Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Selçuklular-Abbâsî Halifeliği İlişkileri

0 19.404

Yrd. Doç. Dr. Hüseyin KAYHAN

A. Büyük Selçuklular Dönemi

1. Sultan Tuğrul Bey Devri

Selçuklu ailesinin liderliğinde Orta Doğu’da İslâm dünyasına hâkim olan Oğuzlar, Türk tarihinde yeni bir dönemi başlattılar. Türklerin büyük gruplar halinde İslâm dinine girdikleri bir dönemde yaşanan bu gelişme, Müslümanlar için büyük olayları da peşinden getirdi. Siyasî, sosyal, ekonomik ve dinî açıdan buhran dönemi yaşayan İslâm dünyası, dinamik ve inançlı Türkler sayesinde bu gerileme sürecini kısa sürede tersine çevirmeyi başardı. Bu çerçevede gelişen tarihi olaylar içerisinde, Selçukluların Sünnî İslâm dünyasının mânevi liderliğini yapan Abbâsî Hilâfeti ile ilişkileri son derece önemlidir.

Selçuklu-Abbâsî ilişkileri 429/1038 yılında Serahs civarında Selçukluların Gaznelileri yenmesi ve bunun sonucunda devlet kurma kararı almaları ile başladı. Abbâsî halifesi el-Kâim Biemrillah, başta Tuğrul ve Çağrı Beyler olmak üzere, Batı İran’da akınlarda bulunan Oğuz beylerine elçiler göndererek, yağma ve tahribatlarda bulunmamalarını istedi. Bunun hemen akabinde Tuğrul Bey bir elçi göndererek, Gazneli Sultan Mesud’un hükümdarlığın şartlarını yerine getirmediği için kendilerinin yönetimi ele alıp, adaletle hükmetmeğe başladıklarını, yani bir devlet olduklarını ve bunun şartlarını yerine getirdiklerini bildirdi.

Dandanakan Savaşı kazanıldıktan ve Selçuklu Devleti’nin kurulduğu resmen ilân edildikten sonra, karşılıklı elçiler göndererek, gelecekteki ilişkilerin temeli atıldı. Bu dönemde Selçukluların ilk girişimi Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal tarafından geldi. O, Halife el-Kâim’e bir elçi yollayarak, kardeşi Tuğrul Bey’in Horasan ve Harezm’in hükümdarı olduğunu, Bedevîlerin saldırıları sonucu güvenliğin kalmadığı Hac yollarının asayişinin sağlanması için Bağdad’a bir ordu göndermeğe hazırlandığını bildirip, gelecek olan ordunun çok iyi bir şekilde karşılanmasını tavsiye etmekteydi (434/1042).

Sultan Tuğrul Bey, devlet başkanı olarak ilk elçisini 435/1043 yılında gönderdi. Hâkimiyeti altında bulunan bütün yerlerde halifenin adına hutbe okuttuğunu, ele geçirdiği yerlerdeki halkı Gazneli valilerinin zulmünden kurtardığını, kendisinin Gazne sultanları gibi köle soyundan gelmediği için, onlardan üstün tutulması gerektiğini bildirdi.

Halife el-Kâim, aynı yıl içerisinde tanınmış İslâm hukukçusu Kadıu’l-Kuddât el-Mâverdî’yi, Tuğrul Bey’e elçi olarak gönderdi. Mâverdî, yaklaşık bir yıl boyunca Tuğrul Bey’in misafiri olarak kaldıktan sonra Bağdad’a geri döndü ve izlenimlerini olumlu bir şekilde halifeye rapor etti. Mâverdî gibi büyük bir din bilgininin elçi olarak gönderilmesi, halifenin Selçukluların ciddi bir güç olduğunun farkına vardığını ve onlara güvenip güvenemeyeceğini bu kişinin verdiği raporla öğrenmeğe çalıştığını göstermektedir.

Bunun hemen akabinde halife tarafından Tuğrul Bey’e bir elçi daha gönderildi (436/1044). Halife burada Tuğrul Bey’den Arap emirlerine ait toprakları işgal etmemesini, kendisine karşı sadakatten ayrılmamasını, topraklarında Müslüman olmayan kişileri yönetici olarak atamamasını ve topladığı vergileri kendisine göndermesini istedi. Sultan Tuğrul Bey, halifeye bağlı olduğunu, askerleri çok olduğu için elindeki toprakların onlara yetmediğini, vergiler için elinden geleni yapacağını bildirip, sonuçta bu isteklerin hiçbirini yerine getirmeği kabul etmedi. Burada, Tuğrul Bey’in istikbâl vadeden, güçlü ve güvenilir yapısı hakkında elçisi vasıtasıyla rapor alan halife, onu emri altına alma emelinde olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat Tuğrul Bey’in yıllar süren büyük mücadeleler sonucu elde ettiği tecrübeler, onun, ne kadar dindar olursa olsun, halifenin isteklerine karşı Selçuklu Devleti’nin çıkarlarını ön planda tutmasını sağlamış, sonuçta, halife bu Türk hükümdarını öyle kolayca etkisi altına alamayacağını anlamıştır.

