatler, tarihin derinliğinde kaybolmuş bazı kavimlere dayandırılmakta,
- Kürt adı altında toplanmak istenen aşiretler İranî menşe’e bağlanmak istenmektedir. Ancak bunlar sadece bir iddia olarak kalmıştır.[13]
Kürt adı verilen toplulukların dillerinde mevcut olmayan “Kürt” terimi, menşe olarak gösterilmek istenen İranî unsurlarda (Pers-Med, Sasani) ve Arî dillerde yoktur. Arapça’ya ise Türkçe’den girmiş olup, konar-göçer anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Arap kaynaklarında kullanılan “Ekrâd” tabiri, Türkmenleri diğer Türk topluluklarından ayırt etmek için kullanılmış olup, herhangi bir ırkî anlamı bulunmamaktadır.
Tarih, antropoloji, fizyoloji ve etnoloji ilimleri bir Kürt Milleti’nden bahsetmemektedir. Kürt Terimi ile bilgileri ilk kez İslam Tarihinde X. yüzyıl coğrafyacılarından Mesudi kullanmıştır. Mesudi, Kürtleri “Konar-Göçer Topluluklar” olarak adlandırılmıştır. Keza Kürdistan Terimi de ilk kez Büyük Selçuklu Sultanı Sancar (Ölüm 1157) zamanında yazılmış eserlerde geçmekte olup, Zagros Dağlarının (Hakkari Güneyi) eteklerinde kalan bölgenin tarif edilmesinde kullanılmıştır. Ayrıca Arap Coğrafyacılarının da Kürdistan Terimini bahse konu dağlık bölgeyi ifade etmede kullanmış oldukları görülmektedir.[14]
XVI. yüzyılda ise Diyarbakır bölgesinin Osmanlı idaresine geçmesi sırasında dinî mezhep duyguları ile Kürdistan’dan bazıları kuzeye, yani Diyarbakır bölgesine geçmişlerdir.
Ancak XVI. ve XVII. yüzyıldaki gözlemciler Kürdistan’ın eski Assyria, yani Dicle Nehri’nin doğusu olduğunu belirtirler. Ancak bu terim yörenin dağlık olduğunu yansıtan bir coğrafî ad olup, halkın kavmî özelliğini yansıtmamaktadır.[15] Kürdistan, bir idarî mıntıka olarak İran sahasındaki devletlerde varlığını, sonraki yüzyıllarda da devam ettirmiştir. Buraya komşu dağlık Osmanlı toprakları da bu ad ile anılıyordu. Ancak Şemseddin Sami’nin de belirttiği üzere” Kürdistan’ın hududunu tamamıyla tayin etmek müşkildir. Kürdistan, Ahmed Rifat’a göre, Şehr-i Zor ve Musul vilayetleriyle Bağdat vilayetinin bir kısmını teşkil etmekteydi.[16]
Osmanlı devleti döneminde, Kürdistan tabirine ne idari sahada ne de coğrafî bir tabir olarak rastlanmamaktadır. Osmanlı devleti zamanında Doğu bölgesinin büyük bir bölümünü sınırları içerisinde bulunduran Diyarbakır eyaletinin idari taksimatındaki en önemli değişiklik ise 1838 yılında Diyarbakır Müşirliğin kurulmasından sonra olmuştur. 1845 yılında ise Harput ve Maden-i Hümayun kazaları, Diyarbakır eyaletinden ayrılarak yeni bir eyalet oluşturulmuştur.[17] 1847-1848 yıllarında bir kısım malî zaruretlerden yani Tanzimatın uygulamasında karşılaşılan güçlüklerden dolayı, Diyarbakır eyaleti Van-Muş, Hakkari sancakları ile Cizre, Bohtan ve Mardin kazalarını içerisine alacak şekilde Kürdistan Eyaleti adı ile yeniden teşkilatlandırılmıştır. Ancak bu yeni düzenlemenin, özellikle Diyarbakır Eyaleti’nin idari taksimatında fazla bir değişiklik yapmadığını belirtmek gerekir. Tarihi dönemler içerisinde Diyarbakır eyaletinin idari taksimatı incelendiğinde, bu bölgenin Kürdistan tabiri ile kastedilen bölge ile uzaktan yakından bir alakasının olmadığı da tespit edilmiştir.[18]
