Senin Adın Turk, Senin Adın Mazlum
Ölüm timleri insan avına çıkmış. Yakaladıkları her Türk’ü katlediyorlar. Sakın sokağa çıkmayın!
Türk coğrafyasının doğu ucu Doğu Türkistan’da ölüm, bu günlerde, Uygur Türklerine kaşla göz arası kadar yakın. Her an kapınız çalınabilir ve sokak ortasında kurşuna dizilebilirsiniz.
Ölüm timleri insan avına çıkmış. Yakaladıkları her Türk’ü katlediyorlar. Sakın sokağa çıkmayın!
Belli ki Çin yönetimi, Uygur Türklerini yok etmekte kararlıdır. Çünkü yapılan bir “etnik temizlik” hareketidir. Olaylar bazı kişi ve grupların çatışmasından ibaret değil, bir politikanın sonucudur.
Dünyanın en despot devletine karşı hiçbir maddî silahı bulunmayan Uygur Türk’ü ne yapabilir, yumruğunu sıkıp tankın üzerine yürümekten başka. Irz ve namusuyla oynanılan bir Türk ne yapar? Ekmeği çalınan aç bir insan ne yapar?
Bağımsız bir devletiniz yoksa istila edilmiş bir vatanda yaşıyorsanız kimse gözyaşlarınıza aldırmaz. Zalimler, emperyalistler merhameti tanımaz. Sadi Somuncuoğlu büyüğümüz, “Konfiçyus gitmiş, Mao kalmış” diye yazdı, ne kadar haklı.
Türk milleti olarak tarih boyunca geniş topraklara hükmeden devletler kurduk. Hepsinin de temelinde adalet vardı. Hepsinde de hak üstün tutulmuştu. İnsan eşref-i mahlûk sayılıp haysiyet ve şerefiyle korunmuştu. Irk ve din ayırmadan yönetildi ülkeler. Asiler ve zalimler dışında kime kalktı Türk’ün kılıcı?
Merhamet gösterdiğimiz toplumlardan neden merhamet göremiyoruz? Merhametimiz yüzünden mi? Elimizde fırsat varken ezip geçseydik, kesip doğrasaydık şimdi çıkar mıydı sesleri?
Hayır dostum! Yanılıyorsun elbette. Yapsaydın bu söylediklerini ne Türk ne büyük olabilirdin. Sen merhametin ve adaletin olduğu için büyüksün. Hacı Bektaş’ı, Yunus’u, Mevlana’yı içinden çıkardığın için büyüksün.
Sen Kerbelâ’da Hüseyin, Balkan’ın göç yollarında açlıktan ölen çocuk, Kafkasya’da Hınçak’ın katlettiği ihtiyar, Urumçi’nin bir fabrikasında karın tokluğuna çalışan bir Uygur kızısın. Senin adın mazlum.
İki asırdır Türk’ün çekmediği çile, görmediği vahşet kalmadı. Gün ve ay geçmiyor ki vatanın bir köşesinden feryatlar yükselmesin. Dün Girit’ten, Tuna boylarından, Kırım’dan, Hocalı’dan idi; bugün Urumçi’den, Kaşgar’dan, Telafer’den, Kerkük’ten…
Birleşmiş Milletler nerede ve ne iş yapar?
Güvenlik Konseyi ne zaman toplanır?
Bizim çok demokrat, çok bilmiş yazarlarımız; İnsan hakları şampiyonluğunu kimseye bırakmayan dernek ve vakıflarımız neden susar, diye sormayalım. Çünkü, söz konusu Türk milleti olunca susmaya veya suçu yine Türk milletine yüklemeye memur ve mahkumdurlar. Irak’ta 2 milyon canın ölümünü görmezden gelenlerin, Doğu Türkistan’da birkaç bin Türk’ün katledilişi karşısında kıllarını kıpırdatırlar mı sanıyorsunuz?
Bu çağda dahi öyle bir orman yasası hâkimdir ki güçlü olmaya mecbursun. Demokrasi ve insan hakları sözcüklerinin büyüsüne kapılıp uyuma! Öyle güçlü ol ki sana saldırmaya cesaret dahi edemesinler.
Keşke, demokrasi ve insan hakları söylemlerinde herkes samimi olsaydı. Keşke savaşlar hiç olmasaydı, her millet kendi yurdunda hür ve onuruyla yaşayabilseydi. Fertler gibi ulusların da dost olabilecekleri bir çağı, acaba, görebilecek miyiz?
Orada Doğu Türkistan yanıyor, burada içimiz. Söndürmeye gücümüz yetmiyor. Telafer’e, Kerkük’e, Karabağ’a ulaşamayan biz biçareler binlerce kilometre öteye nasıl ulaşırız? Güçsüz zavallılarız biz, horlanmaya layık.
Keşke, Kanuni devrini hatırlatan kudretli bir devletimiz olsaydı. Her vatandaşının hakkını koruyan, mazluma kol kanat geren ve Türk coğrafyasını kollayan. Sözünü dünyaya dinleten bir devletimiz olsaydı keşke. O zaman, uzakta da olsa, bir Türk’ün tırnağına kim dokunabilirdi?
Yine de devletim var, çok şükür. Bayrağım ve bağımsızlığım var. Onu güçlü ve kudretli yapmak bizim elimizde. Gece-gündüz çalışalım ki Doğu Türkistan’da yaşananlar kaderimiz olmasın.
Yapmamız gereken çok şey var. En azından safımız belli olmalı. Zulmü kınamalı ve yerden bir taş alarak zalime fırlatmalıyız. En azından yapmalıyız bunu. Daha hamiyetli olanlar, mazlumların gözyaşlarını sileceklerdir.
Sevinçler paylaşıldıkça artar, acılar da paylaşıldıkça azalırmış. Paylaşıyor muyuz acıları? Hem insan hem de millet olmanın birinci şartı değil midir bu? Neden öyleyse televizyon kanalları programlarını değiştirmeyip, çılgın eğlencelerini sürdürebildiler? Bir günlük yas tutamayacak kadar yitirdik mi duygularımızı?
Politikacılarımız çok anlamlı konuşmalar yaptılar. Kutlarız onları. Ancak, işe ve eyleme dönüşmeyen sözden ne fayda gelir? Hatta zararlı da olabilir. Çünkü, söylenenleri ciddi zanneden dostlar umutlanacak, düşmanlar ise tedbir alacaktır. Aldanmayalım o içi boş sözlere. “Fransız-İtalyan mallarına boykot” çağrılarının nasıl akim bırakıldığını hatırlayalım. Devletiniz “Millî”, halkınız “bilinçli” değilse, “Çin mallarına boykot” çağrısı da sonuç vermeyebilir. Hatta teklif sahipleri bile, “Ben böyle demek istemedim.” diye yüz seksen derece kıvırabilirler. Geçelim böylelerini.
Aslında kalitesiz Çin mallarını almak, akılsızlıktır. Evinizi hurda ile dolduruyor ve millî ekonomiye zarar veriyorsunuz. Ekonomistlerimiz ve tüketiciyi koruma derneklerimiz bu konuya eğilip, halkı bilinçlendirmeli.
En iyisi ise, “tavır adamı” olmaktır. “Bana düşman olan bir milletin ürettiği malı niçin alayım?”, “O mal, hunharca katledilen soydaşlarımdan daha mı değerli?” diye sormalıyız vicdanımıza.
Güzel bir yazı ancak Kıbrıs Türklerinin çektiği acıları da unutmayalım.