Servet-i Fünun Edebiyatı
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
1895‘ten 1901 yılına kadar Servet-i Fünun dergisinde toplanan neslin vücuda getirdiği edebî harekete Servet-i Fünun veya Edebiyat-ı Cedîde denir. Ancak bu hareket, bu yıllarla sınırlı kalmamış; II. Meşrutiyetten sonra Fecr-i Âti adı altında kısmî bir değişiklik geçirerek tesirini devam ettirmiş; Millî Edebiyat akımının güç kazanmasından sonra, uğradığı ağır eleştiriler neticesinde tamamen dağılmıştır.
Her edebî nesil, kendinden öncekilere bir tepki olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan Tanzimat‘tan Servet-i Fünun‘un toplandığı 1895 yılına kadar yetişen edebî nesilleri ve onların faaliyetlerine kısaca temas etmek, Edebiyat-ı Cedîde hareketini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Edebiyatçılar da içinde yaşadıkları toplumdan soyutlanamayacaklarına göre, memleketin iç ve dış durumundan şüphesiz etkileneceklerdir. Bu yüzden, onların eser verdikleri yıllarda Türkiye‘nin iç ve dış genel durumunu da ana hatlarıyla ortaya koymakta fayda vardır.
Tanzimat‘ın ilânı tarihi olan 1839‘dan Servet-i Fünun‘a kadarki devrede birbirinden farklı hayat ve sanat görüşüne sahip üç büyük nesil yetişmiştir.
Tanzimat nesli 1839-1876 yılları arasında eser verir ve iki büyük kola ayrılır. Birinci Tanzimat neslini oluşturan Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa, sanatta sosyal fayda fikrine önem verirler. Bu nesil, gazete vasıtasıyla halkı hemen her konuda aydınlatmayı ve bilgilendirmeyi gaye edinir. Gayr-i ahlâkî, tabiîlikten uzak, gerçeklere dayanmayan, zihinleri uyuşturan kaderiyecilik fikrini telkin ettiğine inandıkları eski edebiyata şiddetle hücum ederek, yeni, dünyevî ve gerçek bir edebiyat kurmaya çalışırlar. Şinasi, Divan şiir geleneğini toptan değiştirmeyi hedef alır, örneğini Fransız edebiyatından aldığı çıplak fikir cümlesini Türk edebiyatına getirir.[1]1
Namık Kemal onun izinden giderek, bütün tenkidî eserlerinde ve özellikle mukaddimelerinde, iki ana fikri yani “sosyal fayda” ve “edebiyatın gerçek, dünyevî” olmasını ısrarla savunur.
Ziya Paşa “Şiir ve İnşa” adlı makalesinde yeni edebiyat görüşlerini savunur, ancak “Harabat Mukaddimesi” yle eskiye keskin bir dönüş yapar. Namık Kemal‘le aralarının açılmasının asıl sebebini, bu eskiye dönüşte aramalıdır. Ziya Paşanın asıl yeniliği “Terci-i Bend” indedir ve Abdülhak Hamid‘in geliştireceği felsefî şiirin kaynağı bu eserdedir.[2]
Bu nesil, siyasetle yakından ilgilidir. Gayeleri memlekette meşrutî bir rejim kurmak ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan imparatorluğu kurtarmak ve yaşatmaktır. Bu nesil Voltaire, Montesquieu, Jean Jacques Rousseau gibi akılcı filozofların ve Fransız romantiklerinin eserleriyle beslenir. Fakat onlar romantizmin daha ziyade edebiyatçının bir misyon adamı oluşu ve millî tarihe dönüş fikirlerinin tesirinde kalırlar. Bu bakımdan Namık Kemal‘i sosyal bir romantik olarak nitelendirmek daha doğru olur.[3]
1876’da bu neslin özlemini çektiği I. Meşrutiyet ilân edilir. Ancak, üç ay sonra II. Abdülhamid 1876-1877 Türk-Rus Savaşı’nı bahane ederek meclisi kapatır ve otuz yıl sürecek ve tarihe istibdat devri diye geçen dönem başlar.
Tanzimat’ın ikinci edebî neslini oluşturan Abdülhak Hamid, Recaizade Ekrem ve Sami Paşazade Sezai, devrin şartları dolayısıyla siyasetten uzaklaşmışlar, daha ziyade ferdî duygu ve düşünceleri ön plana alan eserler vermişlerdir. Sami Paşazade Sezai, 1901’de Paris’e kaçarak Şurayı Ümmet’te Abdülhamid ve rejimi aleyhine çok ağır ve şiddetli yazılar yazmasına rağmen, asıl şöhretini başta Küçük Şeyler olmak üzere hikâyelerine ve Sergüzeşt adlı romanına borçludur.[4]
İkinci nesli birinciden ayıran bir başka özellik de, nesir yerine daha ziyade şiiri tercih etmeleridir. Bu nesil romantizmin ferdiyetçi yönüne ve her şeyin şiire konu olabileceği fikrine sarılmışlar ve misyon adamı olmaktan ziyade, sanatın estetik cephesine önem vermişlerdir.
Bu ayrılıklara rağmen, ikinci nesil, birinci nesli, özellikle Namık Kemal’i, daima bir önder, bir mürşit olarak kabul etmiş, dağılmalarına rağmen mektuplarıyla ilişkilerini devam ettirmişlerdir.[5]
Servet-i Fünun’u hazırlayan âmiller çok çeşitli ve karmaşık bir manzara gösterir. Bu sebepleri birkaç madde hâlinde özetlemek mümkündür:
1) Abdülhamid devrinin sosyal ve siyasî tesiri; 2) Tanzimat’ın ikinci neslinin getirmiş olduğu geniş tabiat ve duygu tasvirleri; 3) Recaizade Ekrem’in şiir ve edebiyat hakkındaki yeni görüşleri; 4) 1876-1895 yılları arasında eser veren ara-neslin geniş tercüme faaliyeti; 5) Eski ve yeni edebiyat taraftarları arasındaki çeşitli tartışmalarla romantizm-realizm münakaşası.