Bununla birlikte Tanzimat dönemi devlet adamlarının yeni idarî teşkilata Kürdistan Eyaleti adını vermelerinde, özellikle Avrupa tesirini aramak gerekir. Zira “…Kürdistan Eyaleti’nin adı halk nazarında gerçek yeriyle ilgisiz olduğundan hiçbir anlam ifade etmiyordu. Çünkü bu eyaletin merkezi olan Diyarbakır’ın Kürdistan ile tarihinin hiç bir devrinde ilgisi olmamıştır…”.[19]
Antik Dönem de dahil olmak üzere İslam coğrafyacılarının eserlerinde rastlanmayan “Kürdistan” adı Türk devrinde ortaya çıkan bir terim olduğundan Türkçe ile ilgili olabilir. Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere, terim günümüzde kasıtlı olarak siyasi manada kullanılmaktadır. Yukarıda açıklandığı üzere Kürdistan teriminin tamamen izafi bir terim olarak kullanıldığı, siyasi bir anlam taşımadığı, Anadolu’nun doğusunda ve Irak’ın Kuzey’indeki dağlık bölgelerin tarifinde kullanıldığı görülmektedir. Selçuklu ve Osmanlı idari taksimatında da Kürdistan diye bir eyalet, vilayet, sancak veya köy yoktur. Emperyalist ülkeler Türk birliğini bölmek maksadıyla yaptıkları çalışmalar sırasında, Tanzimat’ın ilanından itibaren Kürdistan teriminin sıkça gündeme geldiği, Lazistan ve Ermenistan gibi terimlerle siyasi amaçlı kullanılmaya başlandığı görülmektedir.[20]
Kürt adı altında toplanmak isteyen kavimler tarihte kaybolmuş eski kavimlere dayandırılmak istenmektedir. Kardak-Kardo ve Med-İskid nazariyesi bunlara örnek gösterilebilir. Ayrıca yine Kürtlere mal edilmek istenen Kawa Efsanesi de XI. yüzyılda ünlü İran şairi Firdevsî tarafından yazılan “Şeyh-nâme” adlı destanında yer alan, bir İran millî kahramanının anlatımıdır.
Bir uruk veya boy adı olarak “Kürt” kelimesine, tarihte ilk defa Orta Asya’daki kazılarda Elegeş nehri yakınlarında ortaya çıkan bir Türk mezarının kitâbesinde rastlıyoruz. Yenisey’de Göktürk kitabelerindeki (Elegeş Yazıtı) Bengütaş’ta yer alan bilgilerden anlaşıldığına göre sözü edilen Kürt uruğu Göktürkler içerisinde yaşıyordu ve beylerinin adı Alp Urungu idi.[21] Ceyhun deltası içindeki “Kürder Şehri” ve “Kürder Arkı” kitâbelerde adı geçen “Kürt” topluluğunun yerleşimi ile ilgili olmalıdır. Bunlar da Türkçe’de bu kelimenin bulunduğunu kesin olarak ispatlamaktadır.[22] Dolayısıyla bu kelime ırk veya millet anlamında olmayıp, daha sonraki dönemlerde Türk Topluluklarının hayat biçimlerine göre mahiyet kazanmıştır.
Orta Asya’da varlığı çok eski tarihlere dayanan Kürtler uruğu daha sonra batıya, Hun Türkleriyle birlikte -tıpkı Anadolu’ya yerleşmeleri gibi- göç etmiştir. Bu göç de diğerleri gibi Hazar’ın güney ve kuzeyinden olmuştur.