Halife el-Kâim, 437/1045 yılında bir elçi göndererek, Bağdad’da yönetimi elinde tutan Arslan Besâsirî adındaki Türk emirine karşı Tuğrul Bey’den yardım isteyerek, ordusuyla birlikte Bağdad’a gelmesini istedi. Elçinin ısrarlarına rağmen Tuğrul Bey bu daveti hemen kabul etmedi. 438/1046-47 yılında Selçuklu Devleti halife tarafından onaylandı ve Tuğrul Bey’e hâkimiyet alâmetleri olan unvanlar verildi. Tuğrul Bey, verdiği unvanlar ve lâkaplar için teşekkür etmek maksadıyla halifeye bir elçilik heyeti gönderdi (Ramazan 443/Ocak 1052). Bu heyet ile birlikte halifeye, ailesine ve vezirine paralar ile değerli hediyeler de yolladı. Bundan sonra 444/1052 yılında halife tarafından yollanan bir mektup ile Tuğrul Bey tekrar Bağdad’a çağırılmış ise de, bu davete de katılmamıştı. Sonuçta, 446/1054 yılında bizzat sultanın kendisi gönderdiği bir elçi vasıtasıyla, ‘Peygambere hizmetle şeref kazanmak, Hac yollarının güvenliğini sağlayıp, Hac farizasını yerine getirmek ve Suriye ile Mısır’da Fâtimîlere karşı savaşmak için Bağdad’a geleceğini’ bildirdi. Bu isteğini ancak Ramazan 447/Aralık 1055 yılında ordusuyla Bağdad’a geldiğinde gerçekleştirebildi. Tuğrul Bey’in gelişi şehirde hâkim olan Buveyhîlerin Türk emirleri ve halk tarafından pek hoş karşılanmadı. Hutbelerde adı anılmağa başlandı. Selçuklu sultanı yeni memurlar tayin ederek, bu şehirde Selçuklu hâkimiyetini kurdu. Ardından, şehirde çıkarları bozulan Türk gulâmların Selçuklu ordusuna saldırmaları üzerine Buveyhî hükümdarı el-Meliku’r-Rahim’i tutuklatan Tuğrul Bey, bu devletin varlığına fiili olarak son verdi. Şehrin Selçuklu askerleri tarafından yağmalanmağa başlaması üzerine bu durumu protesto eden halife, ‘Tuğrul Bey’i, halifelik müessesesine saygının artması için çağırdığını’ açık bir şekilde belirtti. Halifenin protestolarına kulak asmayan Tuğrul Bey, ‘onun emrinde olduğunu ve olayların sorumlularının gulâm Türkler olduğunu söyleyerek’, sorumluluğu üzerine almadıktan başka, bu gulâmların mallarına da el koydu. Şehirde Selçuklu hâkimiyetini gerçekleştirdikten sonra da kendi adına para bastırarak, hâkimiyetini perçinledi. Selçuklu ordusu da Bağdad ve çevresinde saldırı ve yağmalara devam etti.  Tuğrul Bey bütün bunların ardından, halifenin daha önceden aldığı yıllık tahsilatına 50 bin dinar zam yaptı. ‘Askerlerinin sayısı çok olmasaydı bu meblağı daha fazla arttıracağını’ da belirtmekten geri durmadı. Bu durum halifeyi memnun etti ve ilişkiler yumuşadı (Zilkade 447/Şubat 1056). Tuğrul Bey, Basra ve Ahvâz’ı vergi gelirlerine karşılık üç yıllığına 360 bin dinar karşılığında Hezaresb b. Bengir b. İyâd’a iltizama verdi ve ayrıca Errecân’ı da iktâ etti.

Yukarıda görüldüğü gibi, Buveyhîlerin Türk asıllı emirlerinin tehditlerini arttırmaları üzerine halife, Tuğrul Bey’i acilen yardımına çağırmış ve belli aralıklarla bu yardım isteklerini yenilemiş ise de, bu Türk hükümdarı hemen Bağdad’a gitmemiş, İran’daki fetihlerine devam ederek topraklarını genişletirken, bir yandan da saltanatının onaylanmasını beklemiş, uygun siyasi zemini yakaladıktan sonra da sanki kendiliğinden geliyormuş gibi Bağdad’a gitmişti. Onun buradaki faaliyetlerinin tamamen Selçuklu hâkimiyetini bölgeye yerleştirmek şeklinde cereyan ettiğini gören halife, Tuğrul Bey’in ne kadar zeki ve kararlı olduğunu görmüş, kendisini, siyasi nüfuzunu arttırmak için davet ettiğini bizzat Tuğrul Bey’e söylemek gereğini duymuştur. Bu da, halifenin gerçek niyetinin ne olduğunu açıkça göstermektedir. Onun her türlü isteklerini çok usta söz ve hareketlerle geri çevirerek Selçuklu Devleti’nin çıkarlarını her şeyin üzerinde gördüğünü fazlasıyla ispatlayan Tuğrul Bey, aynı zamanda büyük bir devlet adamı, usta bir siyasetçi olduğunu da göstermiştir.

Bağdad’da bulunan Selçuklu ordusunun halka karşı kötü davranışlarından memnun olmayan halife, bunun düzeltilmesini, aksi halde şehirden ayrılmasına izin verilmesini Tuğrul Bey’den istedi. Bunun üzerine, ‘halifenin itaatkâr bir kölesi olduğunu, halka karşı herhangi bir eylem için bizzat emir vermediğini, askerlerinin sayıca kalabalık olduğundan dolayı disiplini sağlamanın zorluğunu’ belirten Tuğrul Bey, askerlerinin şehre zarar vermelerini önledi (Cemaziyelâhir 448/Temmuz 1056).

Karşılıklı ilişkiler devam ederken soğukkanlılığını devamlı muhafaza eden Tuğrul Bey’in bazen bunu bozduğu da görülmektedir. Arslan Besâsirî’nin isyanı sırasında, amcası oğlu Kutalmış’ın ordusu isyancılara yenilince (Şevval 448/Kasım 1056) son derece üzülmüş ve Bağdad’dan ayrılarak isyancıların üzerine yürümek için hazırlıklara başladığı sırada, şehrin savunmasız kalacağını öne sürerek uzun bir süredir Bağdad’dan ayrılmasını engelleyen halifeye son derece kızmış, onu kötü niyetli olmakla itham etmişti.

Sultan Tuğrul Bey, Besâsirî’nin isyanı devam ederken, Mûsul seferi sonrasında Bağdad’a döndüğünde, yapılan resmi törenle halife tarafından “doğunun ve batının hükümdarı” ilân edilerek, kendisine dünyevi saltanat tevdi edildi (Zilkade 449/Ocak 1058). Yine burada halife, Arslan Besâsirî ve onunla birlikte hareket eden Arap melik ve emirlerinin ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu görmüş ve ancak Selçuklu sultanı sayesinde bunları alt edebileceğini anlamış, bu amaçla da onu hilâfet kurumu ve bütün Sünnî İslâm dünyasının koruyucusu ilân etmek gereğini duymuştu. Yaşanılan olaylar onun ne kadar isabetli hareket ettiğini göstermiştir.

Besâsirî ile müttefikleri Kureyş b. Bedran ve Dubeys b. Mezyed’in Bağdad’ı işgalinden sonra Âne’de sürgüne gönderdikleri halife, kardeşi İbrahim Yınal’ın isyanını bastırdıktan sonra harekete geçen Tuğrul Bey tarafından kurtarılarak, makamına iade edildi (Zilhicce 451/Ocak 1060). Besâsirî’nin öldürülmesinden sonra Bağdad’a dönen Tuğrul Bey, halife tarafından hil’at giydirilerek ödüllendirildi ve onuruna büyük bir ziyafet verildi (Safer 452/Mart 1060). Tuğrul Bey, buna mukabele ederek on gün sonra kendisi de bir ziyafet verdi (Rebiulevvel 452/Nisan 1060).

