Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan

0 14.657

Prof. Dr. Osman TURAN

Sultan Mas’ud I.’un oğlu, Kılıç Arslan I.’ın torunudur. Bu büyük Selçuklu sultanının uzun süren hükümdarlığı zamanında (1155-1192) Bizanslıların Anadolu’yu ele geçirmek emel ve teşebbüsleri kat’i şekilde kırılmış, rakip Türk hânedanları ya ortadan kaldırılmış veya tâbi bir duruma sokulmuş ve böylece, birinci haçlı seferinden sonra, Selçukluların karşılaştığı buhran ve tehlikeler bertaraf edilmiştir. Türkiye’de milli birliğin kurulması ile muvâzi olarak gelişen iktisâdi ve medenî yükselme de Kılıç Arslan devrinde başlar.

I. Meliklik Devresi

Dânişmendliler arasındaki ihtilâflardan faydalanan Sultan Mas’ud hâkimiyetini Fırat boylarına, cenûp ve şark istikametine doğru genişletirken, Elbistan’ı 1144’te fethederek, oraya büyük oğlu ve veliahtı Kılıç Arslan’ı Melik tâyin etti. Kılıç Arslan buradan haçlıların eline geçmiş bulunan Keysün (Coxon, Göksun) ve Maraş bölgelerine akınlar yaptı. Fakat önce Bizans imparatoru Manuel I.’in taarruza geçmesi, sonra da ikinci haçlı ordusunun gelmesi bir müddet şarkta fetihlerin duraklamasına sebep oldu. Bu sefere iştirâk eden haçlı ordularının imhâsından sonra, 1149 yılında, Kılıç Arslan, babası ile birlikte, Maraş’ı haçlıların elinden kurtardı; frank şövalyelerine ve papazlara Antakya’ya gitmek müsâadesi verildi. Ertesi yıl Kılıç Arslan, babası yanında sefere iştirâk ederek, franklardan Keysün, Behisni ve Ra’ban da fethedildi. Sultan Mas’ud Tell- Başar mühâsarasını terkedip memleketine dönünce, Ermeni ve franklardan alınan bu yerleri de Kılıç Arslan’ın idâresine ilhâk etti; birçok yerlerini kaybeden Urfa kontu Jocelin Sultan Mas’ud’un tâbiiyeti altına girdi. Sultan Mas’ud, Kilikya seferinden döndükten sonra, 1155 güz mevsiminde, hastalandı; öleceğini hissederek üç oğlunu emîrleri huzûrunda topladı. Eski göçebe Türk feodal devlet telâkkisine, yâni saltanatın hükümdarın oğullarına intikali hukûki an’anesine göre, hâkimiyeti altında bulunan yerleri üç oğluna taksim etti. Bununla berâber, bu taksim yine mezkur an’ane icâbı, büyük oğlu Kılıç Arslan’ı Konya sultanı ve diğerlerini de ona tâbî melik olarak tâyin etmek şartı ile, vukû buldu.

Sultan emîrlerin huzûrunda bizzat tahtından inerek, yerine Kılıç Arslan’ı çıkarmak, başına taç koymak ve bütün emîrler önünde eğilmek sureti ile culûs merâsimi îfâ edildi. Böylece sultan Mas’ud [b.bk.] 1155’te ölünce Kılıç Arslan, doğrudan doğruya, Konya ve havâlisinin ve dolayısı ile babasına âit bütün beldelerin sultanı oldu. Küçük oğlu Şahinşah’a Ankara ve Çankırı taraflarının verildiğini biliyorsak da, ortanca oğluna nerelerin düştüğü mâlûm olmadığı gibi, adı da sarih bir şekilde kaydedilmiş değildir. Mâmafih İbn al-Kalanisi ve Sibt’ın onun kardeşleri arasında zikrettiği Dolat’ın ortanca kardeşi olması gerekir. Bundan başka sultan Mas’ud bu taksimi yaparken tâbiiyetinde ve maiyetinde bulunan dâmadı Dânişmend oğlu Nizam al-Din Yağıbasan (bazı kaynaklarda Ya’kub Arslan)’a, esâsen bu âileye âit bulunan, Sivas ve havâlisini, bunun yeğeni diğer Dânişmendli emîrine de Kayseri’yi vererek, onları da oğlunun tâbiiyeti altına soktu.

II. İç ve Dış Düşmanlara Karşı Muvaffakiyetler

Kılıç Arslan hukuken bütün bu meliklerin metbuu idi. Lâkin Mas’ud ölünce kardeşler arasında ihtilâf çıktı. Sultan ibtidâden beri kendine rakip saydığı liyâkatli ve yakışıklı bir kimse olan ortanca kardeşini boğdurmak sureti ile bertaraf etti. Bundan korkan küçük kardeşi Şahinşâh kendisine âit olan Ankara ve Çankırı taraflarına kaçtı. Bu durumdan faydalanan Dânişmend oğlu Yağıbasan Şahinşah, kendi yeğeni Zu’l-Nun ve diğer Dânişmendli emîrleri ile Kılıç Arslan’a karşı bir ittifak cephesi kurdu. Büyük bir süvari kuvveti ile Kayseri havâlisini istilâ ederek, oralardan mühim sayıda Hıristiyan halkını memleketine nakletti. Bu haberi alan Kılıç Arslan ordusu ile Yağıbasan üzerine yürüdü. İki ordu karşılaşınca, Müslüman kanının akmasına mâni olmak maksadı ile, iki tarafı ordusuna mensûp din adamları araya girerek, muhârebeyi önlediler ve iki hükümdar mütâreke yapıp geri çekildiler. Fakat Yağıbasan bir müddet sonra gizlice gidip Elbistan’ı işgâl etti. Kılıç Arslan hiddetle ve sür’atle ona karşı yürüdü. Yağıbasan sultan kendisine yetişemeden o havâliden, yine hürriyetlerine dokunmamak üzere, 70.000 kişiyi sürüp, memleketine getirdi. Onları orada yerlşetirdikten sonra, dönüp sultanın karşısına çıktı. Bu sefer yine din adamları sultanın ayaklarına kapanarak, onun gazabını teskine ve savaşa meydan vermemeğe çalıştılar. Nihâyet iki hükümdar arasında her maddesi münâkaşa edilen bir muâhedenâme imzâlandı. Anlaşmanın Kılıç Arslan’ın lehinde bir mâhiyet taşıdığı belirmekle berâber, tehcir edilen halkın iâdesi bahis mevzuu olmadı. Çağdaş ve kulak şahidi bir müellif olan keşiş Grégoire bu son karşılaşmanın yerini göstermez. İbn al-Kalanisi ve Sibt b. al Cavzî, biraz farklı olarak, Kılıç Arslan’ın Dânişmendlileri, 1155/56‘de, Aksaray’da mağlûp ettiğini söyler ki, aynı hâdisenin bahis mevzuu olduğu âşikârdır.

Kılıç Arslan’ı Yağıbasan ile barışmağa sevk eden asıl sebep şüphesiz memleketinin diğer düşmanları tarafından tecâvüze uğraması idi. Filhakika Ermeni kralı Toros Il.’un kardeşi Stefan da, fırsattan faydalanarak, sultanın topraklarına akın yaptı; 1156’da Maraş beyinin bir Ermeni köyüne girmesi üzerine Maraş’a giderek tahrip ve yağma etti, Hıristiyan halkını esir etti ve katilden esirgemedi. Bunun üzerine, Dânişmendliler ile mücâdeleye nihâyet veren Kılıç Arslan bizzat Keysün bölgesine girdi; yerlerinden kaçmış olan Hıristiyan ahâliyi celbederek, onlara çok şefkatli bir muâmele yaptı ve yurtlarında yerleştirdi. Aynı yıl Behisni beyine karşı ayaklanan Hıristiyan halkı Stefan’ı dâvet etti. Lâkin yeminini bozan bir Hıristiyan keyfiyeti vâliye bildirince halkın bir kısmı Stefan’ın memleletine göçtü. Bununla beraber, sultan gelince, bu ahâliyi de getirterek yerlerinde iskân etti. Sultan ile macâdeleyi göze alamayan Stefan, onunla iyi geçinmek için, Pertus kalesini de ona teslim etti. Hıristiyan müellifleri bizzat tesellüme gelen sultanın adâleti sayesinde, halkın sükûna kavuştuğunu bildirirler. Kılıç Arslan Suriye ve Elcezire atabegi Nur al-Din Mahmud’un da hudutlarına tecâvüz ettiğini gördü; Dânişmendlileri dâima ona karşı tutan ve kışkırtan Mahmud, sultan Mas’ud’un dâmadı olmasına ve onun ile franklara karşı bir ittifak muâhedesi yapmış bulunmasına rağmen, sultanın Dânişmendliler ile mücâdelesinden faydalanarak, ona âit olan Ayıntap ve Ra’ban’ı işgâl etmiş idi.

Bu sebeple Yağıbasan ile mücâdeleye son veren ve Ermenileri de te’dip eden Kılıç Arslan, böylece durumunu kuvvetlendirdikten sonra, Nur al-Din’e, dostluğa ve aradaki sıhriyete aykırı olan bu hareketini takbih etmek üzere yazdığı bir mektupta: ‘Bana âit memleketleri iâde et, babam aramızdaki hudûdu çizdi” dedi. Fakat Nur al-Din aldırmayınca, Kılıç Arslan Kudüs’e, Antakya’ya ve Toros’a elçiler göndererek, Nur al-Din’e karş Ermeni ve franklar ile dostluk anlaşmaları yaptı ve gâliba aynı zamanda Dânişmendli Zu’l-Nun’u da kendi tarafına çekmeğe muvaffak oldu. Bu müsâit vaziyeti hazırlıktan sonra, Kılıç Arslan, keşiş Grégoire ve onu te’yit eden Abu Şama’ya göre 1157’de, büyük bir ordu ile giderek, Ayıntap’ı muhâsara ve surlarını tahrip etmek sureti ile ele geçirdi; Ra’ban üzerine yürüdü. Tam bu sırada idi ki, Kudüs kıralı ile Antakya prensi de Nur al-Din ile mütârekeyi bozarak, onun memleketine hücûm ettiler; o da bu vaziyet karşısında özür dileyip bu yerleri Kılıç Arslan’a iâde ettiğini bildirerek, Halep’e doğru çekildi. Bâzı muahhar Arap kaynakları Nur al-Din’e rûm ve franklara karşı Kılıç Arslan ile Dânişmendliler arasında sulhü te’sis vazifesini atfederler ki, bunun tarafgirâne ve hakikate aykırı olduğu meydandadır.

III. Kılıç Arslan’a Karşı İttifaklar

Kılıç Arslan’ın artan kudreti ve kazandığı muvaffakiyetler düşman ve rakiplerini aleylinde daha sıkı bir iş birliğine sürükledi. Filhakika ordusu ile Kilikya’ya kadar uzanan imparator Manuel ile Nur al- Din Mahmud arasında, 1159’da, Konya sultanı aleyhinde bir anlaşma yapıldığını çağdaş Müslüman ve Hıristiyan kaynakları naklediyorlar; zîra Selçuklular Bizanslılar ile de mücâdele hâlinde idiler.

