Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Tanzimat Ne Zaman Başladı?

0 8.965

Doç. Dr. Mümtaz’er TÜRKÖNE

Tanzimat Dönemi’nin ne zaman sona erdiği tartışmalıdır, ancak ne zaman başladığı konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Mustafa Reşid Paşa’nın Gülhane’de meşhur fermanı okuduğu tarih olan 3 Kasım 1839 başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Aslında, başlangıç olarak verdiğimiz tarihten de o kadar emin olmamamız gerekiyor.

3 Kasım 1839’da, Mustafa Reşid Paşa’nın Gülhane’de okuduğu Fermanla Tanzimat Dönemi’ni başlatmak, akla ve mantığa çok uygun düşüyor. Ancak, Tanzimat öncesine uzanıp, II. Mahmud’un uzun süren saltanatının son yılındaki gelişmelere baktığımız zaman bu tarihi değiştirmemiz ve yaklaşık birbuçuk yıl önceye almamız elzem görünüyor.

Tanzimat, bir dönem olarak modern anlamda bir kanunlaştırma hareketini ifade eder. Devletin merkezileştirilmesi, yani merkezin taşra üzerindeki gücünün modern araçlarla pekiştirilmesi bu kanunlaştırma hareketinin temel amacıdır. Teba ile devlet arasındaki ilişkinin, temel haklara riayet esasına uygun olarak yeniden tanımlanması yine bu kanunlaştırma hareketinin Batı evreninden alıp kurumlaştırmaya çalıştığı bireyi ilgilendiren cephesidir. Yeni düzeni hayata geçirecek yeni kurumların ihdası, yine bu perspektifin mantıki sonucudur. Tanzimat’ı bir bütün olarak bu nitelikleriyle tanımladığımız zaman, bu hareketi 3 Kasım 1839’dan, keskin hatlarla daha eski bir tarihe taşımamız gerekir.

Öbür yandan, Tanzimat Fermanı’nın bir yıl önce ilan edilmesinin tasarlandığı şeklinde, iki muteber kaynaktan -Lütfi Efendi ve Abdurrahman Şeref- harcıalem bilgiye sahibiz. Lütfi Efendi: “Bir sene evvel Tanzimat’ın ilanı kuvve-i karibeye gelmiş iken, Akif Paşa ‘hukuk-ı şahaneniz tahdid olunacak’ sözü ile Sultan Mahmud’un zihnini tağlit eyleyip bi’zzarure tehir olunmuştu” demektedir.[1] Bu bilginin izini sürdüğümüz zaman karşımıza çıkan tablo, Ferman dışında bir bütün olarak Tanzimat reformlarının birbuçuk yıl önce, hem de “Tanzimat-ı Hayriyye” ismi verilerek başlatıldığını gösteriyor. Önümüze çıkan tarih Mart 1838’dir. Bu tarih, 3 Kasım 1839 Fermanı’ndan sonra da Tanzimat reformlarının karargahı olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin kurulduğu tarihtir.

Tanzimat-ı Hayriyye

11 Muharrem 1254 tarihli ve 163 sayılı Takvim-i Vekayi’de “Sadaret”in “Başvekalet”e “tebdil” edildiğine ve Meclis-i Ahkam-ı Adliye’nin kurulduğuna dair uzun bir haber ve hatt-ı hümayun yer alıyor. Hatt’ta, Meclis’in kuruluş gayesi son derece dikkatli ifadelerle açıklanıyor: Padişah “imar-ı mülk ve millet ve nizam-ı ahval-i ahali ve raiyet” için bu Meclis’i ihdas etmiştir. Görevi: “tecdid-i usul ve kavanin ve icra-yı nizamat-ı cedide”dir. Bu Meclis: “adalet ve hakkaniyet ve intizam-ı ahval-i mülk ve millet kaziyesi için” kurulmuştur ve “Tanzimat-ı Hayriyye ve umur-ı cariyye”nin icrasına bakacaktır.

İşaret ettiğimiz husus salt “tanzimat” lafzının yer almasından ibaret değildir; metinde bu meclisin kuruluş gerekçeleri ile Gülhane Hattı’nda yer alan lafızlar arasında da, bire bir benzerlikler vardır.

Metinde alışılmadık bir ibare var: Meclis “cüzi ve külli kaffe-i mesalihi saltanat-ı seniyyenin hak ve hukukuna ıttıla’-ı hakayık olmak üzere” görüşüp icra edecektir. Bu ibare, Lütfi Efendi’nin verdiği bilgide yer alan ve bir Ferman ilanına engel olan “hukuk-ı şahaneniz tahdit olacak” itirazına atıfta bulunmaktadır. Padişah, muhtemelen kendisinin koydurduğu “hak ve hukuku” ibaresi ile işi sağlama almaktadır. Diğer yandan Gülhane Hatt’ında yer alan aynı Meclis’in kararlarının “balası hatt-ı hümayunumuzla tasdik ve tevşik olunmak üzere taraf-ı hümayunumuza arz olunsun” ibaresinde formüle edildiği gibi, Meclis-i Vala’ya tanınan özerklikten uzak olmakla birlikte sadece “ıttıla”sına emir verilmesi de bir orta yol tutulduğunu göstermektedir.

