Sultan I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in ortanca oğlu olarak muhtemelen 1190 yılı civarında dünyaya gelen I. Alâeddîn Keykubad’ın çocukluğu hakkında kaynak yetersizliği nedeniyle fazla bir bilgiye sahip değiliz. İbn Bibi’ye göre[1] I. Gıyaseddîn Keyhüsrev 1197 yılında tahtını kardeşi Rükneddîn Süleyman Şah’a bırakmak zorunda kalınca küçük yaştaki I. Alâeddîn Keykubad ve ağabeyi I. İzzeddîn Keykavus da babaları ile birlikte sürgün olarak İstanbul (Bizans)’a gittiler. 1205 yılında babası I. Gıyaseddîn Keyhüsrev tekrar Türkiye Selçuklu tahtına çıkınca, I. Alâeddîn Keykubad için de artık sürgün hayatı sona ermişti.
Biz bundan sonra I. Alâeddîn Keykubad’ı Tokat meliki olarak görmekteyiz ve bu dönemde bastırdığı paralardan Alâeddîn Keykubad’ın “el-Melik el-Mansûr” ve “el-Melik el-Mansûr Alâüddevle ve’d-din Ebü’l-Muzaffer” ünvanlarını[2] kullandığını biliyoruz. Yaklaşık altı yıl süren Tokat Melikliği (1205-1211) sırasında babası I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in Alaşehir (Philadelphia)’de Theodoros Laskaris ile yaptığı savaşta 7 Haziran 1211’de ölmesi[3] üzerine devlet erkânının tahta kardeşi I. İzzeddîn Keykavus’u geçirdiğini haber alan I. Alâeddîn Keykubad Erzurum hakimi amcası Mugîseddîn Tuğrul Şah ve Ermeni Kralı II. Leon ile saltanatı ele geçirmek üzere ittifak yaparak kardeşine karşı hareket etti. 1211 yılında Kayseri’yi muhasara eden I. Alâeddîn Keykubad ve müttefikleri yeni Sultan I. İzzeddîn Keykavus’u oldukça zor duruma düşürdüler. Kayseri Şıhnesi Celâleddîn Kayser’in yardımları sayesinde Sultan I. İzzeddîn Keykavus, Ermeni Kralı II. Leon ile 12.000 dinar karşılığı anlaşarak kendisine karşı oluşturulan ittifakı bozunca bu defa I. Alâeddîn Keykubad zor anlar yaşayarak Ankara Kalesi’ne çekildi. Ancak, kısa bir süre sonra gücünü toparlayan Sultan I. İzzeddîn Keykavus kendisi için hâlâ büyük bir tehlike oluşturan kardeşi I. Alâeddîn Keykubad üzerine yürüyüp 1212 ilkbaharında Ankara Kalesi’ni muhasara etti. Bir yıl süren uzun ve şiddetli çarpışmalar sonucunda şehir halkının çok fazla zarar görmemesi nedeniyle I. Alâeddîn Keykubad 1213 baharında kaleyi kardeşi Sultan I. İzzeddîn Keykavus’a teslim etti.[4] Bundan sonra I. Alâeddîn Keykubad için önce Malatya’daki Minşar daha sonra da Kezirpert Kalesi’ndeki hapis yılları başladı. Ancak Sultan I. İzzeddîn Keykavus’un Zilkade 616/Ocak 1220 yılında ölmesi üzerine, devlet erkânı Kezirpert Kalesi’nde tutuklu bulunan I. Alâeddîn Keykubad’ı tahta çıkarma kararı alınca I. Alâeddin, onuncu Türkiye Selçuklu sultanı olarak saltanata geçti.
Sultan I. Alâeddîn Keykubad, 1220 yılında Türkiye Selçuklu tahtına çıktığında ülke gerek siyasî gerekse iktisadî açıdan gayet istikrarlı bir durumda olduğu gibi Anadolu’dan geçen milletler arası ticaret yollarının gelirinden de pay alabilir durumdaydı. Bölgedeki önemli ticarî güçlerden olan Kıbrıs Latinler’i (Haçlılar) ile babası ve kardeşi zamanında ticarî açıdan son derece önemli anlaşmalar yapılmış ve güney-kuzey ticareti yolundaki iki önemli liman şehri olan Antalya (1207) ve Sinop (1214) fethedilmişti. Kendisi de tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak ülke ticaretini canlı tutabilmek için diğer Avrupa devletlerine karşı 8 Mart 1220’de Venedik Dukalığı ile bir anlaşma imzaladı.[5] Buna göre, Venedik dukası ve onun yerine geçecek despotlarla, Suriye ve başka yerlerdeki Venedikliler, onların gelip giden bütün tacirleriyle sultanın ülkesinin hepsinde iki yıl boyunca sürecek bir sulh yapıldı. Bu antlaşmaya göre, Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın sahip oldukları ülkelerde, Venediklilerin geçişlerinden ve yaptıkları ticaretlerden, yüzde iki (%2) den başka vergi alınmayacağı gibi, kıymetli taşlar ve incilerden, işlenmiş veya ham gümüş ile altından, zahireden gümrük dahi alınmayacaktı. Yine Venediklilerin herhangi bir gemisi Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın hakimiyetindeki sahillerde tehlikeye düşecek olursa onlara zarar verilmeyecek ve bulunan eşyalar iade edileceği gibi her Venedik gemisi düşmanları tarafından takip edilirken sultanın idaresindeki sahillere gelirse Türkiye Selçuklu topraklarına girmesine müsaade edilecekti.