Kinnamos’un bir kaydını teyit eden Urfalı Vahram, imparatorun topraklarını işgâl eden Toros’a karşı Kılıç Arslan’ı tahrik ettiğini, o da ordusu ile Anazarba’ya kadar ilerlediğini, Toros’un da mukabil harekete geçtiğini, fakat nihâyet anlaştıklarını ve Sempad’a göre de gizli bir dostluk yaptıklarını yazar. Diğer taraftan Dânişmendli Yağıbasan da Karadeniz sâhillerine kadar ilerleyerek Ünye ve Bafra’yı Bizanslılardan aldı. İmparatorun Kılıç Arslan’a gönderdiği Alexis Gifard adındaki elçisi zapt edilen yerlerin iâdesini temin ettiği gibi, 1158’de Yağıbasan ile bir ittifak muâhedesi de akdetti. Bu hâdiselerden sonra Manuel Kilikya seferinden dönerken, daha kısa bir yol olması dolayısı ile, Lârende’den geçmek sureti ile sultanın topraklarına girdi; oradan Akşehir yolu ile Kütahya’ya vardı. Türkmenler Bizans ordusuna önce Lârende, sonra Kütahya civarında mühim bir zâyiat verdirdiler. Bu hâdise imparator ile sultanın arasını gerginleştirdi. Bu sebeple imparator ertesi yıl bizzat ordusu ile türklere karşı çıktı. Eskişehir civarında Türkmenler ile Rumlar arasında şiddetli muhârebeler oldu. Büyük ve muntazam ordular karşısında göçebe taktiklerine başvuran Türkmenler çete muhârebelerine giriştiler, geceleri baskın yapıyor, gündüzleri çekiliyorlardı. Bu sâyede Rumlara, Müslüman kaynaklarına göre, on binlerce, Hıristiyan kaynaklarına nazaran 20.000 kişi zâyiat verdiler. İmparator, kış bastırdığı için, İstanbul’a döndü ve intikam almak maksadı ile daha büyük bir hazırlığa girişti. Türkmenler, bu fırsattan faydalanak, Isparta ve Denizli taraflarını yağma ettiler. İmparator Kılıç Arslan’a karşı Suriye’deki franklardan yardım istediği gibi, Dânişmendli Yağıbasan ve Ankara, Çankırı havâlisinin meliki bulunan sultanın kardeşi Şahinşah ile de gizli bir ittifak yaptı. Kılıç Arslan’ı atıp yerine Şahinşah’ı Selçuk tahtına çıkarmak niyetinde olan Yağıbasan önce sultanın tarafına geçmiş bulunan Kayseri emiri Dânişmendli Zü’l-Nun’u ve Malatya emîri Zü’l-Karnayn’i de bu ittifaka soktu. Bu vaziyetten haberdan olan Selçuklu sultanı Bitinya emîri Sülayman’ı, sulh teklifi için, imparatora gönderdi ise de, ret cevabı aldı. Buna mukabil 1160’da Elbistan ve havâlisini Yağıbasan’a terk etmek sureti ile, onunla sulp yapmak mecbûriyetinde kaldı; imparatorada daha fazla ta’vizler veren yeni bir sulh teklifinde bulundu, Fakat tam bu sırada idi ki, Yağıbasan, Saltuklu ailesinden Erzurum meliki Saltuk b. Ali’nin Kılıç Arslan’a nikâhlanan kızını getirmekte olan gelin alayına hücûm etti. Cihâzını müsâdere ettiği gibi, gelini de, nikâhlı olduğu için şer’î bir hîle olarak, cebren dininden irtidat ettirdikten sonra, yeğeni Zü’l-Nun’a nikâhladı. Bu ağır tecâvüz karşısında gazaba gelen Selçuklu sultanı Yağıbasan üzerine bir sefer yaptı ise de mağlûp oldu. Her taraftan düşmanlarının ittifakı ile karşılaşarak çok güç bir durumda bulunan Kılıç Arslan bütün siyâsî faâliyet ve entrikaların mihveri olan imparator ile bizzat anlaşmak üzere, İstanbul’a gitmeğe karar verdi. Yanında bulunan Nur al- Din’in kardeşi Naşr al-Din Amir-i miran’ı ve bin süâriyi berâberine alarak yola çıktı. İbn al-Aşir gibi İslâm kaynakları bu hâdiseyi 560’ta gösterirlerse de daha mevsuk olması gereken keşiş Grégoire ve Süryânî Mihael’in verdiği 1162 tarihini kabûl etmek icâp eder.

İmparator Manuel şimdi zayıf bir duruma düşmüş olan Kılıç Arslan’ı tutmak ve bu süretle Türk hükümdarları arasında müvâzeneyi kurarak onların birbirleri ile mücâdelelerini devam ettirmek lüzûmunu anlamış bulunuyor ve Bizans’ın düşmanlarını birbirine ezdirmek siyâsetine bağlı kalıyordu. Bu sebeple Bizans, Ermeni ve süryânî kaynaklarının birbirlerini te’yit eden tafsilâtlı izahlarına göre, imparator misâfirini çok büyük bir nezâket ve tantana ile kabûl etti. İstanbul’da takriben üç ay kalan Selçuklu sultanına göz kamaştırıcı merâsimler, ziyâfetler ve eğlenceler tertip etti. O şekilde ki, her gün iki defa kendisine ve maiyetine altın ve gümüş kaplarda yemek gönderiliyor ve bu kıymetli eşyâ ona hediye ediliyordu. Kılıç Arslan, bu ziyâret esnâsında, imparatordan maddî yardım temin edip, onunla bir muâhedenâme imzâladı. Niketas’a göre sultan Sivas ve havâlisinin imparatora geçmesini kabûl ediyordu. Daha fazla tafsilât veren Kinnamos sultanın imparatorun düşmanları ile düşman olmağı, icâbında kendisine yardım etmeği, ona bağlı şehirlerin kendisine iâdesini, Türkmenlerin Bizans topraklarına akınlarına mâni olacağını ve Grègoire’i teyiden de, ölümüne kadar imparatora sadâkat gösterip, hiç bir düşmanı ile anlaşmayacağını taahhüt ettiğini beyân ediyor, hattâ yanındaki emîrlerin, sultanın bu anlaşmayı bozması hâlinde, buna mâni olmak için ellerinden geleni yapacaklarına dâir yemin ettiklerini de ilâve ediyordu. Böylece Kılıç Arslan aleyhindeki ittifakı bozarak, kuvvetli bir durumda memleketine döndü.

IV. Nur al-Din ile Rekabet ve Dânişmendlilerin Kaldırılması

Kılıç Arslan’ın başlıca gâyesi Yağıbasan’dan intikam almak ve saltanatına göz diken kardeşi Şahinşah’ı bertaraf etmekti. Kılıç Arslan’ın mağlûbiyetinden ve İstanul’a gitmesinden faydalanan Yağıbasan Artuklulardan dâmadı Fahr al-Din Kara Arslan’ın elinde bulunan Harput ve Çemişgezek’in üzerine sefer yaparak, halkını esir ve Kemah’a doğru sevk etti. Kılıç Arslan ertesi yıl, 1163’te, Dânişmendliler üzerine yürürken, bu vaziyette onun ile müttefik olduğu anlaşılan kara Arslan, yine diğer Artuklu Mardin emiri Nacm al-Din Alpı, Bitlis ve Erzen emîri Fahr al-Din ile birlikte, Fırat’ı geçerek, Malatya’yı yağma etti. Yağıbasan (Yakub Arslan) memleketinin içlerine çekildi; Artuklular Sivas’a kadar yaklaştılar. İbn al-Azrak’a göre, Nur al-Din Mahmud, haçlılar ile muhârebelerin şidditlendiği bir zamanda, müslümanların birbirleri ile mücâdele etmesini doğru bulmayarak elçi gönderip, Artuklular ile Yağıbasan’ın arasını buldu. Fakat bu anlaşmanın asıl sebebi kuvvetlerini toplayan Kılıç Arslan’a karşı bir mukavemet temini idi. Bu sebeple Kılıç Arslan’a karşı hazırlanmağa başlıyan Yağıbasan dâmadı ve sultanın kardeşi Şahinşah ile birlikte hareket etmek için onun yanına, Çankırı’ya gitti. Yağıbasan’ın, bu ziyâreti esnâsında, 1164’te ölmesi ve Dânişmendoğulları arasında ihtilâfın gelişmesi Kılıç Arslan’ın işini kolaylaştırdı ve fütûhâtını genişletmeğe imkân verdi. Filhakika kudretli rakibi Yağıbasan’ın ölümünden sonra önce Zü’l-Nun ile müttefik bulunan Kılıç Arslan, 1165’te Elbistan, Dârende ve Gedük havâlisini ve Tohma suyu boyunu zapt etti; Dânişmendlileri tâkibe devam ederek, 1169’da Kayseri ve Zamantı havâlisini Zü’l-Nun’un elinden alarak, memleketine ilhak etti. Ankara ve Çankırı’yı da kardeşinin elinden aldı; Şahinşah ve Zü’l-Nun Nur al-Din’e sığındılar. Kılıç Arslan Dânişmendliler aleyhinde genişleme faâliyetlerine fasıla vermeyerek, Malatya’da hüküm süren karışıklıklar dolayısı ile, 1171’de, orasını istilâya gitti. Kardeşi tarafından atılan Dânişmendli Muhammed’in türlü mâceralardan sonra sultana dehâlet etmesi de bu seferi tahrik ediyordu. Kılıç Arslan’a mukavemet edemiyeceğini bilen şehrin hâkimi Afridun da Nur al-Din Mahmud’a sığındı.

Bu zamanda Bizanslılar sultana sulh muâhedesi ile bağlı ve bilhals garpta meşgûl bulunduklarından Kılıç Arslan’a karşı yegâne rakip Suriye atabegi Mahmud idi. O, Malatya Selçuklular eline geçtiği takdirde, ona yolların ve Fırat boylarının tehlikeye düşeceğini hesaba katarak, Müdâhale etmek zarûretini anladı. Kılıç Arslan bu vaziyette muhâsarayı terke mecbûr kaldı ve o havâliden

12.000 kişiyi sürgün ederek, Kayseri’ye döndü. Nur al-Din kendisine sığınan Dânişmendli emirleri, Şahinhan, Mardin ve Harput Artuklu melikleri ve Ermeni kralı Mleh ile Kılıç Arslan’a karşı bir ittifak vücûda getirdi. Kedisini tehlikede gören Sivas Dânişmendli hükümdarı İsmail de onlara iltihak etti. Kılıç Arslan’a karşı hazırlanan kuvvetler Sivas’ta toplandılar1172. Kayseri’de kalan sultan, yaz esnâsında, Nur al-Din’in temsilcileri ile müzâkereye girişerek, müttefikleri oyaladı. Ondan Şahinşah’a ve Zü’l-Nun’a ait bütün memleketlerin geri verilmesi, Malatya seferinde esir edilenler ile Şahinşah’ın yedi çocuğunun iâdesi istendi. Kardeşine yılda 10.000 dinar tahsisi ile esirlerin iâdesini kabûl eden Kılıç Arslan bir karış toprak terkine râzı olmayacağını bildirdiği gibi yeğenlerinin talep edilmesine fevkalâde kızarak, bir daha böyle bir istek karşısında kalmamak, diğerlerinin de âkıbetini göstermek maksatı ile, bunlardan birini öldürüp Şahinşah’a gönderdi.

Bu sırada Sivas’ta hüküm süren bir kıtlık neticesinde, İsmail ve sultanın hemşîresi olan karısı (Yağıbasan’ın zevcesi idi) halk tarafından öldürüldü ve Nur al-Din’in yanında bulunan Zü’l-Nun Dânişmendli tahtına dâvet edildi (1173). Zü’l-Nun ağır bir kış esnâsında, halkın yoldaki karları açmak suretiyle, Nur al-Din’in maiyetine verdiği kuvvet ile birlikte Sivas’a geldi. Kılıç Arslan, bunu önlemek için, Kayseri’den Sivas’a geldi. Kılıç Arslan, bunu önlemek için, Kayseri’den Sivas üzerine yürürken, Nur al-Din’in de sultanın amcası olup, Keysün beyi bulunan Gök Arslan’ı da, tarafına alarak, Merzuban, Behisni, Keysün ve Maraş taraflarını işgâl ettikten sonra, Ceyhan suyunun yukarılarına doğru ilerilediğini öğrendi. Bunun üzerine, sür’atle dönerek, Kayseri yakınında Nur al-Din’e karşı çıktı. İki ordu, 1173 Haziranı’nda, saf halinde, karşılaştı ise de, muhârebeye girişmeğe cesâret edemediler. İki tarafın birbirine saygı gösterecek kadar kuvvetli olmaması, şiddetli kıştan sonra hüküm süren erzak kifâyetsizliği ve hastalıklar anlaşmağı zarûri kılıyordu; diğer taraftan Nur al-Din haçlıların da bir tecâvüzünü öğrenmişti. Yapılan muahedeye göre, Nur al-Din işgâl ettiği bütün yerleri Kılıç Arslan’a iâde ediyordu, Kılıç Arslan da Zü’l-Nun’un Nural-Din’in himâyesinde Dânişmend ilinde (Sivas ve havâlisi) hakimiyetini tanıyordu.

Kılıç Arslan’a karşı onu emniyete almak için de Nur al-Din Sivas’ta Fahr al-Din Abd al-Masih kumandasında bir kıt’a asker bulundurdu. Arap kaynakları Nur al-Din’in, serbest düşüncesi dolayısı ile, Kılıç Arslan’ı zındıklık ile ittiham ederek, elçilerine tecdîd-i imân etmesini, Müslümanlar ile değil, Hıristiyanlar ile muhârebe etmesini ve franklara karşı kendisine yardım göndermesini bu sulh müzâkerelerinde teklif ettiğini ve nihâyet haçlıların, bir rivâyate göre, Kılıç Arslan’ın tahriki ile, tecâvüz ettikleri haberi üzerine, sulha râzı olduğunu yazarlar ki, tarafgir olan ve birbirini tutmayan bu ifâdeler karşısında Süryâni Mihael’in verdiği mâlûmâtın daha objektif ve mevsuk olduğunu muhakkaktır.

