Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Sonsuzluğun Sahibine Emanet

0 11.055

Muhsin Yazıcıoğlu on binlerce insanın yüreklerini kavuran hüzün, acı ve gözyaşlarıyla, dualarla, tekbirlerle ebedi âleme uğurlandı. O her nefsin tadacağı işaret buyrulan ölümle, karlı dağların tepelerinde bir helikopterin içinde buluşmuştu. Başka bir yerde mesela sıcak yatağında yatarken yahut masasında çalışırken değil de evinden barkından yüzlerce km. ötelerde, seferi durumda, garip bir dağ başında, hizmetlerini sürdürmeye çalışırken bu vuslatın oluşması, onu şehitlik mertebesine ulaştırdı. İnandığı gibi yaşadı, kızı Firuze’nin anlatımıyla “Şeb-i Aruz” dilediği şekilde vaki oldu.

Kendisini 70’li yılların ortalarında tanımıştım. Ülkücü gençlerin yani “melali tanıyan” bir neslin çilekeş, mazlum ve mağdur bir kesimin lideriydi. Türkiye’de derin bir toplumsal karmaşa, siyasal belirsizlik hüküm sürüyordu. Yasalar uygulanamıyor, terör ve anarşi giderek yoğunlaşan bir sis halinde ülkenin üzerine çöküyor, devletin varlığı tartışılır hale geliyordu. Gölgeler arasında kendilerini gizlemeye çalışan birileri, Türkiye’yi adım adım belirledikleri yerlere taşımaya çalışırken, bu gençler yıkılmak üzere olduğunu hissettikleri barajın kapılarını omuzlayarak felaketi önlemeye çalışıyorlardı.

Türkiye’ye ve Türk milletine sevdalıydılar; Türklükle ilgili hayalleri, mutlu, müreffeh, barışık bir toplum oluşturma emelleri vardı. Şartların zorluğuna, karşı karşıya oldukları tehditlerin, tehlikelerin büyüklüğüne aldırmıyorlardı. Genellikle yoksul yahut orta halli kesimlerin, maddî şartları sınırlı ailelerin çocuklarıydılar. Bütün gün nereden geleceği belirsiz kurşunları düşünmeden öğrenimlerini sürdürmeye çalışıyorlardı. Çünkü okula devamları, imtihana girmeleri silahlı zorbalar tarafından engelleniyordu. Birbiri ardına gelen acı haberlerden kulakları işitmez hale gelmiş, omuzları arkadaşlarının tabutunu omuzlamaktan nasır bağlamıştı. Gençliklerini yaşamaya fırsat bulamadılar. Mevsimlerin ne zaman değiştiğini kışı kovalayan ilkbahar çiçeklerinin nasıl açtığını, otların yeşerdiğini çoğu kere fark edemediler. Bu labirentten ne şekilde çıkılacağını kimse bilmiyordu. El yordamıyla yollarını bulmak isterken 12 Eylül’de askerî darbe yapıldı. Yazıcıoğlu ve ülküdaşları kurtlar sofrasına kurban olarak seçilmişlerdi. Haklarında hüküm verilmiş, kalemleri kırılmıştı.

Başsavcı Soyer’in siyasî zihniyetine göre belirlediği özel bir takip ve infaz timi tarafından sürek avı başlatıldı. Birer ikişer yakalanıyorlar, Mamak’ta C-5 denilen işkencehaneye sevk ediliyorlar, burada insanlık dışı muamelelerle ifadeleri alındıktan sonra hücrelere tıkılıyorlardı.

İçlerinden az sayıda da olsa, bir yolunu bulup, yardım alıp yurt dışına kaçabilenler de oluyordu. Muhsin başkan ilk birkaç hafta yakalanmamıştı. Her zamanki sakin, vakur ve mütevekkil tavrıyla ortalıkta dolaşıyor, gerekli gördüğü arkadaşlarıyla konuşup bir panik havasının oluşmamasına çalışıyordu.

