Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Tanzimat’tan Sonra Kültür Ve Edebiyat Hayatımızdaki Değişme Ve Yenileşmeler

0 9.365

Doç. Dr. Abdullah UÇMAN

Milletimizin asırlar öncesine uzanan pek eski geçmişi içinde asla unutulmaması ve zaman zaman da olsa daima hatırlanması gereken dönüm noktası niteliğinde bazı önemli tarihler vardır. Orta Asya’dan gelen atalarımızın Anadolu topraklarını yurt edinmelerinde 107l Malazgirt Zaferi nasıl önemli bir dönüm noktası ise, Anadolu’dan Rumeli topraklarına geçiş, asırlardır birçok kavmin rüyalarına giren İstanbul’un fethedilmesi, Osmanlı ordusunun Viyana kapıları önündeki hezîmeti, Tanzimat Fermanı’nın ilân edilmesi; daha yakınlarda 93 Harbi ve Rumeli’den Türk göçleri de milletimiz için böyle önemli dönüm noktalarıdır.

XI. yüzyıldan başlayarak Hıristiyan dünyasına karşı yaptığı savaşlarla genellikle galip gelen ve “ehl-i küfür” olarak baktığı Avrupa karşısında kendisini daima üstün gören Türk milleti, Viyana bozgunu ile artık dengelerin tersine döndüğünü, yani bir anlamda Batı dünyasının üstünlüğünü istemeye istemeye de olsa kabul etmeye başlıyordu. İşte l683 tarihinden başlayarak 1839’a kadar geçen bir buçuk asırlık zaman süresi, ağır adımlarla da olsa, şöyle ya da böyle, üstünlüğü kabul edilen Batı dünyasını tanımak ve Batı medeniyetine yaklaşmakla geçer. XVIII. ve XIX. yüzyılın bazı Osmanlı devlet adamlarıyla ileriyi gören bir kısım münevverleri, yeni karşılaştıkları Batı dünyası ile içinde yaşadıkları Osmanlı dünyasını mukayese ettiklerinde, Batı’yı mutlak anlamda üstün görmüşlerdir.[1] Giderek, Batı dünyasına ve Batı medeniyetine açılmadıkça, en azından bazı alanlarda Batılılar gibi olmadıkça, yani onları taklid etmedikçe mahvolacağız, yeryüzünde bize hayat hakkı tanınmayacak görüşü yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlar. İşte bu yüzden aşağı yukarı bütün XIX. yüzyıl, Osmanlıların yeryüzünde kalabilmek için Batı dünyasına açılmaya başladığı bir devir olarak görünmektedir.

Başlangıcı, 28 Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa seyahatinin hemen ertesinde matbaanın faaliyete geçtiği l728’e, Nizâm-ı Cedîd Ocağı’nın teşekkülüne, bellibaşlı Avrupa başkentlerinde daimî elçiliklerin kurulmasına[2] ve Vak’a-i Hayriyye’ye kadar uzanan Tanzimat hareketi, Batılıların “hasta adam” dediği Osmanlı Devletini’ni iyileştirebilmek için girişilen son derece ciddi hamleler şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

3 Kasım l839 günü Topkapı Sarayı’nın yanındaki Gülhane bahçesinde başta devrin oldukça genç yaştaki Padişahı Sultan Abdülmecid olmak üzere diğer devlet adamları, yabancı ülkelerin diplomatik temsilcileri, Osmanlı topraklarındaki farklı dinlerin mümessilleri ve kalabalık bir halk topluluğu önünde padişah adına Hâriciye Vekili Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan Tanzimat Fermanı’nın baş tarafındaki giriş kısmında, yüz elli yıldır memlekette yaşanmakta olan kargaşa ve gerilemenin bellibaşlı sebepleri üzerinde durulmaktadır. Başlıca sebep olarak da, büyük bir ihtimalle kamuoyunun tepkisine yol açmamak için, dinî esaslara gerektiği gibi uyulmaması, yani “şeriattan uzaklaşılması” gösterilir. Bunun arkasından da, bütün bunların önüne geçmek için yeni yapılacak düzenlemelerin neler olacağı ardarda şu şekilde sıralanmıştır:

  1. Müslüman ve gayrimüslim, hangi zümreye mensup olursa olsun bütün Osmanlı tebaası bundan böyle herhangi bir ayırım gözetilmeksizin kanun karşısında eşit muamele görecektir;
  2. Müslüman olsun olmasın, memleket dahilinde yaşayan her fert bundan böyle canından, malından, ırz ve namusundan emin olarak yaşayabilecektir;
  3. Vatandaşların devlete ödemesi gereken vergiler muntazam bir şekilde ve mükelleflerin ödeme gücüne göre tahsil edilecektir;
  4. Bundan böyle rüşvet kesinlikle önlenecek ve bütün memuriyetler maaşlı olacaktır;
  5. Mahkeme kararı olmadıkça hiç kimse keyfî şekilde cezalandırılamayacak; idam edilemeyecek, zehirlenemeyecek; mahkeme kararıyla cezalandırılanların mallarına devlet tarafından el konulamayacaktır;
  6. Askerlik süresi bundan böyle mâkul bir şekilde belirlenecektir;
  7. Bu yeni esasların harfiyyen uygulanacağına dair başta padişah olmak üzere, sadrazam, vezirler ve vekiller halkın huzurunda yemin edeceklerdir.[3]

Açıkça görüldüğü gibi, fermanın sadece birkaç maddesi bile Osmanlı Devleti’nin mevcut sosyal durumu ile yapılması tasarlanan yeni düzenlemelerin, “tanzimat” kelimesinin anlamına da uygun bir şekilde, nasıl bir mahiyet taşıdığını ortaya koymaktadır. Esas itibariyle hukukî ve idarî bir ıslahat programı niteliğindeki Tanzimat Fermanı’nın en önemli noktası, memlekette kanun ve nizam hakimiyetinin yeniden sağlanacağı hususunda halka güvence vermesidir.