Musul ve Suriye atabegi Nur al-Din Mahmûd’un 1174 yılında ölümü selçuklu sultanını bu kudretli rakibinden kurtardı. Artık onun için, Dânişmendlileri ortadan kaldırarak, Anadolu’da millî birliği kurmak zamanı gelmişti. Bu sebeple o harekete geçerek, Sivas, Niksar, Tokat ve Komana şehirleri ile bütün Dânişmend ilinin fethini 1175 yılında ikmâm etti. Yağıbasan’ın oğulları, Kılıç Arslan ve oğullarının hizmetine girerek, bilâhare garp ucunda onlara tâbî Türkmenlerin beyi oldular. Nur al-Din’in desteğinden mahrûm kalan Zü’l-Nun ise, Bizans imparatoruna ilticâ etti. Sultanın kardeşi melik Şahinşâh (Sanisan) da, İbn al-Azrak’a göre 1174/75’te önce Meyyâfârıkîn’e gidip, dedesi Kılıç Arslan’ın türbesini ziyâret ettikten sonra, oradan sıra ile Ahlat’a, Azerbaycan atabegi İldeniz’e ve nihâyet Gürcü kralı Giorgi’ye gidip, misâfir oldu. Onun ikrâmlarını gördükten sonra, Suhum’da gemiye binerek, İstanbul’a vardı.

V. Selçuklu ve Bizans Mücâdeleleri

Hayli zamandan beri Avrupa işleri ile meşgûl bulunan imparator Manuel Kılıç Arslan’ın me’mûlün üstünde rakipsiz bir kuvvet hâlinde yükselmesine seyirci kalamazdı. Bu şebeple mültecîleri çok iyi karşıladı. Diğer taraftan Bizans hudutlarında ve bilhassa Eskişehir ovasında tekâsüf eden ve sayısı

100.0  kadar gösterilen Türkmenler, feodal durumları icâbı, akınlarına devam ediyor, yer ve mer’a bulmak maksadı ile, Rum şehir ve köylerini işgâl ediyorlardı. Türkmenler, cenûpta da Denizli (Laodicaca)’ye kadar ilerilemişler ve hattâ on iki senelik sulhün verdiği sükûndan ve imparatorun Avrupa’da meşgûliyetinden faydalanan göçebelerin akınlarını Kırkağaç (Chliara), Bergama ve Edremit’e kadar götürdükleri göz önüne getirilirse, Bizanslılar için endîşenin yerinde olduğu meydana çıkar. Selçuk hudutlarının tabi’î muhâfızı olan ve Türk hudutlarını devamlı bir şekilde genişleten bu Türkmenler müstakil hareket ettikleri için, onların yine bu istilâlarında sultanın doğrudan doğruya bir dahli yok ise de, resmen kendi mes’ûliyeti altında olmayan bu hareketlerden sultan sâdece memnûn oluyordu. Bununla berâber Bizans imparatorunun harekete hazırlandığını öğrenen Kılıç Arslan, dâimâ ihtiyatı elden bırakmadığı için, Süleyman adlı mâhir bir elçiyi mühim hediyeler ile imparatora göndererek, muâhedeye sadâkatini ve bunu yenilemeği teklif etti. İmparator sultana Türkmenler tarafından işgâl edilen yerlerin iâdesini ileri sürdü. Kılıç Arslan buna zâhiren muvâfakat etti ise de, Türkmenlere mukavemet etmelerini bildirdi (1175). Bunun üzerine, Manuel hazırlanmağa ve Türkmenler tarafından yıkılan Eskişehir istihkâmlarını inşaya başladı. Bu zamanda hudûdun Eskişehir ve Seydigâzi’den geçtiğini gösteren yeni mâlûmatı bu sıralarda buraları ziyâret eden Haravi’nin eserinden öğreniyoruz. Filhakika bu müellif İstanbul hudûdunda bir tepe üzerinde Battal Gâzî’nin mezarına geldiğini, Amuriye’de Mu’tasım ile gelip şehit olanların kabirlerini gördüğünü Sultanönü (veya Öyüğü) ‘ne rumların al-Sirma tesmiye edip, bunun bir adının da Av-garm (Eskişehir kaplıcaları) olup, burasının kâfir hudûdunu teşkil ettiğini ve hastaların buraya gelip sıcak sularından faydalandığını söylemek sureti ile, bu havâlinin nasıl Türkleşmiş olduğunu ve aynı zamanda Seydî Gâzî türbesinin hiç olmazsa bu tarihten itibâren Türklerce mâlûm olduğunu ve bir ziyâretgâh hâline geldiğini meydana koyar (bk. P. Witteck, Byzantion, 1935, XI, 32). Diğer taraftan imparatorun, W. Ramsay’e göre Sandıklı ovasında bir şehir olan Pentapolis’e hücûm ederek, esir ve ganîmetler aldığına dâir Niketas’ın kaydı da burasının Türklerin elinde bulunduğunu göstermektedir ve hudutların nerelerden geçtiği husûsunda bize vâzıh bir fikir vermektedir.

Türkler Eskişehir istihkâmlarının inşâsına mâni olmak için akınlarına devam ediyorlardı. Manuel bizzat sefere çıkmadan önce 1175’te Amasya ve Niksar ahâlisinin eski efendileri olan Şahinşah ve Zü’l-Nun’u istemeleri üzerine onları o havâliye gönderdi. Bunlar M. Gabros kumandasında buraları zapta giden orduya iltihak edeceklerdi. Fakat Şahinşah Eskişehir’den Amasya’ya doğru giderken, Kılıç Arslan’ın kuvvetleri tarafından hücûma uğrayarak geri dönmek zorunda kaldı. Gabros ise Amasya’ya gittip mamafih Kılıç Arslan’ın yakınında bulunan kuvvetlerinden korkarak, geri çekildi.

Kinnamos’un verdiği bu mâlûmata hiç temâs etmiyen Süryânî Mihael ise yalnız Zü’l-Nun’un Bizans ordusu ile birlikte Niksar’ı muhâsara ettiğini, şehirde Türklerin, yerli Hıristiyanların ağzından rum kumandanına bir mektup yaparak, Zü’l-Nun’un ırkdaşı Türkler ile münâsebette olup, imparatora ihânet edeceğini bildirmek sureti ile, bir hîleye başvurduğunu, bundan şüphelenen rumların korkularından kaçmağa başladığını, Türklerin onları tâkip ederek çok çok zâyiat verdirdikleri ve pek çok esir aldıklarını beyân eder. İmparatorun yeğeni öldürülenler arasında idi. Zü’l-Nun şimâm taraflarına kaçarak, tekrar imparatora sığındı. Bu suretle sultan Şahinşah ve Dânişmendlilerin çıkardığı son engeli de ortadan kaldırdı. Fakat aynı zamanda bu muvaffakiyetler onu imparator Manuel ile daha fazla bir hesaplaşma durumuna götürüyordu.

VI. 1176 Myriokephalon Zaferi

Kılıç Arslan’ın Bizans için artık ciddî bir tehlike hâline geldiğini anlayan imparator, bizzat ordusunun başına geçerek, harekete karar verdi. Dâimâ ihtiyat ve basîreti elden bırakmayan Selçuklu sultanı, kendisine bir elçi göndererek, sulh muâhedelerinin yenilenmesini teklif etti. Fakat o sultanı yaptığ yardımları unutmakla ve nankörlükle ittiham etti. Kılıç Arslan da onu muâhedelere sadâkatsizlik ile ve bu meyânda Eskişehir ve Sublaion (Ramsay’e göre Menderes nehri kaynaklarında ve Uluborlu’nun şarkında bugünkü Homa) istihkâmlarını inşa etmekle suçlandırıyordu. Bizans kumandanları Türk suvârisinin kudretini, Türkmenlerin çete muhârebelerindeki mahâretlerini ve nihâyet ordunun yorgunluğunu nazar-ı itibâra alarak, imparatoru sulhe iknâ için çaşıtılar. Fakat intikam almağa ve Kılıç Arslan’ın kudretini yıkmağa karar veren Manuel, bütün kuvvetlerini toplayarak, sefere çıktı. İbn al-Azrak, mübâlağalı olarak, maiyetinde 700.000 süvâri ve 70.000 araba olduğunu kaydeder. Ordusunda Bizanslı muntazam kuvvetlerden başka frank, Macar, Sırp ve Peçenek askerleri de var idi. Bizans kaynakları sultanın şarktaki Türk devletlerinden yardım aldığını söylüyorlar ise de, onun kuvvetlerini kendi askerleri ile Türkmenlerin teşkil ettiği muhakkak idi. İmparator ordusu ile Denizli istikametinden ileriledi; Eskişehir’den geçen tabi’î yolu bırakarak, bu taraftan ilerilemekteki maksadı, sultanı gâfil avlayarak doğrudan-doğruya selçuk pâyitahtı Konya üzerine varmaktı. Bizanslılar ilerlerken, Kılıç Arslan meydan muhârebesine girişmeden askerlerinin bir kısmını çete hâlinde düşmanın sağ ve solundan çapullar yaptırarak yıpratmağa, köyleri, iâşe imkânlarını tahribe çalıştı, suları içilmez bir vaziyete getirdi “Sayısız” uç Türkmenleri 5-10.000 kişilik birlikler hâlinde düşman ordugâhına ve yürüyüş kollarına saldırıyorlardı. Selçuk sultanının maksadı yıpranmış bir düşman ile dağlık bir yerde karşılaşmaktı.

Filhakika düşman ordusu Denizli’den çıkarak, Menderes kaynağından Homa (Siblia) ve oradan da Myriokephalon’un bulunduğu dar ve sarp bir vâdiye girdi. W. Ramsay burasının bugünkü Düz-bel olduğuna dâir fikrini değiştirerek, daha şarkta Hoyran gölü ile Kumdanlı (Gondam) arasındaki geçit olduğunu meydana koymuştur. Bu suretle Türkler, plânlarında muvaffak olarak 1176 Eylûlünde’de Bizans ordusunu pusuya düşürdüler; düşman ordusu tamâmıyla vâdiye girdikten ve Baudouin kumandasındaki geçitte bulunan kuvveti imhâ ettikten sonra, her taraftan hücûma geçtiler; düşman ok yağmuru altında perişan oldu ve muthiş bir zâyiâta uğradı. Bizanslıların ordunun arkasında gezip, henüz vâdiye girmemiş bulunan muhârebe ağırlığı, sayısı 50.000 kişi olarak kaydedilen Türkmenler tarafından, yağmalandı ki, 5.000 araba miktarında olan bu ağırlık, silâh, muhârebe makineleri, erzak ve mücevherattan ibâret idi. Her taraf düşman cesetleri ile dolu idi; esir ve ganîmet sayısız idi. Bu fecî durum karşısında imparator Kılıç Arslan’a sulh teklifinde bulundu. Gece karanlığında cereyân eden müzâkereler neticesinde sultan sâdece Eskişehir ve Sublaion istihkâmlarının yıkılması şartı ile, sulh teklifini kabûl etti. İmparatorun İstanbul’a döndükten sonra sultana altınlar gönderdiğine dâir Süryânî Mihael’in bir kaydı muâhedenin maddeleri arasında muhârebe tazminâtının da bulunduğunu meydana koymaktadır. Nitekim anonim Selçuk-Nâme’de imparatorun gönderdiği 100.000 altın, 100.000 gümüş, at vesâir kıymetli eşyâdan bahsedilir. Bizansın bu büyük ordusunu ezen Kılıç Arslan’ın bir hudut genişlemesi bahis mevzuu olmadan böyle hafif bir sulhe râzı olması sebebini bilmiyoruz. Hattâ Süryânî Mihael’e göre Türkmenler bu yüzden sultana çok kızmışlardı. Bu, ihtimâl sultanın geceleyin kazandığı zaferin şümûlünü görememiş olması ve imparatorun henüz pusuya düşmemiş kuvvetlerinin bulunduğunu sanması ile izah edilebilir. İmparator sulhü imzâ ettikten sonra, ordusunun bakiyesi ile Honas ve Alaşehir (Philadelphia) yolu ile İstanbul’a döndü.

Türkmenlerin taarruzundan korunması için de sultan üç emîrini refâkatine verdi. Buna rağmen her taraftan Türkmenlerin hücûmuna uğradı. Nitekas’a göre, bu hücûmlar sulhün pek hafif bir mâhiyette akdedilmesinden pişman olan sultanın emri ile olmuştur ki, bu onun göçebe Türkmenlerin devlet ile olan münâsebetlerinin feodal bir bağdan ibâret olduğunu anlayamamasından ileri gelmiş olmalıdır. Nitekim Süryâni Mihael’in kaydettiği üzere, imparator yanına katılan Selçuklu emîrlerine bu husûsu sorunca, onlar da Türkmenler için, “Bunlar bize tâbî değildir” tarzında cevap vermişlerdir.