Abdülhak Hamid’in Belde, Bunlar Odur (1886) ve Hacle’den (1887) sonra, saraya eser yayınlamayacağına söz vererek yurt dışında görevlendirilmesi, 1888’de Namık Kemal’in ölmesi, Ekrem’in âdeta köşesine çekilerek, gençlerle ilgilenmekle yetinmesiyle ikinci nesil kısmen faaliyet alanından çekilir. Servet-i Fünun’un kuruluşuna kadarki yirmi yıllık devrede Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın ara-nesil adını verdiği yirmi otuz kişilik bir yazar kadrosu, Türk edebiyatının çehresini değiştirecek bir edebî faaliyette bulunur.[6] Ara-nesil yazarları Recaizade Ekrem’in öğrencilerinden ve Elhan’ın yazarı Menemenlizade Mehmet Tahir’in başkanlığında romantik, Beşir Fuad’ın liderliğinde realistlerden yaptıkları geniş tercüme faaliyetiyle Servet-i Fünuncuların geliştirip olgunlaştıracağı tem ve konuları edebiyatımıza sokarlar. Bu iki grup arasında, özellikle Beşir Fuad’ın Victor Hugo (1885) adlı ilk tenkidî monografisinin yayımından sonra başlayan Hayaliyûn-Hakikiyûn tartışması ise realistlerin kesin zaferiyle sonuçlanır.
Servet-i Fünun zümresi Tanzimat ve ara-neslin eserleriyle beslenir. Şu hâlde, bazılarının zannettiği ve ileri sürdüğü gibi, Servet-i Fünun edebiyatı, Tanzimat nesillerine özellikle ikincisine çok şey borçlu olmakla beraber, hemen onların arkasından ortaya çıkmış değildir.
Bu zümrenin oluşmasında; sanat ve edebiyat görüşlerinde, aldıkları ortak formasyonun da önemli rolü vardır. Tanzimat nesillerinin farklı çevre ve muhitlerde (kalemler, aile konakları v.s.)
332 yetişmelerine karşılık, bu nesil, genellikle halk tabakasına mensuptur ve II. Abdülhamid döneminde açılan, batılı tarzda eğitim ve öğretim yapan okullardan yetişir. Onları bir araya getiren ve bir cephe oluşturmalarının sebeplerinden biri, hocaları Recaizade Ekrem‘in Talim-i Edebiyat adlı eseri dolayısıyla eski edebiyat taraftarlarının ağır hücumlara uğraması sonucunda vuku bulan münakaşadır. Talim-i Edebiyat, batılı kaynaklara dayanan ilk retorik kitabıdır. Muallim Naci’nin Istılahat-ı Edebiye adlı normatif eseriyle, gerek konuları ele alış, gerekse örnekleri açısından çok farklıdır. Bu münakaşayı takip eden Zemzeme ve Demdeme ile abes-muktebes tartışmaları yenilikçi gençleri âdeta birbirlerine kenetler.
Musavver Malumat dergisinde çıkan Hasan Asaf’ın “Burhan-ı Kudret” adlı şiirinde “abes” ve “muktebes” kelimelerini kafiyeli kullanışı tenkit edilir. Genç şair, Recaizade Ekrem’in ortaya attığı “kafiye göz için değil, kulak içindir” fikrine dayanarak bu gibi kelimelerin kafiye yapılabileceğini iddia eder. Bunun üzerine dergi sahibi Mehmet Tahir Efendi (Baba Tahir) şairi ağır ve alaycı bir üslûpla tenkit edince, Recaizade Ekrem Maarif dergisinde tartışmaya katılır ve “Sanat müşkil ise de muaheze de âsân değildir” başlıklı yazısıyla kafiye hakkındaki eski fikirleri tenkit eder ve Hasan Asaf’ı savunur. Yine o sıralarda Recaizade Ekrem, Selânik’te çıkan Asır gazetesinde tefrika edilen Şemsa adlı hikâyesini, iznini almadan basan Musavver Malumat sahibi Mehmet Tahir aleyhine Servet-i Fünun’a iki mektup gönderir. Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan bu mektupları neşrettiği gibi, Araba Sevdası’nı da yayınlayacağını belirtir. O sıralarda sıradan bir fen dergisi olan Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan, hocası Recaizade Ekrem’den dergisini ele almasını yeni görüşleri savunan bir edebiyat organı hâline getirmesini ister. Ekrem, Galatasaray Sultanîsi’nden öğrencisi Tevfik Fikret’i derginin başına getirir. Fikret, 256’ncı sayıdan itibaren musahabe-i edebiye ve şiirlerini yayınlamaya başlar. Tevfik Fikret, Mektep dergisinde çıkan şiirleriyle dikkatini çeken Cenab Şehabeddin’i bir musahabesinde över; Cenab da kadroya dahil olur. Mai ve Siyah tefrikasından itibaren onlara Halit Ziya, az sonra Mehmet Rauf, Hüseyin Suat, Ahmet Reşit, Ahmet Şuayb da katılır. İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif), Süleyman Nesib, Faik Âli, İsmail Safa’nın yanı sıra eski nesilden Sami Paşazade Sezai ve Finten’iyle Abdülhak Hamid de destek verirler.
Servet-i Fünun edebiyatı, II. Abdülhamid döneminde doğmuş, gelişmiş ve sona ermiştir. Edebiyatçılar da sıradan insanlar gibi, içinde yaşadıkları toplum ve ülkenin meselelerine kayıtsız kalamazlar. Servet-i Füsuncuların yetiştikleri ve eser verdikleri istibdat döneminde, Avrupalıların hasta adam dedikleri Osmanlı İmparatorluğu, maddî ve manevî yönden çöküş durumundaydı. 1871’e kadar imparatorluk üzerinde hâkim olan İngiltere ve Fransa siyaseti, kendi çıkarları uğruna, güçlenmekte olan Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan’a karşı Osmanlı menfaatlerini koruyorlardı. 1871’de Fransa-Prusya savaşının sonucunda Avrupa’daki kuvvetler dengesi değişti. Fransa’nın mağlup olmasıyla İngiltere tek başına bu dengeyi koruyamadı. Rusya ile Avusturya-Macaristan bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu açıkça bir parçalama politikası izlemeye başladılar. 1292 Türk-Rus Savaşı’nda Rus kuvvetleri Yeşilköy önlerine kadar geldiler. Bâbıâli, çok ağır şartlarına rağmen, Ayestefanos antlaşmasını imzaladı; ancak Avrupa devletlerinin itirazı sonucu, Berlin antlaşması ile şartlar biraz değiştirildi; ancak Tuna boyu elden çıktı; Bulgaristan özerk hâle geldi. 1881’de Fransa Tunus’u, 1887’de İngilizler Mısır’ı işgal ettiler. 1885’te Bulgaristan Şarkî Rumeli’yi ilhak etti. 1898’deYunanistan Girit’i istedi. Türk-Yunan Savaşı’nda Türk ordularının Atina önlerine kadar gelerek büyük bir zafer kazanmasına rağmen, masa başında aynı başarı gösterilemedi ve Girit’e muhtariyet verildi. 1292 Türk-Rus Savaşı’ndan itibaren Rus ve işbirlikçisi Bulgarların zulmünden kurtulabilen muhacir kitleleri İstanbul’da derin bir ıztırap ve kötümserlik havası estirdi. Diğer taraftan, Bâbıâli’nin bütün yetki ve gücünü eline alan II. Abdülhamid, geniş hafiye teşkilâtıyla memlekette büyük bir yılgınlık havası yarattı.
