Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Taksim Gezi Parkı Demokrasinin Güvencesi Halktır

0 12.715

Doç. Dr. Sait YILMAZ

Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve İstanbul içinde büyümeye başladıktan sonra başta Ankara ve İzmir olmak üzere eş zamanlı olarak Türkiye’nin pek çok iline yayılan olaylar bugün bir haftasını tamamlamak üzeredir. Bu olaylar pek çok açıdan Türkiye tarihinde daha önce görülmemiş nitelikler taşımaktadır. Polis başta olmak üzere devlet güçleri son teknolojiyi kullanarak ve ölçüsüz bir şekilde kendi halkı ile karşı karşıya gelirken, daha büyük ve uyarılmış bir nüfus olanları ilgi ve endişe izlemektedir.

Gezi Parkı olayları sonraki ve daha büyük olayların oluşmasında bir dönüm noktası olma niteliği taşımaktadır. Bütün bu gelişmeler, uzun zamandır toplumun pek çok kesiminde psikolojik düzeyde birikmiş memnuniyetsizliğin harekete geçmesini temsil ederken, Başbakan Erdoğan bir yandan eylemleri tahrik ederek tırmandırma öte yandan marjinalize etme ve bir parti çekişmesi haline getirme stratejisi izlemektedir.

Türkiye, uzun zamandır bir uçurumun kenarındadır ve olaylar iyi okunamadığı takdirde ülke kan gölüne çevrilebilir. Taksim’de yaşanmakta olan olaylar hem akademik açıdan hem de Türkiye’nin siyasi geleceği için önemli ipuçları ile dolu ve iyi analiz edilmesi gereken bir sürecin parçasıdır. Akademik açıdan siyasi şiddet, çatışma ve terör olgusunun birlikte ele alındığı bir disiplin için önemli veriler sağlamaktadır. Bu makalede AKP iktidarı ve halk ilişkisinin şiddete dönüşme potansiyeli üzerinden Taksim olayları ele alınmıştır.

Devletin Yolculuğu ve İktidarların Sonu

Devlet, ülkenin ve halkın güvenliğini sağlamak gibi bir görev ile yükümlüdür. Devlet, bireyler, toplum, baskı grupları, sivil toplum örgütleri vb. alt unsurlardan oluşur. Bu unsurların beklentileri devletin varlığının gerekçesidir. Bu beklentilerin gerçekleştirilmesi, bireylerin güçleri dışındadır. Bundan ötürü devlet ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Platon ve Aristo’dan başlayarak, daha sonra Ortaçağ’da Machiavelli, Thomas Hobbes, John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi pek çok düşünür devlet ve halk arasındaki ilişki konusunda pek çok görüş ortaya attılar.

Platon’a göre temel olarak üç tür devlet yönetim vardır[1]: demokrasi, monarşi ve tiranlık. Halkın kendi kendine yönetimi olan demokrasinin bugün en az 550 çeşidi var ve Cumhuriyet rejimi, demokrasinin anayasalı hali olarak kabul edilebilir. Monarşi de elit (kişi, aile, krallık) bir tabakanın yönetimi söz konusudur. Tiranlık ise halkı yöneten kesimin halkın isteklerini dikkate almadan, keyfince ülkeyi baskı içinde yönetmesidir.

Bugün Türkiye’de gelinen noktayı ilk çağın kavramları ile izah edersek bir tiranlık rejimi diye nitelendirebiliriz. Platon Devlet adlı kitabında 2400 sene önce şöyle yazmaktadır: Demokrasilerde işsiz-güçsüz takımı devletin başına geçer ama bunların en tehlikelileri ağzı en iyi laf yapan, gündelik sorunlara çözüm getirenlerdir. Bu kişiler, düzen içinde yaşayıp zengin olanlardan vergi toplar. Bu paraları genellikle kendileri için harcar, bir kısmını da yine işsiz güçsüz halk kitlelerine dağıtırlar. Bu arada zenginler için haksız suçlamalarda bulunur ve halkı zenginlere düşman ederler. Halkı oligarşi tekrar gelecek diye korkuturlar ve halk kendine bir koruyucu seçer. İşte bu tiranlığın doğuşudur. Halkın başına geçen koruyucu, çoğunluğun kendine kul köle olduğunu görünce, karşı görüşteki yurttaşların kanına girmeden edemez, lekeleme yolunu tutar, onu bunu suçlayıp mahkemelerde süründürür, kimini sürer, kimini öldürür. Böyle bir adam zorba devletini kurmuş ve zorba olmuştur. Zorba hükümranlığını sürdürmek için sürekli şiddete başvurmak zorundadır.”