Myriokephelon zaferi Selçuk ve Bizans tarihinin mühim dönüm noktalarından birini teşkil eder. Bizanslılar Malazgirt zaferinin kendileri için öldürücü bir darbe olduğunun farkında olmayarak, dâimâ Anadolu’yu istirdat edecekleri ümidini besliyorlardı. İşte takriben bir asır kadar süren bu ümit ve ona mâtûf mücâdeleler 1176 zaferi ile tamâmıyla kırılmış oldu. Gerçekten ehemmiyet bakımından Malazgirt’i tâkip eden bu zaferden sonra, artık Selçuk ve Bizans tarihlerinin mukadderâtı, taayyün etti. Bundan böyle Bizans daîmî müdâfaada, Türkler de tarruzda bulunacak ve Türklerin ilerilemeleri fâsılasız devam edecek ve böylece ilk haçlı seferinin yarattığı buhran ve doğurduğu menfî neticeler bundan böyle bertaraf edilmiş olacaktır. Bu muhârebeden biraz sonra, 1179’da İstanbul’u ziyâret eden haçlı müellifi Guillaum de Tyr imparatorun bir daha neş’e duymadığnı, sıhhatinin düzelmediğini ve ölümüne kadar sükûn ve huzûrdan mahrûm olarak yaşadığını söylemekle mağlûbiyetinin ilk rûhî te’sirini belirtmiş olur. Kinnamos imparatorun yeğeninin, evinin duvarlarını Konya sultanının kahramanlıklarını gösteren tasvirler ile süslemiş olduğuna dâir rivâyeti de burada kayda şâyandır. Manuel Alman İmparatoru F. Barberos ve İngiliz kıralı Henry, Il.’ye gönderdiği mektuplarda bu fecî mağlûbiyetini gizlemeğe ve hattâ onu zafer şeklinde göstermeğe çalışmış ise de, müteâkıben Kılıç Arslan’ın elçileri hakikati anlatmışlardı. Selçuklu sultanı ise, bu büyük zaferi müteâkip halifeye, komşu hukümdarlara, ganîmetlerden elde edilen hediyeler ile birlikte elçiler göndererek, haberi onlara müjdelenmiş idi. Zafer hilâfet merkezinde tarihî ehemmiyeti ile mütenâsip bir bayram tesiri yarattı. İbn Ta’avizi’nin halife al-Musta’zi’ye takdim ettiği divanındı bu hâdise İslâmın büyük bir zaferi olarak tebcil edilmiştir. “Uğurlu haberler geldi, Müslamanlar bunu müzik gibi dinlemekte ve Hıristiyanlar müteessir olmaktadır. Müslümanları mes’ut eden bu zafer uçta vukû buldu. Mas’ud’un oğlu hudutta muhârebe ediyor; sizin duâlarınız ve hatiplerin duâları ona bu mânevî silâh ile yardım ediyorlar.” -İmad al-Din İşfahani Kılıç Arslan’ın Salah al-Din Eyyübi’ye gönderdiğ bir mektupta ona Rumlar tarafından artık bir endişe kalmadığını ve sulh yapıldığını bildirdiğini kaydeder. Kılıç Arslan F. Barberos’a da bir elçi heyeti göndererek, zaferini müjdelemiş ve bu vesile ile de daha evvel dostâne münâsebetlere giriştiği alman imparatoruna ittifak teklifinde bulunmuştur.

VII. Kılıç Arslan ve Salah al-Din Eyyübi

Bizans imparatorunu kat’î bir şekilde ezdikten sonra, Kılıç Arslan için artık o taraftan bir endîşe duyulmadan şarktaki emellerini gerçekleştirmek imkânı hâsıl oldu. İlk hedefi Selçukluların eskiden beri ilhâka ve elde tutmağa çalıştıkları Malatya idi. Şehir, kardeşi Afridun’u öldürerek (1175), yerine geçen Dânişmendli Mehmed’in elinde idi. Malatya muhâsarası dört ay kadar sürdü. Kışı geçirmek için sultan, askerlerine tuğladan evler, kendisine de taştan ikametgâh yaptırdı. Her tarafta ve bilhassa şehirde hüküm süren kıtlık dolayısı ile, halkın kendisini teslim edeceğinden korkan Dânişmendli emîri sultandan hayatını kurtaran bir ahidnâme alarak, Harput’a gitti ve böylece şehirde 25 Teşrin I. 1178’te kat’î olarak Selçuklu hâkimiyetine girdi ve Dânişmendlilerin bu kolu da ortadan kaldırıldı. Bu vaziyette kendilerini emniyette göremeyen Artuklu emîrleri de Salah al-Din’in himâyesine girdiler. Böylece Selçuklu sultanı ile Atabeg Nur al-Din arasında mevcut olan rekâbet bu sefer onun yerine geçen Salah al-Din ile başlamış oldu.

Kılıç Arslan’ın, Bizanslılara karşı kazanılan zaferi müteâkip Salah al-Din’e gönderdiği mektup aynı zamanda ona bir nevî satvet gösterme mânasına geliyordu. 1179’te Salah al-Din’e yolladığı elçisi ile, kendisine âit olup, vaktiyle Nur al-Din Mahmud tarafından işgâl edilen ve şimdi onun tâbî idâresinde bulunan Ra’ban kalesinin iâdesini istedi ve Nur al-Din’in oğlu Malik al-Salip’in de buna muvâfakat ettiğini bildirdi. Salah al-Din bu talebi gazapla reddedince, Kılıç Arslan, kalenin istirdâdı için 3.000, diğer rivâyete göre, 20.000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Fakat bu kuvvet Salah al-Din’in gönderdiği orduya mağlûp olarak döndü. Ertesi yıl (1180) Selçuklu sultanının Hisn Kayfa Artuklu meliki Kara Arslan’ın oğlu Nur al-Din Mehmed’in sultanın kızına fenâ muâmele yapması idi. Fakat onun bu vesîle ile şark hudutlarını genişletmek karârında olduğu muhakkaktır. Filhakika Selçuklu ordusu Artuklu ülkesini işgâle başladı. Nur al-Din Salah al-Din’e sığıarak, müdâhalesini ricâ etti; o da sultana, dâmadını affederek, geri dönmesini bildirdi.

Kılıç Arslan kızını verdiği zaman ona terk etmiş olduğu birkaç hudut kalesini geri almak kararında olduğunu söyledi. Böylece elçilerin aracılığı ve müzâkereler netice vermeyince, Salah al-Din, haçlılar ile sulh yaparak, Kılıç Arslan üzerine yürüdü. Vaziyetin ciddiyetini anlıyan Kılıç Arslan veziri İhtiyar al- Din Hasan’ı Salah al-Din’e gönderdi. Fakat onun karârı kat’î olduğundan, epeyce sert cevap verdi. Buna rağmen, dirâyetli vezîr ne pahasına olursa olsun, vazifesinde muvaffak olmak ve Salah al-Din’i harpten vazgeçirmek istiyordu.

Ona Nur al-Din’in bir muganniye için sultanın kızına yaptığı fenalıkları anlattıktan sonra: “Sen büyük bir sultansın; frenkler ile sulh yaparak gazâyı bırakıp, bir kahpe için Müslüman sultanına karşı gidiyorsun; halbuki sultanın kızını korumak da sana düşer” sözleri ile Salah al-Din’i teskin ve anlaşmaya iknâ etti. Bu suretle Nur al-Din’e, alâkadar olduğu muganniyeyi tard ve sultanın kızına hürmet edeceğine dâir yemin ettirdikten sonra, iki sultanın arasında sulh oldu ve haçlılar ile ittifak hâlinde bulunan Ermenilere karşı da müşterek bir harekete karar verildi.

İslâmlara mütemâyil bir siyâset güden Kilikya Ermeni kralı Mleh’in katlinden sonra tahta çıkan kral Rupen II. (1178-1187), franklar ile ittifak ederek ve Bizans’ın Kılıç Arslan’a mağlûp olmasından istifâde ederek, imparatora âit Misis ve Adana şehirlerini zapt ettiği gibi, Türklere karşı da tecâvüzkâr hareketlere tevessül etti. Kilikya’ya giren göçebe Türkmenlerin oralarda oturmaları ve hayvanlarını otlatmaları için onlar ile anlaştığı halde, bilâhare Türkmenlere saldırarak, onlardan bir kısmını esir aldı ve hayvanlarını zapt etti, bir kısmını da öldürdü.

Bu vaziyette, yukarıda mezkûr sulh anlaşmasına göre, Kılıç Arslan Eyyûbi hükûmdarına Ermeni kralına karşı harekete geçmesini bildirdi. Şalah al-Din, sultana yardım için Karahisar ve Göksu (Nahr al-Azrak)’dan geçerek, Ermeni topraklarına girdi. İki kuvvetli sultana karşı mukavemet edemeyen kral Türk esirlerini serbest bırakıp, çok miktarda para göndererek, sulha tâlip oldu. 576 cemâziyel evvelinde (1180 yazı) kral ile muahede yapıldıktan sonra, Salah al-Din Mısır’a, Kılıç Arslan da Malatya’ya gitti ve şehrin surlarını yeniden inşâ etti.

VIII. Garbî Anadolu’da Yeni Fetihler

İmparator Manuel, 1176 hezîmetinden sonra, İstanbul’a dönünce muâhede ahkâmına tamâmıyla riâyet etmedi. Uluborlu’nun şarkında kâin Sublaion tahkimâtını yıktı ise de, Eskişehir istihkâmlarının tahribine yanaşmadı. Sultan muâhedenin tatbikını talep edince de ona cebren kabûl ettiği bir muâbedeye riâyet edemeyeceğini bildirdi. Selçuklu sultanı bu sebeple, 1177’de Niketas’ın Atebeg (Atapakos) adı ile zikrettiği bir kumandanın emrinde 24.000 kişilik bir kuvvet göndererek, Menderes vâdisini tahrip etti. Aydın’a kadar birçok şehir istilâ edildi; Atabeg’in sultana deniz suyu ve kumu getirmek için akınlarını deniz kıyısına kadar götürdüğü rivâyet ediliyor. Fakat bu askerler geri dönerken, Menderes suyu geçidinde Bizanslıların hücûmuna uğradı. Atabeg askerlerini geçirirken, şehit düştü. Türklerin Bitinya’da muhâsara ettikleri Çlandiopotis (Eskihisar)’i kurtarmak için imparator son bir sefere daha çıktı ve Türklerin muvaffakiyetine mâni oldu. Lâkin 1176 zaferinden sonra, Türk kuvvetlerini ve hudutlarda tekâsüf eden göçebelerin tazyikını durdurmak için, bu küçük teşebbüsler kâfî değil idi. Filhakika Manuel’in ölümünden sonra, Kılıç Arslan 1182’de Bizans topraklarında geniş bir istilâ hareketine girişti. Uluborlu (Sozopolis) ve civarındaki kaleler fethedildi; Kütahya ve Eskişehir’in artık Selçuklu hâkimiyetine geçtiğini ve hudûdun Denizli’ye yaklaştığını göstermektedir. Antalya da oldukça uzun bir müddet muhâsara edildi ise de, ele geçirilmedi. Bir çok yerlerin halkı kendi arzuları ile sultanın idâresine girdi. 1183’te Alaxis Il.’in ölümü üzerine, Bizans’ta başlayan dâhilî mücâdele yeni bir Türk istilâsını kolaylaştırdı. Filhakika Philadelphia (Alaşehir)’da bulunan Jean Kommen’in iki oğlu gelip, sultanı buldular. Sultan bunlar ile birlikte, 40.000 kişilik bir ordu göndendi ve bir çok yerler işgâl edildi; Türk akıncıları deniz kenarına kadar ilerlediler. Kılıç Arslan Malatya patriği Süryâni Mihael’e gönderdiği bir mektupta, artık Bizanslıların bir daha baş kaldıramayacağını, denize kadar bir çok yerlerin 72 kalenin ve bu arada en büyüğü olan Diadion (mevkii bilinmiyor) ‘un alındığını ve şimdiye kadar türklerin eline geçmemiş olan bu memleketlerin “saltanat kanunlarına göre idâre” edildiğini gururla ve Allah’a şükrederek anlatmaktadır. Zahabi’ye göre, bu zaferler de fetihnâmeler ile Müslüman hukümdarlarına müjdelendi. Kılıç Arslan bu zamanda 70 yaşını aşkın fakat sıhhatli idi. Andronikos’un ölmesi İsak’ın cülûsu (1185) dolayısı ile Bizans’ın zaafından faydalanarak, Emîr Sam (?) (Sames) kumandasında gönderdiği yen ibir süvârî kuvveti ile de Alaşehir’in ötesindeki yerleri yağma etti ve imparator ona yıllık bir vergi vermek mecbûriyetinde kaldı.