II. Abdülhamid döneminin, kısaca özetlemeye çalıştığım bu genel havası içinde eser veren Servet-i Fünuncular, belli bir sanat akımı etrafında toplanmamakla birlikte, onları birleştiren pek çok ortak nokta vardır.
Servet-i Fünuncular, nesirde realizm ve natüralizmin yanı sıra, o yıllarda Batı’da moda olan pozitivist felsefenin tesiriyle gelişen ve realizmin şiirdeki görünüşü diye tarif edilen Parnas akımının resim gibi şiir anlayışıyla sembolizmin müzik gibi şiir anlayışını birleştirmeye çalışmışlar; yine Parnas ekolünün ana ilkelerinden olan şekil ve ifade mükemmelliğini ön planda tutmuşlardır. Bir yandan da, bir önceki nesilden gelen romantik bir santimantalizm devam etmekteydi. Bunlara batılı bir fikir olan “fin de siecle” ile devrin karamsar siyasî ortamının telkiniyle hâkim olan kötümserlik ve melânkoliyi ilâve etmek gerekir.
Bu kötümser hayat felsefeleri dolayısıyla, intihar temi onların eserlerinde ve hattâ hayatlarında önemli bir yer tutar. Tevfik Fikret, sık sık, ailesi olmasa intihar edeceğini; Mehmet Rauf’un ise intihara kalkıştığını ve son anda arkadaşları tarafından kurtarıldığını biliyoruz.[7] Melankoli duygusunun tabiî neticesi içinde bulunduğu çevreden ve insanlardan kaçmak, derin bir yalnızlık duygusu hissetmek, hülya ve rüyaya sığınmaktır. İşte bu yüzden onların eserlerinde kaçma temi de önemli bir yer tutar. Bir ara Servet-i Fünuncular Yeni Zelenda’ya giderek, orada birlikte yeni bir hayat kurmak isterler. Bu istekleri gerçekleşmeyince Manisa civarında bir çiftlikte âdeta bir koloni hâlinde yaşamayı arzularlar. Bu da gerçekleşemez. Bunun verdiği acıyı en çarpıcı şekilde Tevfik Fikret’in “Bir Mersiye” adlı şiirinde görürüz.
Servet-i Fünun edebiyatında iç âlem yani duygu hayatı kadar dış âleme, tabiata da geniş yer verilir. Servet-i Fünuncuların hemen hepsi güzel sanatların hiç değilse bir dalıyla yakından ilgilidir. Fikret, iyi bir ressamdır. Mehmet Rauf bir melomandır. Halit Ziya mükemmel piyano çalar. İşte güzel sanatlara karşı duydukları bu derin ilgi onları dış âleme ve iç âleme son derece dikkatli kılar. Duygularını da renkli tablolar hâlinde ortaya koymaya çalışırlar. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın da belirttiği gibi, “bütün duyu organlarını dış âleme açmak ve dış âlemi kendine mahsus ruha sahip bir varlık telâkki etmek fikri Servet-i Fünuncuların Türk edebiyatında tabiat idrakine getirdikleri en önemli yeniliktir. Bu idrak ayrıca ferdî duygularla da renklendirilir. Böylece dış âlem yani kâinat bir mizaç arasından seyredilir”.[8]
Onların eserlerinde görülen ortak temlerden biri de hayal ve hakikat, bunların çatışması ve genellikle hayal kırıklığıdır. Bunu en çarpıcı şekilde eserlerinin adlarında görürüz: Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar (Halit Ziya), Rübab-ı Şikeste (Tevfik Fikret), Eylül, Siyah İnciler (Mehmet Rauf), Haristan ve Gülistan (Ahmet Hikmet Müftüoğlu).
En çarpıcı ortak unsurlardan biri de dil karşısındaki tutumlarıdır. Birinci Tanzimat neslinin aksine Servet-i Fünuncular için sanat bir vasıta değil, gayedir. Başka bir deyişle onlar sanat sanat içindir ilkesini benimsemişler; geniş kitleleri değil, yüksek düzeyde okuyucu zümresini hedef almışlardır. Tevfik Fikret’in tabiriyle onlar “Veli Dayılara hitap” gayesi gütmezler. Örnek aldıkları batılı akımların tesiriyle olduğu gibi tasvire yöneldikleri insanı, tabiatı ve eşyayı Tanzimatçılar gibi statik değil, dinamik bir şekilde ifadeye çalışmışlardır. Onlar, mahiyeti icabı karışık ve karmaşık olan duygu ve duyuların basit günlük dille anlatılamayacağı kanaatinde olduklarından, yeni, şahsî ve orijinal üslûplar yaratmaya çalışmışlardır. Bunun altında Recaizade Ekrem’in Buffon’dan aldığı “üslûb-ı beyan aynıyla insan” fikri yatar. Servet-i Fünun neslinin romanı olan Mai ve Siyah’ta Halit Ziya, sözcüsü durumunda olan Ahmet Cemil’e özlediği dil anlayışını yani “dil eşittir insan” fikrini “… öyle bir lisan ki serâpâ insan olsun” cümlesiyle sona eren mensur şiir havasındaki bir pasajda söyletir.