Macaristan’da görülen Kürtler bunun delilidir. Ayrıca Çekoslovakya ve Slovenya topraklarında da bazı Kürt oymaklarının varlığı tespit edilmiştir.[23] Hazar’ın güneyinden geçenler ise İran ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Bunlar da bu bölgeye Oğuzlarla birlikte gelmiş olmalıdırlar.[24] İşte Avrupa, İran ve Türkiye coğrafyasında görülen ve Türkçe konuşan Kürtlerden başka, geniş bir kabileler topluluğu daha vardır ki, Arap tarihçileri bunlardan “Ekrâd (=Kürtler)” olarak bahsetmektedir. Arap tarihçilerinin Kürtler diye adlandırdığı bu topluluklar bazılarınca 4 grupta toplanıyordu.
Kurmanclar, Guranlar, Lurlar, Kalhurlar.
Oysa Arapların bu terimi bu dört zümre için kullandıkları şüphelidir. Belki de sadece Kurmanclar için Kürtler demişlerdir. Zira Lurlar sonraki dönemlerde kendi adları ile anılmışlardır. Diğer üç zümre için de durum aynı olup, onlar da bu kelimeye yabancıdırlar.[25]
Yukarıda verilen bilgilere ilâve olarak, Kürt aşiretleri içerisinde sayılan Zazalar konusuna da bir açıklık getirmek gerekmektedir. Zira bugün için Zazaların, Kürt ve Türk değil onlardan ayrı bir kavim oldukları yolunda da iddialar mevcuttur. Bu iddialara göre, Zazalar kasıtlı olarak Kürt boyları içerisinde gösterilmektedir. Oysa Kürtler konusunda bir otorite kabul edilen Rus bilim adamı Vlademir Minorsky’nin bu konuda söylediği “Sistemli incelemeler Kürt adıyla örtülen bir tabaka altında birçok eski kavimlerin varlığını ortaya çıkartacaktır.” sözleri, Zazaların bu konudaki dayanağını teşkil etmektedir. Ayrıca Şeref-nâme’de, Zazalardan hiç söz edilmemesi de Zazaların, Kürtlerden ayrı olduğunu ileri sürenlerin bir başka dayanağını teşkil eder. Bu iddiaları ileri sürenlere göre, Türkiye, İran, Irak, Suriye ve eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan ve “Kürt adı altında” birleştirilmek istenen zümreler, her bakımdan birbirlerinden tamamen farklı birer yapıya sahip bulunmaktadır.[26]
Zazaların Kürtlerden ayrı olduğunu ileri süren bu görüşlere göre, Zaza adına M.Ö. 9. yüzyılda rastlanmaktadır. Menşe yönünden ise Hurrîlere bağlanmaktadır. Dil bakımından da Zazaca, Kürtçeden tamamen ayrıdır. M.Ö. 5 bin yıllarında tarih sahnesine çıkan Sümerlerle, Zazalar arasında dil, inanç ve benzeri açılardan bir takım benzerlikler de tespit edilmiştir.[27]
Yukarıdaki iddialardan da anlaşılacağı üzere, Kürt kelimesinin etnik kimliği ve üzerinde yapılan spekülasyonlar, Zaza kelimesi için de mevcuttur. Zira Zazaların, Kürt veya ayrı bir kavim oldukları iddialarının yanı sıra, söz konusu boyun Türklüğü de tartışılmaktadır. Buna göre de milattan önceki dönemlerde ortaya çıkan Zazalar, Türklerin çok eski bir boyudur. Orta Asya’dan kopup gelen, Dicle ve Fırat havzalarına yerleşen ve Proto-Türkler diye adlandırılan bu kavim Saka=İskit veya Subar Türklerine mensuptur. M.Ö. 5 bin senelerinde Orta Asya’dan göçüp, Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Su-su adı zamanla değişmiş ve bu Türklere Zaza adı verilmiştir.[28] Doğu illerine İslâmiyetin yayılmasıyla birlikte büyük bir çoğunluğu Şafii ve Nakşîliğe mensup olmuşlardır. Ancak Türk olan ve Osmanlı padişahları tarafından yabancılığa sürüklenen Zazalar, kendilerini Emevî neslinden görmüşler ve bu yolda yürümüşlerdir.[29]