Tanzimat-ı Hayriyye ibaresinin bu hatta yer alan bir istisna olmadığı, Gülhane Hattı’na varana kadar 1253 ve 54 tarihlerinde kararlı ve istikrarlı bir şekilde kullanıldığını belirtmeliyiz. Tabir tıpkı Gülhane Hattı gibi temel hakların güvence altına alınması ve merkeziyetçi reformların gerçekleştirilmesi yolunda bir miladı ifade eder şekilde kullanılmaktadır.

“Tanzimat-ı Hayriyye’ye nümune olarak” mükerrer rüsumların lağvedilmesine dair 1254 tarihli bir vesika,[2] yine aynı tarihli “Tanzimat-ı Hayriyye mucibince” yoksullara mahsus bazı eşyanın rüsumunun ilgasına dair bir başka vesika[3] bu tabirin somut bir atıf olarak kullanıldığını göstermektedir. 1253 yılına ait yine vergi düzeni ile ilgili bir başka vesikada da görülen “Tanzimat-ı Hayriyye mucibince” ibaresi, tabirin bir karara referans olarak kullanıldığını ifade etmektedir.[4] Şu ibare bir kurumlaşmaya atıf yapıldığına daha açık bir delildir: “İstihsal-i esbab-ı asayiş ve rafah-ı ibad için derdest-i tasavvur ve tasmim olan Tanzimat-ı Hayriyye’nin kuvveden fiile ihracına numune olarak.” Hüdavendigar ve Gelibolu sancaklarında yapılan nüfus ve vergi tahririnden bahsedilmektedir.[5]

Sadece bir ibareye takılarak, Tanzimat Dönemi’ni geriye götürmeye çalışmıyoruz. İbare, bizim değil doğrudan bu tabiri icad edip kullananların bir dönem başlattıklarını anlatıyor. Meclis-i Vala ve yanı başındaki diğer Meclislerin, zaten kuruluş amacı budur. Yine 1254 senesine ait bir telhis bize Tanzimat-ı Hayriyye’nin bu Meclislerin kurulması ile başlatıldığını açıkça gösteriyor: “İrade-i seniyye vechile Meclis-i Ahkam-ı Adliye ve Dar-ı Şuraya memur zevatın suret-i memuriyetleri icra ve ilan” edildiğine, gerekli merasimlerin yapıldığına ve “irade edilecek vakitte Tanzimat-ı Hayriyye müzakeratına başlayacakları” beyan olunuyor.[6]

Tanzimat-ı Hayriyye eskiyi lağvetmiş ve fakat yeniyi de henüz kuramadığı için bazı alanlarda işler aksamıştır. Maliye Nezaretinden Sadarete yazılan 1253 tarihli bir tezkerede yeni nizam sorulmaktadır: “Her sene Eylülünde sene-i cedide hayriyye iltizamatının ibka ve ihalelerine başlanması hazine usul-i icabı ise de, mucibince bazı yerlerin intisapları hakkında nasıl muamele yapılacağı bilinemediğinden bu babda bir talimatname yazılması.”[7] istenmektedir.

Tanzimat-ı Hayriyye Nedir?

Meclis-i Ahkam-ı Adliye’nin kurulması ile başlayan Tanzimat-ı Hayriyye’nin Gülhane Hattı’nda zikredilen esasların büyük bir kısmını içerdiği, bu tarihten Gülhane’ye kadar geçen zamanda Tanzimat meclislerinin gündem ve icraatlarını aktaran kaynaklardan takip edilebilir. Bunun için elimizde arşiv vesikaları, Takvim-i Vekayi nüshaları ve Lütfi Efendi’nin Tarih’inin bu tarih kesitine ayrılan ciltleri var.

Gülhane Hattı’nda getirilen esasları hatırlayalım: Can, mal ve namus güvencesi; vergi ve askerlik konusunda adil bir düzenin tesisi ve devletin her alandaki tasarrufunun kanunlara uygun hale getirilmesi ve bunun için yukarıdaki esasları hayata geçirecek kanunların çıkartılması.

Meclis-i Vala’nın kuruluş amacı olan Tanzimat-ı Hayriyye, tam olarak Gülhane’de vazedilen esaslara göre tarif ediliyor: “herkesin mal ve menallerinden huzur-ı kalb ile emin olması”[8]

“hiç kimsenin, taraf-ı miriden muhallefatına taarruz olunmaması” yani mal emniyeti “cümlenin refah-ı hal ve ferağ-ı balleri”, “herkes (in) mal-ü menal ve huzur-ı bal ile emin ve müsterih olma (sı)” Tanzimat-ı Hayriyye’yi tarif etmek için kullanılan deyimler cümlesindendir. Bir çok yerde de Tanzimat-ı Hayriye’nin amacı: “adalet ve hakkaniyet ve intizam-ı ahval-i mülk ve millet kaziyesi”, “ıslah-ı ahval-i ümem”, “istihsal-i asayiş-i beni adem” ve “istihsal-i esbab-ı asayiş ve refah-ı ibad” olarak tanımlanmaktadır.