Ancak, onlar dili zenginleştirmeye çalışırlarken, sözlüklerden, halkın kullanmadığı ve bilmediği çok sayıda Arapça ve Farsça kökenli kelimeye, yeni anlamlar da yükleyerek, suni ve kitabî bir dil yaratmışlardır. İzleyicilerini de hesaba katarsak, yirmi yıl kadar devam eden bu hareketin, bütün tenkitlere ve hattâ dekadananizmle suçlanmasına rağmen, Türkiye’de sanat bilincini son derece geliştirdiğini kabul etmek gerekir.
Servet-i Fünuncuların bir cephe oluşturması, eski anlayışı devam ettirenlerin de Musavver Malumat’ta toplanmasına sebep olur. Münakaşayı başlatan Ahmet Midhat Efendinin Sabah gazetesinde çıkan “Dekadanlar” başlıklı yazısıdır.[9] Ahmet Midhat Efendi, bu yazısında Servet-i Fünuncuları dekadanlıkla, yani bir soysuzlaşmaya, edebiyatta mevcut gelenek ve kuralları hiçe sayarak manevî bir çöküşe sebebiyet vermekle suçlar. Eski edebiyat taraftarları, Ahmet Midhat gibi bir hâce-i evvelin de kendilerine katılmasından cesaret alarak, derhal harekete geçerler ve Tanzimat’tan beri devam eden eski-yeni çatışmasının en uzun süreli evresi açılmış olur.[10]
Eski anlayışı temsil edenlere göre, Servet-i Fünuncular batı edebiyatının, özellikle Fransız edebiyatının taklitçisidirler. Millî edebiyata yabancı olan bu nesil, onu inkâr bile etmektedir. Yine batı taklitçiliği dolayısıyla, örf ve âdetlerimize yabancı konular, hayat tarzları ve frenk kılıklı kişiler yaratmaktadırlar. Üslûp, ifade, cümle hattâ kullandıkları tamlamalar bile batı malıdır. Onlara göre Servet-i Fünuncular yabancı dil bildiklerinden, batılı eserleri aynen veya çok az değiştirerek tercüme ediyorlar ve bunları -Richesse de Sciences”[11] adlı dergilerinde yayınlamaktadırlar. Kullandıkları sone nazım tarzı da yabancıdır. Onlara göre üslûp, şekil, konu ve kişileri yabancı olan, din ve milliyet duygusundan yoksun bu zümrenin millî edebiyatta yeri yoktur. Cenab’ın “Terane-i Mehtab” adlı şiirinde geçen -saat-ı semen-fâm” tamlaması ise itirazcıların onları anarşistlikle suçlamasına yol açar. Onlara göre, her önüne gelen bir tamlama uydurursa, dil anarşisinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Vezin ve kafiye şekilleri de itirazdan nasibini alır.
Servet-i Fünuncular bu itirazlar karşısında, polemikten ziyade eserle cevap vermeyi tercih etmişler, fakat kendilerini ve görüşlerini savunan yazılar da yazmışlardır. Onlar, hareketlerinin bir çöküş değil, yenilik olduğunu, asla basit birer taklitçi olmadıklarını, doğudan ve batıdan güzel buldukları her şeye açık olduklarını, fakat aldıklarını şahsî bir üslûba döktüklerini, avama değil, yüksek zümreye hitap ettiklerini, dili yeni kelime ve kavramlarla zenginleştirdiklerini ileri sürmüşlerdir.
Dekadanlık münakaşası Ahmet Midhat Efendi‘nin Tarîk gazetesinde 4 Aralık 1898‘de yayınladığı “Teslim-i Hakikat” adlı makale ile Servet-i Fünuncuların zaferiyle sonuçlanır.
Dışarıdaki itirazların sona ermesiyle Servet-i Fünun‘un oldukça kısa ve fakat en verimli devresi başlar. Şiirde Tevfik Fikret ve Cenab Şehabeddin başta olmak üzere Süleyman Nazif, Ali Ekrem, Hüseyin Siret, Hüseyin Suat, Faik Âli, Celâl Sahir, Ahmed Reşid; romanda Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Safveti Ziya; tenkitte Ahmet Şuayb, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Türk edebiyatının çehresini değiştirecek önemli bir edebî faaliyete girişirler.
Ancak dış tenkitlerin sona ermesi kendi aralarındaki anlaşmazlıkları su yüzüne çıkarır. İlk defa Ahmet Şuayb, Servet-i Fünun’da yayınladığı “Son Yazılar”[12] adlı uzun makalesiyle, Servet-i Fünun edebî hareketini konu darlığı ve aşırı ferdiyetçiliği açısından eleştirir. Bu, olumlu karşılanır. Fakat altı ay kadar sonra, Ali Ekrem’in “Şiirimiz” adlı tenkidi fazla sert ve sübjektif bulunduğundan bazı değişikliklerle basılması üzerine[13] Ali Ekrem Servet-i Fünun’dan ayrılarak yazısını olduğu gibi Musavver Malumat’da neşreder. Onu Ahmet Reşit’in ayrılığı takip eder. 1901’de Tevfik Fikret, Ahmet İhsan’a kırılarak dergiyi terk eder. Yazı işleri müdürlüğüne getirilen Hüseyin Cahit, eski düzeni bir süre devam ettirerek, durumu okuyucudan saklamaya çalışır. Ancak Fransızcadan çevirdiği -Edebiyat ve Hukuk” adlı yazı, kışkırtıcı bulunarak, dergi altı hafta süreyle kapatılır. 5 Aralık 1901’de yeniden yayınlanmaya başlayan dergi, Hüseyin Cahit’in de ayrılmasıyla, yeniden ilk hâline döner; musahabe-i edebiyelerin yerini, musahabe-i fenniyeler alır.
Servet-i Fünun zümresine mensup şahsiyetler şiir, roman ve tenkit sahasında faaliyette bulunurlar.
Şiirde Tevfik Fikret ile Cenab Şehabettin’in yeni görüşlerini zümrenin yukarıda adlarını zikrettiğim diğer şairler de benimserler.