Yaşadığımız günden geriye bakıp geçmişi yargılamak çok kolaydır; halbuki tarihi ve tarihteki olayları bugünün değil, o günün şartları içinde ve mümkün olduğunca soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gerekir. Tanzimat hareketinin aksayan yanları, bir türlü uygulamaya konulamayan, konulsa da bir sonuç alınamayan tarafları daha ilk Tanzimat nesli tarafından eleştirilmiştir. Günümüze gelinceye kadar da, fermanın metninden tek satır dahi okumadan, kulaktan dolma ve uluorta bilgilerle ferman, Batıcı çevreler tarafından gözü kapalı bir şekilde alkışlanmış, muhafazakâr çevrelerce de ağır şekilde eleştirilmiştir. Ancak bugün Türkiye, hukuk alanında, idarî alanda, sosyal alanda, eğitim ve bilim alanında, iktisadî ve ticarî alanlarla askerlik alanında içinde yaşadığı çağın çok gerilerinde değilse, bunda Tanzimat’la birlikte atılan önemli adımların ve yürürlüğe konulan reformların büyük payı bulunduğunu tarihi bilen hiç kimse inkâr edemez.

Tanzimat Fermanı’nın ilânından 162 yıl sonra, başta devleti yönetenlerle parlamenterler olmak üzere bütün Türk aydınlarının bu zaman süresi içerisinde atılan adımların, alınan mesafenin, maddî ve manevî anlamda kazanılan veya kaybedilen şeylerin bir muhasebesini yapmalarının ve bunları hiçbir kaygı duymadan tartışmalarının, daha yeni girdiğimiz yüzyıl için de büyük fayda sağlayacağına inanıyorum.

Ancak, çoğunlukla zannedildiği gibi, Tanzimat Fermanı’nın ilân edilmesiyle birlikte sosyal, ekonomik ve hele hele kültürel ve edebî planda değişme ve yeniliklerin hemen başladığını söylemek mümkün değildir. Bırakın 1839 tarihini, XIX. yüzyılın ortası olan l850’ye gelindiği zaman bile kültürel planda, birkaç istisna dışında, değişme ve yenileşmeden söz etmek mümkün değildir.

Siyasî ve askerî planda Batılılaşma da, XVIII. yüzyılda başladığı halde Batı etkisi acaba edebiyatta ve kültür hayatımızda niçin bu kadar gecikmiştir? Bu meselede her şeyden önce, temasta bulunulan milletlerin dillerinin bilinmesi gerekmektedir; yani kültürel temasta ilk ve en önemli vasıta olarak dil meselesi ön plana çıkmaktadır.

XIX. yüzyılın başladığı l800 tarihinden, yüzyılın ilk yarısının sona erdiği 1850’lere gelinceye kadar kültür ve edebiyat alanında herhangi bir değişme ve yenileşme hemen hemen yok gibidir. Ancak bu tarihten 9-l0 yıl sonra hafif bir kıpırdanma başlar. XIX. yüzyılın ilk yarısında, yani l850’den önce sadece iki önemli teşebbüsten söz etmek gerekir. Bunların biri, 183l yılında ilk Türk gazetesi olan Takvîm-i Vekayî’nin çıkması, diğeri ise l840 yılında Cerîde-i Havâdis gazetesinin yayın hayatına atılmasıdır. İzmir’e yaptığı bir seyahat sırasında orada bazı dükkânların vitrinlerin Rumca yayımlanmış gazeteler gören Sultan II. Mahmud’un fermanıyla çıkarılmaya başlanan Takvîm-i Vekayî’nin, resmî nitelikte bir gazete olması dolayısıyla, l860’tan sonra yayın hayatına giren diğer gazeteler gibi bir kamuoyu oluşmasına katkıda bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak resmî nitelikte oluşuna ve haftada bir defa çıkmasına rağmen, Osmanlı tebaasının durumu da göz önüne alınarak, zaman zaman Rumca, Ermenice, Arapça, Farsça ve Moniteur Ottoman adıyla Fransızca olarak da yayımlanan Takvîm-i Vekayî, yine de bu alanda atılmış ilk adımdır ve ülkemizde Türkçe yayımlanan ilk gazete örneğidir.[4]

Cerîde-i Havâdis ise, artık eski gücünü kaybeden ve Avrupa tarafından “Hasta adam” ilân edilen Osmanlı Devleti’ndeki ileri gelen devlet adamlarından Âkif Paşa ile Pertev Paşa arasındaki mevki kavgası sonucu, basit bir olay bahane edilerek, ama esasen İngiltere’nin baskısı ile İstanbul’da ikamet eden İngiliz asıllı William Churchill’e devlet tarafından verilmek zorunda kalınan bir taviz sonucu çıkmaya başlar. Bununla birlikte, gerek Türk yazarların makaleleri, gerekse Kırım Savaşı sırasında ciddi haberler vermesi itibariyle Cerîde-i Havâdis’in, Türk gazetecilik tarihinde önemli bir yeri bulunmaktadır.[5]

Edebiyat alanında Batı dünyası ile ilk temas ve yeniliklerin başlangıcı ise l860 yılını bulur. Bu sırada dikkatimizi çeken ilk ve en önemli teşebbüsler, sonraki yıllarda bu gibi faaliyetlerde daima ön planda göreceğimiz, Tanzimat Devri’nin entelektüel kimliğine sahip kişiliği Şinasi’den gelir. Onun, l859 yılında Tercüme-i Manzume adıyla yayımladığı kitapçıkta Lamartine, Fénelon, Racine ve La Fontaine gibi klasik ve romantik Fransız şairlerinden seçip tercüme ettiği şiirler yer almaktadır. Türk okuyucusu ilk defa dünyada divan şiirinden farklı formda şiirler, bizim şiirimizdekinden çok farklı bir tabiat, aşk ve insan anlayışı bulunduğunu bu kitapçıktaki şiirlerle tanıma fırsatı bulur. Başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere bir kısım edebiyat tarihçilerinin “edebiyatta yeniye açılan ilk kapı” olarak değerlendirdikleri Tercüme-i Manzume’yi daha sonraki yıllarda diğer tercümeler izleyecektir.

Aynı yıl, Tanzimat Devri’nin önde gelen devlet adamlarından Münif Paşa, Voltaire, Fenelon ve Fontenelle gibi Batılı filozofların felsefî muhtevalı diyaloglarından oluşan Muhâverât-ı Hikemiye (Felsefî diyaloglar) adıyla bir eser tercüme edip yayımlar. Münif Paşa, kitabın mukaddimesinde böyle bir eseri niçin hazırladığını ise şöyle açıklamaktadır: “Şu felsefî diyaloglar okuyucuya hem eğlence hem de bilgi verdiğinden, besleyici ve lezzetli bir meyve gibidir. Bundan maksat, Batı kültürünün faydalı ve güzel taraflarını almak ve memlekete diyalog tarzı gibi yeni tarzlar getirmektir.”