Sultan I. Alâeddîn Keykubad Venediklilere tanıdığı bu imtiyazların karşılığında onlardan: Hakimiyeti altında yaşayan kişilerin Venediklilerin idaresindeki yerlere gerek kendi gemileri gerekse yabancı gemilerle girdiklerinde selamlanmasını istemekteydi. Ayrıca, Venedik dukasının hakimiyetindeki sahillerde sultanın tâbiiyetindeki gemilerden tehlikeye düşen veya zarara uğrayan olursa gerekli yardım yapılıp malları iade edilecekti. Yine Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın tâbiyetindeki kimselerden adı geçen yerlerde ölen olursa malları, ortakları arayıncaya kadar muhafaza edilecek ve hiçbir güçlük çıkarılmadan teslim edilecekti. Sultanın Avrupa devletlerine karşı Venediklilere birtakım imtiyazlar vererek kendisine tâbi tüccarları hakimiyeti dışındaki yerlerde de güvence altına almasının yanı sıra ilk seferi olarak (muhtemelen 1222) da güney sahillerinde Antalya kadar önemli bir liman şehri olan ve günümüzde Alanya olarak bilinen Kalonoros/Galanoros üzerine sefer tertip etmiştir. I. Alâeddîn Keykubad, ticaret açısından son derece önemli olan bu merkezi fethettikten sonra Akdeniz’den gelen malların Anadolu’daki dağıtım üssü olan bu iki önemli limanın Türkiye Selçuklularının denetimine girmesi bölge ticaretinde Selçuklular’ın payını artırıp, Ermenilerin kâr payını azaltıyordu. Sultan Alâeddîn Keykubad, aynı zamanda doğal güzelliğine de hayran kaldığı Kalonoros/Galanoros’u imar ettirmiş ve kendi adına nisbetle Alâiye ismini vermiştir.[6]
Saltanatının ilk yıllarında Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ı rahatsız eden problemlerden bir tanesi de babası zamanından beri görev yapan Beylerbeyi Çaşnigir Seyfeddîn Ayaba başta olmak üzere Emîr-i Meclis Mübarizeddîn Behramşah gibi büyük emîrlerin nüfuz sahibi olmalarıydı. İbn Bibi’nin naklettiğine göre,[7] bu büyük emîrler hizmetlerindeki kıdemleri ve servetlerinin yüksekliği, taraftarlarının çokluğu dolayısıyla serkeşlik yolunu tutmuşlar ve sultana tahakküm etmeye başlamışlardı. İşler öyle bir dereceye gelmişti ki Seyfeddîn Ayaba’nın ihtişamı ve devlet işlerindeki nüfûzu sultanı gölgede bırakır olmuştu. Seyfeddîn Ayaba sultanın huzurundan ayrıldığında sarayın etrafında kimse görünmezdi, onun işareti olmadan kimse sultanın huzurunda ağzını açamazdı. Bunun için kendisini lider olarak görüyor ve önemli işleri sultan yerine ona danışıyorlardı. Durum o kadar vahim bir hâl almıştı ki Seyfeddîn Ayaba’nın konağında günde seksen baş koyun kesilirken sultanın sarayında hassa kulları ve saray halkı için sadece otuz baş koyun kesiliyordu.
Sultan ise otoritesini sarsan bu emîrlere karşı fırsat kolluyor, fakat güçlerini bildiği için açıkça bir şey yapamıyor ve görünürde onlarla iyi geçinmeye çalışıyordu. Fakat diğer taraftan da Sultan I. Alâeddîn Keykubad alenen olmasa da emîrleri hiç değilse ekonomik açıdan zayıflatabilmek için plânlar yapmaktaydı. Meselâ; İbn Bibi’nin ifadesinden anlaşıldığına göre,[8] Alâeddîn Keykubad 12 kapıdan oluşan Konya Kalesi’nin dört büyük kapısı ile birkaç burç ve bendlerinin masraflarının hazineden karşılanmasını, geri kalan kısımlarının da memleket büyükleri arasında, kudretleri nisbetinde, taksim olunarak acele tamamlanmasını ve her emirin kendi yaptırdığı kısmın üstüne ismini altınla nakşettirmesine izin veren bir ferman yayınlattırmıştır.
Emîrler kendilerine son derece ağır gelen bu işi yaptıktan sonra, isimlerinin anılacak oluşuna sevinseler de, sultana karşı düşmanlıkları daha da artmıştır.[9] Sultan I. Alâeddîn Keykubad yaklaşık üç yıl devam eden bu durumdan nihayet Hokkabaz-oğlu Seyfeddîn ile Emîr Komnenos’un yardımlarıyla adı geçen emirleri bertaraf edip otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra devlet işleriyle meşgul olmaya başladı.