İki hanedan arasında ilişkilerin akrabalık düzeyine yükseltilmesi için Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun, Halife el-Kâim ile evlendirildi. Tuğrul Bey, halifenin sarayının yanında büyük bir konak yaptırarak gelini buraya yerleştirdi (Şaban 448/Ekim 1056). İkinci evlilik ise Tuğrul Bey ile halifenin kızı arasında gerçekleşti. 13 Şaban 454/23 Ağustos 1062 tarihinde Tebriz’de nikâh kıyıldı ve büyük bir düğün yapıldı.

2. Sultan Alparslan Devri

Tuğrul Bey’in 8 Ramazan 455/5 Eylül 1063’teki ölüm haberini alan Halife el-Kâim Biemrillah hemen harekete geçerek, Irak’ta bulunan Selçuklulara tâbi bütün yerli meliklere ve emirlere mektuplar yazıp, durum değerlendirmesi yapmak için Bağdad’a çağırdı. Hemen akabinde şehirde hâkimiyeti ve asayişi tam olarak sağlayabilmek için güvendiği adamlarını görevlendirdi ve her çeşit memuriyetlere atamalar yaptı. Böylece, geçici bir süre için de olsa Irak’taki Selçuklu idaresi çökmüş, yerini Abbâsî Halifeliği almıştı. Bunun üzerine Selçukluların şehirdeki temsilcisi Âmid Ebû Sa’id Kainî halifeyi protesto etti ve ikamet ettiği İsa sarayının çevresinde savunma tedbirleri aldı ise de, daha sonra bunları kaldırdı. Halifenin emriyle Tuğrul Bey’in adı hutbelerden çıkarılmakla birlikte, yerine kimsenin adı konmadı. Selçukluları Irak’tan kovmak için Türk olmayan unsurlar arasında kendi liderliği altında birlik oluşturma gayretinde olan Halife el-Kâ’im’in isteği ile Bağdad’a gelen melik ve emirler şahsi çıkarları için birbirleriyle ve halifeyle mücadeleye başlayınca, bu plan daha başlamadan bitmek zorunda kaldı. En güvenilir yolun yine Selçukluların tâbiyetinde kalmak olduğunu gören halife, tahta geçen Alparslan’ın adına 18 Rebiulâhir 456/10 Nisan 1064 tarihinde Bağdad câmilerinde hutbe okuttu. Bununla da kalmayarak, daha önceden de yaptığı gibi, resmi bir törenle bütün dünyevi selâhiyetlerini Alparslan’a devrettiğini bildirdi ve bununla ilgili menşuru sultana gönderdi. Böylece, halifenin Tuğrul Bey’e devrettiği dünyevî iktidar, onun ölümünden sonra bu defa Alparslan için de tekrarlanıyor ve Irak Selçuklularının kuruluşuna kadar yürürlükte kalıyordu.

Selçukluların Irak’taki en büyük temsilcisi konumundaki Reis Ebû Ahmed Nihâvendî, varılan antlaşma şartlarının tâbi halifelik müessesesinin topraklarında uygulanışıyla ilgili olarak büyük çaba gösterdi. Bu durum karşısında gerek halife, gerekse de veziri İbn Cuheyr’in tepkilerine maruz kaldı ve ilişkiler gerginleşti. Vaziyeti yatıştırmak için Nihâvendî azledildi ve yerine herhangi bir görevli atanmayarak, bölge üç yıllığına 500.000 dinara Ebû Said Fâsî’ye iltizama verildi.

Alparslan, kendisinden sonra oğulları arasında bir ihtilaf çıkmasın diye saltanatının son dönemlerinde oğlu Melikşah’ı veliaht tayin ederek, bu hususta halifeden onay almayı da ihmal etmemişti (464/1171-72).

Karşılıklı ilişkiler çerçevesinde her iki hanedan arasında evlilik yoluyla akrabalık tesisine ilişkin olarak da bir gelişme yaşandı. Alparslan’ın isteği doğrultusunda kızı, halifenin torunu ve geleceğin halifesi Muktedî ile evlendirildi (Ramazan 464/Haziran 1072).

3. Sultan Melikşah Devri

Alparslan’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Sultan Melikşah, amcası Kavurd Bey ile yaptığı taht mücadelesini kazandıktan sonra Bağdad şahnesi Gevherâyîn’i Halife el-Kâ’im’e göndererek saltanatınım onaylattı (Safer 466/Ekim 1073). Bu dönemde karşılıklı ilişkilerde önemli bir problem yaşanmadı. Bunda Sultan Melikşah’ın ve vezir Nizâmu’l-Mülk’ün güç ve otoritelerinin payı büyüktür. Sultan Melikşah, halifelik kurumu ile ilişkilerini metbûluk-tâbilik ilişkileri çerçevesinde yürütürken, bazen sivil idarenin başı olan veziri değiştirerek, iç işlerine karışmak gereğini duymuştu. İlk olarak, vezir Ebû Şucâ’nın azledilerek, Bağdad’dan uzaklaştırılmasını istedi. Sultanın isteğini geri çeviremeyen, diğer yandan da vezirini kaybetmek istemeyen halife, Ebû Şucâ’yı Nizâmu’l-Mülk’ün yanına göndererek, onun vasıtasıyla sultana affettirmeği ve eski görevine iadesini başardı (474/1081- 82). Melikşah’ın başka bir müdahalesi Bağdad’ı ikinci ziyareti sırasında gerçekleşti. Ebû Şucâ, Müslüman olmayan halka baskı yaptığı gerekçesiyle Melikşah’ın isteği doğrultusunda ikinci kere görevinden azledildi ve yerine halifenin ricası ile Diyârbekir emiri Amîdu’d-Devle b. Fahru’d-Devle getirildi (Zilkade 484/Aralık 1091). Görüldüğü gibi, Melikşah, Selçuklu siyasetine ters düşen Abbâsî vezirlerini uzun süre görevlerinde tutmamakta, metbûluk haklarını kullanarak, azledilmesini sağlamaktadır. Halife ise, bu müdahaleleri etkisiz kılmak için ilk seferinde araya Nizâmu’l-Mülk’ü koyarken, ikincisinde ise azledilen vezirin yerine kimin geçmesi gerektiğini bizzat kendisi belirlemişti.