Büyük bir türkmen hareketi bu sıralarda Azerbaycan ve Gürcistan’dan Şarki ve Orta Anadolu’ya, Suriye ve Elcezire taraflarına kadar yayıldı. Anadolu’nun şîmâl, garp ve cenûp uçlarında yarımüstakil, sultana bağlılıkları müphem ve feodal mâhiyette olan Türkmenler nasıl Bizans topraklarını istilâ ve kendilerini idârede serbest idi iseler şarktakiler de hareketlerinde öyle idi. Çadır altında yaşayan bu Türkmenler, hayvanları ile birlikte, kışın sıcak olan Suriye taraflarına, baharda da Anadolu’daki yayla ve meralara çıkarlardı. Bu yıllık göçler esnâsında yollar insanlar ile ve hayvan sürüleri ile dolar, eşkiyâlık ile geçinen kürtler de, fırsat buldukça, bunların koyun, sığır, at ve develerini çalarlardı. Bu sebeple 1185’te Türkmenler ile kürtler arasında büyük bir düşmanlık ve mücâdele açıldı. Zevzand’da büyük bir Türkmen düğününe iştirâk etmek isteyen Kürtler ile Türkmenler arasında çıkan bir münâkaşa neticesinde güvey esir ve katledildi. Bu hâdise ile iki unsur arasında başlayan mücâdele yıllarca sürdü; iki taraftan on binlerce insan öldü; âsâyiş bozuldu, yollar kapandı ve bir çok yerler harâp oldu. Nihâyet Kürtler mağlûp olarak, aile ve malları ile Kilikya hudûtlarına ve Orta Anadolu’ya kadar kaçtılar. Fakat çoğu arkalarından yetişen Türkmenler tarafından imhâ edildi. Türkmenler daha sonra Hıristiyanların kürtlere yataklık ettiğini öğrenince de, bunlara kızarak, 26.000 kadarını esir ve katlettiler. Nihâyet Türk hükümdarları harekete geçerek, bu mücâdeleyi durdurdular. Bunun neticesinde Türkmenlerin bir kısmı Kilikya Ermeni kralının topraklarına girdi. Bunu Kılıç Arslan’ın yaptırdığına kânî olan kıral Selçuk topraklarına bir akında bulundu. Bu Türkmenlerin başında Rüstem adlı bir bey var idi. Gürcü kaynaklarına göre, kıraliçe Thamar 1184-1211’ın ilk senelerinde Azerbaycan ve İran ovalarında “denizdeki kumlar gibi kalabalık” olan Türkmenlerin başında bulunan Rüstem, Gürcistan’a akınlar yapmış ve nihâyet nüfus kesâfetinin baskısı ile Kilikya hudutlarına kadar gelmiş idi. İşte bunun maiyetinde bulunan Türkmenler 1187’de Ermeni kıralının topraklarını istilâ ederek, Sis’e kadar ilerlediler. Tarafımızdan neşredilen iki farsça takvimde Kılıç Arslan’ın Silifke’yi fethettiğine dâir kayıtlar gâlibâ bu istilânın bir in’ikâsıdır.

IX. Kılıç Arslan’ın Memleketi Evlâtlarına Taksimi

Kılıç Arslan uzun ve şerefli bir mücâdele hayatından sonra yorulmuş, ihtiyarlamış ve artık sefere çıkamaz olmuş idi. Babalarının bu hâlini gören oğullarından bir kısmı da veliaht olmak ve saltanatı kendisine sağlamak maksadı ile çırpınıyordu. Bu durum karşısında sultan, babası gibi, memleketini eski Türk hâkimiyet telakkîsine göre, 11 evlâdı arasında taksim etti: I. Büyük oğlu Kutb al-Din Melikşah’a Sivas ve Aksaray’ı; 2. Rukn al-Din Süleyman Şah (b.bk.)’a, Tokat merkez olmak üzere, Karadeniz sâhillerine kadar olan memleketleri; 3. Muhy al-Din Mas’ud’a, Ankara merkez olmak üzere, Çankırı ve Eskişehir’e kadar uzayan yerleri; 4. Nur al-Din Mahmud (Sultanşah)’a Kayseri ve havâlisini; 5. Mugis al-Din Tuğrulşah’a Elbistan’ı; 6. Mu’izz al-Din Kaysarşah’a Malatya’yı; 7. Naşir al-Din Barkyarukşah’a Niksar ve Koyluhisar’ı; 8. Nizam al-Din Argunşah’a Amasya’yı; 9. Sancar Şah’a Ereğli’yi; 10. Arslan Şah’a Niğde’yi; 11. en küçük oğlu Gıyas al-Din Kayhusrav [b.bk.]’e de, merkezi Uluborlu olmak üzere, Konya’nın şarkında kalan ve Kütahya’ya kadar uzayan memleketleri vermiş idi. Kaynaklar bu taksimin tarihini kaydetmiyorlar ise de, Uluborlu Kayhusrav’e verildiğine ve burası 1182’de fethedildiğine göre, taksimin bu tarihten sonra ve Sivas’ta huküm süren büyük oğlu Kutb al- Din Melikşah ile babası arasında 1188’de mücâdele olduğuna göre de, bu tarihten önce ve her halde 1185’te vukû bulduğu kabûl edilebilir.

Kılıç Arslan memleketini, melik olarak, evlâtlarına bölmekle berâber, kendisi sultan sıfatı ile Konya’da oturuyor ve metbû hükümdar mevkiinde onlara nezâret ediyor, vezîri İhtiyar al-Din Hasan, sultan nâmına, devlet işlerine bakıyordu. Bununla berâber, 2 kardeşten her biri, melik olarak, kendilerin tahsis edilen eyâlette huküm sürüyor, nâmına para basıyor, inşâ ettiği binâlara kendi ismini hakkettiriyor ve hutbede tabi’î babasının adından sonra da, kendi ismini okutuyordu. Böylece Kılıç Arslan’ın yüksek hâkimiyeti altında memleket iki tâbî hûkümete bölünmüş idi. Bunlar, sultan unvanını alamayarak, melik sıfatı ile iktifâ etmekle berâber, feodal Türk devlet telâkkisine göre, idârelerinde bulunan memleketlerde tam bir istiklâle sâhip idiler. İbn Bibi’nin ifâde ettiği üzere, meliklerin hukümet merkezlerinde kendilerine mahsus idâre ve teşkilâtları var idi. Bunlar sultan unvanını alamayarak, melik sıfatı ile iktifâ etmekle berâber, feodal türk devlet telâkkisine göre, idârelerinde bulunan memleketlerde tam bir istiklâle sâhip idiler. İbn Bibi’nin ifâde ettiği üzere, meliklerin hukûmet merkezlerinde kendilerine mahsus idâre ve teşkilâtları var idi; maiyetlerinde ordu, saraylarında âlim ve şâirler bulunuyor, vergileri kende me’mûrları tahsil ediyor, teb’anın işleri bizzat onların divanına bağlı kalıyordu. Bu memleketlerin merkez ile münâsebetleri sâdece meliklerin yılda bir kere Konya’ya gidip babalarına itâat ve tâbiyetlerini arz etmekten ibâret idi. Hattâ hâricî münâsebetlerinde de tamâmen müstakil olup, Bizanslılar ile ayrı ayrı harp ve sulp yapıyorlardı. Nitekim Niketas, Kayhusrav’dan başka, Ankara meliki Muhy al-Din Mas’ud’un Kastamonu taraflarında fütûhat yapığını, Dadybra’yı (Devrek ?) zapt ve Türkler ile iskân ettiğini, bu hâdise sonunda İmparator ile silp ve bilâhare de ona Rumeli’deki mücâdelesinde askerî bir yardım kuvveti i’zâm ettiğini, Rukn al-Din Süleyman’ın da Karadeniz sâhillerine kadar fetihlerini genişlettiğini ve Samsun’u bile elde ettiğini söylemekle bu durumu te’yit eder. Selçuklu devleti böylece bu parçalanma devresinde bile, kudretli melikler sâyesinde, şimâl ve garp taraflarında 1176’da artık kuvveti kırılan Bizanslılar aleyhinde genişleme hareketlerine devam etti. Yalnız Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra kardeşler arasında çıkan mücâdelelerden faydalanan Ermeni kralı Leon’un Elbistan meliki Mugis al-Din Tuğrulşah’ın topraklarına girdiğini ve onu tâbî bir duruma soktuğunu, bir defaâsında da Kayseri havalisinde bir mevkî işgâl ettiğini (1195) Süryâni Mihael söylüyor.

Kılıç Arslan, evlâtlarını bu şekilde ayırmak suretiyle, son günlerini sükûn içerisinde geçireceğini umuyordu. Fakat oğullarının saltanat mücâdelesine girişmeleri ihtiyar sultanın huzûrunu kaçırdı. Büyük oğlu Melikşah bunlar arasında en kudretli ve ihtiraslısı idi. Vezîr İhtiyar al-Din Hasan Kılıç Arslan’ı bu oğlunun ihtiraslarını dizginlemek için tahrik etti ve nihâyet baba ile oğul arasındaki ihtilâf muhârebeye kadar vardı. Birbirlerine karşı yürüyen iki tarafın kuvvetleri Kayseri civarında karşılaştı (1188).

Fakat Melikşâh’ın askerleri ihtiyar sultana karşı silâh çekmekten vazgeçince, Melikşâh Sivas’a döndü. Sultan hiddetinden oğluna iltihak eden 4.000 Türkmenin öldürülmesini emretti. Bu esnâda sultanın dâmâdı ve tâbii olan Mengücüklerden Erzincan meliki Bahram Şah (1168-1225), baba ile oğul arasını bulmak için, fakat hakikatte Melikşah’ı iltizâm ederek, sultanı, iki tarafın arasını bozan vezîr Hasan’ın tardına iknâ etti. Vezir 200 kadar maiyeti ve aile efrâdı ile birlikte giderken, Melikşah’a tâbî Türkmenler tarafından Sivas yolunda parçalandı ve cesedi köpeklere atıldı. Nihâyet ahâlinin harekete geçmesi ile Kayseri’de medresesi olan vezîr oradaki türbesine defnedildi. Vezîrin ortadan kalkması Melikşah’a kolaylıkla Konya’yı işgâl etmek imkânını verdi. Oraya hâkim olunca, babasına tahakküm etti, emîrlerini öldürdü ve kendisini veliahd yapmak için onu icbâr etti. Nihâyet mehcûr vaziyette bulunan babasını yanına alarak, onun nâmına kardeşlerini ortadan kaldırmak veya itâate almak maksadı ile, harekete geçti. İbn al-Asir ve anonim Selçuk-nâme’de Kılıç Arslan’ın, pişman olup, Melikşah’ı veliahd tâyin ederek memleketi tekrar onun etrafında birleştirmeğe çalıştığına dâir kayıtlar şüphesiz bu fi’lî durumun bu kaynaklara bu şekilde in’ikâsından başka bir şey değildir. Sonuncu kaynak tahtı işgâlini 585 Ramazanı’nda (1189) ve Niğdeli Kadı Ahmed de veliahtlığını 586’da göstermekle bu hâdiselerin hakikî tarihini vermiş oluyorlar. Böylece Melikşah fi’len babasına ve saltanata hâkim oldu ki, bu sıradaki hâdiseler dolayısı ile, kaynakların baba ve oğuldan müşterek sultan gibi bahsetmelerinin sebebi budur.