Kayseri’de ikamet eden Sultan I. Alâeddîn Keykubad devlet erkânı ile arasındaki meseleyi çözdükten kısa bir süre sonra huzuruna bir tüccar girdi ve “Rus, Bulgar ve Kıpçak diyarında iyi ticaret şartlarının olduğunu duymuş ve iş için oraya gitmiştim, ancak Karadeniz[10] sahiline vardığım sırada eşkiyalar bana saldırıp bütün malımı elimden aldı” dedi. O henüz sözünü bitirmişti ki başka biri şikayete başladı ve “Ben Halep diyarından buraya geliyordum, Ermeni vilayetinden geçerken malımı gasbettiler, o kafirler bu dergâhtan korkmazlarsa uğradığım zulmün derdine hangi sultanın adaletinden derman isteyeyim?” dedi. Bu tüccarın arkasından “Ben Antalya yerlilerindenim, kazandığım bütün servetimi bir gemiye yükleyip deniz yolu ile sefere çıktım ve Mısır’a gidip kâr etmek istedim. Ancak sahilden Frenklerin saldırısına uğradık. Saldırı sonunda bizi esir alıp bütün mallarımıza el koydular” diyerek şikayette bulundu. Sultan I. Alâeddîn Keykubad Ermenilerin tüccarları himaye etmeyip kötü davranmalarına çok kızdı ve tüccarların zararlarının karşılanmasını emrettikten sonra, huzurunda bulunan emîrlere, “Canlarını malları uğrunda tehlikeye koyan tüccarlara saldırı oluyorsa bunu yapanların üzerlerine kuvvet göndermek gerekir” dedi.[11] Daha sonra bu şikayetlerin halledilmesi için Ermeniler üzerine Mübarizeddîn Çavlı ve Emir Komnenos’u görevlendirdi. Ermenilerin denizden yardım almasını engellemek için ayrıca, Mübarizeddîn Er-Tokuş’u da sahillerin güvenliğine memur etti.[12] İbnü’l-Esir’in verdiği bilgilere göre,[13] 1225 yılında düzenlenen bu sefer sonucunda Selçuklu ordusu bazı Ermeni kalelerini kuşatma altına alarak dört tanesini ele geçirmiş, ancak kış mevsiminin girmesi üzerine bölgeden ayrılıp geri dönmüştür. I. Alâeddîn Keykubad tarafından Kilikya Ermeni Krallığı’na düzenlenen bu sefer sonucunda, İskenderun Körfezi’nden Alâiye’ye kadar uzanan krallığın sınırları daralmış ve güney sahilindeki Ayas ile Korykos (Görkös)’un dışında Selçukluların eline geçmiştir.[14] Suğdak Seferi’ne çıkan Hüsameddîn Çobanda Suğdak şehrini fethettiği gibi, Kıpçak askerlerini yenilgiye uğratmış ve Rus hükümdarlarını da haraca bağlamıştı.[15]
Ticarî prestij açısından son derece önemli olan Alâiye, Ermeni Krallığı ve Suğdak seferlerinin ardından biz, Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın Anadolu’daki Türk birliğini sağlamak için Hısn-ı Keyfa Artukluları ardından Erzincan Mengücek Beyliği’ne karşı harekete geçtiğini görüyoruz. Bunun sebebi ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hüküm süren bu beyliklerin ikili siyaset takip edip hutbeyi bazen Türkiye Selçuklularına bazen de komşu devletler adına okutmalarıydı. Sultan bu nedenle ilk önce Amid (Diyarbekir) civarında hüküm süren ve bölgede politik oyunlar sergilediği için güvenilirliğini yitiren Hısn-ı Keyfa Artuklu Hükümdarı Mesud üzerine harekete geçti.[16] 1226 yılında gerçekleşen bu sefer sonunda Türkiye Selçuklu Ordusu’nun Kahta ve Çemişgezek gibi önemli kaleleri ele geçirmesi üzerine Mesud, değerli hediyelerle birlikte tâbiyetini bildirmek ve affını istemek üzere hanedanına mensup büyükler arasından bir elçiyi sultana göndermesi neticesinde iki taraf arasında barış sağlamıştır.[17]
Türkiye Selçuklularına tâbi olarak altmış yıl (1165-1225) Erzincan Mengücek Beyliği’ni yöneten Behram Şah 1225 yılında ölünce yerine oğlu Alâeddîn Davud Şah geçti fakat, o Selçuklu tahtına babası kadar sadakatli davranmıyordu. Bu nedenle Sultan Alâeddîn Keykubad ile arasındaki tâbiyet münasebeti bozulma temayülü gösteriyordu. Hatta, Erzincan Beyliği’nin ileri gelen emirleri bu duruma karşı çıkmışlardı. Bunun üzerine Alâeddîn Davud Şah, kendine karşı çıkan emirleri öldürtmeye karar vermiş, bir kısmını idam, bazılarını hapsettirmişti. Bir kısım emîrler ise ölüm korkusu ile evini barkını terk edip Keykubad’a gelerek Davut Şah’tan şikayetçi olmuşlardı. Alâeddîn Keykubad, Davut Şah’a hapsedilen emirlerin salıverilmesini ve onlardan almış olduğu şeyleri iade ederek saltanat dergâhına göndermesini emreden bir mektup yazdı.[18] İlk önce sultanın bu önerisini kabul etmek istemeyen Davut Şah, daha sonra buna boyun eğmek zorunda kaldı. Hapisten çıkarılan emirler ise Sultan Alâeddîn Keykubad’ın yanına gittiler ve tam bir teveccüh gördüler. Bunun üzerine iki taraf arasındaki ilişkiler gerginleştiği gibi geri kalan emirler de Davud Şah’a karşı serkeşlik yolunu tutunca Erzincan beyi, sultana lâyık hediyelerle Alâeddîn Keykubad’ın huzuruna gitti.