Melikşah, büyük askeri harekâtlarından fırsat buldukça Bağdad’ı ziyaret etmekten geri kalmadı. Zilhicce 479/Mart 1087 tarihinde gerçekleşen ilk ziyaretinde Bağdad’da oldukça parlak törenlerle karşılandı. Halife el-Muktedî, 18 Muharrem 480/25 Nisan 1087’de yapılan resmi tören ile kendisini “Doğunun ve Batının hükümdarı” ilân etti. Yine bu ziyaret sırasında iki hanedan arasındaki ilişkilerin daha da pekişmesi için Melikşah’ın kızı Mah Melek Hatun, Halife Muktedî ile evlendirildi.

Sultan Melikşah’ın Bağdad’ı ikinci ziyareti Ramazan 484/Ekim-Kasım 1091 tarihinde gerçekleşti. Bu ziyareti sırasında kardeşi Suriye meliki Tutuş ile devrin önde gelen komutanlarını da şehre davet etti. Onlar da Selçuklu Devleti’nin ihtişamı ölçüsünde parlak törenlerle karşılandılar. Melikşah, yaklaşık beş ay süren ikâmeti sırasında, yapılması için emir verdiği bir câmîin inşaatına başlandı. Selçuklu ihtişamının doruklarda olduğu bu dönemde belli başlı devlet adamları ve emirler, geldiklerinde ikamet etmek için konaklar yaptırmağa başladılar. Bu durum, Selçuklu hâkimiyetinin Bağdad’da tamamen yerleştiğinin önemli bir göstergesidir.

Sultan Melikşah, 24 Ramazan 485/30 Ekim 1092 tarihinde üçüncü defa Bağdad’a gitti. Torunu Ebû Cafer’i hilâfet makamının veliahdı ilân ederek, bu durumu onaylaması için halifeden istekte bulundu. Bunun kabul edilmemesi üzerine Halife Muktedî ile araları açıldı ve ondan Bağdad’ı terk etmesini istedi. Amacı, torunu Ebû Cafer’i hilâfet tahtına çıkartmaktı. Halife, ayrılık hazırlıklarını tamamlaması için kendisine on günlük bir süre istedi, fakat sürenin bitimine bir gün kala Melikşah şüpheli bir şekilde vefat etti.

4. Sultan Berkiyaruk Devri

Melikşah’ın ölümünden sonra karısı Terken Hatun henüz dört yaşındaki oğlu Mahmud’u, kendi tarafına çektiği emirlerin desteği ile Selçuklu tahtına oturttu ve daha sonra da Halife el-Muktedî’ye elçi göndererek, hutbeyi oğlu adına okutmasını istedi. Bunu garanti altına almak için de yanında bulunan halifenin oğlu Ebû Cafer’i koz olarak kullandı. Melik Mahmud’un adına hutbe okutmayı kabul eden halife, karşılığında bazı şartlar ileri sürdü. Buna göre, yaşı çok küçük olduğu için saltanat ismen Mahmud’a ait olacak, fakat hutbe halifenin adına okunacak, ordu komutanlığı ve devletin idaresi Emir Üner tarafından yürütülecek, fakat devlet vezir Tâcu’l-Mülk’ün direktifleri ile idare edilecekti. Terken Hatun, halifenin bu şartlarını ilkin kabul etmek istemedi ise de, daha sonra İmam Gazzâlî’den küçük çocuğunun tahta geçmesinin dinen câiz olmadığı yolunda bir fetva alınca mecburen kabul etti. Göründüğü kadarıyla, halife burada kendisine tehditle dayatılan bir ismi kabul etmek zorunda kalmıştır. Bunu yaparken de devletin yönetimiyle ilgili olarak kendisine yakın Emir Üner ve Vezir Tâcu’l-Mülk Ebû’l-Ganâim gibi isimleri dayatmaktan geri kalmamıştır. Böylece, mevcut durum, yapılan uygulamalarla Selçukluların aleyhine değişebilecek, bu da dünyevî saltanat kurma yolunda hilâfet kurumu için önemli bir başlangıç olacaktı.

Melikşah’ın ölümü ile ortaya çıkan taht mücadelelerinde, Melik Tutuş’un kendi adına hutbe okunması ile ilgili isteği Halife Muktedî tarafından yerine getirilmedi (486/1093). Anlaşıldığı kadarıyla, halife hutbe konusunda acele etmemiş, saltanat mücadelelerinin sona ermesini beklemişti. Nitekim, rakiplerini yenen Berkiyaruk, 486 yılı sonlarında (Ocak 1094 ortaları) Bağdad’a bizzat gelerek, halifeden kendi adına hutbe okutmasını istedi ve bunun sonucunda 10 Muharrem 487/30 Ocak 1094 tarihinde Bağdad câmilerinde adına hutbe okundu ve saltanat menşuru halife tarafından onaylanarak, kendisine verildi. Bu sırada Halife Muktedî vefat etti ve yerine genç yaştaki oğlu el- Mustazhir Billah geçti. Sultan Berkiyaruk bu değişikliği onayladı. Yaklaşık iki aylık bir ikâmetten sonra Rebiulevvel/Mart ayında Bağdad’dan ayrıldı.

Yeni halife Mustazhir’in, babasının bekle-gör politikasını uygulamadığı görülmektedir. Kuzey Suriye’de yeğeni Berkiyaruk’u yendikten sonra adına hutbe okutmasını talep eden Tutuş’u reddetmemiş, hutbelerde onun adı okunmağa başlamıştı (Şevval 487/Ekim-Kasım 1094). Tutuş, Safer 488/Şubat 1095 tarihinde Rey yakınlarında yapılan savaşta Berkiyaruk’a yenilerek öldürüldükten sonra hutbeler tekrar bu hükümdar adına okunmağa başladı.

Abbâsî halifesinin bazen Selçuklu sultanını dış tehlikeler konusunda uyardığı da görülmektedir. Bu cümleden olarak, Halife Mustazhir, I. Haçlı Seferi ile Suriye’ye girerek Müslümanlara karşı mücadele yürüten Hıristiyanlarla mücadele etmesi için Sultan Berkiyaruk’a çağrıda bulunmuş ve bölgeye yerleşen Haçlıların güçlerini arttırmalarından önce hazırlıklarını tamamlayıp, harekete geçmesini istemişti (Rebiulâhir 491/Mart 1098).