X. Üçüncü Haçlı Seferi ve Kılıç Arslan

Üçüncü haçlı ordusu 1190’da Türk topraklarına girdiği zaman, Kılıç Arslan ismen sultan, fakat hakikatte oğlunun elinde mahpus bir durumda idi. Kılıç Arslan haçlı ordusunun başında gelen F. Barberos ile hayli zamandan beri dost idi. Bizans imparatorluğuna karşı menfaatler iki hükümdarı birleştiriyordu. İlk dostluk tezâhürü Alman imparatoru akrabâsından Saksonya dükü Henri’nin 1171’de, Anadolu yolu ile, Filistin’den Almanya’ya dönüşünde gösterilmiştir. Filhakika G.H. Pertz tarafından neşredilen Arnoldi Chronica Slovarum’da dercedildiğine göre, sultan dükü, 400 süvâri alayı ile, hudutta istikbâl ettirdi. Ereğli’den Aksaray’a gelen misâfiri kabûl etti ve kendisine hil’atlar, atlar, parslar, ipekli kumaşlar hediye ederek yolcu etti. Alman imparatoru, İtalya’da Manuel ile ihtilâfa düşünce, Kılıç Arslan ile münâsebete girişti ve Selçuk sultanı da 1173’te ona kıymetli hediyeler ile elçi gönderdi. Alman kroniğine göre, sultan imparatorun kızı ile izdivacı teklif etmiş, fakat ölümü bunun gerçekleşmesine engel olmuş idi. Bundan dolayı 1176 hezîmetinden sonra, Manuel Alman imparatoruna gönderdiği mektupta onu, Selçuklu sultanı ile anlaşma yaptığı için, takbih ediyordu. Haçla kaynakları F. Barberos’un, eski müttefiki Kılıç Arslan’a bir elçi göndererek, ordusunun Türkiye’den geçmesi için müsâade aldığını, Edirne’ye varınca Kılıç Arslan ve oğlu tarafından gönderilen elçiler ile görüşüp, türk topraklarında kendilerine lâzım olan erzâkı satın almalarına müsâade edileceğini yazarlar. Bu İbn Şaddah ve Abu Şama’nın sultanın imparator ile gizli bir anlaşma yaptığına dâir ifâdelerine uygundur. Filhakika Bizans imparatoru ile Şahal al-Din’in Alman imparatoruna ve Selçuklu sultanına müteveccih bir ittifak muâhedesini 1189’da akdettikleri hakkında İslâm kaynaklarındaki kayıtlar ve evvelki münâsebetler göz önüne getirilirse, böyle bir anlaşma vârit görülebilir. Mezkûr muâhedeye göre, İstanbul’da halife ve Salah al? Din nâmına hutbe okunmuş, oradaki Müslümanlar onun himâyesi altına konulmuş, buna mukabil Şalah al-Din de Kudüs’teki ortodoksların dinî haklarına riâyeti taahhüt etmiş idi. Selçuklu sultanının Bizanslılara karşı Alman imparatoru ile mevcut dostluk münâsebetlerine rağmen, bu dostluğun, haçlı ordusunu kendi topraklarından geçirmek suretiyle, müslüman memleketlerinin tahribine sebep olacak kadar ileri gittiğini kabûl etmek müşküldür. Edirne’ye giden ve rumların hiyânetlerinden bahseden türk elçileri, bu zamanda Bizans zayıf ve Selçuklu devleti parçalanmış olduğu için, bu büyük orduyu oyalamak istemişlerdi. Nitekim Anadolu’da cereyân eden muhârebeler buna delâlet ettiği gibi, haçlı ordusunu durdurmağa muvaffak olamayan Kılıç Arslan’ın nihâyet Konya’da, imparatorun geçmesine müsâade ettiği için, Salah al-Din’e özürlerini beyân eden bir mektup gönderdiğini de Sibt kaydeder; İbn al- Adim’de Müslümanların bütün ümitlerinin üç Türkmenler ile Kılıç Arslan’ın teşkil edeceği sedde dayandığını söyler.

Şalah al-Din Eyyübi’nin haçlıları imhâsı ve Kudüs’ü fethi üzerine harekete geçen üçüncü haçlı ordusu Alaşehir ve Denizli havâlisinden geçerek, Uluborlu civarında Türk topraklarına girdi; imparator Manuel’in Myriokephalon’da (1176) düştüğü tuzağa uğramamak için bu geçitleri cenûpta bırakarak, şimâle kıvrıldı. Sayısı 200.000 ile 600.000 arasında rivâyet edilen haçlı ordusunun başında bizzat imparator ve Edirne’de huzûruna gelmiş olan Türk elçileri bulunuyordu. Rivâyete göre müttefik bildikleri sultanın topraklarında Almanlar endişeye düşmüşlerdi. Gerçekten Türkmenler başlangıçta yollarından uzaklaşarak dağlara çekildiler ve bir müddet sonra da onlar ile hayvan ve erzak satmak suretiyle, ticârete giriştiler. Fakat haçlıların soğuk kar ve erzaksızlıktan karşılaştıkları müşkülâtı görünce, onları çete muhârebeleri vermeğe mecbûr ettiler ve fırsat düştükçe mallarını yağmaya koyuldular. Bu suretle haçlıları, bir aydan fazla, dağlık bölgede tâciz ettiler. Bu gayri dostâne hareketi anlayamayan haçlılara elçiler Türkmenlerin yağma ile geçinen ve itâate girmeyen bir kavim olduğunu söylediler.

Arap kaynakları ise onları bu harekete sultanın memûr ettiğini ileri sürerler. Nihâyet Alman ordusu Akşehir’e vâsıl oldu. Türkmenlerin şiddetli hücûmları esnâsında Suab dükası yaralandı. Elçiler şehrin vâlisi ile görüşüp, hücûmları durduracaklarını beyân ederek kaçmağa muvaffak oldular. Bu sefer haçlıların karşısına bizzat Melikşah’ın kumandasındaki Selçuklu ordusu çıktı. Haçlı müellifi Tagenon’un ifâdesi bu muhârebeye diğer bâzı selçuklu meliklerinin de katıldığını göstermektedir.

Filhakika Avusturyalı papaz Ansbert, Galatya meliki yani Muhy al-Din Mas’ud’un, 10.000 kişilik bir kuvvetle geldiğini zikreder. Fakat Akşehir’de vukû bulan şiddetli bir muharebede Selçuklu ordusu Konya’ya doğru çekilmek mecbûriyetinde kaldı. Haçlılar Konya civarında vücûda getirilen tahkimât, şehramadan, Kilikya Ermeni krallığının topraklarına geçmek fikri üzerinde durdular ise de, yolun müsâit olmaması, Türk kuvvetlerinin kendilerine yer bırakmıyacağı ve niâyet erzak sıkıntısı dolayısı ile Konya üzerine yürümeğe karar verdiler. Türkler, Konya önünde mânialar yaparak ve hendek açarak, düşmanı karşılamağa hazırladılar, ağır silâhlar ile mücehhez bir orduyu ok yağmuru ve bu mânialar ile durdurmağı düşündüler. Almanlar Merâm’da istirahat edip, açlık ve susuzluğu giderdikten sonra, Türk ordusu ile karşılaştılar; düşman hücûmları birkaç defa püskürtüldü. Fakat imparator ovada muhârebe ederken, Suab dükası kumandasındaki kuvvetler sûrlar içine girmeğe muvaffak oldular. Konya muhârebesi hakkında vakayınâmelerin kayıtları yanında birçok arap kaynaklarında dercedilen Kal’a al-Rum Ermeni Katolikosunun Salah al-Din’e yazdığı mektuba göre, şehre giren haçlılar çarşıları yakıp yıktılar; pek çok insan öldürdüler ve elde ettikleri sayısız ganimetler ile sıkıntıdan ve açlıktan kurtuldular. Nitekim bu hâdiseden 10 yıl sonra yapılan Altun Aba vakfiyesinde eski çarşı yanında yeni çarşının mevcûdiyeti bu tahribin bir neticesi olmak icâp eder. Kaleye çekilen sultan ve oğlu Melikşah imparatora sulh teklifinde bulundular. Bazı kaynakların Kılıç Arslan’ın mesûliyetin oğluna ait olup, kendisinin mağdur bulunduğunu imparatora bildirdiğine dâir ifâdeleri hakikate uygun gelmektedir.

Arap müelliflerine göre, F. Barberos sultana, memleketini işgâl için değil, Kudüs’ün intikamını almak için geldiğini ve dostluk muâhedelerine riâyet etmediği cihetle ondan şikâyet ettiğini yazarlar. İmparator nihâyet, verdiği kayıpları, düşman bir memlekette uğrayacağı tehlikeleri ve gâyenin de Kudüs olduğunu düşünerek, sulhe muvâfakat etti. Yapılan anlaşma neticesinde imparator serbest geçişi temin için, Selçuklu emîrlerinden 25 kadar rehin alarak, Konya’da beş gün kaldıktan ve kendilerine lâzım olan şeyleri aldıktan sonra, Lârende’den Ermeni topraklarına geçti. Diğer bâzı kayıtlara uygun olarak, Niketas’ın Almanların Konya’ya sâhip olmakla berâber şehre girmeyip, sûrlar dışındaki mahallelerde ikamet ettiklerine dâir ifâdesi yapılan anlaşma sâyesinde esâs kuvvetlerin durdurulup, şehre sokulmadığı ve işgâlin Suab dükasına âit kuvvetlerin ilk girişlerine ait olduğu tarzında anlaşılabilir. Arap kaynakları Melikşah’ın nefret ettiği emîrleri haçlılara rehin olarak verdiğini, onlarında yolda, Türkmenlerin tecâvüzlerine mânî olmadıkları bahânesi ile, Kilikya’ya geçtikten sonra bu emîrleri öldürdüklerini rivâyet ederler. Böylece Kılıç Arslan oğlunun tahakkümü altında bulunduğu ve Selçuklu devleti parçalanmış olduğu bir zamanda gelen bu haçlı fırtınası, iki taraftan büyük zâyiâta sebep olduktan sonra, sükûn buldu.

XI. Kılıç Arslan’ın Son Günleri

Haçlı tehlikesi atlatıldıktan sonra da, Melikşah babasını tahakkümünde tutmakta devam ederek, onun nâmına, fakat hakikatte memleketi kendi saltanatı etrafında birleştirmek maksadı ile, ihtiyar sultanı kardeşleri ile giriştiği mücâdeleye sürükledi. Orta Anadolu’da bulunan bâzı kardeşlerinin hâkimiyetlerine nihâyet verdiği anlaşılan Melikşah Malatya malîki Mu’izz al-Din Kayşar Şah’ı tehdit ve Salah al-Din’e firâra mecbûr etti (1191); fakat onun Eyyûbî sultanının kızı ile evlendikten sonra memleketine dönmesine mâni olamadı. Bundan daha mühim olarak, babası ile birlikte Kayseri meliki Nur al-Din üzerine yürüyerek, onu muhâsara etti. Kayseri muhâsarası esnâsında, Kılıç Arslan fırsat bularak, Nur al-Din’e kaçtı; Melikşah da muvaffak olamayarak geri döndü. Nuvayri ve zikrettiğimiz Konya takviminin gösterdiği üzere, babasının ölümünden sonra bu kardeşini de bertaraf edebildi. Lâkin gâlibâ nur al-Din’in babasını kendi lehinde zorlaması dolayısı ile ihtiyar sultan oradan da firâr etti.

Kaynaklar onun evlât evlât dolaştığını ve hiçbirinde umduğu hürmeti bulamadığını ve nihâyet Uluborlu meliki olan küçük oğlu Kayhusrav [b.bk.]’e giderek, onun yanında hürmet ve huzûra kavuştuğunu yazarlar. Kayseri muhâsarasından hiddetle dönen Melikşah da, artık bundan böyle, babası nâmına idâreyi terkederek, doğrudan doğruya kendisini sultan ilân etmek cesâretini gösterdi. Kılıç Arslan Kayhusrav’i veliaht tâyin ettikten sonra, onun ile birlikte, Melikşah’tan intikam almak maksadı ile Konya üzerine yürüdü. Süryâni Mihael’in kaydına göre, şehir halkının gösterdiği müzâheret sâyesinde, Kılıç Arslan tekrar tahtına kavuştu; Melikşah Aksaray’a kaçtı. Sultan, Kayhusrav ile berâber, onu tâkiben Aksaray’ı muhâsara etti. Bu muhâsara sırasında idi ki, bu büyük sultan hastalandı ve Konya’ya dönerken, 1192 Ağustos’unda öldü. Kayhusrav babasını sultan Mas’ud tarafından inşâ edilen câmiin bitişiğindeki türbeye (künbedhâne) defnetti. İbn al-Asir’in mevcut kaynaklara aykırı ve diğer bir rivâyet olarak, onun “mel’n” diye hitâp ettiği Kayseri meliki Nur al-Din’e karşı Kayhusrav ile birlikte, Kayseri’yi muhâsara ederken, öldüğüne dâir ifâdesini tahkik etmek mümkün olmadığı gibi, böyle bir muhâsaranın vukuu da mâlûm değildir. Anonim Selçuk-nâme’nin, Kayhusrav’in medhaldar olarak, sultanın İbn ‘Avariz aldı birisi tarafından zehirlendiğine dâir kaydı, kardeşini gayrımeşrû göstermek maksadı ile, Rukn al-Din Süleyman’ın bir ithâmı olsa gerek. Niketas’ın ifâdesine göre, 1185’te 80’ini aşkın bulunduğuna göre, ölümünde 80’lik bir ihtiyar olduğu ve cülûsunda da 40 yaşlarında bulunduğu meydana çıkar.