Tiranlıkta, hem halk fakirleştirilip baştaki yöneticiye muhtaç hale getirilir hem de işten başını kaldırıp durumunu düşünemeyeceği bir hale sokulur. Halkın başka türlü düşünme ve bağımsız haber alma hakkı elinden alınmıştır. Böyle bir yönetim altında yaşayan halkın mutlu olma şansı ise hiç yoktur. Tiranlığın 20. ve 21. Yüzyıllarda toplumların ve siyasetin giriftleşmesi, teknolojik ilerlemenin geldiği nokta sonucunda değişik siyasal tezahürleri olmaktadır. Bugün Türkiye’de yaşanan siyasal yapılanmanın yarı-hegemonik tek parti rejimi olduğu görülmektedir. Bu rejimde seçimler yapılmak ile birlikte, muhalefet partilerinin seçim kazanma şansları siyasal mühendislik yöntemleri ile ellerinden alınmaktadır[2].

Devletlerin devamlılık ilkesine karşılık, demokratik ülkelerde hükümetlerin seçime dayalı ömürleri vardır. Devlet içerisinde siyasal iktidar, demokratik sistemler her zaman değişebilir. Bu nedenle, hükümet politikası ile devlet politikası arasındaki başlıca farkı bu süreklilik veya uzun ömürlülük oluşturur. Devletler ebedi değildir; oluşumun, değişimin ve de zamanın geçişindeki tarihi olaylara yenik düşerler. Döngüsel tarih içinde idealin ideal olmayana dönüşmesi kaçınılmaz bir süreçtir. İster seçimle ister zorla başa gelsin, iktidar sahipleri için de ‘yozlaşma kaynakları’ kalıcı ve sayısız olduğu için gerileme ve çöküş kaçınılmazdır. İktidarların nihai olarak iki kaynağı vardır: güç ve meşruiyet. Güç ve meşruiyetin araçları zaman ve teknoloji ile değişmekte ise de hem güç hem de meşruiyet düzen için gerekli olmayı sürdürür. Meşru olmayan güç kaos getirir; gücü olmayan meşruiyet ise alaşağı edilir[3].

Bugün Türkiye’de AKP hükümeti gittikçe uyguladığı baskı politikaları neticesinde toplumsal meşruiyetinin zayıfladığı bir zemine kaymaktadır. Adaletsiz seçim sistemi ve iktidarın seçimleri yönlendirdiği şüphesi ile bu hükümetten kurtulma umudunu yitiren halk ise çareyi meydanlarda aramaktadır.

Bir iktidarın gücü yasa koyma ve bu yasaları uygulamak için kolluk kuvvetleri kullanmadan kaynaklanır. Ancak, bunlara meşruiyet sağlayan asıl dayanak halkın bu yasalara rıza göstermesidir. Bu rızanın temelinde ise halkın zımni olarak “Ben de olsam böyle yapardım” diye düşünerek onay vermesi yatar. Böyle olmadığı takdirde halkın zihninde önce pasif direniş başlar. Burun kıvırma ile başlayan bu direniş daha sonra sözlü ve yazılı paylaşımlara, itirazlara dönüşür. Eğer, hala bir sonuç alınamıyor, halkın ya da bir kesiminin vicdanı rahatlatılamıyorsa, bu birikim zamanla aktif direnişe dönüşür. Gösteriler ve diğer aktif eylemler (korna çalma, tencerelere vurma gibi) ile başlayan bu süreç daha büyük toplu halk hareketlerine dönüşür. Bu halkın anayasal gösteri hakları engellenir, haber alma imkânları kısıtlanırsa legal yolların tıkandığını düşünenler, illegal yollara sevk edilmiş olur.

Türkiye, böyle bir tehlikeli dönemece gelmektedir. Halkın önemli bir bölümünün taleplerini bana oy vermediler diyerek dışlayan bir hükümet sosyal çatışma zemini oluşturur. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan siyasal önderliği olmayan geniş bir halk hareketidir ve bu hareket sıradan bir kalkışmanın ötesinde bir sosyolojik temeli olan dip dalgasının dışa vurumudur. Bu halk hareketi hem lidersiz hem de dış güçlerin klasik komplolarından uzakta kendi kendine gelişmektedir. Lider ya da liderleri, eğer çıkarabilirse sokaktan yani hareketin kendi içinden çıkacaktır.