Meclis-i Vala’nın kurulmasından sonra, Tanzimat-ı Hayriyye müzekeratına memur bu meclisin ve yanı başında iş gören diğer meclislerin süratle görüşüp karara bağladıkları ve icrasına geçtikleri reformlar bize somut karşılıkları ile Tanzimat döneminin başladığını gösteriyor. Bu reformların menzil alanı tıpkı Gülhane sonrasında olduğu gibi oldukça geniştir. Bu düzenlemeleri üç kısma ayırmak mümkündür. İlki bireyin devlet karşısında güvencelerine, özellikle vergi adaleti ve angaryanın kaldırılmasına dairdir. İkincisi, ekonomik ve sosyal bir kalkınma hamlesini hedeflemektedir: Eğitim seferberliği ve bir nevi kalkınma komisyonu olarak tasarlanan Meclis-i Nafıa’nın kurulması bu çerçevededir. Üçüncüsü, merkezi devlet teşkilatına kuvvetlendirmeyi, işleyişini rasyonel esaslara bağlamayı amaç edinen reformlardır.

Reformlar içinde halkı en yakından ilgilendirmesi lazım gelen teşebbüs vergi alanındaki yeni düzenlemelerdir. Düzenlemeler vergi işinde keyfiliği ortadan kaldırmayı ve zulme dönüşen uygulamaları yasaklamayı hedeflemektedir. Takvim-i Vekayi’nin 169. sayısı (16 Cemaziyelevvel 1254) neredeyse bütünüyle bu meseleye hasredilmiştir.

Metin, devletin vergi konusunda özeleştirisi, iyi niyeti ve adaletin sağlanması için getirilen düzenlemeleri anlatmaktadır. Kısaca özetleyelim:

Yolların güvenliği ve asayişin sağlanması halka huzur ve rahatlık vermiş ise de, vergi meselesi bir türlü yoluna girmemiştir. Bunun için ısrarlı ve şiddetli emirler gönderilmesine rağmen, hatta her kazanın defterleri merkeze getirtilip incelenmesine rağmen yine mahallinde yapılan hilelerin önü alınamamıştır. Vergi zenginlerden değil fakir halktan toplanmaktadır. Padişahın emeli bütün halk ve fukara üzerinden bu “mezâlim ve taaddiyatı” tamamiyle kaldırmaktır. Devletin masrafları için vergi toplanması zaruridir. Ancak bu zaruret artık herkesin hali ve kaldıracağı yük gözetilerek adil bir şekilde yerine getirilecektir. Bu mesele Dar-ı Şûra-yı Bab-ı Âlî’de gündeme getirilmiş, hem şer’î hem de mülkî cihetleri dikkate alınarak bazı kararlara varılmıştır. Bu kararlara göre önce bir nüfus ve mal sayımına gidilecektir. Bundan sonra “binde” hesabiyle herkese düşen vergi miktarı hakkaniyetle belirlenecektir. Mahkeme siciline her sene Mart ayında kaydedilecek servetten, senede bir defa ve iki taksitte “hisse-i tekâlif” namıyla vergi alınacaktır.

Kimse, ücretsiz çalıştırılmayacak, yani kim adına olursa olsun “angarya”ya koşulmayacaktır. Kısaca, “usûl-ı meşrûha” üzere belirlenen dışında kimseden para alınmayacak ve “herkes mâl ü menâl ve huzur-ı bâl ile emin ve müsterih” yaşayacaktır. Bunun için her yere tahrir memurları gönderilecek, numune olmak üzere Anadolu’da Hüdavendigâr, Rumeli’de Gelibolu sancaklarından işe başlanacaktır.

Karar, müsaderenin tamamiyle kaldırıldığını da etraflıca anlatmaktadır: Bundan böyle ülkede “bila varis vefat edenlerden mâ’ada gerek vüzerâ ve rical ve hademe-i saltanat-ı seniyyeden ve gerek taşralarda bulunan mütesellimîn ve voyvoda ve a’yân ve vücûh ve tüccar ve saireden herkim olur ise olsun ve zuhur eden eşyası az veya çok bulunsun hiç ferdin muhallefatına cânib-i mîrîden ve taraf-ı âhardan kat’â dahl ü taarruz vuku bulmaması” temin edilecektir.

174 no ve 14 Ramazan 1254 tarihli Takvim-i Vekâyi işe hemen başlandığını aktarmakta, hatta zikredilen sancaklarda mal saklayıp yazdırmayanların akibetlerine örnek verilmekte böylelikle, halkın katılımı özendirilmektedir. Güya, bu sancaklardan birinde biri iki hanesinden birini yazdırmış, sonra yazdırmadığı evi yıkılınca güya hiçbir hak talep edememiş.