1860 yılında yine Şinasi, bu defa saraydan gelen bir teklif üzerine, Batılı tarzda ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi’ni kaleme alır. Daha çok Moliere komedileri örnek alınarak yazılan bu piyes, hem Türk edebiyatında yenileşme açısından ilk eser olması hem de sahne ve perde gibi Batılı tiyatro ölçülerine uygun biçimde ilk telif tiyatro örneği olması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.

Batılı tarzda yeni örneklerin ortaya konulmaya devam edildiği l860 yılında, bu defa Tercümân-ı Ahvâl adıyla üçüncü bir gazete daha yayın hayatına dahil olur. Şinasi ile Âgâh Efendi tarafından çıkarılan bu gazete, çeşitli konularda halkı aydınlatacak, okuyucunun bilgi ve kültür düzeyini yükseltecek ve onları dünyada olup biten olaylardan haberdar edecektir. 22 Ekim l860 tarihli ilk sayısında yer alan mukaddimede Şinasi, bir yandan, Osmanlı toplumunda daha önce böyle bir teşebbüste bulunulmaması yüzünden devrin münevverlerini eleştirirken bir yandan da gazetenin “umum halkın kolaylıkla anlayabileceği” bir dil ile yayımlanacağına dair söz verir. Herhangi bir devlet yardımı alınmadan çıkarılan bu gazete, aynı zamanda giderek bir kamuoyu oluşturmayı da amaçlayan ve Türk aydınları tarafından çıkarılan ilk gazete olma özelliğine de sahiptir.

1862 yılında, yine devrin tanınmış devlet adamlarından Yusuf Kâmil Paşa, Fransız yazarlarından Fenelon’un didaktik bir roman özelliği de taşıyan Telemaque adlı eserini Türkçeye tercüme edip yayımlar. Devrin Maarif Nâzırı Kemal Efendi’nin kaleme aldığı takrizde ise bu eserin niçin çevrildiği şu beyitle açıklanmıştır:

Sûretâ nakl-i hikâyet görünür
Lâkin erbâbına hikmet görünür

(Yani görünürde bu eserde bir hikâye anlatılmaktadır, ama gerçekte bunda bir hikmet vardır ve bu konunun erbabı bu hikmeti anlamakta güçlük çekmez!)

Batı dillerinden yapılan ilk tercümelerde seçilen eserin edebî karakterde olmasından çok, bu türdeki geleneksel eserlerde olduğu gibi, Tanzimat’ın genel anlamdaki “sosyal fayda” anlayışına uygun tarzda, Türk okuyucusuna bir tür nasihat ve ahlâk dersi verme amacı daima ön planda tutulmuştur. İşte böyle bir amaca uygun muhtevaya sahip bulunan Telemaque tercümesinin kısa zamanda birçok baskı yapması, bir süre sonra Ahmed Vefik Paşa tarafından biraz daha sade bir dille yeniden tercüme edilip yayımlanması, bize bu tür eserlerin, devrin okuyucusu tarafından nasıl benimsendiğini gösteren dikkate değer bir örnektir.[6]

Télémeque çevirisiyle aynı yıl, Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller özet halinde tercüme edilir ve Hikâye-i Mağdûrîn adıyla Cerîde-i Havâdis gazetesinde tefrika suretiyle yayımlanır. 1862 yılında, yine Şinasi tarafından, bu defa yalnız başına ve gerek baskı kalitesi gerekse tertip bakımından benzerlerinin çok üstünde, Tasvîr-i Efkâr adıyla yeni bir gazete çıkarılmaya başlanır. Tercümân-ı Ahvâl’den sonra Tasvîr-i Efkâr, Şinasi’nin siyasî ve sosyal nitelikteki her türlü düşüncesini rahatça ortaya koyabildiği, gerçek anlamda bir aydın kimliğiyle göründüğü ve bilinçli bir şekilde bir kamuoyu oluşturmayı hedeflediği bir yayın organı hüviyeti taşımaktadır.

Tasvîr-i Efkâr, aynı zamanda başta Namık Kemal olmak üzere, Ebüzziya Tevfik, Suphipaşazâde Âyetullah Bey, Kânipaşazâde Rıfat Bey ve Recâizâde Ekrem gibi, birkaç yıl sonra Yeni Osmanlılar grubunu meydana getirecek gençlerin bir araya geldikleri ve kendi aralarında memleket meselelerini rahatça konuşup tartışabildikleri yeni bir fikir muhiti görevini de üstlenir.[7]

Tasvîr-i Efkâr’ın çıkışını, l862 yılının sonlarına doğru, yine Şinasi’nin kendi şiirlerinden bir kısmını bir araya getirdiği Müntehabât-ı Eş’âr adlı şiir kitabı takip eder. Aslında, klasik anlamda bir divançe biçiminde tertip edilen bu şiir mecmuasına şair Osmanlı şiir tarihinde ilk defa gelenekte olduğu gibi, meselâ “Divançe-i Şinasi” adını vermemiş, bunun yerine Batılı şairlerin yaptıkları gibi müstakil bir isim vermek suretiyle gelenekten ayrılmıştır.[8] Şekil olarak herhangi bir yenilik iddiası taşımayan, yani şiirde ölçü olarak aruzu kullanan; divan şiiri nazım birimlerinden kaside, gazel, şarkı, kıt’a ve tarih gibi manzumeler yazan Şinasi, yeni bir muhteva ve söyleyiş tarzı ile gelenekten ayrılır ve Türk şiirinde gerçek anlamda “yenilik” denebilecek ilk değişmeyi başlatır. Aynı dönemin meselâ Encümen-i Şuarâ topluluğuna mensup şairleriyle karşılaştırıldığında orta seviyede bir şair olduğu görülen Şinasi’nin Türk şiirinde gerçekleştirmiş olduğu yenilik, esas itibariyle muhtevada, yani bir bakıma içinde yaşadığı devri ifade edebilecek kavramları çok açık bir biçimde ve bilinçli olarak ilk defa telâffuz etmesindedir.