Halife Mustazhir, bir ara kardeşinden daha güçlü hale gelen Melik Muhammed Tapar’ın adına hutbe okutup, hükümdarlık alâmeti olan lâkaplar vermişti (17 Zilhicce 492/4 Kasım 1099). Durumunu güçlendiren Berkiyaruk, Bağdad’a gelerek (17 Safer 493/2 Ocak 1100) tekrar saltanatını onaylattı ve o şehre girmeden iki gün önce Cuma hutbesinde Melik Muhammed adına okunan hutbe kesilerek, tekrar kendi adına okunmaya başlandı. Sultan Berkiyaruk’un burada metbû hükümdar sıfatıyla halifenin veziri Amîdu’d-Devle İbn Cuheyr’i tevkif ettirerek, kendisinden 60 bin dinar tahsil edilmesi mukabilinde serbest bıraktırdı.

Berkiyaruk’un 4 Receb 493/15 Mayıs 1100 tarihinde Hemedân yakınlarında Sepîdrûd’da kardeşi Muhammed Tapar’a yenilmesinden sonra Bağdad’da hutbeler tekrar el değiştirdi (14 Receb 493/25 Mayıs 1100). Sultan Muhammed Tapar, metbû hükümdar sıfatıyla halifenin veziri Amîdu’d-Devle İbn Cuheyr’i görevinden azlederek, tutuklattı (Ramazan 493/Temmuz-Ağustos 1100). Daha sonra 25 bin dinar parası alınarak, kardeşleriyle birlikte hapsedildi ve kısa bir süre sonra öldü. Kaynaklarda açıkça belirtilmese de, İbn Cuheyr’in Selçukluların aleyhine bir durum yaratmak için çaba sarf ettiği ortaya çıkmaktadır. Her iki taht adayının ayrı ayrı bu veziri cezalandırma yoluna gitmelerinin arka planında böyle bir durumun olduğu görülmektedir.

Berkiyaruk, kardeşi ile mücadelesini devam ettirerek, 3 Cemaziyelâhir 494/5 Nisan 1001 tarihinde yenilgiye uğratıp, tekrar saltanatı eline geçirdi. Rey’de askerlerinin büyük bir kısmının izin isteyerek yanından ayrılmalarından sonra Muhammed Tapar’ın harekete geçmesi üzerine, yanında bulunan az sayıda adamı ile birlikte Bağdad’a gitmek zorunda kaldı. Burada onun isteği doğrultusunda halife kendisine 50 bin dinar para yardımında bulundu. Berkiyaruk’un askerleri bu arada halkın mallarını müsadere etmeğe başladılar ve bu durum çevrede rahatsızlık yarattı. Bir süre sonra Berkiyaruk ağır bir şekilde hastalandı. Bu sırada Irak-ı Acem’i eline geçiren Muhammed Tapar ve kardeşi Sancar, Berkiyaruk’u takiben Bağdad’a geldiler (27 Zilhicce 494/23 Ekim 1001). Onlar şehre girmeden az önce adamları Berkiyaruk’u şehrin batı kısmına geçirdiler ve tam bu sırada onun iyileşmesi üzerine süratle Vâsıt’a doğru hareket ettiler. Giderken de çevrede bulunan her yeri yağmaladılar ve Berkiyaruk, halifenin Vâsıt’taki arazisine saldırıp yağmalarda bulundu. Bağdad’a giren Muhammed Tapar’ın adına yeniden hutbe okunmağa başladı. Muhammed Tapar ve kardeşi Sancar 17 Muharrem/11 Kasım tarihine kadar Bağdad’da ikamet ettikten sonra ayrıldılar. Berkiyaruk’un Vâsıt’ta yaptıklarının haberleri gelince halife yola çıkmış olan Muhammed Tapar’ı geriye çağırdı ve durumu ona anlatarak, kardeşinin cezalandırılması için birlikte mücadele etmeği önerdi. Muhammed Tapar, bu durumun halifenin statüsüyle bağdaşmadığını bildiği ve bunu bozmağa niyeti olmadığı için, metbû hükümdar sıfatı ile, kendisine tâbi olan halifenin haklarının korunması işini yalnızca kendisinin üstlenebileceğini uygun bir şekilde anlatarak, beklemeden ülkesine geri döndü. Dönerken de mevcut statüyü daha da güçlendirmek ve halifenin kendi aleyhine kararlar vermesini engellemek için tedbir olarak güçlü Türkmen beği Artukoğlu İlgazi’yi Bağdad şahneliğine getirdi ve Ebû’l-Meâlî el-Mufadda b. Abdurrezzak’ı Bağdad’da vergi toplamakla görevlendirdi. Böylece, kendisine başvuran bütün meliklerin saltanatlarını onaylamakta beis görmeyen halifenin denetim altında tutulması sağlanmış, onun kardeşi Berkiyaruk’a maddi destekte bulunmaması için para kaynakları denetim altında tutulmuş ve bunları gerçekleştirmek için de İlgazi gibi güçlü bir komutan görevlendirilerek, Bağdad’da Selçuklu hâkimiyetine ters düşebilecek herhangi bir harekete fırsat verilmeyeceği gösterilmişti.

Halife Mustazhir, görüldüğü kadarıyla, Selçuklu hanedanına bağlı ve onun haklarını koruyan veziri Sedîdu’l-Mülk Ebû’l-Mealî’yi görevinden azlederek, tevkif ettirdi (15 Receb 496/24 Nisan 1103). Bu vezir Rebiulevvel/Aralık ayına kadar hapishanede kaldıktan sonra serbest bırakıldı ve Sultan Berkiyaruk’un yanına gidip, onun Dîvân-ı İşrâf-ı Memâlik reisliğine tayin olundu.

Berkiyaruk ve Muhammed Tapar, aralarındaki mücadelenin devlete ve her iki tarafa da zarar verdiğini ve sonuçsuz olduğunu görünce anlaşmaya vardılar. Sepîdrûd’dan Suriye’ye kadar olan topraklar Muhammed Tapar’a bırakılacak, buna karşılık Berkiyaruk da sultanlığını devam ettirecekti. Bu anlaşma sonrasında, Bağdad’da belli bir zamandır Muhammed Tapar adına okunan hutbeler kaldırılarak, Berkiyaruk’un adına okunmağa başlandı (19 Cemaziyelevvel 497/18 Şubat 1104).