On gün sultanın meclisinde hazır bulunan Davud Şah’a çeşitli ikramlarda bulunuldu. Onbirinci gün Tercüman Sadeddîn Köpek, sultanın el yazısı ile yazılmış bir “ahidname” getirdi. Ahidnamede; “Davud Şah bizim ahdimizi candan muhafaza eder, bizim düşmanlarımıza dostluk göstermez ve hiç bir diyara aramızdaki husumeti ihbar eden mektuplar göndermez ise, bizden ancak yardım, bahtiyarlık ve mevki bulur. Eğer aksine hareket ederse lâyık olacağı cezayı bulur” denmekte idi. Takdim edilen bu ahidnameden sonra Davud Şah’ın memleketine dönmesine izin verildi.[19]
Davud Şah, memleketi olan Erzincan’a döndükten sonra sultana verdiği sözleri unutup Erzurum Meliki Rükneddîn Cihanşah’a bir mektup yolladı. Mektupta “Her ne kadar bu sefer saltanat dergâhından ikram ve iltifata mazhar olduksa da, sultanın maiyyetinde bulunan emîrlerden emin değilim. Şüphe yok ki bu adamlar beni memleketimden uzaklaştırmak için sultanı teşvik edeceklerdir. Eğer bunlar arzularına nail olursa senin amcanın oğlu olan sultan sana da müsamaha etmeyecektir. Ben gizlice bütün servet ve hazinelerimi asker toplamaya tahsis edeyim. Bu kış içinde bütün gayretimi bu konuya sarf eyleyeim. Eğer sen de başını ve mülkünü muhafaz etmek istersen bu hususta benimle el birliği yapar ve gayretini bu cihete sarf edersin…” demekteydi. Davud Şah bununla yetinmeyip Eyyûbî Hükümdarı Melik Eşref’e de: Ömrümün son günlerine kadar bana memleketiniz hudutları dahilinde yaşayacak bir yer verirseniz Kemah Kalesi’ni size bırakırım” şeklinde bir teklifte bulunmuştu. Bu teklifin hemen hemen aynısını ihtiva eden bir mektubu Celâleddîn Harezmşah ile Alâeddîn Nev Müslüman (Alamut Sahibi Alâeddîn)’a göndermişti. Mektupta, Celâleddîn’e, eğer kendi canına dokunmayacak olursa Kemah Kalesi’ni bütün erzak ve mühimmatı ile kendisine teslim edeceğini ve Erzincan’daki babadan kalma sarayını ona “Devlethane” yapacağını bildirmişti.[20] Sultan Alâeddîn Keykubad bu haberleri duyunca “Bu biçarenin aklı şaşırmış, devlet ve ikbali tersine dönmüştür” demiş,[21] sonra da Erzincan üzerine sefer yapmak için ordusuna emir vermiştir.
İbn Bibi’nin naklettiğine göre,[22] Davud Şah’ın ileri gelen emîrleri bu seferi durdurabilmek için ona “Oğullarınızı sultanın dergâhına göndererek yapılan hatalardan özür dileyelim, hatta iddialarından bazılarını inkar edelim…” dediler. Davud Şah emîrlerinin bu fikrini beğenmiş, oğullarını onlarla beraber sultana yollamıştır. Fakat, Davud Şah’ın bu plânından daha önce haberdar olan Sultan Alâeddîn Keykubad, emîrlerni askerlerle beraber gizlice Kemah ve Erzincan hudutlarına göndermiş, Davud Şah’ın bir kaleye sığınarak işi uzatmasına meydan kalmadan kalelerin tutulmasını ve o bölgenin ansızın ele geçirilmesini istemiştir. Hiç bir ümidi kalmayan Davud Şah sultanın huzuruna gitmekten başka çare bulamamıştır. Sultan ise hiç bir şey dememiş, Akşehir ile Ab-ı Germ denilen Ilgın’ı ona ikta verip adamlarıyla Akşehir’e göndermiştir. Sultan Alâeddîn Keykubad, Erzincan’a girmiş ve bölgeyi Davud Şah’ın adamlarından tasfiye edip, idaresini büyük oğlu Gıyaseddîn Keyhüsrev’e vermiştir. Antalya Subaşısı Mübarizeddîn Ertokuş’u “Atabey” olarak onun hizmetinde bırakmıştır.[23] Böylece, Divriği kolu hariç Mengücekler 625/1228 tarihinde Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlanmışıtr.