Müntehabât-ı Eş’âr’ın baş tarafında yer alan “Münâcât” başlıklı manzumesinde, geleneksel münâcâtlardan büyük ölçüde uzaklaşan Şinasi, muhtemelen, XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da gelişen rasyonalizmin de etkisi ile, hattâ devrinde yadırganabilecek bir tarzda, burada ilk defa:“Vahdet-i zâtına aklımca şahâdet lâzım”demek suretiyle, Tanrı’nın varlığına aklî deliller aramaya kalkışır. Yani bir bakıma burada, eski edebiyatın his ve hayal anlayışına karşılık, belki de yaşadığı devrin bir gereği olarak, “akıl”a vermiş olduğu önemi vurgulamaya çalışır. Daha sonra, önce Beşir Fuad, özellikle II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda ise, biraz da mevcut hürriyet havasının etkisiyle, dinî- mânevî her türlü değeri reddedecek olan Baha Tevfik, Tevfik Fikret ve Abdullah Cevdet gibi Batı dünyasındaki “intellect”in benzerleri olmaya çalışan yeni devrin aydınlarını haber veren bu bakış tarzı tamamen yenidir. İşte bu bakış tarzı Şinasi’yi, aynı günlerde hemen hemen aynı ortamda yaşadığı Encümen-i Şuarâ topluluğundan büyük ölçüde farklı kılmaktadır.

Şinasi, Müntehabât-ı Eş’âr’da yer alan dört kasidesini, gelenekte olduğu gibi devrin Padişahı Sultan Abdülmecid veya Sultan Abdülaziz yerine, Tanzimat Fermanı’nın ilân edilmesine ön ayak olmakla memlekette yeni bir devri başlatan Mustafa Reşid Paşa için yazmakla da, asırlardır sürüp gelen bir geleneğe son vermiştir. Bilindiği gibi, divan şairleri kasidelerini önce devrin padişahına sunmakta, daha sonra sadrazam ve diğer devlet büyükleri olmak üzere belli bir sıra takip etmekteydiler.

Şinasi’nin söz konusu kasidelerinden l857 ve özellikle l858 tarihli kasidesinde dile getirdiği konular arasında, doğrudan doğruya, bir kısmı daha önce Tanzimat Fermanı’nda da ifade edilen kanun hakimiyeti, herhangi bir ayırım yapılmaksızın toplumu meydana getiren fertlerin can, mal ve namus gibi temel haklarının devlet tarafından korunması; Osmanlıların, içinde yaşadığı medeniyet dairesinden çok farklı ve mutlaka örnek alınması gereken yepyeni bir medeniyet fikri; taassup ve cehalete karşı ilim ve irfan silâhı ile mücadele ve insanları yaşanan olaylar karşısında pasif davranmaya sevk eden yanlış kader anlayışının eleştirisi yer almaktadır.

Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun
Bildirir haddini sultana senin kanunun

ya da;

Şem’idir kalbimizin cân ile mal ü nâmus

Hıfz için bâd-ı sitemden olur adlin fânus beyitlerinde Şinasi, devrin Padişahı Sultan Abdülmecid’in dahi harfiyyen uygulayacağına dair umum halkın huzurunda yemin ettiği Tanzimat Fermanı’nın mimarı Mustafa Reşid Paşa’ya seslenerek, onun getirmiş olduğu adalet kavramı ve kanun üstünlüğü konusunu dile getirmektedir.

Yine aynı manzumede;

Aceb midir medeniyyet resûlü dense sana
Vücûd-ı mu’cizin eyler taassubu tahzîr ile;
Sensin ol fahr-i cihân-ı medeniyyet ki hemân
Ahdini vakt-i saâdet bilir ebnâ-yı zamân

beyitlerinde, Mustafa Reşid Paşa’yı, XIX. yüzyılın bir nevi dini olarak gördüğü Batı medeniyetinin peygamberine benzetir. Onun bir nevi mucizeyi andıran vücudunu ise, Osmanlı toplumunun çağın gerisinde kalmasına sebep olan her türlü taassubu yok edeceğini düşünür.

Yukarıdaki beyitlerde geçen “resûl, mucize, fahr-i cihân, vakt-i saâdet” gibi tabirler, bilindiği gibi doğrudan doğruya İslâmî terimler olup, burada ise bunların bütünüyle farklı bir bağlamda kullanılmaları son derece dikkati çekicidir.

Kader dedikleri halkın murâd-ı Hak’tır kim

Ezelde etti bizi her umûrda tahyîr derken de, insanın irade sahibi bir varlık olduğunu ve hayatta herkesin hür iradesiyle kendi kaderini bizzat kendisinin tayin edebileceğini ileri sürer.[9]

Sınırlı olmakla beraber bu örneklerde de görüldüğü gibi, Şinasi ile birlikte geleneksel Türk şiiri anlam itibariyle büyük bir değişim içine girmiş; divan şiirinin klasik kalıplar içerisinde asırlardır tekrarlanan mazmunları ve ifade şekli artık yerini hak, hukuk, adalet, medeniyet ve akıl gibi daha ziyade Fransız İhtilâli’nden sonra dile getirilmeye çalışılan yeni bazı temalara terk etmeye yüz tutmuştur. Yani daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, esas amacı okuyucuda estetik bir heyecan uyandırmak olan edebiyat, artık bu amacından uzaklaşmaya ve giderek gündelik siyasî ve sosyal meselelerin bir tür propaganda aracı haline gelmeye başlar. Bundan sonra ortaya konulan edebî karakterli eserlerde artık halis anlamda edebiyat nerede başlayıp nerede biter, ideoloji nerede başlayıp nerede sona erer, bunları ayırd etmek iyice zorlaşır.

Heyecan yüklü üslûbuyla çağdaşlarından derhal ayrılan, yenileşme dönemi Türk şiirinde bir hürriyet, vatan ve millet romantizmi başlatan ve daha önce Şinasi’nin açmış olduğu yolda sadık bir takipçisi olarak onun izinden giden asıl şahsiyet ise Namık Kemal’dir.