Kürtler konusunda olduğu gibi Zazaların da etnik kimliği üzerinde yapılan tartışmalar, bunların Türk-Arap-Fars olabileceği veya bu toplumların dışında bazı karakteristikleri bulunabileceği yolundadır. Bu kavmin Türk olduğu yolundaki kanıtlar çok daha kuvvetlidir.[30]
Tarihî dönemler içerisinde Kürtlerin Turanî bir kavim olduğu görüşünü izah eden tarihçiler genelde Eberhard, Rasonyi ve Ne’meth gibi tarihçilerin konu ile ilgili açıklamalarını zikrederler.[31] Bunun yanı sıra Dede Korkut Oğuznâmelerine göre Kürtlerin bir Türk boyu olduğu ve Oğuzlara mensup olduklarını gösteren çalışmalar da mevcuttur.[32]
Birçok yerli ve yabancı ilim adamının araştırmaları sonucunda, Türkiye’deki mevcut Kürt aşiretlerinin, Oğuzların bir kolu olduğu yolunda önemli sonuçlara ulaşılmıştır. Yüzyılların meydana getirdiği şartlar sebebiyle Arapça, Farsça, Türkçe karışımı ve Kürtçe dediğimiz sun’i bir lisanla yazılı kaynakların en eskisi olan Bitlis Emiri Şeref Han tarafından l597 de kaleme alınan Şeref-nâme adlı eserde de Kürtlerin Oğuz Han soyundan geldiği açıkça belirtilmektedir.[33]
Türklerin göçünü takiben yerleştikleri bölgelerde, Kürtlerin sınır toplumu karakteri arzeden bir topluluk oldukları, Türk-Arap ve Fars milletlerinden etkilenerek kültür karakteri meydana getirdikleri görüşü de üzerinde durulması gereken bir konudur.[34] Zira günümüzde bu ad ile adlandırılan topluluklar Orta Doğu’da Türkiye, Suriye, Irak, İran, Ermenistan ve Azerbaycan’a dağılmışlardır. Bunların ilk nüvesini ise “Kürt” adlı “Türk” kabilesi teşkil etmiş olmalıdır. Osmanlı topraklarında Türk aslından olan bu kabileler zamanla diğer Türk kabilelerini de bünyelerine alarak bugünkü yapıyı meydana getirmişlerdir. Şüphesiz zaman içerisinde bu Türk aşiretleri arasına Arap, Fars veya başka milletlerden oba ve oymaklar da karışmış olabilir. Kürt’ün Türkmen’den farklılığını milliyet düzeyine çıkaranlar daha ziyade Kürt dili üzerinde dururlar. Oysa, yukarıda da kısaca açıklandığı üzere, Kürt lisanı bir dialekt olup, Farsça’ya daha çok benzemektedir. Bununla beraber Arap ve Türk tesirlerinin de karışımıyla, kendine has bir telaffuzu vardır.[35] Zira Türklük, sadece Türkmenlik demek değildir. Türklüğü meydana getiren başka unsurlar da vardır. Türklüğü meydana getiren Türkmen, Yörük, Kürt, Zaza ve benzeri Türk boyları kapsamındaki oba ve oymaklarda urukları meydana getirirken, değişen tarih ve coğrafyalarda farklı kombinezonlarla bir araya gelmiştir.[36]
Türk toplulukları Anadolu coğrafyasında konar-göçer bir hayat sürmüşler ve bir kısmı ise bu coğrafyada yerleşik hayata geçmişlerdir. Zamanla yerleşik hayatı benimseyen topluluklar, konar-göçer Türk topluluklarını, aşiretlerini kendilerinden aşağı görerek onları Türkmen, Tahtacı, Yörük, Abdal, Zaza, Kürt gibi adlarla kendilerinden ayırt etmek istemişlerdir. Dolayısıyla bu hayat tarzından dolayı da Türkmenler’e Kürtler denilmiş olabilir.