Devrin İslâm kaynaklarının verdiği bilgilere göre, Erzincan seferinden sonra Sultan I. Alâeddîn Keykubad, 1214 yılından beri Türkiye Selçukluları’nın vassalı (tâbisi) konumunda olan Trabzon Rum Devleti’nin Sinop’u ele geçirdiği ve sahilleri yağmaladığı haberini alınca şehri kurtarmak için derhal bir sefer tertip etmiştir.[24]
Saltanatı boyunca Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ı, en çok uğraştıran konulardan biri de Celâleddîn Harezmşah ve Yassıçimen Savaşı (10 Ağustos 1230)[25] idi. Harezmşah-Selçuklu ilişkileri Nesevî’nin verdiği bilgilere göre,[26] ilk defa 622/1225 yılında iki Türk devleti arasında dostluk ve birlik kurulması için Celâleddîn Harezmşah’ın, Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı I. Alâeddîn Keykubad’a bir mektup ile Kadı Mucireddîn Ömer bin Sa’d Harezmî’yi elçi olarak göndermesiyle başlamıştı. Gayet dosthane bir şekilde başlayan bu ilişki gün geçtikçe pekişmiş ve Eyyûbîlere karşı ittifak yapacak bir hale gelmişti. Ancak, daha sonra Celâleddîn Harezmşah’ın takip ettiği istikrarsız siyaset nedeniyle[27] Moğolları hiçe sayarak Eyyûbîlerin hakimiyetinde bulunan Ahlat’ı muhasara etme konusunda ısrarlı davranması ve I. Alâeddîn Keykubad’a karşı sadakatsizlik gösteren Erzurum Melik’i Cihanşah ile ittifak yapması nedeniyle maalesef iki tarafın araları bozuldu. Bunun üzerine Türkiye Selçuklu Sultanı I. Alâeddîn Keykubad, Celâleddîn Harezmşah’a karşı Eyyûbîlerden Melik Eşref ile anlaştı ve 28 Ramazan 627/10 Ağustos 1230 tarihinde iki taraf Yassıçimen[28] mevkiinde birbiriyle karşılaştı. Yapılan savaşta görünürde I. Aleâddîn Keykubad ve Melik Eşref, Celâleddîn Harezmşah ile Erzurum Meliki Cihanşah’a karşı büyük bir zafer kazandı. Ancak iki Türk devleti arasında gerçekleşen bu savaşın Türkiye Selçuklu tarihi açısından tek kazançlı tarafı Erzurum’un ilhakı olmuştur. Çünkü, bu savaştan hemen sonra artık Moğol saldırıları resmen Türkiye Selçukluları için tehlike haline gelmeye başladı. Nitekim, Celâleddîn Harezmşah’ın Yassıçimen’de büyük bir yenilgiye uğradığını haber alan Moğollar, Amid’de ona karşı ani bir gece baskını düzenleyerek Selçuklu sınırına kadar yaklaştılar. Hatta Curmagon Noyan komutasında bir grup Moğol askeri 1232 yılında Sivas yakınında Kemaleddîn Ahmed bin Rahat adıyla bilinen İsfehanî Kervansarayı’na kadar ilerleyip birçok insanı esir ettiler.[29]
Moğolların bu beklenmedik saldırısını haber alan Sultan I. Alâeddîn Keykubad derhal Kemaleddîn Kamyar’ı merkezdeki kuvvetlerle Sivas’a gönderdi. Ancak Kemaleddîn Kamyar’ın bölgeye geldiğinde Moğolların ayrıldığını görünce bu ani akının sebebini ve etkisini görmek için Erzurum’a kadar gitmek zorunda kaldı. Erzurum’a gelindiğinde Moğolların Selçuklu sınırlarına girmelerinde Gürcülerin tesiri olduğunu öğrenince ordusunu güçlendirip onlar üzerine bir sefer tertip edip bol ganimet elde ettiği gibi Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın Selçuklu Devleti ile akrabalık kurma isteğini sultana iletti. Sultan bu haberi aldıktan sonra askerlerin yurtlarına dönmelerine izin verilmesini ve kraliçenin dünürlük hususundaki dileğinin kabul edilmesini, bundan böyle Gürcü (Abhaz) ülkesine saldırıdan vazgeçilmesini emretti.[30]
Her ne kadar bu ilk Moğol akını hiçbir problem çıkarmadan neticelenmiş olsa da, Sultan I. Alâeddîn Keykubad ülkenin doğu sınırlarının güvenliği için bazı tedbirler alma ihtiyacı hissetti. İlk iş olarak da Kemaleddîn Kamyar’a Ahlat, Bitlis ve Tiflis’e kadar uzanan vilâyetleri Selçuklu sınırlarına katmasını emretti.[31] Stratejik açıdan son derece önemli olan bu yerler feth ve kaleleri tamir edildikten sonra, Yassıçimen Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kalan ve bölgede başı boş dolaşıp talan yapan Harezmli askerler Selçuklu idaresine alındı.[32] Ancak Melik Eşref’in idaresindeki Ahlat’ın Türkiye Selçuklu Devleti’nin eline geçmesi bu defa da Eyyûbîler ile gerek evlilik,[33] gerekse Celâleddîn Harezmşah’a karşı Yassıçimen Savaşı öncesi kurulmuş olan dostluk bozuldu. Eyyûbî melikleri Sultan Alâeddîn Keykubad’a karşı birlikte harekete geçtiler. 19 Eylül 1234 tarihinde Harput önünde yapılan savaşta Eyyûbîler yenilgiye uğradılar ve kısa bir süre sonra Harput Artukluları da Selçuklu idaresine girdi.[34]