Namık Kemal’in, henüz Şinasi’yi tanımadan önce, Encümen-i Şuarâ toplantılarına devam ettiği sırada yazdığı ve küçük bir divanı dolduracak hacimdeki şiirleri tamamiyle divan edebiyatı nazım anlayışı çervesi içindedir. 1862 yılı Ramazanı’nda bir gün Bayazıt Camii avlusundaki Sahaflar Çarşısı’nda dolaşırken, Yunus ilâhisi zannederek satın alıp okuduğu Şinasi’nin “Münâcât”ı ile âdeta vurulmuşa dönen Namık Kemal, bu tarihten sonra, başta “Hürriyet Kasidesi” adıyla ünlü manzume olmak üzere, “Vâveylâ”, “Vatan Şarkısı” ve “Vatan Mersiyesi” gibi, sayıca pek fazla olmasa da, tamamen yeni tarzda şiirler yazmaya yönelir.[10] Hürriyet, vatan, millet, kanun, hak, hukuk, insanlık, yiğitlik, kahramanlık, ahlâk, yardımseverlik ve Osmanlılığın yüceltilmesi gibi, o devre kadar görülmeyen yeni temaların işlendiği bu şiirlerle de edebiyatımızda “milliyetçi edebiyat” denilebilecek yepyeni bir çığır açılır.

“Hürriyet Kasidesi” adıyla tanınan “Besâlet-i Osmâniyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye” adlı manzumesinde;

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetten

beytiyle irade sahibi bir insanın dünyayı bile dize getirebileceğini ifade eden Namık Kemal, aynı manzumede;

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetten

sözleriyle de, düşünce hürriyeti kavramını yakın tarihimizde belki de ilk defa bu kadar açık bir şekilde ortaya koyar. Ona göre hürriyet duygusu, şuur sahibi insanlarda doğuştan gelen köklü bir olgudur. Genel anlamda hürriyeti, insanın düşünme gücünün tabiî bir sonucu olarak kabul eden Namık Kemal, vatan ve millet kavramlarıyla birlikte hürriyet kavramına da, XIX. yüzyılda Batı’da geçerli olan yepyeni bir anlam kazandırmıştır.[11]

Devrin siyasî ve sosyal plandaki fikirlerini tebliğde daima ön planda gelen Namık Kemal, sadece şiirleriyle değil, başta tiyatro türünde ortaya koyduğu altı eser olmak üzere, diğer edebî türlerde verdiği eserlerle de yeni Türk edebiyatı tarihinde edebiyatın sosyalleşmesi, daha doğrusu politize olması yolunda akla ilk gelen isimlerden biridir.

Aslında yer yer gerçekçi tavrı ve zaman zaman da olsa belli bir lirizmi yakalamakla beraber Türk şiirinin yenileşme döneminde Recâizâde Ekrem ve onun çevresindekilerle giriştiği münakaşalarla eski şekil ve mazmunlar arasında biraz geri planda kalan Muallim Naci dışında, bu dönemde Türk şiirinde asıl büyük yeniliği gerçekleştiren şair, Abdülhak Hâmid’dir.[12]

Şâir odur ki gûşuna sesler gelir hâtiften diyerek, büyük ölçüde “sosyal fayda” anlayışına dayanan Şinasi-Namık Kemal mektebinden ayrılan; şiirde doğrudan doğruya sosyal meseleler peşinde gitmek yerine ilhâma tâbi bir şair olduğunu vurgulayan Abdülhak Hâmid, aynı zamanda bu devirde poetikasını yazma ihtiyacını duyan yegâne şairdir.

Benimsediği romantik şiir anlayışı doğrultusunda mensur Makber mukaddimesinde şiiri:

“En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir. (….)

İnsan bazı kere, hatırına gelen bir hayâli tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryad koparır, yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut hiçbir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir!” diye tarif etmek suretiyle, yepyeni bir şiir anlayışı ortaya koyar.[13]

Yine Abdülhak Hâmid, kendisine yöneltilen eleştiriler karşısında, Türk şiirinde yapmış olduğu büyük inkılâbı anlattığı “Nâ-kâfi” redifli manzumesinde ise özetle şunları söyler:

Evet, tarz-ı kadîm-i şi’ri bozduk, herc ü merc ettik,
Nedir şi’r-i hakiki safha-i irfâna derc ettik,
Bu yolda nakd-i vakti cem’-i kuvvet birle harc ettik,
Bize gelmişti zîrâ meslek-i ecdâd nâ-kâfi.[14]

Tanzimat’tan sonraki Türk şiirinde Şinasi ile başlayan yenileşme çabalarını bütün yönleriyle gerçekleştiren esas itibariyle Abdülhak Hâmid’dir. Hiçbir kurala tâbi olma ihtiyacı duymayan, Batı’da görüp beğendiği ve Türk edebiyatında olmayan hemen her şeyi tereddütsüzce denemeye kalkışan

Hâmid, aruz, hece, hattâ aruzda hiç kullanılmayan kalıplar ve kafiyesi şiirlerle, hayatı boyunca daima yenilik peşinde koşmuş bir şairdir.

Türk edebiyatına gerçek anlamda romantizmi getirmek suretiyle yeni Türk şiirine geniş bir ufuk açan Abdülhak Hâmid, aynı zamanda, Osmanlı ülkesinde Tanzimat’tan sonra Şinasi ile farklı bir yönde şekillenen Türk şiirinin yenileşmesinde de büyük bir rolü olan ve gerçek anlamda şiir dehâsına sahip yegâne şairdir.

1862 yılında, ülkemizdeki ilk ilmî kurumlardan biri olan Cemiyet-i İlmiyye-i Osmâniye adına, devrin tanınmış devlet ve ilim adamlarından Münif Paşa yönetiminde, kültür tarihimizde oldukça önemli bir yere sahip bulunan Mecmua-i Fünûn adıyla bir bilim ve kültür dergisi yayımlanmaya başlanır. Dergi, arada bir kesinti dönemi dışında, l867 yılına kadar toplam olarak 47 sayı çıkar. Dinî ve politik konular dışında fizik, kimya, biyoloji, tarih, edebiyat, dil, pedagoji, mantık, ekonomi, maliye ve felsefe gibi XIX. yüzyılın gözdesi olan hemen her alanda Batı düşünce ve kültürünü Türk okuyucusuna aktarmak suretiyle, XVIII. yüzyılda Fransa’da Grande Encyclopedia’nin oynamış olduğu rolün bir benzerini Türk toplumunda bu dergi oynar.[15]

Genel çizgileriyle vermeye çalıştığımız bu görüntüden anlaşılacağı gibi, doğrudan doğruya Batı kültür ve edebiyatının etkisi altında l859-l862 yılları arasında Türk kültür ve edebiyat hayatında da bir yenileşme ve değişme başlamış bulunmaktadır.