Osmanlı Arşiv belgelerinde görüldüğü üzere “Kürt terimi” açıkça konar-göçer göçebe toplulukları ifâde etmektedir. Belgelerde yer alan pekçok örnekten de anlaşılacağı üzere, Türkmen toplulukları arasında Kürt adı, yalnız dağlarda yaşayanlara verilen isimlerdir.[37] Osmanlı kayıtlarında geçen “Etrak” ve “Ekrad” terimleri “Türk” veya “Kürt” manalarında kullanılmayıp, “Yerleşik” ve “Göçebe” manasında kullanılmaktadır. Şöyleki “Boz Ulus Türkmanı” derken, Boz Ulus aşiretinin “Yerleşik” olanları, “Boz Ulus Ekradı” derken de Boz Ulus aşiretinin “Göçebe” olanları kastedilmektedir. Karakoyunlu Türkmanı, Karakoyunlu Ekradı, Cihanbeğlü Türkmanı, Cihanbeğlü Ekradı hep bu manada kullanılan terimler olup, bu aşiretlerin bir kısmının “Türk” bir kısmının ise “Kürt” olduğuna delâlet etmez.[38] Dolayısıyla Ekrâd kelimesinin Kürtler karşılığı olmadığı ve böyle telakki edilmesinin fevkalâde yanıltıcı olacağı kesindir.[39] Ayrıca Osmanlı Devleti’nin tebealarından gayrı müslimler devlete ödedikleri bir vergi (cizye) karşılığı askerlikten muaf tutulmuşlardır. Hatta yine Osmanlı tebeasından olan Müslüman Araplar dahi askere alınmamışlardır Fakat devlet bünyesinde Türklerle iç içe yaşayan ve vesîkalarda “ekrâd” tabir edilen Kürtler için böyle bir ayrı uygulama söz konusu değildir. Dolayısıyla onlar da devletin asıl sahibidirler.[40]
Yukarıda da belirtildiği üzere Osmanlı devleti döneminde Kürtler, devletin asıl sahipleri olup, herhangi bir şekilde bir ayrıma tabii tutulmamışlardır. Hal böyle olunca da bu dönem içerisinde ayrı bir Kürt tarihinden bahsetmek mümkün değildir.[41] Bu dönemde umumiyetle sosyal yapı itibariyle aşiretler halinde yaşayan Kürtler Osmanlı topraklarında çeşitli bölgelere dağılmış iseler de, asıl yoğunlukta bulundukları yerler Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri yani Anadolu kıtasıdır.
Osmanlı Devleti döneminde coğrafi ve sosyal yapı sebebi ile doğu bölgelerinde hakimiyet uzun bir süre tam olarak tesis edilememiştir.[42] Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel olarak, merkezi otorite boşluğu sebebiyle, uzun dönemler sonunda bu bölgede kendine özgü sosyo-ekonomik ve kültürel bir yapı ortaya çıkmıştır. Kürtlerde bu durum aşiretçilik içerisinde ağalıklar olarak ortaya çıkmıştır. Kürtlerde görülen bu sosyal durum şunlardan ibarettir. Ağalık, servet ve toprak esasına dayanan zenginliği ifade etmekteydi. Şeyhlik, mezhep ve tarikatların, başka bir ifade ile dini duyguların istismar edilerek kullanılmasını ifade etmekteydi. Aşiretçilik ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yarı müstakil yaşayan ve kendi içinde feodal bir yapı gösteren toplulukları ifade etmektedir.[43]
Osmanlı’da yenileşme hareketlerinin başlaması ile birlikte devlet yapısı içinde aşiret halindeki bu konar-göçer toplulukların farklı oldukları ortaya çıkmıştır. Devletin zayıf olduğu zamanlarda da devlet otoritesine karşı ayaklanmalar görülmüştür. Tanzimat Fermanı 1838 tarihinde ilan edilmesine rağmen Doğu bölgesinde ancak 1845 tarihinde uygulanabilmiştir. Bunun başlıca sebebi de bölgede Yurtluk ve Ocaklık olarak toprak tasarruf edenlerin Tanzimat’ın bölgede uygulanmasına karşı çıkmaları olmuştur. Bölgede görülen Bedirhan Bey isyanı da bu nevîden bir isyan olup, bölgenin etnik durumu ile uzaktan yakından alakası yoktur.[44]