Sultan Alâeddîn Keykubad 1225 baharı geldiğinde Türkiye Selçuklu Devleti sınırları yakınındaki Eyyûbî topraklarına bir sefer daha tertip etti ve Harran, Ruha (Urfa) ve Rakka’yı ele geçirdi. Ancak Eyyûbî Sultanı Melik el-Kâmil kısa bir süre sonra feth edilen yerleri geri alıp Selçukluların bölgede yaptırdıklarını tahrip ettirdi. Bunun üzerine Sultan Alâeddîn Keykubad, Taceddîn Pervane komutasında bir orduyu Amid’e gönderdi. Ancak, Selçuklu ordusu kışın da bastırmasıyla Amid’in sağlam surları karşısında bir başarı elde edemeden geri döndü (1236).[35]
Başarısızlıkla neticelenen Amid Seferi’nin ardından Sultan Alâeddîn Keykubad bahar gelince sefere bizzat kendisi çıkmaya karar verdi ve gerekli hazırlıkların derhal tamamlanmasını emredince Kayseri’de büyük bir ordu toplanmaya başladı. Bu arada Moğol Han’ı Ögedey’in elçisi olarak Kazvinli Emir Şemseddîn, Sultan Alâeddîn Keykubad’ın huzuruna geldi ve onu Ögedey Han’ın illiğine (tâbiiliğine) davet etti. Moğollara karşı her zaman çağdaşı olduğu diğer devlet adamlarının aksine uzlaşmacı bir siyaset takip edilmesi gerektiğini, çünkü, “Müthiş selleri andıran bir ordu ve taze bir devlet ile savaşmak yerine onunla dostane münasebetlerde bulunmak” gerektiği görüşünü savunan I. Alâeddîn Keykubad elçi ile yaptığı özel görüşmede her yıl sembolik hediyeler gönderdiği takdirde Moğol hanının topraklarına göz dikmeyeceğini öğrendikten sonra kendisine iletilen teklifi kabul etti. Fakat öte yandan Moğol tehlikesine karşı hazırlıklı olmak için gücünü arttırmaya da gayret sarfediyordu. Zaten, Ögedey Han da Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın kendilerini çok uğraştıran Celâleddîn Harezmşah’a karşı Yassıçimen’de kazandığı büyük başarının hemen ardından Moğollara yıllık vergi vermeyi kabul etmesini çok akıllıca bulmuş ve sultanın ölüm haberini duyunca üç defa “kıran” (yazık), “kıran”, “kıran”, demiştir.[36]
Ayrıca Amid Seferi’ne çıkmadan önce devlet yönetimi ile ilgili önemli kararlar alan Sultan Alâeddîn Keykubad önce Sivas Sahibi Şarapsalar Fahreddîn Ayaz’ın ölümü nedeniyle bu göreve Harezmli Kayır Han’ı atadı. Daha sonra da Alâiye Sahibi Kyr Fard’ın kızından olan büyük oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’e Erzincan vilayetini bırakarak, melikü’l-ümeralık ve atabeyliğine de Çaşnigir Şemseddîn Altunaba’yı getirdi. Eyyûbî Melikesi Gaziye Hatun’dan olan küçük oğlu İzzeddîn Kılıç Arslan’ı da veliahd ilân ettiği gibi devlet erkânını da ona biat ettirdi. 1237 baharı geldiğinde Amid Seferi için Harezmli, Ermeni, Rum, Gürcü, Frank, Rus, Kıpçak ve Kürtlerden oluşan Selçuklu ordusunun hazırlıkları sona ermişti. Muhtemelen Ramazan Bayramı’nı müteakip çıkılacak sefer öncesi Sultan Alâeddîn Keykubad, çeşitli vesilelerle huzuruna gelen elçilere bayramın üçüncü günü büyük bir ziyafet tertip ettirdi. Ancak bu yemekte Çaşnigir Nusreddîn Ali’nin sunduğu kızarmış kuş etini yedikten kısa bir süre sonra rahatsızlandı ve Keykubadiye Sarayı’nda vefat etti (30-31 Mayıs 1237).[37]
I. Alâeddîn Keykubad’ın ölümü hakkında devrin kaynakları pek fazla bilgi vermezken sadece Anonim Selçuknâme’de[38] 4 Şevval Pazartesi günü Şehzade Gıyaseddîn Keyhüsrev ve onu destekleyen emirler tarafından zehirlendiğini, cenaze namazının 8 Şevval 636/14 Mayıs 1239’da kılındıktan sonra Konya’da defnedildiğini kaydetmektedir. Araştırma eserlerinin birçoğu Anonim Selçuknâme’deki bu bilgilere dayanarak I. Alâeddîn Keykubad’ın bu ani ölümünü babasının vasiyetini hiçe sayarak yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev ile Saadeddîn Köpek’in özellikle Türkmenlere karşı takip ettikleri siyaseti göz önünde tutarak bir zehirlenmeye bağlarlar. Fakat devrin ana kaynağı olan İbn Bibi’nin eserinde sultanın zehirlendiğine dair en ufak bir ima dahi yoktur.