Ancak bu iddialı teşebbüs akamete uğrar. Gerekçe tahrir çalışmalarının zaman alması, bu yüzden verginin yeni usule göre toplanamamasıdır. Yeni usul, gelecek yıla ertelenir ve vergi kadim usule uygun olarak iltizama verilir. Öbür yandan tahrir memurları “layıkıyla tahrir ve tedkik eylemek üzere” acele etmeden ama ara da vermeden işlerine devam edeceklerdir.[9]

İlginç bir ilavede bulunalım. II. Mahmud öldükten sonra, henüz Reşid Paşa Londra’dan avdet etmeden önce, yeni tahta geçen genç Abdülmecid’in ilk hatt-ı hümayunlarından biri, yine bu mesele ile ilgilidir. Hatta, vergi zulmünden şikayet olunduktan sonra, usulsüz iltizam yapanların cezalandırılması emrediliyor. Gerekçe, yine Gülhane Fermanı’nı çağrıştırmaktadır: “Bilcümle reaya ve berayanın refahiyet ahvalleri celb-i kulüb ile hasıl olacağından.” iltizam zulmü sona erdirilmelidir.[10]

Meclis-i Nafıa

Gülhane Hattı’na kadar geçen dönemin reform perspektifini göstermek için, yine II. Mahmud’un emriyle kurdurulan Meclis-i Nafıa’dan bahsetmemiz gerekir. İlginçtir ki bu Meclis, adeta Hariciye Nezareti’nin bir uzantısı olarak tasarlanmıştır. Başlangıçta adı Meclis-i Ziraat ve Ticaret olan, sonra Meclis-i Nafıa adını alan bu Meclis, bir kalkınma komisyonu olarak tasarlanmış, başına Hariciye Müsteşarı Nuri Efendi getirilmiş ve kararların önce Reşid Paşa’ya, oradan Padişah’a arzı talimat olarak verilmiştir. Recep 1254 tarihli (No 167) Takvim-i Vekâyi beş kişiden oluşan Meclis’in görevini: “Devlet-i Aliyyenin vesâili tabiiyye ve arziyye ve hırefiyye tedkik ve münazarası ve felâhat ve ziraatın ve emr-i ticaretin ve enva’-ı sanayi ve hirefin tervici” olarak tarif ediyor. Metinde “nizamat-ı hayriyye”nin kararlaştırılması ibaresi yer alıyor. 13 C. ahir 1254 tarihli Takvim-i Vekâyi (No. 170) bu meclise Meclis-i Nafıa ismi verildiğini söylüyor; 173 nolu nüsha ise (Şaban 1254) bu Meclis’in bir Layiha’sını yayımlıyor. Layiha’nın, Reşid Paşa’nın Londra Sefareti’ne gitmesinden sonra yayımlandığını yani Reşid Paşa olmadan da çalışmaların sürdüğünü kaydedelim. Bu Layiha’nın konusu “ıskat-ı cenin”in önlenmesidir. Anlaşılan Meclis, öncelikle nüfus artışını sağlayacak tedbirleri gündemine almıştır.

Rüşdiye mekteplerinin kurulmasına da, Gülhane öncesi reformlar cümlesinden temas etmemiz gerekir. Eğitim alanındaki bu önemli başlangıç, klasik medrese eğitiminden modern kitlesel eğitime geçişi ifade etmektedir. Bu mekteplerin mimarı da Meclis-i Nafıa’dır.

Meclis-i Nafıa’nın “ıslah ve tanzim-i mekâtib-i sıbyaniye” konusunda kaleme aldığı layiha önce Dar-ı Şûra-yı Bab-ı Âlî’de görüşülüp, sonra Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’ye sunuluyor. Akabinde Padişah’a arz edilen layiha, “Bu husus umur-ı diniyeden olmakla, dünya ve mülke envaî fevaidi bedihî olduğundan” müzakere edildiği şekilde tanzimine bakılması için hemen bir nazır tayinine dair hatt-ı hümayun sadır oluyor.[11] Hatt’taki ibareler Padişah’ın konuyla ilgili heyecanını ve detaylarına kadar yakından takibini aksettiriyor.

Meclis-i Nafıa’nın hazırladığı layiha, bir ülkenin refah ve zenginliği ile eğitim arasındaki ilişkiden bahsediyor ve “hubbu’l vatan”ın yani vatan ve millet sevgisinin ne olduğunun, eğitim olmadan halka öğretilemeyeceğini kaydediyor. Layiha, Batılı eğitim sisteminin hedef alındığını gösteriyor. Buna göre, mevcut mekteplere bir “nizam” verilecek, bireysel eğitim yerine sınıf sistemine geçilecek ve eğitim belirli bir tedrisata göre yapılacaktır. Lütfî Efendi, hazırlanan nizamnamelerin bütün Tanzimat boyunca uygulandığını kaydediyor. Takvim-i Vekayî bu mekteplere “sultan mektepleri” dendiğini haber veriyor.

Devlet Teşkilatında Reform

Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’nin kurulması ile birlikte, devlet teşkilatında özellikle yönetim hiyerarşisi, görev ve sorumluluk tariflerinde yeni düzenlemelere gidilmiştir. Değişmeyen konu yolsuzluk ve usulsüzlüklerin önlenmesidir. Bunun için, genel bir ceza kanunundan önce, sadece memurlar için bir Ceza Kanunnamesi çıkartmak, bu döneme nasip olmuştur.

Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’nin kurulduğunu haber veren Takvim-i Vekayi nüshası, aynı haberde Sadaret’in “Başvekâlet”e dönüştürüldüğünü de bildiriyor. Bu değişikliği 1836 yılında Sadaret Kethüdalığının Umur-ı Mülkiye Nezareti adıyla (daha sonra dahiliye nezareti) İçişleri Bakanlığı’na, aynı yıl Reısü’l küttaplık makamının Hariciye Nezareti’ne, Çavuşbaşılığın Deavî Nezareti’ne (Adalet), sonrasında Hazine-i âmire ve Darphane-i Âmire’nin birleştirilerek Maliye Nezareti’ne dönüştürülmesi ile birlikte düşünmek gerekir. Başvekaletin ihdası, Sadrazam’ın Padişah’ın vekil-i mutlak’ı olduğu ve bütün yetkilerin onda toplandığı düzenden, yetki ve sorumlulukların nazırlar arasında paylaştırıldığı ve Sadrazam’a bakanlıklararası koordinasyon görevinin verildiği, tıpkı Avrupa’daki kabine sistemine geçişi ifade etmektedir. Takvim-i Vekayî’de yayımlanan Hatt-ı Hümayûn düzenlemenin kabine sisteminden de öte götürüldüğünü gösteriyor: “Devlet-i Aliyyemizin ekser mesalihi nezaretlere münkasim olarak mesned-i nezaretin bittabi işi kalmamış ise de yine cümle vükelânın reisi makamında birisi bulunmak üzere” bağımsız bir makam olmaktan çıkacak, bakanlıklara yardımcı olacak ve sadrazamlara emanet edilecek mührü taşıyacaktır.[12] Sadaret makamının içini boşaltan ve Avrupa’daki muadili başbakanlık kurumunun bile gerisine düşüren bu düzenlemeyi, Mustafa Reşid Paşa’nın rekabet ettiği Sadrazamı etkisiz kılmak için icad ettiği bir buluş olarak da düşünebiliriz. Ancak, kısa süreli bu değişiklik, devlet hiyerarşisinde yeni bir düzene yol açmamıştır. Sadrazam unvanı üç kere “başvekalet”e tebdil edilmiştir. Sözkonusu ettiğimiz ilki on dört buçuk ay sürmüştür. Daha kısa süreli ikincisi, Kanun-ı Esasî’nin ilanı ile çakışır. 1878’deki üçüncüsü tam üç buçuk yıl cari olmuştur.

Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’nin kurulmasından önce Maliye Nezareti ihdas edilmiştir. Meclis’in kurulmasından sonra, sarayla hükümet arasındaki yazışmaları yürüten, bir tür devlet sekreterliği olan Amedî odası, ma’rûzât-ı hariciye ve ma’rûzat-ı dahiliye olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Bu düzenleme, sarayla hükümet arasındaki yazışmalara sürat ve etkinlik kazandırmak için düşünülmüş pratik bir çözümdür. Ancak, konuyla ilgili Reşid Paşa’nın teklifi ve Padişah’ın iradesi üzerinde durduğumuz Tanzimat-ı Hayriyye hakkında aydınlatıcı ilave bilgiler vermektedir. Reşid Paşa’nın, Hariciye Nazırı sıfatıyla üzerinde durduğu husus, Amedî odasının artan yazışma yükünün altından kalkamadığı, bu birime sürat kazandırmak ve işlerin usulüne uygun yapılmasını sağlamak için Hariciye ve Dahiliye diye iki kısma ayrılması ve “dörder-beşer” neferle takviyesidir. Gösterdiği gerekçe “Avrupalının tertibat-ı kalemiyyeleri”dir. Reşid Paşa işin aciliyetini ifade ederken, Mektubî odasının yeniden tanziminin gerektiğine de işaret etmekte, ancak bunun “Tasmîmat-ı Hayriyye’nin icrasına tehir” edilebileceğini kaydetmektedir.

Padişah’ın bu talebe cevabda, Amed odasının daha iyi bir usule geçmesinin elzem olduğu, acil olan düzenlemelerin hemen yapılması, geri kalanların da “tasmîmat-ı hayriyyenin kararına değin tehiri” emredilmektedir.[13] Padişah ilave olarak konuyla ilgili layiha’nın Dahiliye Nazırı Âkif Paşa ile birlikte hazırlanarak kendisine arzını da istemektedir.

Çıkarttığımız sonuç şu: II. Mahmud, Meclis-i Vâlâ’yı kurdurarak, yeni düzenlemeler yapma yetkisini bu Meclis’e devretmiş, iktidarının bir kısmından feragat etmiştir. Reşid Paşa’nın Hariciye Nazırı sıfatı ile talebi, bu Meclis’in yetki alanına girmektedir. Padişah, acil görünenleri istisnaî olarak uygulamaya sokarken, Meclis’in yetkilerini çiğnememeye özen göstermektedir. Tanzimat döneminin ayırt edici vasfı olan, saray iktidarının bürokrasi (Meclis-i Ahkam-ı Adliye) ile paylaşıldığına dair bir işarettir bu.