Servet-i Fünun’un önemli şahsiyetleri:
Recaizade Ekrem ve Muallim Naci’nin öğrencisi olan Tevfik Fikret (1867-1915), hocalarının ve Abdülhak Hamid’i takliden yaptığı denemelerden sonra, yeni tecrübelere girişir ve bir antolojide okuyarak keşfettiği Charles Baudelaire, Sully Prudhomme ve özellikle François Coppee, ömrü boyunca örnek alacağı şairler olur. Rübab-ı Şikeste adı altında topladığı şiirlerini ana hatlarıyla yaşamayı düşlediği hayalî tabiat manzaraları (Ömr-ı Muhayyel, Ne İsterim, Bir An-ı Huzur, Yeşil Yurt); fakirlere, çocuklara merhamet uyandırma.
(Haluk’un Bayramı); sarhoş bir dilenciyi, felâkete uğrayan bir balıkçı ailesini, hasta çocuğunun başında ıztırap çeken bir anneyi v.b. anlattığı çeşitli hayat sahneleri; -kendi benini, duyuş tarzını ortaya koyduğu şiirler (Sahayif-i Hayatımdan, Süha ile Pervin, Tefelsüf); çeşitli sanatlarla ilgili şiirler (Ey Yâr-ı Nagamkâr, Heykel-i Giryan, La Danse Serpentine) olmak üzere tasnif edebiliriz. Kitabın “Âveng-i Şühur” başlıklı bölümü, Coppee’nin Les Mois’sını hatırlatan on iki ayın tasvirine ayrılmıştır. Âveng-i Tesâvir” bölümü de örneği batılı şairlere dayanan portre şiirlerdir (Fuzulî, Cenab, Nedim, Üstad Ekrem, Nef’î, Hamid). Bu bölüme almadığı -Zekâ” da Rıza Tevfik’i, Timsal-i Cehalet’de Ahmet Midhat Efendiyi alaylı bir üslûpla tasvir eder. “Eski Şeyler” bölümündeki “Nijad’a”, “Musset İçin” başlıklı şiirleri de portre şiirlerindendir. Fikret 1897 Türk-Yunan Savaşı dolayısıyla yazdığı birkaç vatanî şiirde de (Asker Geçerken, Hasan’ın Gazası, Kılıç) Sully Prudhomme ile Coppee’yi örnek alır. Az sayıdaki dinî şiirlerinden “Sabah Ezanında” da ezan sesinin tabiattaki müzikal çınlayışı, bir müzik parçasını hatırlatan bir üslûpla ifade edilmiştir. Yine bu yıllarda Fikret’te II. Abdülhamid rejimine karşı bir kin ve isyan duygusu uyanır. 1901’de Galatasaray Sultanîsi’ndeki görevinden ve Türk muhitinden tamamen uzaklaşarak Rumelihisar’da Boğaz tepesinde, “Aşiyan” adını verdiği evine çekilir, Robert Kolej’de öğretmenliğe başlar. 1902’de İstanbul’u lânetlediği “Sis” i yazar. Şiirde çöküş hâlindeki pâyitahtın genel manzarasını, istibdadın yarattığı moral çöküntüsünü son derece çarpıcı bir tablo hâlinde âdeta resmeder.
1908’de ikinci Meşrutiyetin ilânı onu ümitlendirir, ancak yeni rejimin uyguladığı politika Fikret’i hayal kırıklığına uğratır. Son yıllarında oğlu Halûk’un şahsında sembolleştirdiği gençlik tek tesellisi olur. Halûk’un Defteri bütünüyle gençlikten bekledikleri ve özlediklerinin bir ifadesidir. Bu gençlik, silâh yani kaba kuvvet yerine vatanı yükseltecek yeni ideallerle donanacaktır. Halûk, modern, hür ve ilme değer veren bir ülkede (İskoçya) öğrenim görecek, öğrendikleriyle ülkesine dönerek, içten içe çürümüş olan o eski, ulu “Çınar” ı diriltecektir.
Çocuklar için yazdığı Şermin’de ise çalışmayı, sanatı, sanatkârı yüceltir, bâtıl inançları yerer, geleceğe güven ve itimat, iyilik duygularını aşılamaya çalışır.
Tevfik Fikret, vezni göz ardı etmeden, şiire nesrin akıcılığını vermiş, beyit esasını kırmak için ısrarla çalışmış, vezin ve kafiyeyi ihmal etmeden anjambömanlarla şiiri nesir diline yaklaştırmıştır. Şiirinde asonans (ünlü tekrarı) ve aliterasyon (ünsüz tekrarı), kelime, kelime grupları, mısraların aralıklı olarak tekrarlanmasından vücuda gelen kuvvetli bir musiki duygusu yaratır. Farsçanın zengin ses ahengi, Arapçanın ünsüz simetrisi ve Türkçedeki eklerin müzik kabiliyeti ve ritmi, Fikret’in şiirlerindeki muzikaliteyi kolayca yaratmasına çok yardımcı olmuştur. Daha önce Recaizade Ekrem’in ortaya attığı kafiyelerin ses değerleri ve değişik düzeni hakkındaki görüşlerini, Fikret gerçekleştirir ve eski sistemin aksine isimlerle fiilleri kafiye yapar. Türk şiiri Fikret’le batı şiirinin teknik ve üslûbuna yaklaşır ve konuşur gibi yazma idealine kavuşur.
Cenab Şehabettin (1870-1934)[14] yaptığı denemeler ve bulduğu yeni tamlamalarla Servet-i Fünun zümresinin estetik görüşlerini hazırlar. Tıbbıye’den mezun olmasına rağmen, öğrenciliğinden itibaren edebiyatla uğraşır, devrin gazete ve dergilerinde tercümeler ve şiirler yayınlar. Tıbbiye’de okurken Muallim Naci, Recaizade Ekrem, Şeyh Vasfi’yi taklit eden şiirlerini saçma sapan anlamına gelen Tamat adı altında neşreder. Tıbbiye’den mezun olduktan sonra, ihtisas için gönderildiği Avrupa’da dört yıl boyunca, hem mesleğini ilerletir, hem de edebî ufkunu geliştirir; arkadaşları ona, “tabib-i edib” unvanını verirler.
Cenab’ın Servet-i Fünun’daki faaliyeti derginin kapatılmasına kadar sürer. Burada şiirlerinin yanı sıra edebî ve tenkidî makaleler ve vazifeli olarak Hicaz’a gönderilmesi münasebetiyle kaleme aldığı Hac Yolunda adlı mektuplarını yayınlar. Servet-i Fünun’un kapatılmasıyla, diğerleri gibi o da, II. Meşrutiyet’e kadar bir suskunluk devresine girer.