XIX. yüzyıl içerisinde Doğu bölgesinde meydana gelen isyan hareketleri, devlete karşı bir isyan hareketi olmaktan ziyade, bölgedeki yöneticilerin keyfi uygulamalarına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla XVIII. ve XIX. yüzyıllarda merkezi otoritenin zayıflaması sonucunda bütün ülke genelinde meydana gelen isyan olayları, Doğu bölgesinde de vuku bulmuştur. Ancak burada altı çizilmesi gereken husus, bu dönemlerde Doğu bölgesinde meydana gelen isyan hadiselerinin siyasî, dinî ve etnik bir mahiyetinin bulunmamasıdır.[45]
Osmanlı hakimiyetinin sonlarına doğru, I. Dünya Savaşı sırasında, İngiltere, Osmanlı Devleti’ni parçalamak için manda yönetimli Kürt Devleti fikrini ortaya atmıştır. Buna bağlı olarak Kürt aşiretlerini bu yönlü etkilemeye başlamıştır. İngiltere başta olmak üzere, Fransa ve Rusya’nın çabaları ile Kürt Devleti hedefi belirlenmiştir. Dolayısıyla Kürtlerin aşiret halinde ayaklanmaya başlamaları, emperyalist devletlerce Anadolu ve Orta Doğu’da oynanan oyunların bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. İngilizlerin, Kürtlerin yaşadıkları bu bölgelere önem vermelerinin birkaç sebebi vardı. Öncelikle, stratejik bir öneme sahip olan bölge toprakları, İran ve Osmanlı toprakları arasında bulunmakta ve gelecek için İngiliz sömürgeciliğinin gelişmesine imkan tanımaktaydı.[46]
İngilizlerin ardından bölgeye Amerikalı misyonerler de gelmiştir. Amerikalıların da, o dönemde bölge politikasında etkin olma yerine ileriye yönelik yatırımlarda bulundukları ve bu amaçla geniş bir misyoner örgütü kurdukları bilinmektedir. Amerikalılar 1890’a doğru bölgede toplam 118 kilise kurmuşlardır. Ancak bu misyonerlerin asıl temas ettikleri Nasturilerle öteki Hıristiyan gruplardır. Kürtler ise bu misyonerlerin varlığından hiç memnun olmamışlardır.[47]
Rusların, Kürtlerle ilk temasları ise 19. yüzyılın başlarında meydana gelen İran-Rus ve Osmanlı-Rus savaşları sırasında gerçekleşmiştir. İran-Rus savaşlarında, İran’ın yenilerek Gülistan Anlaşması’nı imzalaması, Kürtler arasında Rusya’nın saygınlığını artırmıştır. 1828-29 yıllarında yapılan Osmanlı-Rus savaşında ise Kürt aşiretlerinden bazıları, Osmanlı Devleti’ne karşı Rusya’nın yanında savaşmıştır. Bütün bu gelişmelerin ardından Rusya da çok yoğun biçimde Kürt politikası oluşturma çalışmalarına girişmiş ve özellikle Van, Erzurum gibi yerlere gönderilen Rus konsolosları aracılığıyla Kürtlerle temasa geçilmiştir.[48]
XIX. yüzyıl Kürtlerin yabancı devletlerle ilk tanıştığı yıllar olmasının yanı sıra, yaşadıkları bölgelerin emperyalist politikalara alet edilmeye başlandığı bir dönem de olmuştur. Bu ilk tanışmanın ardından Kürtler, bu devletlerle daha sıkı ilişkiler kuracak ve bir takım isteklerde bulunacaklardır. Fakat bu istekleri hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.[49]
Doğu bölgesinde yaşayan ve aşiret hayatını devam ettiren Kürtlerin emperyalist devletlere yaklaşmalarındaki en etkili sebep, Osmanlı Devleti’nin uzun bir dönem bölgeyi her açıdan ihmal etmesidir. Anadolu’nun Türkleşmesi’ne paralel olarak uzun bir dönem Orta Asya ve İran’dan gelen aşiretlerin önemli uğrak yerleri arasında olan Doğu Anadolu bölgesi bu önemini 1514 tarihinden itibaren kaybetmeye başlamıştır.[50] Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin özellikle Şiîlere karşı başlatmış olduğu takip politikası, bir kısım aşiretlerin yeniden İran ve Azerbaycan’a dönmesine yol açmış, bir kısmı da Doğu Anadolu’da bulunan dağlık arazilere çekilmişlerdir.[51] İşte bu dönemlerde Doğu Anadolu bölgesindeki sarp ve ulaşılmaz yerler büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu tarihlerden sonra uzun bir dönem Osmanlı Devleti bu bölgeler ile pek fazla ilgilenememiştir.[52]