Sultan Berkiyaruk 2 Rebiulâhir 498/22 Aralık 1104 tarihinde vefat etti. Onun ölümünden sonra Bağdad’da hutbeler oğlu Melikşah adına okunmağa başlandı (29 Rebiulâhir 498/18 Ocak 1105).

5. Sultan Muhammed Tapar Devri

Kardeşinin ölüm haberini Mûsul’u kuşattığı sırada alan Muhammed Tapar, burayı ele geçirdikten sonra Bağdad’a gitti. 22 Cemâziyelevvel 498/9 Şubat 1105 tarihinde şehre vardıktan sonra yeğenine ve onu destekleyenlere aman verip, saltanatını halifeye onaylattı. Yaklaşık iki aylık bir ikametten sonra Şaban/Nisan ayı ortalarında şehirden ayrıldı.

Sultan Muhammed Tapar Rebiulâhir 501/Kasım-Aralık 1107 tarihinde Bağdad’a tekrar geldikten sonra metbû hükümdar sıfatıyla, tâbi Halife Mustazhir’den veziri Mucâhideddîn İbnu’l-Muttâlib’i azletmesini istedi. Tâbilik şartlarına uyan halife, sultanın isteğini yerine getirdi ve bu vezir azledildi. Daha sonra ‘âdil olması, halka iyi davranması ve Müslüman olmayanlara görev vermemesi’ gibi şartlarla eski görevine iade edildi. Bununla, sivil idarenin başı olan vezirini azletmek suretiyle hilâfet kurumunun iç işlerine müdahalede bulunan Muhammed Tapar, halife üzerinde baskı kurarak, ona gözdağı vermek istemiştir.

Sultan Muhammed Tapar, Rebiulâhir 503/Kasım 1109 tarihinde tekrar Bağdad’a geldi. Bunun sebebi, muhtemelen halife ile veziri arasındaki ihtilaf idi. Zira, Halife Mustazhir, veziri Ebû’l-Meâlî İbnu’l-Muttâlib’i tekrar azlederek yerine Ebû’l-Kâsım İbn Cuheyr’i getirmişti. Hayatından endişe eden sâbık vezir ile çocukları halifenin sarayından kaçarak, Selçukluların Bağdad’daki sarayına sığınmışlardı. Kaynaklarda belirtilmemesine rağmen, bu durumun taraflar arasında siyasi bir mesele olduğu izlenimi uyanmaktadır. Muhtemelen bu durum Sultan Muhammed Tapar’ın müdahalesiyle çözüme kavuşturulmuştu.

Bu dönemde ilişkilerin daha da pekişmesi için iki hanedan arasında evlilik yoluyla akrabalık kuruldu. Halife Mustazhir, Sultan Muhammed Tapar’ın kız kardeşi Seyyide Hatun ile evlendi. Halife bu evlilik için 100 bin dinar mehir verdi. Nikâh İsfehan’da kıyıldı. Düğünde altınlar ve mücevherler saçıldı (Şaban 502/Mart-Nisan 1109). Gelinin götürülmesi ancak iki yıl sonra Ramazan 504/Mart-Nisan 1111 tarihinde gerçekleşti.

6. Sultan Sancar Devri

2 Cemâziyelevvel 513/11 Ağustos 1119 tarihinde Sâve’de Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtını ele geçiren Sultan Sancar, Halifelik devleti ile olan ilişkilerini, yeğenlerinin yönettiği Irak Selçukluları Devleti vasıtasıyla yürütmekteydi. Halifelerin, Türkleri Irak’tan kovup, Abbâsî Halifeliğini yeniden ihya ederek, VIII. asırdaki parlak durumuna getirme ideallerini bu dönemde icra mevkiine koymağa başlamaları, geniş tecrübesi ile durumu sezen Sultan Sancar tarafından önlenmeğe çalışılmıştı. Bunun için yeğenlerini yönlendirerek tedbirler almağa çalışmış, hayatta bulunduğu süre içerisinde de bunda başarılı olmuştu. Konuyla ilgili ayrıntılar aşağıdaki bölümde ele alınmıştır.

B. Irak Selçukluları Dönemi

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun en zayıf anında bile aradığı fırsatı bulamayan Abbâsî halifeleri, Sultan Sancar’ın batıdaki topraklarda yeğeni Mahmud’a kurdurduğu Irak Selçukluları Devleti ile arzularına kavuştular. Onlara bunu sağlayan sebepler, çocuk yaşlardaki hükümdarların devleti yönetmeleri, bunların kardeşleri ile olan taht mücadeleleri ve sultanlara hükmederek, nüfuzlarını arttırmağa çalışan çıkarcı emirler idi. Abbâsî Halifeliği ile olan ilişkiler açısından bu dönemi başlıca beş devrede incelememiz mümkündür.

1. Sultan Mahmud Devri

Halife Musterşid, amcasının emir ve direktifleri ile devleti yöneten genç ve tecrübesiz Sultan Mahmud’u kendi tarafına çekerek Sancar’a karşı kullanmak istedi ise de, onun zamanında müdahalesi ile bunda başarılı olamadı. Amcasının uyarısı ile halifenin gerçek niyetlerini sezen Mahmud, ordusuyla Bağdad’ı kuşattı ve halifeyi tekrar tâbilik statüsüne döndürmeği başardı (521/1127).

Aynı dönem içerisinde, Bağdad’a yakın bir yerde bulunan Şiî Mezyedî hanedanı meliki Dubeys b. Sadaka, halifenin hareket kabiliyetini kırmak için Sultan Sancar tarafından bir koz olarak kullanıldı. Bu cümleden olarak, Dubeys birçok defalar Bağdad’a ve halifeye ait yerleşim yerlerine saldırılarda bulunarak, onu meşgul etti.

2. Sultan Mesud Devri

Sultan Mesud, tahta geçtiği andan itibaren Selçuklu melikleri, emirler ve halifelerle büyük bir mücadele içerisine girdi. Halife Musterşid, Mesud’a muhalif olan emirlerin de desteği ve kışkırtmaları ile mevcut tâbilik statüsünü bozarak meydana getirdiği ordusuyla sefere çıktı. Hemedân yakınlarında Dây Merk denilen yerde halifeyle karşılaşan Sultan Mesud, rakibinin ordusundaki Türk gurubunun kendisine katılması sonucu, savaş bile yapmadan zafer kazandı (10 Ramazan 529/24 Haziran 1135). Halife Musterşid ve devlet erkânı esir düştüler. Halifenin bütün servetine ve savaş ağırlıklarına el konuldu. Savaş sonrası Hemedân’a götürülen halife ile uzun görüşmeler neticesinde savaş tazminatı ödemesi, bir daha ordu toplamayacağı ve Bağdad’dan dışarı çıkmayacağına dair bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmanın şartları karşılıklı olarak yerine getirilirken, Bağdad’a dönüş hazırlıkları yapan halife, bir gurup Batınî’nin saldırısı sonucu öldürüldü (17 Zilkade 529/29 Ağustos 1135).