XII. Kılıç Arslan’ın Şahsiyeti ve Eseri

Kılıç Arslan siyâsî kudreti, askerî zaferleri, irâde ve enerjisi, geniş görüşü ile tarihin büyük şahsiyetlerinden biridir. Nitetas’ın kaydına göre, o, vücutça alil, el ve ayaklarından rahatsız bulunmakla berâber, seferlerinden ve gâyelerinden aslâ fedakârlık yapmamış olup, birçok muhârebelere arabaya binmek suretiyle gitmesi azim ve irâdesini göstermeğe kâfîdir. Bu tabi’î kusurları dolayısı ile Andronikos’un nükte ve istihzâlarına işâret edilir. Keşiş Gregoire, Kılıç Arslan’ın ortanca kardeşini rakip saymasındaki sebepler arasında onun vücutça kendisinden daha güçlü ve yakışıklı olduğuna da işâret etmekle Bizans müellifini teyit eder. Bununla berâber Kılıç Arslan’ı Manuel gibi büyük bir Bizans imparatoru ile mukayese ederken, sultanın daha akıllı ve basiretli olduğunu, dâima büyük bir ihtiyat ile hareket ettiğini ve cesur kumandanları sayesinde yorgunluklarını giderdiğini söyler ki, onun faâliyetleri bu ifâdenin delilleridir. Sibt b. al-Cavzi’nin, yaşlanınca hareket edemez olduğuna dâir, kaydı hastalıklı hâlinin ihtiyarlık devrine âit olduğunu göndermektedir. Böyle olduğu halde, 70 yaşını aştığı bir zamanda bile, sıhhat ve kudretini muhâfaza ederek, seferlerinden geri kalmadığı müşahede edilmiştir. Arap kaynakları Kılıç Arslan’ın heybeti, azameti, yüksek siyâset ve adâleti ile şöhret bulduğunu ifâdede müttefiktirler. Yukarıda zikredilen Ermeni müellifi her tarafta sultanın dehşetinden korktuklarını, bununla berâber, çok akıllı olup, adâletten ayrılmadığını belirtir.

Tarih Kılıç Arslan’ın teb’asına bir baba şefkati ile muâmele ettiğine, selef ve halefleri gibi, Türklerde mârûf bir an’anenin en dikkate şâyân bir mümessili olarak, Hıristiyan teb’asına çok geniş bir dini müsâmaha gösterdiğine ve nihâyet hür fikirli ve geniş görüşlü bir hukümdar olarak şöhret kazandığına şahâdet eder. Filhakika meşhûr tarihin müellifi Süryâni Mihael’in, 1181’den itibâren, Malatya’da sultanın huzûrunda cereyân ettiğini bildirdiği dinî ve felsefi münâkaşalar bu büyük hükümdarın fikir seviyesi ve hür düşüncesini meydana koymağa kâfîdir. Gerçekten bu Malatya patriğine göre, Kılıç Arslan dâimâ yanında Kemal al-Din adlı bir feylesuf bulunduruyordu. Malatya’ya gidince, patriğe dostâne bir mektup, ruhâni bir asâ ve 20 kızıl dinar göndermiş, ertesi yıl tekrar şehre dönünce, üç emîr idâresinde gönderdiği bir kıt’a asker ile patriği, oturduğu Barsâma manastırından dâvet etmiş ve bizzat kendisi de istikbâline çıkmıştır. İslâmî an’aneye aykırı olmasına rağmen, onu Hıristiyan âdetine göre berâberinde İncil ve haç olduğu hâlde kabûl edeceğini bildirmiştir. Böylece Mihael ve maiyeti haçları mızraklarının ucunda kaldırarak ve dinî şarkılar söyleyerek sultanın huzûruna çıktılar. Sultan patriğin elini öpmesine müsâade etmedi ve onu kucakladı. Onun ile dinî meseleler ve Kitâb-ı Mukaddes üzerinde görüştü. Hattâ patriğin rivâyetine göre, sözlerine dinî bahisler karıştırınca, sultanın gözlerinden yaş geldi. Bu karşılaşma merâsiminden çok memnûn olan Hıristiyanlar kiliseye giderek sultan ve Türk milleti için duâ ettiler. Bir aylık sohbeti esnâsında patriğe muhtelip sualler sormuş, hediyeler göndermiş ve manastırı vergiden affettiğine, dâir bir emirnâme vermiştir. Feylesuf Kemal al-Din’in Süryânîleri medhetmesi de sultanı çok memnûn etti. Bizanslılara karşı kazandığı zaferleri müteâkip patriğe yazdığı bir mektupta bu zaferleri hikâye ederken de bunları Allahın kendisine patriğin duâları sâyesinde bahşettiğini ifâde edecek kadar geniş düşünceli ve her din mensuplarını dâvâsına hâdim kılacak kadar da siyâsi idi.

Yukarıda zikredilen Alman dükü Henri ile yaptığı konuşmada ona İsa’nın menşe’ine dâir, ilk insanı çamurdan yaratan Allah’ın İsa’yı da bâkireden vücuda getirmiş olmasına inanmak güç değildir” tarzında verdiği cevap onun anlayışı kadar nezâketine de delâlet eden bir mâna taşır. Zamanında Anadolu’nun Ortodoks kiliseleri teşkilâtlarını muhâfaza ve İstanbul patriği ile münâsebetlerini serbestçe idâme ediyorlardı. 1173’te Hıristiyan nüfusunun tamâmıyla azalması dolayısı ile geçim sıkıntısı çeken Ankara metropolitinin, İstanbul’da, toplanan St. Synode meclisine müraacat ederek, Giresun evekliği gibi küçük bir makama naklini istediğine dâir bir vesika bu münâsebetle kayda şâyândır.

Kılıç Arslan ve devrinin kültür faâliyetleri hakkında fazla birşey bilmiyoruz. Yalnız kaynaklara akseden bâzı kayıtlar onu din ve dünya münâsebetlerinde de çok hür ve geniş bir düşünceye sâhip olduğunu göstermektedir. Hakikaten sultanın dinî ve hukukî nasları yumuşatarak, İslâmın içtihat müessesesinden faydalanmak istediği sezilmektedir. Ala al-din Kaşani ile al-Şarani arasında yaptırdığı dinî-hukukî bir münâkaşada, ikincisi Abu Hanifa’nın bütün müçtehitlerin isâbet ettiğini söylediği iddiasına karşı birincisi imâm-ı âzamın müctehitlerin sevap gibi hatâ da işleyebilecekleri tezini müdâfaa ederken, Kılıç Arslan’ın birinci fikri tuttuğuna dâir İbn al-Adim’in Buğya’sinki mâlûmat onun zihniyetini meydana koymak bakımından çok dikkate şâyândır.

Kılıç Arslan’ın bu dinî anlayışı, müsâmahası ve felsefî temâyülleri dolayısı ile İbn Al-Aşir “Atabegler tarihinde” anlattığına göre, Musul ve Suriye’nin çok dindar ve mutaassıp hukümdarı Nur al- Din Mahmud bu büyük Selçuklu sultanını hakikî bir Müslüman değil, zındık sayıyor ve sulh akdi için bu müslüman gâzisini tecdîd-i imâna dâvet ediyordu. Onun, zarûret hâlinde Hıristiyan ile ittifak yapmaktan çekinmediğine göre, Kılıç Arslan’a karşı bu davranışında esâs âmilin siyâsî rekabet olduğu âşikâr ise de, bu ithâmların sultanı meydana koymağa çalıştığımız serbest düşüncesi ile alâkalı bulunduğu da şühnesizdir. Saltanatı zamanında Konya’dan geçen Haravi zenginlerin bahçelerinde mermerden kadın ve erkek neykellerine rastlamış. Obruk’ta bulunan birtakım heykellerin Müslüman ve Hıristiyanlar tarafından ziyâret edildiğini, iki din mensuplarının bu hususta bâzı âkîdelere sâhip olduklarını kaydetmiştir. Bu hüviyeti dolayısı iledir ki, Kılıç Arslan’ın, diğer bâzı Selçuklu sultanları gibi, Hıristiyanlığa mütemâyil olduğunu dâir bir takım efsâneler haçlı kaynaklarına intikal etmiştir. Gerçekten Kılıç Arslan’ın anasını Saint Gilles’in hemşîresi olarak kaydeden ve ölümüne kadar Hıristiyan kaldığına işaret eden haçlı müellifi Nicola de Trevet’in anası ile muhâveresine dâir verdiği mâlûmata bu bakımdan işâret edilebilir. F. Barberos’un kızı ili izdivacına dâir teklifinde de Hıristiyanlığı kabûl edeceğine dâir bir kayıt şüphesiz bu efsânelerden birini teşkil eder. Kılıç Arslan’ın yukarıda mezkûr dük Henri ile mülâkatında anasının asîl bir Almanın kızı olduğunu söylediği de rivâyet ediliyor; bu sebeple muâsır Ermeni müellifi Gregoire’ın Ermenilerin sultanı hâmî ve velinimet telâkkî ettiklerine dâir ifâdesi Hıristiyanların görüşünü aksektirmektedir. Hür düşüncesine rağmen, devrin hükümdarları gibi, o da müneccimlere inanıyordu. Zamanın müneccimleri 1286 yılı Şâban ayında yıldızların mizan burcunda içtimâ ederek, Nuh tufânı gibi, bir tufânın bütün dünyayı istilâ edeceğini, şiddetli kasırgalar çıkarak her tarafın harâp ve insanların helâk olacağını söylemişlerdi. Kaynaklara göre, Kılıç Arslan diğer hükümdarlardan daha fazla bu kehânete inanmış ve çok para sarf ederek, yer altında müstahkem evler inşâ ettirmiş idi. Başka memleketlerde de bir çok insan, yiyecek ve su ötürerek mağaralara sığınmış idiler. Tâyin edilen gün çok sâkin geçince, sultan müneccimlerin başını çağırarak, neden yalan söylediklerini sormuş, o da yaptığı nükte ile kendini kurtarmış ise de, vazifesinde bırakılmayarak azledilmşitir. Tiflisli Şeraf al-din Hüseyin, Kâmil al-Tabir adlı Fârisî tâbirnâmesini Kılıç Arslan nâmına yazmıştır.

Kılıç Arslan’ın bu zihniyeti ve Hıristiyanlara karşı bu müsâmahası ve âlicenaplığı ona bir Mülüman sultanı olduğunu ve Hıristiyan komşular ile sarılı bir memlekette mukadderâtının İslâmiyete ve İslâm Merkûresine bağlı bulunduğunu unutturmazdı. Filhakika 1170/1171’da yeniden inşâ ettirdiği Aksaray şehrini askerî bir üss haline getirirken, orada câmiler, medreseler, kervansaraylar ve pazarlar yaptırarak, oraya Azerbaycan’dan gâziler, âlim ve tâcirler celbederek yerleştirdi ve bir ordugâh hâline gelen şehirde gazâ rûhunun bozulmaması için, kötü insanlar ile Rum ve Ermenilerin Aksaray’a girmelerine müsâade etmedi. Ekseriyâ bu şehirde oturup, seferlerine oradan başladığı için, Orta Çağ Anadolu’nun her şehri gibi, Aksaray’da bu hüviyeti dolayısı ile “Dar al-zafer”, bâzan “Dar al-Cihad” veya “Dar al-ribat” ünvânı verildi. Gazâ rûhunu canlı tutmak için de ordusunda din adamları bulundururdu. Böylece Hıristiyan ahâli için adâlet ve şefkati ile tanınan Kılıç Arslan müslümanlar için de tarihe İslâmın gâzilerinden biri ve “din mücâhidi” olarak geçmiştir.

Kılıç Arslan’ın hüküm sürdüğü memleket, uzun zamandan beri istilâ ve muhârebelere sahne olmuş bulunduğundan, buralarda zirâî hayat sarsılmış, bir çok yerler harâp olmuş idi. Diğer taraftan Anadolu’ya gelen Türkmenlerin büyük bir kısmı da henüz göçebe veya yarı göçebe bir hayat sürüyordu. Bu sebeple istihsâli arttırmak, nüfusu iskân etmek ve memleketi mâmur bir hâle sokmak için de bir hayli uğraştığı gözükmektedir. Onun Dânişmentliler ile muhârebelerinde, onlar gibi, Hıristiyan çiftçileri kütle hâlinde sürüp memleketinde, iskân ettiğine dâir mâlûmat, bu iktisâdî görüşün bir neticesi idi. Zamanında yapılan ve ölümünden 10 yıl onra (598) tescil edilen Altun-Aba vakfiyesinde Konya civârında Gündoğdu, Arpa-Çimen ve Turgut adlı Türk köylerinin meydana çıkması bu iskân siyâseti ile alâkalı olmak icâp eder. Bununla berâber, onun zamanında Türkiye’de ve husûsuyla hudutlarda, miktarı yüz binlerce çadır halkı olarak gösterilen göçebe bir Türkmen nüfusu var idi. Yarı müstakil, feodal devlet anlayışı icâbı çok defa sultanı bile dinlemeyen bu göçebeler devletin hudutlarının muhâfâzası ve genişlemesinde başlıca âmil olmuşlardı.