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı ile uygulamaya çalıştığı bir kısım yeni düzenlemeleri bütün ülkeye teşmil etmek için uğraşmaya başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere 1848 tarihinde Diyârbekir Eyaleti yeniden teşkilâtlandırılmış ve ülke genelinde yapılan bir kısım değişiklikler bu mıntıkada da yürürlüğe konulmuştur. Ancak Osmanlı Devleti uzun bir süre bu bölge ile yeterince ilgilenmediğinden dolayı, yaptığı yeni uygulamalarda fazla başarılı olamamış ve özellikle bu tarihe kadar devlet otoritesinden uzak yaşayan aşiretlerin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Osmanlı Devleti yeni uygulamalar için bir kısım aşiretlerden istifade etme yoluna gitmiş, bununla birlikte aşiretler yapılmak istenen değişiklikleri fazla benimsemediklerinden dolayı, bu durum aşiretler arasındaki çekişmeleri artırmak ve bir kısım aşiretleri daha imtiyazlı bir hale getirmekten başka bir sonuç vermemiştir.[53]
Bölgede 1848 tarihinden Osmanlı Devleti’nin dağılmasına kadar geçen süre içerisinde, bir kısım yeni düzenlemeleri gerçekleştirmek mümkün olabilmiş ise de, tam manası ile aşiretleri ıslah etmek mümkün olmamıştır. Bunun başlıca sebebi ise bu bölgede görülen aşiret hayatının devam etmesidir. Özellikle aşiret reisleri ve seyyidlerin bölge halkı üzerindeki tesirleri büyük olup, bu kişiler halkı istedikleri gibi yönetmişlerdir. Yapılmak istenen yeniliklerin kendi durumlarını tehlikeye düşürdüğünü görünce de, yeni uygulamalara karşı çıkmışlardır.[54]
Osmanlı Devleti bölgede devlet otoritesini tesis etmek için 1848 tarihinden itibaren bir kısım askerî harekâtlar yapmıştır. Bu harekâtlar sonucunda başlangıçta bir kısım başarılar elde edilmiş ise de, askerin bölgeden çekilmesi ile durum tekrar eski haline dönmüştür. Osmanlı Devlet adamlarının bölge ile ilgili olarak yazmış oldukları raporlarda yer verdikleri, bölgede askerî harekâtlarla beraber, ıslahatların yapılması gerekliliği, bir türlü uygulanamamıştır. Bölgenin oldukça ârızalı bir coğrafî konuma sahip olması, bu bölgede Osmanlı Devleti’nin işini zorlaştıran bir diğer husus olmuştur.[55]
XIX. yüzyılda Doğu Anadolu bölgesinde meydana gelen eşkıyalık olaylarının sebebi sadece iktisadî meseleler değildir. Bu bölgede eşkıyalık olaylarına karışan aşiretlerin kendilerini geçindirmeğe yetecek kadar arazileri ve başka geçim kaynakları -özellikle hayvancılık- vardır. Dolayısıyla eşkıyalık olaylarına karışan aşiretler soygun yaparak elde edecekleri paraya muhtaç değildirler. Buna ilave olarak üzerlerine düşen vergileri veremeyecek durumda da değildirler. Aksine vergi vermek ve bu yolla kontrol altına girmek istememektedirler. Bütün bunlara dayanarak eşkıyalığın iktisadî ve sosyal düzensizlik, ahlakî çöküntü ve merkezî otorite boşluğundan doğan bir sosyal olay olduğu söylenebilir. Bu sayılan şartların tamamı oluştuğundan dolayı, eşkıyalık da kaçınılmaz olarak oldukça yaygınlaşmıştır.[56]
Uzun bir dönem devlet otoritesinden uzakta yaşayan bir kısım aşiret reisleri ve seyyidler, bölgede yapılmak istenen yeni uygulamalarla kendi hakimiyetlerinin zayıflayacağını anlamışlar ve devamlı surette buna karşı çıkmışlardır. Devletin yanında görünen bir kısım aşiret reisleri de, bu niyetlerinde bir türlü samimi olmamışlardır.