Sonuç olarak, onsekiz yıllık saltanatı boyunca Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın en çok üzerinde durduğu konunun, bağımsız bir Türkiye Selçuklu Devleti olarak bölgede varlığını devam ettirebilmek için, Anadolu’dan geçen milletler arası ticaret yollarının gelirinden olabildiğince fazla pay alabilmeyi sağlamak olduğunu görüyoruz. Bu yüzden o ticarete son derece önem veriyordu. Hatta, devlet politikasını buna göre ayarlamıştı dersek abartılı olmaz. Zira, tahta çıkar çıkmaz Venedikliler ile imzaladığı ticaret anlaşması, Alâiye’ye, Suğdak ve Kilikya Ermeni Krallığı’na düzenlediği seferlerin yanısıra tüccarların güvenliğinin sağlanması ile onlara sağladığı imtiyazlar bunun en güzel kanıtıdır.
Sultan Alâeddîn Keykubad’ın saltanatı esnasında gözlemlediğimiz bir diğer husus; otoritesini sarsacak boyutta olmadıkça komşu devletlerle olan ilişkilerinde gereksiz risklerden kaçınması ve problemleri önce barış yolu ile çözmeye çalışmasıdır. Moğollara ve Celâleddîn Harezmşah’a karşı, çağdaşı olduğu diğer devlet adamlarının aksine takip ettiği uzlaşmacı politika sayesinde ülkesini tahribattan korurken, öte yandan herhangi bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak için gücünü arttırmaya çalışıyordu. Zaten, Ögedey Han da Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın kendilerini çok uğraştıran Celâleddîn Harezmşah’a karşı kazandığı büyük başarının hemen ardından Moğollara yıllık vergi vermeyi kabul etmesini çok akıllıca bulmuştu.
Bütün bunların dışında Sultan I. Alâeddîn Keykubad takip ettiği imar ve iskân siyaseti sayesinde Anadolu’nun Türkleşmesine de katkıda bulunmuştur. Meselâ, Alâiye’nin fethinden sonra bölgeyi yeniden imar ettirmesinin yanısıra 1225 yılında Kilikya Ermeni Krallığı üzerine düzenlenen seferin ardından fethedilen Ermenek Bölgesi’ne Oğuzların Afşar Boyu’na mensup olan Karamanoğulları ile Salur Türkmenlerini yerleştirilmiştir.
Kaynaklarda akıllı, adaletli, faziletli ve dindar olarak tarif edilen Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın gerek Müslüman gerekse gayr-i müslim tebeası ile olan ilişkisi her zaman iyi olmuştu. Meselâ, Genceli Giragos’un naklettiğine göre[39], Sultan I. Alâeddîn, Yassıçimen Seferi’nden dönerken Kayseri’ye yaklaşınca Müslümanlar imamlarıyla, Hıristiyanlar, papazlarıyla ellerinde haçlar, çalgıları ile karşılamaya çıkmışlar. Müslümanlar, Hıristiyanları geriye iterek, tebrik ve dostluk temennilerini iletmelerine meydan vermek istememişler, onlar da bir tepeye çıkarak bir şekilde kendilerini göstermişler. Bunların Hıristiyan olduğunu haber alan Sultan Alâeddîn Keykubad ordugahından kalkıp yanlarına gelmiş ve aralarına karışıp; çalgılarını çalmalarını ve yüksek sesle şarkılarını söylemelerini emretmiştir. Hatta, şehre onların ortasında girmiş ve onlara hediyeler ve ihsanlarda bulunmuştur. Ayrıca, adâletli oluşu, ilme irfana değer vermesi ve ülkesindeki ekonomik refah nedeniyle devrin ileri gelen birçok alimi (Meselâ, Necmeddîn Dâye, Ahmed b. Mahmud-ı Tûsî el-Kâniî, sultanü’l-ulemâ lakabıyla tanınan Bahâeddîn Veled b. Hüseyin el-Bekrî, Ahî Evren), yaşamak için, Anadolu’yu tercih eder olmuştu.[40]
Bu durum ekonomik açıdan güçlü olan Türkiye Selçuklu Devleti’ni kültürel açıdan da kuvvetlendirmiş ve itibar sahibi yapmıştı. Sultan Alâeddîn Keykubad’ın âlimlere gösterdiği hürmetin büyüklüğüne dair Ahmet Eflâkî’nin verdiği şu bilgiler dikkate şayandır: Sultanü’l-Ûlema Baha Veled gibi kıymetli bir âlimin Anadolu’ya geldiğinden hatta Konya yakınlarındaki Larende (Karaman)’de ikâmet ettiğinden Sultan Alâeddîn Keykubad’ın haberi yoktu. Haberi öğrendiğinde derhal Larende Subaşısı Emir Musa’ya böyle önemli bir konuyu kendisine bildirmeyi nasıl unutabildiğine dair bir emirnâme yazdırttıktan sonra Baha Veled’in vaziyeti hakkında bilgi istedi. I. Alâeddîn Keykubad’ın emirnâmesi Emir Musa’ya ulaşınca korkuyla olanları Baha Veled’e anlattı. Baha Veled, sultanın huzuruna çık ve şunları söyle “Alâeddîn içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. Ben onun yüzünü nasıl görebilirim? Ayrıca haber vermememi Baha Veled istedi de” dedi. Emir Musa, sultanın huzuruna çıkıp olanları anlatınca I. Alâeddîn Keykubad cevap olarak “Eğer Sultanü’l-Ulema Baha Veled Hazretleri Konya şehrine gelip burayı kendine makam yaparsa ben yaşadığım müddetçe şarkıların ve çalgıların sesini dinlemem, onun kulu ve müridi olurum” dedi. Bunun üzerine Baha Veled çocukları ve dostlarıyla Konya’ya doğru hareket etti. Sultanü’l-Ulema’nın Konya’ya geldiği haberi Alâeddîn Keykubad’a ulaşınca Konya halkı ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Sultan Alâeddîn Keykubad, uzak bir mesafede atından inip, yaya olarak ilerleyip şeyhin dizini öptükten sonra hiç değilse Baha Veled’in kendisine elini uzatıp sıkmasını beklerken, Sultanü’l-Ulema eli yerine asasını uzattı. Ayrıca Sultan Alâeddîn Keykubad’ın ikâmet etmesi için onu sarayına davet etmesini kabul etmeyip yerinin medrese olduğunu söyledi. Yine Eflâkî’nin kayd ettiğine göre Baha Veled Konya’ya yerleşince Sultan Alâeddîn Keykubad’ın kendisine mallarınız haramla karışık ve şüphelidir” deyip sultandan gelen ikramı geri çevirmiştir. Baha Veled ölünce (628/1230-1231) Alâeddîn Keykubad o kadar üzülmüştür ki, yedi gün saraydan çıkmamış, kırk gün ata binmemişti. Taziyeleri kabul etmek için tahtı bırakıp hasıra oturmuş, hatimler indirip, sofralar kurdurmuştu. Ayrıca Sultanü’l-Ulema’nın türbesinin etrafını Kâbe’nin çevresindeki duvarlar gibi ördürüp bir taş üzerine ölüm tarihini de yazdırmıştı.