Geri kalan düzenlemeler, devlet memurları ile ilgilidir. Memurların çalışma düzeninin ve tatil günlerinin belli esaslara bağlanması, devlet dairelerinde tütün ve kahve içilmesinin belli bir düzene sokulması, rütbelerin düzenlenmesi, rüşvetin önlenmesi ve memuriyete giriş ve yükselmelerde liyakat esasının gözetilmesi bu alandaki öncelikleri de ifade etmektedir. Pasaport’un ihdasını da bu cümleden saymak gerekir. Bu yeniliklere biraz daha yakından bakalım:

Hazine-i Amire, Mansure Hazinesi ile birleştirilerek Maliye Nezareti kuruluyor. Devletin muhasebe sistemi yeniden ele alınıyor, dağılmış birimler biraraya getiriliyor.[14]

Karantina usulü getiriliyor. Bu mesele, karantina uygulayan Avrupa devletleri ile ara sıra zuhur eden önemli problemlerden biridir, böylelikle çözülmüş oluyor.

Memurlara maaş tahsis edilmesi, merkezî ve rasyonel esaslara göre işleyen bir bürokrasinin vücuda getirilmesi yolunda, devrim niteliğinde bir reformdur. Bundan önce, memurların sabit bir maaşı yoktur. Üst düzey memurlar, senede bir defa taşra vali ve memurlarının “bohça” adıyla gönderdikleri hediyeler ve “atıfe ve mevkuflar”la geçinmektedir. Alt düzey memurlar ise, halktan evrak ve i’lâm ücreti olarak aldıkları gelirlerle geçinmektedir. Divan-ı Hümayûn Kalemi’nde görev alanlar ise zeamet hasılatından pay alırlardı. Vaka-i Hayriyye’den sonra girişilen yeni düzenlemeler başarılı olmamış, Ordu dışında görev yapan memurlar gelirlerini eski usulle almaya devam etmişti. 1253 Mart ayından itibaren, bütün memurlara Hazine’den maaş bağlanmış ve eski usul tamamiyle kaldırılmıştır.[15] Lütfî Efendi tarihinde eski uygulamanın, devlet dairelerindeki işlerin yavaş yürümesine ve iş takip eden halkın bizar olmasına yol açtığını anlatıyor. Bu arada hala tedavülde olan “bugün git yarın gel”, “acelen ne? yavaş yavaş” laflarının, uzayan işlerden daha fazla ücret alınması yüzünden kullanıldığını öğreniyoruz. Eski uygulamanın, pozisyonuna göre memura gelir sağladığı bu yüzden, memurlar arasında büyük adaletsizlikler görüldüğü anlaşılıyor. Lütfi Efendi’nin anlattıklarından, maaş uygulamasına geçildikten sonra da, kağıt paranın değerindeki düşüşlerle birlikte memur sınıfının, tıpkı bugünkü gibi geçim sıkıntısına düştüğünü öğreniyoruz.

Memurin Ceza Kanunnamesi

1838 yılına tekabül eden ve Gülhane’yi önceleyen düzenlemelerin ilk sırasına Memurlar için çıkartılan Ceza Kanunnamesi’ni[16] koymamız gerekir. Çok yönlü olarak hazırlanan bu kanunnamenin temel amacı devlet görevlilerini bir kanun devletinin uygulayıcıları haline getirirken müsadereyi kaldırmak; devletle teba arasındaki ilişkiyi hukuk normlarına raptetmek ve tebayı güvenceye almaktır.

Kanunname’nin dibacesi, “müsadere-i gayr-i icabiyye” ile “siyaset-i örfiyye”nin terk ve ilga edildiğini ilan etmektedir. Burda “gayr-i icabiyye” sözüne takılmamak gerekir, zira mirasçısı olmayan kişilerin malları bugün olduğu gibi hazineye kalmakta ve buna da müsadere denilmektedir. “Siyaset-i örfiyye”, son örneği bir yıl önce Pertev Paşa’nın idamında görülen, devlet ricaline Padişah’ın verdiği idam cezasıdır. 1826’da zaten kaldırılan fakat istisnaları devam eden bu iki ceza kuvvetli bir vurgu ile iptal edilmekte ve devlet görevi güvenceye alınmaktadır.

Öncelikle “şer’an ve aklen ve mülken mezmum olan ahz-i rüşvet madde-i kerihesi” bir kere daha yasaklanmıştır. Bir vezirden alelade bir memura kadar bu suçu işleyenler cezalandırılacak; eğer ortaya çıkan zarar “millet ve devlete raci’ ise” rütbeleri geri alınıp görevine son verilecektir. Rüşvet veren de, şayet “ehl-i cebrin mazarratını def” kasdiyle vermemişse, aynı şekilde cezalandırılacak.

Şahsi işini memuriyetinin önüne koyanlar, önce “tenbih” olunacak, tekrar ederse azledilecek.

Devlet kapısına bir mesele için gelenlere kötü davranan memurlar da önce tenbih olunacak, tekrarı halinde azledilecek. Bu hüküm, devlet karşısında bireyi, teba olmaktan vatandaş olmaya doğru götüren kuvvetli bir hükümdür. Hüküm aynen şöyledir: “Büyük ve küçük hidemat-ı Devlet-i Aliyye’de müstahdem olan zevat her kim olur ise olsun me’mur olduğu mesalihe dair ba’zı maslahatlı âdemleri huzuruna getürtmez ve yahud tekebbür ve tecebbür vadilerine gidüp bi-gayr-i hakkin erbab-ı mesalihe tekdir ve tevhîş ile işlerini görmez ve istirham ve ifadelerini isga etmez ise bu keyfiyyet mesalih-i saltanat-ı seniyyeyi ve umûr-ı ibadı ya’ni mesalih-i fukara ve zuafayı ta’til ve tenfir-i kûlubu müstelzim olacağından” böyle davranan memurlara önce tenbih ve te’kid edilecek ve tekrar ederse işten azledilecek.