Öte yandan Telemaque ve Sefiller çevirilerini Hikâye-i Robenson, Monte Cristo ve Paul ve Virginie gibi diğer aşk ve macera romanlarının çevirileri izler.[16] 1870’li yıllara kadar ortalıkta sadece çeviri romanlar dolaşmaktadır. Türkçe ilk telif roman ise ancak l872’de yayımlanır. Bu eser, devrinde daha çok gazeteci ve büyük bir lügatçı olarak şöhret kazanmış olan Şemseddin Sami’nin kaleme aldığı Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat adlı romandır. Roman türünde ilk telif eser oluşunun bütün acemiliklerini taşımasına rağmen bu eserin de, roman tarihimiz bakımından ayrı bir yeri ve önemi vardır.[17]

Şemseddin Sami’nin bu romanını birkaç yıl arayla bu defa Ahmet Midhat Efendi’nin Hasan Mellâh (l874), Hüseyin Fellâh (l875) ve Felâtun Bey ile Râkım Efendi (l875) romanları ile Namık Kemal’in İntibah (l876) romanı takip eder.

Şinasi, l860’ta yayın hayatına giren Tercümân-ı Ahvâl’in mukaddimesinde gazeteyi, doğrudan doğruya bir medeniyet göstergesi; medenî bir toplumda yaşayan insanların vatanın selâmeti konusunda düşündüklerini yazı ile dile getirebilmelerinin de kazanılmış bir hak olduğunu ifade etmiştir. İşte gerek bu anlayış gerekse devletin maddî-mânevî teşvik ve desteğiyle yayın hayatına giren Tercümân-ı Ahvâl’in yayımlanmaya başlamasından sonraki l0-l5 yıl içinde Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis, Mir’at, Cerîde-i Askeriyye, Basîret, Asır, Vakit, Muhbir, İbret, Hadîka, Terakkî ve Diyojen gibi sayıları 25-30’u bulan yeni gazetelerin yayımlanmaya başladığı görülmektedir.[18]

1860 ile l876 yılları arasında yayın hayatına giren gazetelere topluca baktığımız zaman, esas itibariyle toplumda yenileşme ve bir kamuoyu oluşturma gibi temel bir misyonu üstlenmiş bulunan gazetenin şu üç önemli fonksiyonuyla karşılaşırız:

  1. Devrin siyasî fikirlerinin gelişmesine olan katkısı;
  2. Sosyal ve kültürel alana olan katkısı;
  3. Yazı dilinin giderek sadeleşmesine ve edebiyatın gelişmesine yapmış olduğu katkı.

Tanzimat Dönemi’nin en çok telâffuz edilen en önemli sosyal ve siyasal kavramları arasında yer alan hak, hukuk, kanun, adalet, müsâvât (eşitlik), vatan, hürriyet ve millet gibi sözler ilk defa gazetelerde yayımlanan yazılarda kullanılmış ve gazetelerin en azından bir kısmı, daha sonraki yıllarda giderek rejim meselelerinin tartışılmasına da önemli bir zemin hazırlamıştır.

Osmanlı Devleti’nde, gerek 1877’de ilk defa Meşrutiyet’in ilân edilmesinde ve parlamentonun açılmasında, gerekse l908’de Meşrutiyet’in ikinci defa ilânında en önemli pay gazetelerindir, dersek hiç de mübalâğa etmiş olmayız. Gazete, XIX. yüzyılda Osmanlı toplumunda yeni fikirlerin kamuoyuna duyurulmasında kısa zamanda öyle etkili bir araç haline gelir ki, başlangıçta yeni çıkmaya başlayan gazeteleri çeşitli şekillerde teşvik eden ve destekleyen devlet, özellikle siyasî nitelikteki eleştirilerin giderek yoğunlaşması üzerine, yani bir bakıma silâhın geri tepmesi karşısında, sansür uygulamaya ve çeşitli bahanelerle gazeteleri kapatmaya, gazete sahipleriyle yazarlarını da sürgün vb. şekillerde cezalandırmaya başlar.[19]

Bu devrin bir kısım yazarları hâtıralarında, çocukluklarında, evlerinde bir “okuma saati”nin bulunduğunu ve büyük bir çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen, ama yeni şeyler öğrenmeye meraklı ev halkının okula giden çocukların ellerine verdikleri gazeteleri başından sonuna kadar okuttuklarını ve kendilerinin de okunan şeyleri büyük bir dikkatle takip ettiklerini anlatmaktadır.[20] Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyat tarihinin Ahmet Midhat Efendi’ye ayırdığı sayfalarında, onun o devirde evlerde bir “okuma saati” meydana getirmek suretiyle, pek fazla okuma alışkanlığı olmayan Türk halkına gerek gazete gerekse tefrika romanlar vasıtasıyla okuma zevk ve alışkanlığı kazandırmaya çalıştığını belirtir.[21] Hattâ Ahmet Midhat Efendi’nin, Tercümân-ı Hakîkat’te “Musâhebât-ı Leyliyye” başlığı altında yayımlamış olduğu seri yazıların ilk cüz’ünü de Okuma Zevki (İstanbul l30l) meydana getirmektedir. Servet-i Fünun Devri yazarlarından Hüseyin Câhid (Yalçın) de hâtıralarında, aynı şekilde, evlerinde geceleri özellikle Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarının büyük bir merak ve dikkatle okunduğunu; kendisinde küçük yaşta okuma merakının da onun eserleri sayesinde uyandığını anlatır.[22]

Tanzimat hareketinin daha çok kültürel ve edebî anlamda görülmeye başladığı l860’lı yıllardan sonra yavaş yavaş da olsa, yine gazeteler vasıtasıyla, dilde nispeten bir sadeleşme temayülünün de başladığı dikkati çeker. Tanzimat Dönemi’nin genel karakterini meydana getiren “sosyal fayda” ve “memlekete hizmet” uğruna devrin aydınlarının da halk ile uzlaşmaya yöneldiği, böylece “dilde millîleşme” denebilecek bir hareketin başladığı bu yıllarda yine gazeteler sayesinde yeni bir yazı dili oluşmaya başlar. Yani gazete, diğer alanlarda olduğu gibi, bir bakıma dilde sadeleşme hareketine de önemli bir zemin hazırlamış olur. Daha l860 yılında Şinasi’nin, Tercümân-ı Ahvâl gazetesi mukaddimesinin son paragrafında, çıkarılmakta olan gazetenin “umum halkın kolayca anlayabileceği” bir dil ile yayımlanacağından bahsetmesi, gazetenin bu konudaki sorumluluğunu da açıkça ortaya koymaktadır.