Sultan Alâeddîn Keykubad devrinde Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki refah, istikrar, huzur ve en önemlisi ilme ve âlimlere gösterilen saygı, hoşgörü üzerine Anadolu’ya gelen değerli âlimler sayesinde günümüzde bile önemini hissetiren Mevlana Celâleddîn-i Rumî ve Sadreddîn Konevî gibi değerli âlimler yetişmiştir.
Sultan I. Alâeddîn Keykubad dönemi eserleri arasında kuşkusuz en önemli sırayı tahminen 1222 yılında fethedilen ve sultana ithafen Alâiye adını alan Kalanoros/Galanoros’un imarı almaktadır. Zira Alâeddîn Keykubad fetihten sonra çok beğendiği için burasını imar ettirmiş ve kışlarını geçirdiği bu beldede kendi için on iki kapılı kasr (saray), devlet erkanının oturması için köşkler, konaklar, medreseler yaptırmıştı. Ayrıca, kendi adı ile anılan Alâeddîn Camii’nin yanı sıra Alâiye-Antalya arasında “Şerefzah” Hanı’nı yaptırmıştır. Yine Konya ve Sivas şehirlerinin etrafını çevreleyen kale ve surlar inşa ettirdiği gibi surlardaki kule ve burçların projelerini bizzat denetlemenin yanı sıra kapı üstlerini genellikle dinen yasak kabul edilmesine rağmen hayvan ve insan motifleri ile süslemiştir. Bunların dışında inşa tarihi bilinmeyen ve biri Kayseri yolu üzerinde bulunan Keykubadiye Sarayı ile ikincisi Konya-Beyşehir yolu üzerindeki Kubadabad Sarayı’dır.[41]
Sultan Alâeddîn Keykubad, birbirinden güzel bu sarayların dışında 1229 yılında Sultan Han adını taşıyan bir kervansaray inşa ettirmiştir. Taş ustası Muhammed b. Havlân el-Dımaşkî’nin eseri olan bu han Konya-Aksaray arasında yer almaktaydı. Yine 1232 yılında Konya-Antalya arasındaki Alara Hanı’nı inşa ettirmiştir. Ayrıca, birçok yerde sultana ithafen yaptırılan Alâeddîn Camii vardır. Meselâ, 1223 yılında Zeyneddîn Başere b. Abdullah tarafından Niğde’de yaptırılan Alâeddîn Camii gibi. Sultan Alâeddîn Keykubad devri eserleri arasında, her ne kadar bugün hiçbir tanesinin izine rastlanmasa da, Konya hastaneleri de yer almaktadır. Ayrıca Darüşşifâ-i Alâiye adıyla, Osman Turan’ın Türkiye Selçuklularına Aid Resmî Vesikalar adlı çalışmasında, Burhaneddîn Ebû Bekir adlı bir tabibin tayini münasebetiyle geçer. Kazım İsmail Gürkan da “Selçuklu Hastaneleri” adlı makalesinde[42] Konya hastaneleri arasında Sultan I. Alâeddîn Keykubad’a ait bir hastane vakfıyesinin olduğunu ve bunun Vakıflar Arşivi’nde kayıtlı bulunduğunu kaydetmektedir. Yine bilindiği kadarıyla Konya’daki sağlık tesisleri arasında Sultan Alâeddîn Keykubad tarafından 1236 yılında yaptırılmış bir ılıca da vardır.
Alâeddîn Keykubad tarihe bağımsız olarak ölen son Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı olarak geçmiştir. Çünkü, yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in takip ettiği başarısız siyaset nedeniyle 14 Muharrem 641/4 Temmuz 1243 yılında Kösedağ mevkiinde Moğollara yenilmesi üzerine Türkiye Selçuklu Devleti, Moğollara tâbi hâle gelmiştir.
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 590-597