Kanunnamenin diğer kısımları sırayla devlet sırrına riayeti, yolsuzluğun önlenmesini, atamalarda liyakat ve ehliyet esasına riayet edilmesini, etmeyenlerin Takvim-i Vekayî arcılılığıyla ifşa edilmesini, yani teşhirini amirdir.

Taşra yöneticilerinin halka zulmetmesini önlemek üzere detaylı bir bölüm bulunmaktadır. Kanuni olmayan vergiler ve keyfi cezalar ağır bir şekilde caza tehdidine konu edilmekte, mesela haksız yere idam cezası verildiği zaman Padişah’ın kararına göre ağır cezalar verileceği belirtilmektedir.

Takvim-i Vekayi’de yer alan bilgiler, memurların çalışma düzeni ile ilgili ayrıntılı düzenlemeler yapıldığını gösteriyor. Karşılıklı ziyaretlerde tütün ve kahve içilmesi kurallara bağlanıyor. Perşembe ve Pazar günleri tatil kabul ediliyor.[17] Memurların liyakat ve ehliyet esasına göre istihdam edilmesi, imtihan yapılmadan rütbe verilmemesi emrediliyor.[18]

Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliye

Tanzimat döneminin ayırt edici vasfı, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başta olmak üzere, Tanzimat meclislerince icra edilen teşrî faaliyetlerin ve karara bağlanan reformların devlet ve toplum hayatına yeni bir biçim vermesidir. Tanzimat dönemi lafzını haketmek için aradığımız ikinci kriter, sarayın mutlak iktidarının bu meclislerle paylaşılması, yani bürokrasinin nisbî bir özerklik içinde iktidarını sağlamasıdır.

Tanzimat’ın ilanından yaklaşık bir buçuk yıl önce kurulan ve boydan boya Tanzimat dönemine damgasını vuran Meclis-i Ahkam-ı Adliye’nin kuruluş ve ilk icraat safhasına yakından baktığımız zaman, görevi “Tanzimat-ı hayriyye”yi kararlaştırmak olan bu Meclis’le birlikte Tanzimat asrının da başladığına hükmetmemiz gerekiyor.

Müşahid sıfatına da sahip, yani bu dönemi bi’lfiil yaşamış olan Lütfî Efendi’nin Tarih’ine düştüğü notlardan başlayarak bu kriterleri arayalım.

Lütfî Efendi, Meclis-i Vâlâ’nın kuruluşunu naklederken, şu yorumu yapıyor: “Usûl-ı meşrûa-i meşveret”in kıymetini, Padişah takdir etmişti. Halbuki, müstebid bir yönetim için bütün şartlar Padişah’ın elinin altında mevcuttu. Buna rağmen, Ahkâm-ı Adliye ve Dar-ı Şûra-yı Bab-ı Âlî ismiyle iki “meclis-i meşveret” kurdurmuş ve “devlet ve milletin umûr ve mesalihi o meclislerde müzâkere ile karar-pezîr olmadıkça mevaki’-i icrâiyyeye konulmaması hususuna irade buyrulmuştur.”[19] Padişah, kendi iradesi ile “tanzim” yapacak bu Meclislere, dikkate değer bir özerlik tanımaktadır. Padişah’ın, iktidarını bu meclisler karşısında dikkatle sınırlayan tavrına delil çoktur. Daha başından bir örnek verelim.

Tanzimat-Hayriyye’nin esaslarını hazırlamak üzere, Başvekil, Serasker, Nâfiz Paşa, Kaptan Paşa, Hasib Paşa ile Reşid Paşa’nın haftada ikişer gün Dar-ı Şura-yı Bab-ı Âlî’de toplanarak “mevâdd-ı hayriyye”yi müzakere etmelerine Padişah’dan izin isteyen bir tezkire-i samiyyeyi II. Mahmud cevaplamadan önce bekletir ve mahrem bir şekilde Reşid Paşa’nın düşüncesini sorar. Padişah’ın endişesi, iki gün müzakere usulünün her iki meclisin baştan hazırladığı çalışma düzenine uygun olup olmadığıdır. Satır aralarında gösterilen dikkat, Padişah’ın bu Meclislerin çalışma düzenine doğrudan müdahaleden imtina etmesidir. Devlet’in kurtuluşu için büyük umutlar bağladığı bu Meclislerin üzerine titrediği ve özerkliğine saygıda dikkatli olduğu şu satırlardan anlaşılmaktadır: “… Bunca teşebbüs ve ihsan-ı celile ile tertip ve inâyât buyrulan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye ve Dâr-ı Şûra-yı Aliyye usul ve nizamına mugayir cüz’ice bir şey vuku bulsa sonra bir takım âdem, yaptıkları meclis ve dâr-ı şûranın vikaye-i şurût ve nizamına dikkat edemediklerinden az zaman içinde bozdular deyu kelama ibtidar edeceklerinden” ne yolda hareketin uygun olacağına dair Reşid Paşa’nın düşüncesi sorulmaktadır.[20]