Taksim Gezi Parkında başlayan olayların tetikleyicisi bizzat Başbakan Erdoğan oldu. Başbakan’ın uzun zamandır devam eden muhalif diyen herkesi aşağılayıcı ve yabancılaştırıcı tavrında bardağı taşıran damlalar sanıldığı gibi Gezi Parkı’na ne olacağı değil, içki yasağı ile ilgili oldu-bitti düzenlemenin üzerine Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü hedef aldığı anlaşılan “iki ayyaş” açıklaması olmuştur. Uzun zamandır patlamak için yer arayan halk, gezi parkında başlayan olaylar ile aradığı kıvılcımı buldu. Gezi Parkı’nda direnenlere polisin yasanın tanıdığı sınırları aşan acımasız saldırısı başta Beşiktaş ve Kadıköy olmak üzere pek çok insanımızın Taksim’e doğru yola düşmesine yol açmıştır. Polis şiddetinin ulaştığı nokta kimi gençler koluna kan grubunu yazıp sokağa çıkmaya sevk etmiştir. Öte yandan Başbakan olayların ilk gününden itibaren sürekli olarak toplumun % 50’sini kendi düşmanı olarak kabul ederek, tahrik stratejisi uygulamıştır.

Artık olay Gezi Parkı olmaktan çıkmıştır. 1 Haziran’da halk hareketi tırmanmaya başlamıştır. Burada Beşiktaş’taki Çarşı grubuna özel bir bölüm ayırmak gerekir. Futbol taraftarlığı üzerinden diğer takım taraftarlarını bir araya getiren Çarşı, akşama doğru Polis Toma’sını eline geçirmiştir ve polis telsizlerinden siyah-beyaz anonsları duyulmuştur. Çarşı’nın öncülüğünde yaşanan ilerlemeler Taksim Meydanı’nın halka açılmasında önemli bir inisiyatif oldu. O akşamdan beri polisin Akaretler’de gençlere saldırmasının arkasında yatan neden Çarşı grubuna ders vermektir. Çarşı ise buna Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi önünde karşılık vermektedir.

Olaylar artık yeni bir safhaya girmiştir. İstanbul’da direnen kitleler kazanmıştır ama Ankara ve İzmir dahil en az 48 ilde halkın hesaplaşması devam ediyor. Aslında halk dediğimiz bu gençler ve yaşlılar Başbakan’ın iddia ettiği gibi “bir çapulcu grubu” olmaktan çok öte, ülkemizin başta üniversite gençliği olmak üzere okumuş, meslek sahibi genç ve elit kesimidir. Onlara mühendis, doktor, avukat, emekli polis ve asker, yaşlı ama son derece bilinçli teyzelerimiz ve diğer büyüklerimiz kısaca toplumun diğer bir elit kesimi destek olmaktadır. Bu gençler demokratik hakları gereği sadece toplandılar, oynadılar, şarkılar söylediler ve slogan attılar. Polise karşı hiçbir şey yapmadıkları halde üzerlerine biber gazları sıkıldı, çekildiler, saklandılar ve tekrar ortaya çıktılar. Polis tekrar saldırıya geçmiştir ve bu böyle devam etmiştir. Polis, tüm olaylar boyunca sınıfta kalmıştır.

Toplum polisi kurulurken, polise toplum olayları karşısında üç şey öğretilmişti: tecrit et, copla ve tutukla. Buna son yıllarda yeni bir safha eklendi. Tecrit ettikten sonra halk ile karşı karşıya kalmamak için biber gazı ya da tazyikli su kullan. Polis, halkı durdurma işinde gaz ve su işini çok abarttı. Polisin bütün bunları verilen görev gereği yaptığı savunması da doğru değil. Çünkü görüldü ki polis kendi halkına düşman gibi saldırmıştır. Halkın değil bir partinin polisi ve ideolojik bir savaşın parçası gibi acımasız müdahalelerde bulunmuştur. Devletin uyguladığı klasik toplumsal olaylara müdahale anlayışında artık bir sona gelinmektedir. Polisin toplum olaylarına müdahalesi tarzı ve siyasi iktidar ile ilişkileri yeniden gözden geçirilmediği takdirde çok daha acı olaylar yaşayabiliriz.