Dolayısıyla 1848 yılından itibaren bölgede yeni düzenlemeler yapmaya karar vermiş ise de Osmanlı Devleti’nin dağılmasına kadar geçen süre içerisinde bölgede ciddî mânâda bir ıslahat yapılamamıştır. Bunun en büyük zararı ise bölgede yaşayan halka olmuş ve bölge halkı özellikle aşiret reisleri ve seyyidlerin engellemeleri yüzünden bir türlü cehalet zincirini kıramamışlardır.[57]
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bütün zorlamalara rağmen ırk, millet ve hatta aşiret anlamına gelebilecek “etnik” manada bir “Kürt” terimi mevcut değildir. Bu adlandırma yerleşik Müslüman Arap-Fars ve Türk topluluklarının konar-göçer Türkmen aşiretlerine ortaklaşa verdikleri bir deyimden ibârettir. Konuya ırkî açıdan bakıldığında ise yukarıda yapılan izahlardan Kürtlerin Orta Asya menşe’li oldukları anlaşılacaktır.
Zira Kürtler örf ve âdetleri, Türk milletiyle büyük bir uyumluluk göstermektedir. Büyük istilâların sebep olduğu karışımların bir neticesi olarak Kürtlerde bir çok ırkın etnik kalıntılarını bulmak mümkündür.[58] Gerçekten de Batı Asya, tarihinin başlarından beri değişik toplulukların bir geçit yeri ve savaş alanı olmuştur. Coğrafî durumları sayesinde Kürtler, bu istilâlara dayanmış ve sosyal yapılarını korumuşlardır. Sonuç olarak denilebilir ki, bütün meziyetleriyle Kürtler, Türk birliğinin kıymetli bir parçasını meydana getirmektedirler.[59]
Bugün için bilinmektedir ki, Türkler Anadolu’ya, Türklerin İslâmiyete girmesinden ve islâmiyetin zuhûrundan çok evvel gelmişlerdir. Bu tarih M.Ö. II-IV. bine kadar uzanmaktadır. Kürtler de Türkî bir unsurdur. Bir Türk boyunun adını almakla beraber çeşitli Türk devletlerinin bölgedeki kalıntıları da zamanla bu ismin kapsamına girmişlerdir. İskân bölgeleri Fars ve Arap coğrafyacıları ile iç içe olduğundan, dil gibi bazı kültürel özelliklerinde kısmî değişime uğramışlardır. Ancak dil üzerinde yapılan çalışmalar, bugün için ayrı bir dilmiş gibi gösterilen bu bölgedeki insanların konuştukları mahallî şivenin, Türkçe’nin bir ağzı olduğunu açıkça ispatlamıştır.[60]
Anadolu’ya geliş tarihleri farklı olan ancak çıkış merkezleri, taşıdıkları kültür, temsil ettikleri medeniyet itibariyle aynı kaba konulabilecek olan Türkler, Kürtler ve Zazalar Proto-Türklerin Orta-Doğu’da küçük farklılıklar gösteren kollarıdır.[61]
Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 406-412