Cenab şiirlerini, ilhamdan ziyade, büyük bir cehtle, çalışma azmiyle vücuda getirmiştir. Bu durumu -Şi’r-i nâ-nüvişte”, “Takaza-yı Üslûb” adlı şiirleriyle müsveddelerinden açıkça anlamak mümkündür.1895’te yayınladığı bu şiirinde Cenab, mutlak şiire, ancak durmadan çalışma ve arama neticesinde ulaşılabileceğini fikrindedir. Cenab’ın şiirleri incelendiğinde, onun tabiat, aşk, şüphe ile karışık din ve felsefe konularına ağırlık verdiğini görülür. Bu bakımdan o, sosyal konularda da şiirler yazan Fikret’ten ayrılır. Cenab’ın şiir sanatında resim ve musiki önemli bir yer tutar.[15]
Parnaslardan resim gibi şiir, sembolistlerden musiki gibi şiir yazma fikrini alan Cenab, daha sonra bu iki unsuru ustaca birleştiren şiirler vermiştir (Temâşâ-yı Hazan, Temâşâ-yı Leyal, Yakazat-ı Leyliyye, Elhan-ı Şita). Cenab, tabiatı beşerîleştiren imajlar kullanmasıyla hem Servet-i Fünunculara, hem de daha sonraki nesillere tesir etmiştir. Böylece o, kâinatın bir ruhu olduğu fikrini belirtmeye çalışır. Cenab, bu açıdan Divan edebiyatının süslü üslûbuna yaklaşır, fakat imajları onlarınki gibi basma kalıp değil, orijinaldir.
Cenab, şiirde olduğu gibi, nesirde de yenilikler yapmış, Türk nesrinin yapısı üzerinde düşünmüş ve yazdığı makalelerle fikirlerini ortaya koymuştur,[16] Hac Yolunda adlı eserinde özlediği nesrin örneklerini vermiştir.
Cenab’a göre Türk nesrinin en büyük kusuru monotonluktur. Cenab, güzel nesirde iki temel şart bulur: Monotonluktan kurtulma ve durmadan değişme. Böylece o, şiirle nesrin mekanizmalarını da ayırır. Ona göre, şiirde musikiyi temin eden aynı ses, kelime, fiil kiplerinin tekrarı, nesirde aksine monotonluk ve bıkkınlık yaratır.
Cenab Şehabeddin, seyahat hatıralarını Hac Yolunda ve Avrupa Mektupları adı altında kitaplaştırmıştır.[17]
Makaleleriyle açık mektupları Evrak-ı Eyyam,[18] Nesr-i Harb, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri[19]’nde bir araya getiren Cenab’ın Yalan (1911), Körebe (1914) adlı basılmış iki piyesi vardır. Hüseyin Suat’la beraber kaleme aldığı, Küçük Şeyler Darülbedayi’de oynanmıştır.
Halit Ziya Uşaklıgil (1865-1945)[20] modern Türk romanının kurucusu olarak tanınmasına rağmen, şiir dışında edebiyatın her türünde eser vermiş, çok yönlü bir sanatkârdır.
İzmir’de Mekhitariste okulunda okuması, Avrupaî muhitlerle teması, dünya sergisine katılmak üzere Paris’e yaptığı seyahat ve özellikle Fransız yazarlarını okuması, ufkunu çok genişletmiş, genç yaşta fennî mahiyette popüler tercümelerle yazı hayatına atılan Halit Ziya, mensur şiirler, uzun ve kısa hikâyeler, makaleler ve denemeler kaleme almıştır. Gençlik yıllarında “Tarih-i Umumî-i Edebiyat” adlı bir eser vücuda getirmek için, çok sayıda makale kaleme alan; bu büyük projeyi tamamlayamamakla birlikte, Darülfünun’da garb edebiyatı müderrisliğine tayin edilince, hazırladığı ders notları;[21] 1885’de bir kısmı basılan Garptan Şarka Seyyale-i Edebiye-Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi-Methal; batılı hikâye türünün tarihî gelişimini ele aldığı Hikâye (1891) ve ölümünden sonra Sanata Dair IV (1963) adlı eserleri hayatı boyunca batı edebiyatlarına duyduğu derin ilgiyi gösterir.
Adını Mensur Şiirler adı altında topladığı edebî denemelerle adını duyuran Halit Ziya, asıl kabiliyetini anlatıma dayalı türlerde gösterir. İzmir’de yazdığı ve Hizmet gazetesinde yayınlanan ilk üç romanı Sefile (1886-1887), Nemide (tefrikası 1887-1888; ilk baskı 1892), Bir Ölünün Defteri (tefrikası 1890-1891 ev içinde geçen üçüzlü aşk maceralarını işler; ilk baskı 1892) acemilik dönemi eserleridir. Olgunluk merhalesinin müjdeleyen eseri Ferdi ve Şürekâsı (tefrikası 1892; ilk baskı 1895) ile Halit Ziya realist bir tavırla dış âleme açılmaya başlar. Olgunluk merhalesinin ilk eseri Mai ve Siyah (Servet-i Fünun’da tefrikası 1896-1897; ilk baskı 1898) Servet-i Fünun neslinin romanıdır. Yazarın sözcüsü durumunda olan genç şair Ahmet Cemil vasıtasıyla yazar, Servet-i Fünun neslinin dil, edebiyat, tercüme, geniş mânasıyla hayat karşısında almış oldukları tavrı romanlaştırır. Eser boyunca Servet-i Fünuncuların hayal ve özlemleriyle yaşadıkları hayal kırıklıkları, dış âlem, özellikle Bâbıâli ve Beyoğlu tenkidî bir gözle okuyucuya sunulur.