Taksim Gezi Parkı olaylarının asıl hayal kırıklığı ise medya olmuştur. İstanbul’un her yeri karışmış, tüm dünya bunları naklen izlerken bir iki TV kanalı dışında TV kanalları olayları görmezden geldi. Haber kanalları bile olayların en tırmandığı anlarda “yaşam boyu lezzet” gibi programlarını kesmeye cesaret edemediler. Bu olaylar Türkiye’de basın özgürlüğünün ne kadar geriye gittiğinin ötesinde iş adamlarının medya sahibi olmasının halkın haber alma özgürlüğünü ne kadar olumsuz etkilediğinin bir göstergesi olmuştur. İşin ilginç yanı olayları yayınlayan birkaç kanal da Başbakan tarafından “tahrik unsuru” olarak ilan edilmiştir. Türkiye’deki medya halkın gözünde oldukça saygınlığını yitirmiştir. Medyanın nasıl bir korku paranoyası içinde olduğu iyice ortaya çıkmıştır.

Arap Hareketlerine yabancı müdahalesine bakarak taşıdığımız tüm endişelere rağmen, sosyal medya halkın organize olması ve yardımlaşmasına çok önemli bir rol oynamıştır. Hükümetin tüm engellemelerine rağmen, başta twitter olmak üzere sosyal medya Türk halkının duyarlılığının ve bilgilendirilmesinin en önemli aracı olmuştur. Bugüne kadar hükümete destek veren Murat Belge, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Hadi Uluengin gibi isimler hükümeti sert bir şekilde eleştirmeye başlamışlardır. Ancak sadece liberal çevrelerden değil, İslamcı aydın diye tanınan isimlerden de hükümete karşı tepki yükselmiştir.

Taksim olayları ile ilgili üzerinde durulması gereken başka önemli tespitler de var. Örneğin olay bölgesindeki otellerin vatandaşlarımıza bedava yiyecek sunması ve halkın bunu istismar etmemesi, bu hareketin içindekilerin ne kadar elit insanlar olduğunun göstergesidir. Pek çok yerde parti bayrağı açılmasına rağmen büyük çoğunluk bunlara itibar etmemiş, kendi başına davranmıştır. Gösterilere katılan insanlar şu mesajı vermiştir; “Biz halkız, parti değil.” Biber gazı, su yiyen bu halk twitter’dan limon ve yüzüne kapamak için şal istemiştir. Limonlar ile sokakta yaralı kedi ve köpeğin de gözlerini silmiş, yiyecek ve su vermiştir.

Başta Barolar Birliği olmak üzere eylemlere destek olan pek çok sivil toplum örgütünü tebrik etmeliyiz. Taksim olayları, siyasi bir partinin temsilcisi olmayı aşamayan bir Cumhurbaşkanı’nın ne kadar etkisiz olduğunu gösterdi. Diğer yandan bu olayları kendi amaçları için istismar etmeye çalışan bölücü örgüt mensupları ve BDP de halktan gördüğü tepki üzerine söylem değiştirmiştir.

Taksim Olaylarının Analizi

Taksim olaylarını tetikleyen hükümetin yanlış politikalarının uzun zamandır halkta yarattığı psikolojik tepkinin dışa vurumudur. Ne Gezi Parkına ağaç dikilmesi ne de aşırı güç kullananların cezalandırılması bu olayları bitirmeyecektir. Halkın zihninde birikmiş bu öfkenin kaynakları nelerdir? Şimdi bunları sıralayalım.

– Sahte darbe paranoyası ile kendini mağdur sınıfına sokan AKP Hükümeti, ülkede baskıcı bir düzen kurmuştur.

– Milli egemenliği parti egemenliği sanarak, %51’i küçümsedi, yok saymıştır. Kendisine oy vermeyenlerin hatta verenlerin de küçümsenmeyecek bir bölümünün en önemli manevi değerlerine hakarete varan sözler sarf etmiştir.

– Anayasa üzerinden Türkiye’yi bölmek için PKK ile görüşmeler yaparken halkı Akil Adamlar ile psikolojik operasyon düzenlemiştir.

– Başkanlık sistemi Erdoğan’ın daha da otoriter bir sistem istediği düşüncesini kitlelerde doğurmuştur.