Dostları ikaz ettiler. Yurt dışına çıkması için yol ve yöntem gösterdiler. Ancak sorumluluğunun bilincinde olan, inançlı ve yürekli bir dava adamının verebileceği anlamlı bir cevapla karşılaştılar. “Ben” diyordu ülkücülerin genç lideri, “Yurt dışına çıkarsam, burada kalan, hapishaneye tıkılan arkadaşlarımın moralleri bozulur, dayanma güçleri kalmaz, yıkılırlar. Bırakalım beni de yakalasınlar onların arasına koysunlar; birlikte aynı kaderi paylaşalım. Böylece birbirimize güvenip dayanarak kaderimizi yaşayalım.”

Nitekim çok geçmeden verilen talimatı marazî haz duyarak icra eden ekibin pençesi ona da uzandı; yakalanıp Mamak’a götürüldü. Beş yılı tecrit hücresinde olmak üzere yedi buçuk yıl zindanlarda tutuldu. İddianamede ön görülen en ağır hüküm verilse bile, özgürlüğünden bu kadar uzun süre mahkûm bırakılamayacak olan Muhsin Yazıcıoğlu sonuçta kin ve intikam duygularından kaynaklanan hukuksuz bir infaza tabi tutulmuş oldu.

Zindanda geçirdiği 7.5 yıl onun için okuma, düşünme ve kendini yetiştirme dönemi oldu. Fizikî şartları son derece elverişsiz olmasına rağmen büyük bir irade örneği sergileyerek hücresini verimli bir mekân haline getirmeyi başardı. Çoğu kere su bulamadığından taşlarda teyemmüm yaparak namazını hiç aksatmadı. Defalarca Kur’an’ı hatmetti. Vefatı vesilesiyle basın ve televizyonlarda defalarca yayınlanan şiirini de bu ortamda yazdı.

Son derece etkileyici ve duygu yüklü olan bu şiir Yazıcıoğlu’nun iç dünyasının, inanç yapısının, özlemlerinin, beklentilerinin lirik bir anlatımıdır. Bir taraftan karanlık ve soğuk taş duvarların arasında hür ufukları, köyünü, kırlarını, çeşme başını, renk renk çiçekleri tahayyül ederken, diğer yandan sonsuzluğu düşünüyor “sonsuzluğun sahibi” ne ulaşmayı diliyor; maveradan gelecek sesleri sezmeye, yüreğinde duymaya çalışıyor.

Özel olarak düşünülüp düzenlenen ve insanın ezip sindirmeyi, kendisi olmaktan çıkarmayı, “mankurtlaştırmayı” amaçlayan bir hapis ortamında, Muhsin Yazıcıoğlu’nun en ufak bir esneme göstermeksizin yiğitçe direnmesinin, 7.5 yıl sonra zindana atıldığı ruh haliyle yeniden Dünya’yla buluşmasının sırrı bu anlamlı şiirinde saklıdır.

Hapisten çıktıktan sonra Hakk’a yürüdüğü ana kadar sürecek olan hayatının üçüncü dönemi başladı. Yıllardır doğal olarak liderleri olduğu ülkücü gençler, yakın dostları ve MHP davasının genç sanıkları, kısacası çevresi politikaya girmesini istiyorlardı. Kendisi de zaten ideallerini gerçekleştireceği en etkili alan olarak siyaseti düşünüyordu. Dolayısıyla çok beklemeden Türkeş’in Genel Başkanı olduğu MÇP’de resmen siyasete başladı. 1991 genel seçimlerinde Refah Partisi listesinden milletvekili olan grubun içinde o da vardı. Ancak bir süre sonra Genel Başkan ile aralarında bazı düşünce ve yöntem farklılıklarının olduğunu gördü. Bunları izale etmek yerine, bir takım hesap ve kıskançlıklarla ortalığı karıştırmak, ilişkileri bozmak, onu Türkeş’in yakın çevresinden uzaklaştırmak isteyenlerin çabaları etkili oldu. Karşılıklı tahrikler yapıldı. Sonuçta partiye beraber girdikleri ve bazıları kendisi gibi milletvekili olan arkadaşlarıyla birlikte ayrılıp yeni bir siyasî oluşum başlatmaya karar verdiler; BBP’yi kurdular.