Aşk-ı Memnu (tefrikası 1899-1900; ilk baskı 1901) ile Halit Ziya, sanatının zirvesine erişir. Tasvir gücünü daha önceki romanlarında ispat etmiş olan yazar, burada ince psikolojik tahlillerin yanı sıra devri için cesur sayılabilecek cinsî haz sahnelerine de yer verir (Bihter’in ayna karşısında çıplak vücudunu seyretmesi ve ona acıması). İşte Bihter, bu aynanın önünde yanıldığını, evliliğin sevgiye dayandığını inkâr ettiği için yanıldığını anlar. O, annesine benzemekten korktuğu ve Adnan Bey’in sunacağı imkânların cazibesine kapılarak sevgisiz bir evliliği, yaşlı bir kocayı ve iki yetişmiş çocuğu görmezlikten gelmiştir. Romanda, ruh durumuyla içinde yaşanılan mekân arasında kurulan ilişki, ince müşahedelere dayanılarak tasvir ve tahlil edilmiştir.
Kırık Hayatlar (1924) Nesl-i Ahîr’le yazar ev içinden dışa açılır ve realist akımın esas temlerinden biri olan sosyal çevrenin fertleri etkilemesini dile getirir. Kırık Hayatlar’da da yazar bir aile dramını, üçüzlü bir aşk macerasını ele almakla birlikte, bu çevreyi genişleterek, âdeta bütün şehre yayar. Bu bakımdan romanın adındaki (-lar) çokluk eki mânalıdır. Eser bir tek ailenin macerası değil, çeşitli sebeplerle hayatları kırılan, bozulan, sarsılan fert ve ailelerin dramıdır. Kırık Hayatlar’da mekân, diğer romanlardan önemli bir farklılık gösterir. Bu romana kadar, yazar, hazır mekânları tasvir ederken, burada oluş hâlinde bir mekân tasviri vardır. Romanın kahramanları Dr. Ömer Behiç ve karısı Vedide, üçüncü çocukları diye bahsettiklerini evlerinin arsasından planına, inşaatına ve tefrişine kadar her aşamasını ayrıntılı bir şekilde yaşarlar.
Beğenilmemesine ve ağır tenkitlere uğramasına rağmen Nesl-i Ahîr de edebiyatımızda nadir görülen devir romanlarından biridir. Burada II. Meşrutiyet öncesinin hemen bütün kesimlerine ait gençler (deniz ve kara subayları, Avrupa’da müzik eğitimi almış bir bestekâr, hafiyeler v.s.), devrin hemen bütün sosyal, politik ve kültürel meseleleri, çeşitli kesimlere ait aşk maceraları arasından okuyucuya verilir. Bu roman, belki tam bitirilmeden tefrika edilmeye başlandığından, sona doğru yapı bakımından bir dağılma ve çözülme gösterir. Başka bir ifadeyle Halit Ziya’nın diğer romanlarında gördüğümüz yapı bütünlüğü ve sağlamlığı bu eserinde yoktur.
Halit Ziya’nın küçük hikâyelerinde çocukluk hatıralarından da faydalandığı, yerli hayattan alınma çok canlı kesitler vardır. Hikâyelerinde Servet-i Fünun üslûbundan nispeten kurtulmuş görünür.
Son yıllarında Halit Ziya beş cilt hâlinde edebî hatıralarını (Kırk Yıl, 1936), üç cilt hâlinde sarayda geçen hizmet izlenimlerini (Saray ve Ötesi, 1942), oğlu Vedat’ın intiharı üzerine onunla ilgili hatıralarını (Bir Acı Hikâye, 1942) dile getirir. Bu eserler, içinde yaşadığı muhitleri tasvir eden, gözleme dayalı değerli incelemelerdir.
Mehmet Rauf (1875-1931) yazı hayatını Servet-i Fünun’dan önceki hazırlık devresi, Servet-i Fünun’daki olgunluk dönemi ve II. Meşrutiyetten sonraki sukut ve unutuluş devresi olmak üzere üçe ayırmak mümkündür.
Mehmet Rauf’ta edebiyat merakı on yaşlarında başlar. Bu yaşlarda Denaat yahut Gaskonya Korsanları adlı bir macera romanı yazdığını ve konusunu -Bizde Roman” adlı makalesinden öğrendiğimiz Mehmet Rauf’un edebiyatla ciddi olarak ilgilenmesi Bahriye Mektebi’ne girdikten sonradır. Okulda Fransızca ve İngilizce öğrenen ve bu dillerde yazılmış edebî eserleri okuyan yazarın hem kültürü, hem de ufku genişler. Halit Ziya’nın edebî faaliyetini beğeniyle izleyen Mehmet Rauf, onunla mektuplaşmaya başlar. -Düşmüş” adlı hikâyesini Hizmet’e bastıran Halit Ziya’yı, İstanbul’a geldikten sonra ziyaret ederek tanışır ve dost olurlar. 1896’da Halit Ziya, Garam-ı Şebab adlı romanı İkdam’da tefrika ettirir; Tevfik Fikret’le tanıştırır. Edebî hayatının en verimli devresi Servet-i Fünun’daki 1896-1901 yılları arasındaki faaliyetidir. Servet-i Fünun’da tefrika edildikten sonra 1901’de kitap hâlinde çıkan Eylül romanıyla şöhretinin zirvesine ulaşır.
Servet-i Fünun kapandığı 1901 ile 1908 yılları arasında hemen hiçbir eser neşredemeyen Mehmet Rauf’un yıldızı sönmeye başlar. Şahsî hayatındaki derbederlik ve düzensizlik, özellikle Halit Ziya ile Tevfik Fikret tarafından hoş karşılanmaz ve ilişkileri bozulur.
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Mehmet Rauf evvelce yayınladığı bazı piyes ve romanlarını yeniden bastırdı; kısa ömürlü dergiler çıkardı, piyes yazarlığına heves etti, fakat eski seviyesine ulaşamadı. Zambak adlı yarı pornografik romanı dolayısıyla hayli para kazanır, fakat mahkemeye de düşer.
Eylül’ün dışında Ferda-yı Garam (1913), Genç Kız Kalbi (1914); Karanfil ve Yasemin (1924); Böğürtlen (1926); Define (1927); Son Yıldız (1927); Kan Damlası (1928) ve Halâs (1929) adlı romanları bulunan Mehmet Rauf, çoğu yerli hayatımızdan birer kesit olan hikâyelerinin büyük bir kısmını İhtizar (1909), Aşıkane (1909); Son Emel (1913); Hanımlar Arasında (1914), bir Aşkın Tarihi (1915); Üç Hikâye (1919), İlk Temas İlk Zevk (1923); Aşk Kadını (1923); Eski Aşk Geceleri (1924) adlı kitaplarında bir araya getirmiş; Servet-i Fünun‘da çıkan mensur şiirlerini Siyah İnciler (1901) ve tiyatro oyunlarını Ferdi ve Şürekâsı (Halit Ziya’nın aynı adlı romanından uyarlama, 1909); Pençe (1909); Cidal (1911) ve Sansar (1920) adlarıyla yayınlamıştır.