Bu Türkmenlerin müstakil hareketlerinin sebebini anlayamayan Bizanslılar ve haçlılar onların akınlarını çok defa sultanın eseri sanmış ve onu ahdini nakzetmek ile ithâm etmişlerdi. Onun zamanında Anadolu Türkleri ve bilhassa göçebeler henüz Müslüman olmaktan ziyâde Şâmânî idiler. Bununla berâber, şehirlerde tedricen medreseler kurulmuş, âlimler ve edipler celbedilmişti. Aksaray şehrinin inşâsını müteâkip Azerbaycan’dan âlim, tâcir ve gâziler celbedilmiş idi. Daha Süleyman’dan beri, hiç olmazsa büyük merkezler için, kadılar ve hatipler getirtilmiştir. 565’te Konya’da ölen Ali b. Muhammed al-Buhari adlı bir zât, Bağdat’tan gelerek, Konya kadılığına tâyin edilmiş idi. Anadolu’da İslâmiyetin bu inkişâfı dolayısı ile buradan Hicaz’a kafile hâlinde hacılar gidiyordu; bilâhare bir hacı kafilesinin Şam’da bir sel felâketine uğradığını biliyoruz.

Kılıç Arslan Dânişmendlileri ortadan kaldırmak suretiyle Anadolu’da millî birliğin temelini attıktan, memleketin içinde âsâyişi temin ettikten ve 1176’da Bizans imparatorluğunu bir daha baş kaldıramayacak derecede ezerek hâricî emniyeti kurduktan sonra, memleket siyâsî kudreti ile muvâzî olarak iktisâdî ve kültürel bakımlardan da bir yükselme devrine girdi. Üçüncü haçlı seferine iştirâk edenler Konya’nın büyük ve muhteşem bir şehir olduğunu söyler ve büyüklükçe Kolanya şehrine muâdil bulunduğunu bildirirler. Babası Mas’ud tarafından inşâsına başlanan ve sonraları Ala’ al-Din Kaykubad’a izâfe edilen câmi ve Konya sarayının onun tarafından yapıldığını kitâbeler göstermektedir. Ala’al-Din Keykubad zamanında yeniden inşa edilen Konya surarını da ilk defa o yaptırmış idi. Altın Aba vakfiyesi Konya’da Kılıç Arslan zamanında birisi sultana âit olmak üzere, hiç olmazsa iki medresenin mevcûdiyetini gösteriyor ki, birinde medresenin bir kütüphânesi ve ona kitap satın alınması için vakfından tahsisâtı var idi. Merâm’a gelen haçlıların orada ona âit iki güzel sarayı yıktıkları kaydedilmiştir. Onun zamanında şark-garp istikametinde gelişen ve Anadolu’da tekâsüfe başlayan ticâret yolları da Türkiye’nin iktisâdî ve kültürel kalkınmasına yaramış ve sultan da bu ticârî faâliyetleri teşvik maksadı ile, bizim bildiğimize göre, kaynaklarda kendi adına nispet edilen ilk selçuklu kervansarayını Aksaray civârında inşâ etmiştir; bir diğeri de emîrlerinden Altun-Aba tarafından yapılmıştır. Oğulları da kendilerine tahsis edilen vilâyetlerde ayrı-ayrı imâr faâliyetlerine devâm ederek birtakım âbideler inşâ etmişlerdir. O zaman için henüz bir uç şehri sayılan Ankara’da oğlu Muhy al-Din Mas’ud’un maiyetinde, şiirleri bize kadar gelen, bir takım şâir ve ediplerin bulunması ve diğer oğulları namına bâzı eserlerin yazılması gelişmekte olan kültür faâliyetlerinin tezâhürleridir. Bu kalkınma dolayısı iledirki memlekete İslâm dünyasından ilim ve edebiyat mensûpları, tâcirler gelmeğe başlamıştır; Altun-Aba vakfiyesinde bu husûsu gösteren kayıtlar vardır. Selçuklulardan ilk defa gümüş para bastıran Kılıç Arslan’dır. Sikkeler üzerinde olduğu gibi, Altun-Aba vakfiyesinde de istisnâî olarak bu paralara dirhem değil, dinar denilmekte idi. Diğer taraftan komşuları Dânişmendliler ile Artuk-okulları, her hâlde teessüs etmiş iktisâdî an’anelere uyarak, paralarını Rumca bastırdıkları hâlde, Selçuklularda buna rastlanmız.

Kitâbelerde Rum, Ermeni, Efrenç ve Şam memleketleri sultanı sıfatını alır ve Hıristiyanlara yazdığı mektuplar, “Türk Ermeni ve Süryânîlerin büyük sultanı” ibâresi ile başlar; zamanında yapılan resmî akitlerde Abu ‘l-Fath, paralarında al-Sultan al-mu’azzam lakaplarını kullanırdı.

Kılıç Arslan küçük ve tehlikeler ile dolu bir ülkeye tevârüs etti; ölürken düşmanları ezilmiş, iç ve dış emniyeti hâiz olup, hudutları çok genişlemiş, maddî ve mânevî bakımdan yükselme imkânlarını kazanmış bir memleket bırakarak gitti. Öyle ki, memleketi evlâtlarına taksimine ve aralarındaki mücâdelelere rağmen, Selçuk Türkiye’si uzun müddet hiçbir sarsıntıya uğramayacak kadar kuvvetli bir bünyeye ve gittikçe artan bir ilerleme hızına sâhip oldu. Bu sebep ile Kılıç Arslan Anadolu’da bir Türk vatanının kurucuları arasında çok büyük bir mevkî işgâl eder.

Prof. Dr. Osman TURAN

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 566-579


Kaynaklar:
♦ Kesiş Grégoire (frus. trc. E. Dulaurier), Chronique de Matthieu d’Edesse Continuée par Grégoire le Prètre (Paris, 1858). s. 330 – 333, 342 – 349, 352, 359, 361, 364.
♦ Michel le Syrien, Chronique (frns. trc. Chabot). Paris, 1995, III, 258, 259, 275, 290, 293, 296, 312, 314, 319, 320, 324, 326,332, 345-352, 357, 362, 369-373, 382, 388, 390-395, 400 – 402, 405, 407, 410, 411.
♦ İbn al Azrak, Tarih Mayyafarkın, (Britih Museum, Or. 5803), 175a, 181b, 182b, 186a, 188a, 196a, 200ab; İbn al-Kalanisi (nşr. H.F. Amedroz), Leiden, 1908, s. 333, 335 (İngl. tre. H. A. R. Gibb), London, 1932.
♦ Baha al-Din b. Şaddad, Sirat Salah al-Din, Mısır, 1317, s. 43, 57, 106-108, 302.
♦ Abü Şama, Ravzatayn (Mısır, 1287), I, 100, 109, 123, 213, 215; II., 9, 17, 73, 74.
♦ İmad al-Din İşfahani, al-Fath al-Kusi (1322), s. 98, 208, 352-354; ayn. mll., al-Bark al- Şami, Bodlein, Marsh. 425, 574 ve 575 yılları.
♦ Niketas Khoniates (Cousin, Histoire de Constantinople, Paris, 1675), V, 112, 114, 115, 117-120; 144, 169, 171-176, 180-191, 259-261, 359, 360, 408-411, 477, 478, 514, 530, 540.
♦ Kinnamos, Historia (Bonn, 1836), s. 176, 188, 190, 191, 194, 199, 200, 204-208, 291-300; İbn al- Asır, al-Kamil (1303), XI, 119, 146, 165, 173, 175, 176, 199; XIII, 19, 30, 35, 36; ayn. mll., Histoire aes Atabees de Mosul (RHC. Or. II, 2, s. 290 – 292).
♦ İbn al-Adim, Zabdat al-Halab (Frns. trc. E. Blochet), Paris, 1900, s. 46, 47, 107; ayn. mll. Bugya al-talab fi tarih al-Halab, British Museum, Add. 23354.
♦ 2a Bibl. Nat. Ar. 1666, 184b, Ayasofya 3036.
♦ Marzban mad.; İbn al-Vasil, Mufarric al-Kurab, Cambridge Üniversite kütüp., nr. Ll. I. 6, s. 140, 210, 221-224, 354-357.
♦ Abu’l-Farac, Chronography (İngl. tre. W. Budge), 275, 277, 281, 283, 287, 289, 293, 296, 303, 306, 308-310, 320, 321, 330, 333, 337, 341.
♦ Guillaume de Tyr (frns. nşr. Paulin), Paris, II, 379.
♦ Sibt b. al-Cavzi, Mir’at al-zaman (Topkapı sarayı, Ahmed III. kütüp., nr. 2907). XIII, 73a, 103b, 163b, 576, 586 ve 588 seneleri; Baybars Manşuri, Zubdat al-fikra, Bodleian, Poc. 324, 4a, 16a, 24a, 46b, 48b; İbn Şaddat, Alak al-hatıra (British Museum. Add. 23334), 59ab, 64a, 95ab; Zahabi, Tarih al- islam (Topkapı sarayı, nr. 2917), XIII, 263b; XIV, 3a; XV, 185b, 186a, 201b, 220ab; ayn. mll., Kitab al- ibar (British Museum, Or. 6428), 116a, 123a, 125b, 186a; Ayni, İkd al-cuman (Veliyüddin kütüp., nr. 2389, 2390, 572, 586, 587 ve 588 yılları); al-Haravi, Kitab al-işaria ila ma’rifat al-ziyarat (nşr. J. Sourdel – Thomine), Damas, 1953, s. 58; İbn al-Ta’avizi, Divan (nşr. Maroliouth), Mısır, 1903, s. 4.
♦ Büyük Vartan, Urfalı Vahram, Hetum ve Sempad (RHC, Docum. arm., I., 438, 330, 477, 507, 510, 621, 626, 628); Brosset, Histoire de la Géorgie, I, 416.
♦ Arnoldi Chroniea Slovorum (nşr. G.H. Pertz,), 1868, s. 23-25; Bibliothèque des Croisades, I, 441; II, 541, 550, 551, 613, 614; IV, 6-10, 28-37, 172-183, 267.
♦ İbn Bibi, al-Avamir al-’alaniya (Ayasofya kütüp., nr. 2985), s. 22, 137, 138; Aksarayi, Musamarat al-ahbar, s. 29, 30.
♦ Niğdeli Kadı Ahmed, al-Valad a-şafik (Fâtih kütüh., nr. 4519, s. 191, 292, 293; Anonim, Selçuk- nâme (Ankara, 152), s. 39-41; Tarihi takvimler (nşr. Osman Turan), Ankara, 1954, s. 66, 74, 76; İbn Şihna, Ravz al-manazir (Ayasofya kütüp., ar. 3232), 291;
♦ Hamd Allah Kazvini, Nazhat al-kulub (GMS, s. 95, 97); ayn. mll. Tarih-i guzida (G.m.s, s. 482); Nuvayri, Nihayat al-arab (Köprülü kütüh., nr. 1188), IV, 16b, 17a; Altun-Aba vakfiyesi (Belleten, 1948, XVII, 223-235).
♦ H. Löytved, Konia (Berlin, 1907), s. 23, 28, 57; İsmail Gâlib, Meskûkât-ı Selçukiyye s. 4, 5.
♦ Ahmed Tevhid, Meskûkât-ı kadîme, s. 110, 113;
♦ Chalandon, Jean II. Comnène et Manuel I. Comnène (Paris, 1912), s. 423, 424, 432-435, 455-467, 474, 493-508, 510-515, 508.
♦ Le Beau, Histoire du Mas-Empire, XV, 181-189, 266-282, 285-292, 391, 392;
♦ A. Vasiliev, Hist. Emp. Byz., II, 70-72; W.M. Ramsay, Phrygia, s. 16, 224, 347, 354;
♦ Wittek. Von der byzantinischen zur türkischen Topanymie (Byzantion, 1935, XI, 34-37;
♦ Diehl, Manuel d’Art byzantin, I, 405; R. Grousset, Histoire des Croisades, II, 633; III, 14;
♦ Chan, La Syrie du Nord (Paris, 1940), s. 172-183, 265, 267;
♦ Osman Turan, Les Souverains Seldjoukides et leurs suöet nonmusulmans (Studia Islamica), I, 76, 79, 84-86, 89.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.