Bu ekip 1995’de ANAP listesinden 7 milletvekili olarak tekrar Meclise geldi. Türkiye siyasetinin çok kaygan ve çalkantılı bir döneminde, Yazıcıoğlu ve arkadaşları Meclis’te dengeleri etkileyebilecek kritik bir güç oluşturmuşlardı, ancak onlar bu imkânı siyasî çıkar amacıyla kullanmayı hiç düşünmediler. Oysa isteselerdi özellikle 28 Şubat süreci esnasında hükümet içerisinde yer alabilirler, bakan olabilirlerdi. Siyaseti ahlâkî kurallar çerçevesinde yapmaya özen gösterdiler. Demokrasimizin yara almaması, anayasal düzenin işlemesi, halkın iradesine saygı gösterilmesi, jakoben ve laisist baskılara direnilmesi yönünde üzerlerine düşeni yaptılar.

2002 genel seçimlerinde DYP ile yürütülen seçim işbirliği görüşmelerinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun dostluk, arkadaşlık, vefa ve sadakat gibi karakter özellikleri bir kere daha ortaya çıktı. Tam anlaşmaya varacakları noktada, Çiller iki arkadaşının listede yer almamasını istedi. Buna evet deyip milletvekili olmak yerine meclis dışında kalmayı tercih etti.

Siyasî çalışmalarında fikir ve inanç yapısından, temel ilkelerinden kesinlikle taviz vermedi. Türk siyasetinde parti liderleri arasında ender görülen nezih bir üsluba sahipti. Görüşlerini, düşüncelerini sözünü esirgemeden açıklamaktan, bunların mücadelesini vermekten hiçbir zaman geri kalmadı. Ancak bunu yaparken her zaman seviyeli oldu. Hiçbir siyasî karşıtı ondan incinmedi, hakaret görmedi. Siyasî parti yetkilileri birbirleriyle tartışırken ölçüyü sıkça kaçırıp mahkemelik olurken, tazminat davaları havada uçuşurken Yazıcıoğlu bu ortamın daima dışında kaldı. En yoğun tartışmalar sırasında bile muhataplarını kırmamaya özen gösterdi.

Doğuştan gelen sevecen bir yapısı, muazzam bir insan sevgisi vardı. Bu özellikleri hapishane döneminde tasavvufi bir zenginlik kazanmıştı. Bu yüzden kendisini yakından tanıyan pek çok insan onu çağdaş bir Alperen, Yesevizade olarak görüyordu. Bütün gün ihtiyaç sahiplerinin meseleleriyle, dertleriyle yoğun şekilde uğraşmaktan, çareler aramaktan usanmıyor, bir taraftan da giderek azalan imkânlarının elverdiği ölçüde partisini ayakta tutmaya çalışıyordu.

BBP bünyesinde başarılı olmaktan, atılım yapmaktan ümidini kesen çalışma arkadaşlarının çoğunun siyasetten uzaklaşarak bıraktıkları boşluğa, gün geçtikçe artan yalnızlığına aldırmadan, ümidini kaybetmeden çalışmalarını sürdürmesi olağanüstü bir direnç ve metanet örneğidir.

Toprağa verilirken ortaya çıkan Türkiye tablosu bu çilekeş gönül insanını, ülkücü Alperen’i hayallerinin bir bakıma gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Yurt genelinde düşünce ve inanç yapıları farklı milyonlarca insan ölümüne samimi şekilde üzüldü. Değişik kesimlerden on binler cenaze arabasının arkasında hüzün ve gözyaşı içinde yürüdü. İktidarıyla muhalefetiyle siyasî liderler musallada saf tuttular. İmamın mutad “hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusuna yüreklerinden yükselen sevgi, saygı ve özlem dolu sımsıcak duygularla verdikleri cevap dalga dalga göklere yükseldi. Umarız bu ses her şeyi hakkıyla bilen ve gören “sonsuzluğun sahibi”ne ulaşmıştır.

Hey be Muhsin Başkan; nasibinde her yıl Akif’in ve İstiklâl Marşı’nın yazılmasının anma törenlerine büyük bir coşkuyla koşup geldiğin Tacettin Dergâhı’nda metfun olmak, evliyanın maneviyatıyla komşuluk yapmak varmış.

Mekânın Cennet olsun, Ruhun şad olsun, Aziz dostum, kardeşim…

Yazı: Nuri GÜRGÜR – Türk Ocakla

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.