Ahmet Midhat Efendi’nin bir devrin “hâce-i evvel”i kabul edilmesi, özellikle romanlarının geniş bir okuyucu kitlesi tarafından ilgiyle okunması, onun, eserlerini büyük ölçüde halkın dili ve mantığıyla kaleme almasından ileri gelmektedir.

Meseleye doğrudan doğruya edebiyat tarihi açısından bakarsak, edebiyatta da yeni ve Batılı edebî türlerden olan metne dayalı tiyatro, hikâye, roman, edebî tenkit, fıkra, makale, hâtıra ve mülâkat gibi nev’ilere ait ilk örneklerin yine gazete sayfalarında yayımlanmak suretiyle okuyucunun karşısına çıktığı görülür. 1860’ta Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı piyesinden başlayarak Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarına kadar, devrin birçok yazarının eserleri kitap halinde basılmadan önce gazete sayfalarında tefrika suretiyle yayımlanmaktadır. Bütün bunlar Tanzimat’tan sonra kültür ve edebiyat hayatımızda kendisini gösteren değişme ve yenileşmelerdir.

Bundan başka, Batı’dan gelen yeni bir tür olan edebî tenkidin ilk örnekleriyle de aynı şekilde yine gazete sayfalarında karşılaşırız. Daha l864 yılında Tasvîr-i Efkâr’da Şinasi ile Ruznâme-i Cerîde-i Havâdis’te Said Efendi arasında cereyan eden meşhur “Mebhûsetün Anhâ” münakaşasından başlayarak “Hayâliyyun-Hakîkiyyun”, “Klâsikler”, “Zemzeme-Demdeme”, “Abes-Muktebes” ve “Dekadanlık” gibi ünlü edebî tartışmalar bu dönemde hep gazete sayfalarında gerçekleşmiştir.[23]

Görüldüğü gibi, yenileşme dönemi Türk edebiyatında esas itibariyle roman ve tiyatro türü Batı’dan gelmiş, Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat adlı ilk roman denemesinden sonra Namık Kemal, Ahmet Midhat Efendi, Recâizâde Ekrem, Samipaşazâde Sezai ve Mîzancı Murad’ın yazdığı eserlerle roman türü 25-30 yıl gibi pek de uzun olmayan bir süre içinde belli bir seviyeye ulaşmıştır. Yeni türlerden biri olan tiyatro da, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nden sonra, Vatan yahut Silistre’den başlayarak Namık Kemal’in beş-altı piyesi, Recâizâde Ekrem’in, Direktör Âlî Bey’in, Ahmet Midhat Efendi’nin ve özellikle Abdülhak Hâmid’in eserleriyle sağlam bir zemine oturmuştur.

Yukarıda da görüldüğü gibi, yenileşme dönemi Türk edebiyatında Şinasi’nin yazdığı şiirlerle birlikte şiirin muhtevası da esaslı bir değişim göstermiş; artık divan şiirinin soyut sayılabilecek güzellik anlayışı yerine, bu devirde hak, hukuk, adalet, kanun, medeniyet, hürriyet, vatan, millet ve taassuba karşı ilim ve aklın üstünlüğü gibi daha çok Fransız İhtilâli’nden sonra telâffuz edilmeye başlanan yeni kavramlar şiirin konularını belirlemeye başlamıştır. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, esas gayesi okuyucuda estetik bir duygu uyandırmak olan edebiyat, giderek esas gayesinden uzaklaşmaya ve genel anlamda siyasî ve sosyal meselelerin bir propaganda aracı haline gelmeye yüz tutmuştur.