– Vergi ve ihale tehdidi ya da TMSF yolu ile medyayı çok büyük ölçüde baskı altına almıştır.

– Üniversiteler ve eğitim sistemi, başta polis olmak üzere devlet kurumları partizanlaştırılmıştır.

– Uygulanan vahşi kapitalizm ile Türkiye, işsizler cenneti bir tüketim toplumu haline getirildi. Ülke ekonomisi montaj sanayiine döndü. İstanbul, yeşil sermayeye peşkeş çekilirken, her yeri saran AVM ve site inşaatları hükümete yakın olanlara ihale edildi.

– Suudi Arabistan, Katar, Hamas, Hizbullah, El Kaide gibi örgütlerin peşine takılarak Sünni cephe hayali ile Suriye’de mezhep savaşı başlattı. Türk kimliğine ve Türk dünyasına sırtını dönerken İslam dünyasının birbirini kırmasından medet umdu.

– Milli bayramlar başta olmak üzere Cumhuriyetimizin değerleri yok edilmeye ya da unutturulmaya çalışılmıştır.

– Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sistemli bir şekilde ancak sinsice hedef alındıktan sonra nihayet “iki ayyaş” söylemi ile Atatürk’e karşı nefret ortaya konulmuştur.

Bugün gelinen noktada hala Başbakan Erdoğan halkı tehdit etmek, halkı küçümsemek ve yok saymak stratejisi izlemektedir. “Biz bildiğimizi yaparız” diyen Başbakan, hala milli egemenliğin birkaç kişinin elinde olan kendi parti egemenliği olduğunu sanmaktadır. Başbakan hala Erdoğan twitter’ı ve kaymak yiyen bazı kişileri suçlamaktadır. Olayların yükselmesi üzerine kitle desteği sağlamak için AKM’yi yıkmanın yanında Taksim’e cami yapmaktan bahsetmektedir.

Erdoğan’ın göremediği, kısa vadeli politik sonuçları ne olur ise olsun yarattığı korku imparatorluğunun Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak bir sele dönüşen halk hareketi ile yıkılmaya başladığıdır. Bu sel tüm dünyada destek buldu ve yeni katılımcılarını beklemektedir.

Burada ülkeyi bekleyen tehlike, bu saf halk hareketinin içeride ve dışarıda bazı provokasyonlar ile mecrasından çıkarılması ve bölünerek, dağıtılmasıdır. Ülkeyi saran nefret psikolojisi, olayları tırmandırabilir ve çok tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Suriye’ye demokrasi getirmek için beslediği El Kaide tarafından vurulan hükümet, Batı ile ilişkilerinde uzun zamandır bir yol ayrımındadır. Batı ile dostluğu PKK’ya vereceği tavizlere ve verilen yol haritalarına uyumuna bağlıdır ama Türk halkının duyarlılığı karşısında köşeye sıkışmıştır.

Sonuç

Taksim Gezi Parkı olayları Türk halkının üzerinden korku ve ölü toprağını atmasını temsil etmektedir. Bu gelip-geçici bir gösteri değil, halkın büyük ve elit bir çoğunluğunun yer aldığı bir dip dalgasıdır. Bu nedenle hareket kısa sürede hükümet karşıtı gösterilere dönüşmüştür. Kısa vadede Taksim gösterileri büyük bir politik sonuç doğurmasa bile birey olarak haklarının kararlılık ile savunmaya hazır bir halkın olduğunu göstermiştir. Bu halk Başbakan Erdoğan’ın otoriter eğilimleri önündeki seti oluşturacaktır. Taksim gösteriler Türk halkının demokrasiyi savunmak konusunda olgun ve kararı olduğunu göstermesi açısından çok önemli bir virajı temsil etmektedir. Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’nin geleceğini gençliğe emanet etmek ile ne kadar doğru bir teşhis yaptığını bir kez daha göstermiştir.

Doç. Dr. Sait YILMAZ

İstanbul Aydın Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi, Twitter:@DocDrSaitYimaz

Kaynak: 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü

[1] Platon: Devlet, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 1995), s.59-61.

[2] Ümit Özdağ, Yarı-Hegemenonik Tek parti Rejimi, Kripto Yayınları, Ankara 2011

[3] Robert Cooper: Ulus-Devletin Çöküşü, (2005), s.91 http://www.21yyte.org/ adresinden 04.06.2013 16:47 tarihinde indirilmiştir

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.