Bunların dışında, Türk ve batı edebiyatlarına dair, henüz kitap haline getirilmemiş pek çok tenkidî ve tanıtıcı makale kaleme almıştır. Bir kısmı tercüme ve adapte olan bu yazılar, onun değişik ve dikkate değer bir cephesini teşkil eder. Tenkit türüne dair yazdığı makale serisi, Ibsen gibi o yıllarda bizde bilinmeyen edebiyatçıları tanıtması, Servet-i Fünuncuların yeni çıkan eserlerini tahlil ve tenkit eden yazıları, bazılı yazarların eserlerini tanıtan yazıları, onun dikkat ve faaliyet sahasının genişliğini gösterir.
Sanat hayatının zirvesini ve dönüm noktasını teşkil eden Eylül’de esas, vak’a değil, çeşitli durumlarda hissedilen ruh hâllerinin sürekli değişmesidir. Bu yüzden vak’a özeti, özellikle Eylül romanı hakkında tam bir fikir veremez. Eylül’ün yapısıyla Mehmet Rauf’un çok sevdiği batı musikisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bütün Servet-i Fünuncular gibi musiki temine büyük önem veren Mehmet Rauf, bu temi farklı bir şekilde kullanır. Burada musiki, iki sevgili arasındaki duygu alışverişini temin eden bir iletişim vasıtasıdır. İki sevgilinin seçtikleri ve dinlemekten zevk aldıkları opera parçalarıyla, romanın trajik sonu arasında da sıkı bir ilişki vardır.
Mehmet Rauf’un dikkate değer ve üzerinde durulması gereken son romanı Halâs’ta ise Millî Mücadele dönemi İstanbul ve İzmir’iyle, Millî Mücadele’ye katılan genç bir zabitle, ona ve ülküsüne gönül veren genç ve vatansever bir kızın aşk macerası anlatılır. Eylül’de musikinin oynadığı rolü burada sosyal ve millî duygular, vatan sevgisi alır.
Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957)[22] edebiyat tarihinde tenkitçi yönü ve polemik yazılarıyla tanınan bir gazeteci olmasına rağmen, özellikle Servet-i Fünun döneminde roman, hikâye ve tenkit türlerinde eser vermiş-tir. 1897-1899 yılları arasında yazdığı ve Hayat-ı Muhayyel adı altında topladığı hikâyeler, ve Nadide’den (1890) sonra yayınladığı ikinci romanı Hayal İçinde (1901) Servet-i Fünun’un ortak temlerini ve hayat felsefesini aksettirir. Halit Ziya başta olmak üzere diğer Servet-i Fünuncular, onun çok cesur ve atak bir yapıya sahip olduğunu ve edebî anlayışlarına yapılan her hücuma tek başına karşı çıktığı konusunda birleşirler. Nitekim Ali Kemal’in İkdam’a Paris’ten gönderdiği Servet-i Fünun hareketini tenkit eden mektuplara Hüseyin Cahit, topluluğun sözcüsü gibi cevap verir ve Ali Kemal’in Figaro gazetesinden kaynak zikretmeden yaptığı alıntıları ortaya koyar.
Yazı hayatına Servet-i Fünun zümresinde başlayan fakat asıl kimliğini Millî Edebiyat akımı içinde bulan Ahmet Hikmet Müftüoğlu, bu dönemde verdiği hikâyeleri Hâristan ve Gülistan (1908) adlı eserinde bir araya getirir.
Servet-i Fünuncular arasında sadece tenkit türünde eser vermiş yegâne şahıs Ahmet Şuayb’dır (1876-1910). Hayat ve Kitaplar (1901) adlı eseri batılı yazar ve fikir adamlarından Hippolyte Taine, Gustave Flaubert, Gabriel Monod, Ernest Lavisse, Niebuhr, Ranke ve Mommsen‘in hayat, fikir ve eserlerini tanıtan hacimli ve muhtevalı incelemelerden meydana gelmiştir. Bunların dışında kalan çeşitli makale ve denemelerini ise Esmar-ı Matbuat adı altında kitaplaştırmıştır.
Servet-i Fünuncular, tenkide büyük önem vermişler ve tenkidi müstakil bir tür hâline getirdikleri gibi,[23] batı tenkit metotlarını tanıtmışlar; değişik tenkit metotlarını uygulayan örnekler vermişlerdir.
Dikkate değer bir nokta da, Servet-i Fünuncuların kendilerini ciddi olarak tenkit eden ilk nesil olmalarıdır.
Bu otokritik anlayışının ilk örneğini, Tevfik Fikret‘in Servet-i Fünun‘da çıkan bir yazısında[24] görürüz. Vücuda getirdikleri edebiyatı “ruhsuz değil fakat cansız” bulan Fikret, “marîz” bir edebiyat oluşturduklarının farkındadır. Halit Ziya -Hakları Var”[25] başlıklı yazısında başka dillerden kelime alınmasının Servet-i Fünuncularla başlamamakla birlikte, bir moda hâline getirilişinde önemli rol oynadıklarını; hatalarının Türkçeye mâl edilemeyen kelimeleri kullanmakta ısrar edişleri olduğunu itiraf eder. Millî Edebiyat akımı başarı kazandıktan sonra, Halit Ziya‘nın fikirlerinde önemli değişiklikler olur. Dilin sadeleşmesi konusunda “Müştaklara Karşı”, Terkiplerden Kurtuluş”, Mürekkebat ve Tabirat”, “Unutma Beni”[26] başlıklı yazılarıyla yeni akımı mensuplarının fikirleri arasında büyük benzerlikler vardır. Halit Ziya‘nın, çıkış noktasını teşkil eden Mai ve Siyah‘ı sadeleştirerek, fikir değişikliğini somut bir şekilde ortaya koyması, hayatının en cesur hareketi sayılabilir.
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 204-211