II. Mahmud’un Meclis azalarının tayin ve azilleri konusunda gösterdiği tereddüt, kendi iktidarını sınırlayan bir monarkı resmetmektedir. Eski Erzurum müşîri Es’ad Paşa, Dar-ı Şûra’da kibirli ve “ben bilirim” tavırları yüzünden uyumsuzluğa ve işlerin aksamasına yol açmış ve azli gerekmiştir. İşin hakikati, Reşid Paşa ile çatışmıştır. Padişah, Reşid Paşa’dan istendiği zaman aza azlinin, uygun düşüp düşmediği ve Avrupa devletlerinde bu tür meclislerde usulün nasıl olduğunu sormaktadır.

Reşid Paşa “Anlar hükümet-i meşruta tahtında idare olunur devletler olduklarından (demek ki II. Mahmud İngiltere ve Fransa’daki uygulamayı sormaktadır) adat-ı mer’iyyeleri bize uymayıp Nemçe ve Prusya gibi hükümet-i mutlakası olan devletlerde meclis a’zası bulunanların intihab ve idhal ve ihracı ancak hükümdârânın yed-i ihtiyar ve istiklallerinde olması cihetiyle saltanat-ı seniyyede dahi böyle olmak lâzım geleceği” cevabını vermektedir.[21]

Padişah’ın özeni bu olayla sınırlı değildir. 1253 yılına ait bir Hatt-ı Hümayûn’dan, Seraskerlik’ten azledilen Halil Paşa vesilesiyle, aynı endişenin ifade edildiği görülmektedir: Padişah “bu tebeddül sebebiyle Tanzimat-ı Hayriyye ve ve Dar-ı Şûra-yı Bab-ı Âlî ve Meclis-i Mahsus tertiplerine” zarar gelmemesi ikazında bulunmaktadır.[22]

Şimdi, sorduğumuz soruyu tekrar soralım: Tanzimat dönemi ne zaman başladı?

Tanzimat dönemini, iki vasfıyla tanımlıyoruz. Tanzimat Meclisleri aracılığıyla bir kanunlaştırma hareketi ile, idarî, malî, adlî ve eğitimle ilgili alanlarda bir reform hareketi ve iktidarın saraydan Bab-ı Âlî bürokrasisine geçtiği, veya paylaşıldığı dönem. Tanzimat Meclislerinin kurulduğu tarihten Gülhane Hattı’na kadar geçen zamanın, sonrası ile bu vasıflar açısından bir farkı olmadığına göre, Tanzimat döneminin Mart 1838’de, yani Gülhane Hattı’ndan tam bir buçuk yıl önce başladığını kabul etmemiz gerekir.

Tanzimat-ı Hayriyye lafzının bu tarihten itibaren tedavülde bulunması basit bir kelime benzerliği olmanın ötesinde anlam taşımaktadır, bizzat Tanzimat dönemini ifade etmektedir. Küçük bir ayrıntı, tezimize zarif bir ilavede bulunuyor. Tanzimat döneminin beyni sayılan Meclis-i Ahkam-Adliye’nin işlerini yürüttüğü mekan, Sultan Abdülmecid’in Mustafa Reşid Paşa’ya meşhur fermanı okuttuğu mekanla aynı yerdir: Topkapı Sarayı’nın müştemilatından olan Gülhane.

Doç. Dr. Mümtaz’er TÜRKÖNE

Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 681-687


Dipnotlar :
[1] Tarih-i Lütfi, C. 8. s. 390.
[2] İrade: Dahiliye: 26536.
[3] İrade: Dahiliye 26742.
[4] İrade: Dahiliye 26003.
[5] Takvim-i Vekayi, 14 Ramazan 1254, no. 174.
[6] İrade Dahiliye: 23427.
[7] İrade Dahiliye: 25948.
[8] Tarih-i Lütfi, Cild-i Hamis, s. 122-123.
[9] Takvim i Vekâyi No 171, 9 Zilhicce 1254.
[10] Takvim-i Vekayi, No. 183, 23 C. 1255.
[11] Takvim-i Vekâyi, 21 Za 1254, no 176.
[12] Bakınız: Mehmet Seyidanlioğlu, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliye, (Yayımlanmamış doktora tezi), Ankara, Ağustos, 1991, s. 46; Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, İstanbul, 1993, s. 26-28.
[13] Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara, 1985, s. 108-109.
[14] Tarih-iLütfi, Cild-i Hamis, s. 116.
[15] A.g.e., s. 116.
[16] Kaynar, s. 295 vd.
[17] Takvim-i Vekayî, 14 Recep 1254, No. 169.
[18] Takvim-i Vekayî, 13 C. ahir, 1254.
[19] Tarih-i Lütfi, Cild-i Hamis, s. 116.
[20] Kaynar, s. 102-103.
[21] Kaynar, s. 104.
[22] İrade: Dahiliye, 22932.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.