Halife Musterşid’in ölüm haberi Bağdad’a ulaştıktan sonra oğlu Râşid tahta geçti. Râşid de babasının siyasetini aynen devam ettirdi ve Selçukluları Irak’tan kovmak için başta Mûsul atabegi İmâdeddîn Zengi olmak üzere, belli başlı Türk emirlerle ittifak kurdu. Bu yeni oluşuma müdahale eden Sultan Mesud, ordusuyla Bağdad’ın üzerine yürüdü ve müttefikleriyle halifenin arasına nifak sokarak, aleyhine kurulan ittifakı dağıttı. Türk emirlerin kendisini terk ettiği Halife Râşid, sonunda şehirden çıkarak Zengi ile birlikte Mûsul’a kaçtı. Onun gidişinden bir gün sonra Sultan Mesud Bağdad’a girdi (15 Zilkade 530/15 Ağustos 1136). Müftülerin verdiği fetva ile ‘kötü hareketlerde bulunduğu ve boş yere Müslümanların kanının akmasına sebep olduğu için imamlık yapmasının caiz olmayacağı’ belirtilerek halifeliği düşürüldü ve yerine Muktefî Liemrillah halife ilân edildi (18 Zilkade 530/18 Ağustos 1136).

Halife Muktefî, kendisiyle varılan antlaşma gereği, Sultan Mesud’un saltanatının sonuna kadar tâbilik statüsünü açıkça ihlal edecek herhangi bir davranışta bulunmadı. Bu arada her iki hanedan arasında evlilik yoluyla ilişkilerin daha iyi bir düzeye getirilmeğe çalışıldığını görmekteyiz. Bu cümleden olarak, Muktefî, Sultan Mesud’un kız kardeşi Fatma Hatun ile evlenirken, Mesud da halifenin kızı ile evlendi (534/1140).

Muktefî’nin, bu olumlu davranışlarına rağmen, Bağdad’a saldıran isyancı emirlere karşı korunmak için sultanın izniyle, tâbilik statüsüne aykırı olarak asker toplamış, şehrin surlarını sağlamlaştırarak, önlerinde hendekler kazdırmış, Ermeni ve Rum köleler alarak bunlardan bir ordu oluşturmuş, sultanın iç isyanlarla uğraştığı dönemlerde Irak’taki şehirlere yeni valiler tayin etmek suretiyle çevreyi kontrol altına almış, her tarafa gözcüler ve casuslar yerleştirerek sultanın yaptıklarından günü gününe haberdar olmuştu. Bütün bu uygulamalarının gerisindeki en büyük yardımcısı ve destekçişi veziri İbn Hubeyre idi.

3. Sultan Muhammed Devri

Sultan Mesud’un Receb 547/Ekim 1152 tarihinde ölümünden hemen sonra harekete geçen Muktefî, planlarını uygulamaya koydu. Derhal Selçukluların Irak’taki emlâkine el koyarak, Bağdad’daki Selçuklu şahnesini kovdu. Ardından, gizlice oluşturduğu ordusunu vezir İbn Hubeyre komutasında harekete harekete geçirerek Hille, Kûfe, Vâsıt ve Basra’yı ele geçirdi. Mesud’dan sonra tahta geçen ve kısa bir süre kalan Sultan Melikşah, bu hareketlere karşı koyamadı.

Ordusu ile Tekrit üzerine sefere çıkan Muktefî, Sultan Muhammed’in izni ile kendisine karşı harekete geçen Selçuklu komutanlarından Mesud ve Alpkuş’u Bikemzâ’da bozguna uğrattı (30 Receb 549/10 Ekim 1154). Bu yenilgi üzerine, artık halifenin durdurulması gerektiği kanaatine varan Sultan Muhammed, bir yandan Bağdad üzerine sefere hazırlanırken, diğer yandan da kardeşi Melik Arslanşah’ı göz altında tutarak, Azerbaycan atabegi ildeniz’in onu eline geçirip kendisi için koz olarak kullanmasını ve yeni isyanlar çıkarmasını önlemek gayesiyle harekete geçti. Fakat ondan önce davranan İldeniz, aynı zamanda üvey oğlu olan bu meliki Azerbaycan’a kaçırttı. Bu durum karşısında sefere çıkarak, ardından büyük bir isyan hareketine maruz kalmak istemeyen Sultan Muhammed, Bağdad seferini ertelemek zorunda kaldı. Bağdad’da adına hutbe okunması isteği halife tarafından bir kere daha reddedilince 30 bin kişilik büyük bir orduyla gelip Bağdad’ı kuşattı (Muharrem 552/Şubat-Mart 1157). Rebiulâhir 552/Haziran 1157 tarihine kadar süren birkaç aylık mücadeleye rağmen, ordusunda bulunan komutanlarının ve kendisine yardım eden Mûsul atabegliğinin önemli komutanlarından Zeyneddîn Ali Küçük’ün, halifenin veziri İbn Hubeyre’nin faaliyetleri sonucu ihanet içerisine girerek, yeterince gayret göstermemeleri sebebiyle şehir ele geçirilemedi. Sultan Muhammed, Melikşah ile İldeniz’in isyan ettiğinin haberini alınca kuşatmayı durdurup, ülkesine dönmek zorunda kaldı. Bağdad üzerine yapılan bu son sefer başarılı olamamış, Abbâsî Halifeliğinin Irak’taki hâkimiyeti tescillenmişti.

4. Arslanşah Devri

Abbâsî veziri İbn Hubeyre, bu dönemde de yıkıcı faaliyetlerine bütün hızıyla devam ederek, Selçuklu emirlerini devamlı isyana teşvik edip, ülke içerisinde hiç bitmeyecek olan bir anarşi yaratmak için uğraştı. Onun bu çabaları sonucu irili ufaklı birçok isyanlar ortaya çıktı ise de İldeniz’in kuvvetli idaresi bu tehlikeleri ortadan kaldırdı.