Doç. Dr. Abdullah UÇMAN

Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 181-188


Dipnotlar:
[1] Bunların başında, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Hiçbir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük sefâretnâme kadar mühim bir yer tutmaz” (XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 3. b., İstanbul l967, s. l0) sözleriyle, eserinin önemi üzerinde durduğu 28 Çelebi Mehmed Efendi gelmektedir. Avrupa’ya gönderilen ilk elçilerden biri olan Mehmed Efendi, Fransa’da gezip gördüğü yerler ve karşılaştığı olaylar hakkında esasen saraya sunulmak üzere hazırladığı bir lâyiha olan sefâretnâmesinde, çok ilginç gözlemlerini kaydetmiştir. Hattâ gördüğü saraylar, fabrikalar, hastaneler, tiyatro binaları, okullar, müzeler, hayvanat bahçeleri, kanallar ve bahçelerden o kadar etkilenen Mehmed Efendi, kendi kendine yaptığı mukayeselerde yeni gördüğü bu dünyanın şa’şaası karşısında hayretini gizleyemez ve muhtemelen biraz da muhatabını teselli etmek için olsa gerek, “Dünya müminlerin cehennemi, kâfirlerin ise cennetidir!” hadisini zikretmekten kendisini alamaz. Mehmed Efendi’nin lâyihası Fransa Sefâretnâmesi adıyla Türkiye’de ve Fransa’da birkaç defa yayımlanmış, hattâ son olarak Le Paradis des infidèles (par. Gilles Veinstein, Paris l98l), yani “Kâfirlerin Cenneti” adıyla yeni bir çevirisi yapılmıştır (Sefâretnâme ve elçi hakkında daha geniş bilgi için bk. Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri, 2. b., Ankara l987, s. 53-58).
[2] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ercümend Kuran, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasî Faaliyetleri (l793-l82l), 2. b., Ankara l988.
[3] Fermanın orijinal metni için bk. Takvîm-i Vekayî, nr. l87, l5 Ramazan l255 (22 Kasım l839); Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, 2. b., Ankara l985, s. 176-l80; Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, C. I, İstanbul l974, s. 1-3. Fermanın tahlili için bk. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara l973, s. l87-192.
[4] Gazetenin çıkışı, ismi, muhtevası ve değişik dillerde yayımlanışı hakkında daha geniş bilgi için bk. Nesimi Yazıcı, Takvîm-i Vekayî, Ankara l983; ayrıca bk. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara l973, s. 177-l78.
[5] Ziyad Ebüzziya, “Cerîde-i Havâdis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), C. VII, İstanbul l993, s. 406-407.
[6] Orhan Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul l990, s. 47-48.
[7] Şerif Mardin, “Tanzimat ve Aydınlar”, Türkiye’de Din ve Siyaset-Makaleler 3, İstanbul l99l, s. 270-27l.
[8] Eserin l870 ve l872’de yapılan 2. ve 3. baskıları Müntehabât-ı Eş’âr adıyla, l885 ve l894 tarihlerinde Ebüzziya Tevfik tarafından yapılan 4. ve 5. baskıları ise Divân-ı Şinasi adıyla yayımlanmıştır.
[9] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Mehmet Kaplan, “Şinasi’nin Türk Şiirinde Yaptığı Yenilik”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, C. I, İstanbul l976, s. 253-274; “Yeni Aydın Tipi: Büyük Reşid Paşa ve Şinasi”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, İstanbul l985, s. l67-l76.
[10] A. Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 3. b., İstanbul I967, s. 343-347.
[11] “Hürriyet Kasidesi”nin değerlendirmesi için bk. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, C. I, 4. b., İstanbul l969, s. 23-3l; Mehmet Kaplan, “Hürriyet Kahramanı: Namık Kemal”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3: Tip Tahlilleri, İstanbul l985, s. 167-l76.
[12] Daha yaşadığı devirde en yakın takipçisi Rıza Tevfik’ten başlayarak birçok edebiyat tarihçisi Abdülhak Hâmid’in Türk şiirinde asıl yenilikleri gerçekleştiren “hakiki bir müceddid” olduğunu dile getirmiştir (bk. Abdullah Uçman, “Abdülhak Hâmid-Rıza Tevfik”, Vefatının 60. Yılında Abdülhak Hâmid Tarhan Sempozyumu Bildirileri, İstanbul l998, s. 35).
[13] Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Bütün Şiirleri-2: Makber, Ölü, Hacle, Bâlâdan Bir Ses (haz. İnci Enginün), İstanbul l982, s. 38.
[14] Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Bütün Şiirleri-3: Hep yahut Hiç (haz. İnci Enginün), İstanbul l982, s. 130.
[15] XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. l54; Dündar Akünal, “İlk Türk Dergisi: Mecmua-i Fünûn”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. I, İstanbul l985, s. ll7-ll8; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Osmanlı İlmî ve Meslekî Cemiyetleri, İstanbul l987, s. 200-220; aynı yazar, “Cemiyet-i İlmiyye-i Osmâniyye”, DİA, C. VII, İstanbul l993, s. 333-334.
[16] Mustafa Nihad (Özön), Türkçede Roman, İstanbul l936, s. l44-l85.
[17] Robert P. Finn, Türk Romanı-İlk Dönem: l872-l900 (çev. Tomris Uyar), Ankara l984, s. l7- 23; Mehmet Kaplan, “Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, C. I, İstanbul l987, s. 73-92.
[18] Adı geçen bu gazetelerden Basîret’i çıkaran Basîretçi Ali Efendi, l869 yılında Basîret adıyla bir gazete çıkarmak için yayın izni almak üzere Hâriciye Nezareti’ne müracaat edince, kendisine hem yayın izni hem de gazeteyi desteklemek amacıyla devlet tarafından 300 lira gibi o gün için hiç de küçümsenmeyecek miktarda bir para verilir (bk. Basîretçi Ali Efendi, İstanbul’da Yarım Asırlık Vekayî-i Mühimme, haz. Nuri Sağlam, İstanbul l997, s. l6, 70).
[19] Bu sırada bunun en tipik örneği 23 Şubat l867 tarihinde yayımlanan ve siyasî mahiyetteki her türlü neşriyatı yasaklayan Kararnâme-i Âlî adlı ilk sansür nizamnâmesidir. Sadrazam Âlî Paşa’nın imzasıyla yayımlanan bu sadâret emrinin hemen arkasından Muhbir gazetesi süresiz olarak kapatılır, Muhbir’in başyazarı Ali Suavi ile Tercümân-ı Ahvâl’in sahibi Âgâh Efendi Kastamonu’ya sürülürken Tasvîr-i Efkâr’ın imtiyaz sahibi Namık Kemal Erzurum vali muavinliğine, Muhbir yazarlarından Ziya Paşa da Kıbrıs mutasarrıflığına tayin edilmek suretiyle İstanbul’dan uzaklaştırılmaya çalışılır. Tanzimat Devri’nde gazetenin siyasî ve toplumsal bir silâh olarak kullanılması konusunda bk. Hüseyin Çelik, “Gazete İcad Oldu Mertlik Bozuldu”, Türkiye Günlüğü, sayı 24, Güz l993, s. 38-44. Gazeteler üzerindeki sansür, baskı ve takibat daha sonraki devirlerde de devam eder. Meselâ Halide Edib’in Sinekli Bakkal romanında, Zaptiye Nâzırı Selim Paşa’nın oğlu Hilmi’ye Avrupa’daki Jön Türkler tarafından gönderilen “zararlı neşriyat”ı alabilmek için Rabia’nın babası Tevfik, kadın kılığına sokulur. Fakat o da paketi alıp Fransız postahanesinden çıkarken kapıda erkek olduğu anlaşılınca derhal tevkif edilir ve Zaptiye Nezareti’nde işkenceyle konuşturulmaya çalışılır (bk. İnci Enginün, Halide Edip Adıvar’ın Eserlerinde Doğu-Batı Meselesi, İstanbul l978, s. 276-277).
[20] Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, 2. b., İstanbul 1969, s. 77-79.
[21] A.g.e., s. 116-117; 224-226.
[22] Edebî Hâtıralar, İstanbul l935, s. 5-l2.
[23] Daha geniş bilgi için bk. Abdullah Uçman, “Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Tenkit Anlayışı”, l50. Yılında Tanzimat, Ankara l992, s. 533-546.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.