Arslanşah, Halife Mustencid’e elçi göndererek, adına hutbe okunmasını ve Sultan Mesud dönemindeki statüye dönülmesini istedi ise de, uzun süren bir Selçuklu hâkimiyetinden sonra kazanılan Irak’ın hâkimiyetini devretmeğe niyeti olmayan Halife Mustencid bunu reddetti. Bu arada, Irak’ta Selçuklulara karşı yapılan bütün faaliyetlerin mimarı ve uygulayıcısı olan vezir İbn Hubeyre (12 Cemâziyelevvel 560/27 Mart 1165) ve akabinde de Mustencid ölmüş (9 Rebiulâhir 566/20 Aralık 1170), yerine oğlu Mustedî geçmişti. Böylece Irak’taki Araplık mücadelesi Nâsır Lidinillah’ın iktidarına kadar belli bir süre hız keserek, duraklamıştı. Abbâsî Hilâfeti bu dönemde hizmetinde bulunan Türk emirlerin baskıları ve kabile isyanlarıyla sarsılmıştı. Mustencid bu iç tehditleri yok etmek için büyük bir mücadele vermek zorunda kalmıştı. Bu durum, Abbâsî Hilâfetinin sağlam bir bünyeye sahip olmadığını ve aynen Selçuklulardaki gibi emirlerin yönetimde ne derece etkili olduğunu göstermektedir. Zaten, askeri sınıfa mensup gulâm Türkler, IX. yüzyıldan itibaren Orta Doğu’da kurulan bütün İslâm devletleri için yıkıcı tehdit olmuşlardı ve bu kural XII. yüzyılda da değişmemişti.

5. II. Tuğrul Devri

Sultan II. Tuğrul’un yaşı küçük olduğu için ona vâsilik eden İldeniz’in oğlu Cihân Pehlivân, devleti bizzat yönettiği 571-582/1175-1186 yılları arasındaki yaklaşık on yıllık dönemde halifelik devleti ile iyi ilişkiler kurdu ve ortamı gerginleştirmedi. Halifelik devleti, Cihân Pehlivân’ın istikrarlı idaresinde yıkıcı çabaları için ortam bulamadığından dolayı, Selçuklularla dost görünmeğe gayret sarf etti. Cihân Pehlivân da, Halife Mustedî Biemrillah ile ilişkilerin iyi bir şekilde sürmesi için çaba gösterdi.

Cihân Pehlivân, bu halifenin 2 Zilkade 575/30 Mart 1180 tarihinde ölümünden sonra yerine geçen Nâsir Lidînillah’ın bi’at isteğini reddetti ve yıllık 60 bin dinar vergi ödemesi karşılığında bunu kabul edebileceğini bildirdi. Bunu kabul eden yeni halife vadettiği verginin ilk dilimini gönderdikten sonra Selçuklu ülkesinde adına hutbe okundu.

Hilâfet kurumu ile ilişkilerin düzgün yürümesine rağmen, değişik zamanlarda Bağdad’a elçiler gönderen Cihân Pehlivân, Selçukluların Bağdad’a hâkim oldukları dönemlerdeki statüye dönülmesi için girişimlerde de bulunmuştu.

Kaybettiği iktidarı tekrar eline geçirmek için Selçukluların can düşmanı Abbâsî Halifesi Nâsir Lidinillah ile ittifak kuran Kızıl Arslan, ondan para ve asker yardımı aldı. Kızıl Arslan, siyasi rakibi olarak gördüğü Sultan Tuğrul’u tasfiye etmek isterken, Türk düşmanı bir politika izleyen Halife Nâsır’ın yıkıcı tavsiyelerine uymaktan öteye gidememiş, bölgedeki Türk varlığına büyük zararlar vermişti.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra yükselen Harezmşahlar Devleti’nin hükümdarı Tekiş, Abbâsî halifesi Nâsır’ın da kışkırtmasıyla Irak Selçukluları Devleti ile mücadeleye başlamıştı. Sonunda, 24 Rebiulevvel 590/19 Mart 1194 tarihinde Rey yakınlarında yapılan savaşta yanındaki emirlerin ihaneti sonucu yenilgiye uğrayan Sultan Tuğrul, savaş alanında maktul düştü. Böylece, Irak Selçukluları Devleti ile birlikte Selçuklular-Abbâsî Halifeliği ilişkileri de sona erdi.

VIII. yüzyılda bir dünya devleti olarak doğan, sonraki yüzyıllarda ise parçalanmalarla küçülerek, en son Bağdad şehrine sıkışıp, Buveyhîlerin burayı da ellerine geçirmeleri ile yüzyılı aşkın bir süre varlığını ismen koruyabilen Abbâsî Hilâfeti, Selçuklularla birlikte bölgeye hâkim olan Türklerin yükselttiği Sünnîlik ile mânevi nüfuzunu arttırdıysa da, uzun bir süredir kaybedilen dünyevî saltanatına kavuşamamıştı. Zira, Selçuklu sultanları bunu hiçbir zaman halifelere bırakmamışlar, tam tersine, kendileri bu hakkı bizzat onlardan devralmışlardı. Halifeler ise, güç karşısında Türklere devrettikleri bu hakkı silah zoruyla geri almak ve hanedanın kurulduğu anlardaki parlak günlere tekrar kavuşmak için uygun ortamın oluşmasını beklerken, buldukları fırsatları da değerlendirmeğe çalıştılar. Selçuklu hanedanının içerisine düştüğü yönetim zaafı onlara aradıkları uygun durumu yarattı ve yaklaşık yüz yıllık bir Selçuklu hâkimiyetinden sonra Irak’ın yönetimini Türklerden almayı başardılar. Böylece, 1055’te başlayan Türk hâkimiyeti 1152’de sona erdi. Mücadele bununla da bitmedi. Halifeler büyük bir hınçla, Batı İran’a sıkışıp kalmış olan Irak Selçuklularına saldırmağa başladılar. Anlaşıldı ki, amaçları Türkleri sadece Irak’tan değil, bütün Orta Doğu’dan sürüp çıkartmaktı. Halifeler bunu gerçekleştirmek için Salâheddîn Eyyûbî ve Harezmşah Tekiş gibi Türk hükümdarlarını Selçuklulara karşı kışkırtıp, onları kullanmaktan çekinmediler. Sonuçta olay, bir hanedanın ihyasından çıkarak, Araplığı yükseltme mücadelesi şekline büründü.

Yrd. Doç. Dr. Hüseyin KAYHAN

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 669-677

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.