Selçuk kervansarayları, XIII. asırda, Türkiye’nin iktisadi vaziyetini, memlekette cereyan eden ticari faaliyetleri ve devletin bu hususta takip etmiş olduğu siyaseti anlayabilmek için üzerinde durulması gereken çok dikkate şayan bir mevzudur. Selçuk tarihinin hemen her meselesi ve her mevzuu gibi, bunlar da, kitabeleri ve mimari ehemmiyetleri hakkındaki tasviri mahiyette mahdut bazı yazılar istisna edilecek olursa, henüz tarihi bakımdan ciddi hiçbir tetkike tabi tutulmamıştır ki, bunların mühim sayılacak olanları yeri geldikçe burada zikredilecektir. Uzaktan bakılınca bir kale, içlerine girildiği zaman bir yolun bir konak menzilinde kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilata malik olan bu binalar; ne kemiyet ve ne de keyfiyet bakımından İslâm düyasının başka bölgelerinde emsaline rastlanamayacak bir kıymet taşırlar. Selçuk sultanları ve yüksek devlet adamları büyük ticaret yolları üzerinde hemen her menzillik (takriben 30-40 kilometre) mesafede bir kervansaray yaptırmışlardır. O şekilde ki, bu kervansarayların harabeleri bizim için bu devrin tarihi yollarını ve ehemmiyetlerini tespit edecek canlı vesikalardır. Fakat Selçuk Devri’nin ticari faaliyetlerini anlamak için kervansarayların tetkiki ne kadar lüzumlu için kervansarayları doğuran amilleri ana hatlarıyla bilmek de o nispette zaruridir. Bu münasebetle bu husus için çok umumi de olsa, burada kısa bir bilgi vermek faydalıdır.
I.
Anadolu’nun Müslüman ve Hıristiyan kavimler arasında bir köprü vazifesini görüp dünya ticareti bakımından büyük bir ehemmiyet kazanması Selçuk istilasının mes’ud neticelerinden biridir. Memleket Bizans idaresinde iken dünya ticaretinin aldığı istikamet de içerisinde bulunduğu şartlar bu topraklar için hiç de müsait değildi. İslâm ve Hıristiyan âleminin çarpışma sahası olan Anadolu, bu münasebetle muntazam ve geniş ticari münasebetlere elverişli olmadığı gibi, harplerin verdiği tahribât da iktisadi inkişafa engel idi. Bundan dolayı asırlarca medeni İslâm memleketlerinde rağbetle aranan Şimalin kürkleri, bütün İslâm devletlerinin ordularını besleyen ve yüksek sınıfların saraylarını dolduran köle ve cariyeleri, en yakın ve tabii bir yol olan Anadolu’dan değil, ancak Harezm ve İran vasıtasıyla gidip İslâm ülkelerine dağılıyordu. Diğer taraftan kara yolları gibi, XI. asıra kadar, deniz yollarının aldığı istikamet de Anadolu’yu tamamıyla bunların yarattığı ticari faaliyetler dışında bırakıyordu:
Akdeniz’in doğu, batı ve güney kıyıları İslâm kavimlerinin eline geçtikten ve geçit yerleri onlar tarafından işgal edildikten sonra bu deniz, bir İslâm gölü haline geldi.[1] Bu durum Avrupa’da şehir hayatını ve iktisadi imkânları felce uğratarak feodal (derebeylik) cemiyetin doğmasına neden oldu. Bu suretle yalnız Müslüman ticaretine münhasır kalan Akdeniz gemicilerinin Anadolu limanlarına uğramalarına lüzum ve imkân kalmamıştı. Müslüman hakimiyetinde iken Akdeniz ticaretinin istikameti Orta Asya’dan Bağdat’a, oradan da Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs limanlarına yöneliyordu. Bu umumi çizgiler, Bizanslılar idaresinde iken Anadolu’nun maruz bulunduğu iktisadi gerilemenin sebeplerini izah eder.
Selçuk istilası Anadolu’yu İslâm dünyasının geniş iktisadi ve ticari faaliyetleri çerçevesine sokmakla, bu ülkenin tarihinde yeni bir devir açıldı. Ancak cenuptaki medeni İslâm memleketleriyle şimal kavimleri arasında cereyan eden ticari mübadeleler için siyasi engeller ortadan kalkarak Anadolu yolu büyük bir ehemmiyet kazandı. Fakat bu vaziyet, Selçuk istilası vuku bulur bulmaz birden teessüs edemedi. Bunun için önce Bizans ve Haçlı taarruzlarını kırmak ve rakip hanedanları ortadan kaldırarak Anadolu’da milli birliği kurmak gerekiyordu. Gerçekten ancak bu şartların sağlandığı XII. asrın sonlarına doğrudur ki, Türkiye’de ticari faaliyetler geniş bir ölçüde başladı ve memleket her türlü medeni gelişmeler için imkân bulabildi. Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri sırasında Akdeniz ticaretinde vukua gelen inkılap da, Türkiye’de şimal-cenup istikametinde tekasüf eden ticari faaliyete muvazi olarak şark-garp istikametinde, ikinci bir faaliyetin doğmasına sebep oldu. Selçuklulardan önce İslâmlar, Hıristiyanlara karşı karalarda gerilerken, denizlerde bir müddet daha mevkilerini muhafaza edebilmişlerdi. Fakat X. asrın sonlarında İslâmlar, fatih Türkler sayesinde karalarda tekrar ilerlemeye başladıkları zaman denizlerde sür’atle çekilmeye mecbur kaldılar. Bu suretle, evvelki devrin aksine olarak, Akdeniz ticareti tamamıyla Hıristiyan kavimlerin eline geçti. Bu ticari faaliyetler, garpta iktisadi ve medeni hayatın gelişmesine ve yükselmesine, binaenaleyh Hıristiyan ve Müslüman kavimler arasında geniş bir nispette münabebetlerin başlamasına, fikri sahada olduğu gibi, maddi mahsuller hususunda da büyük bir ölçüde müdadelelere yol açtı. İşte o zamanki medeni dünyanın ortasında bulunan Türkiye’nin milletlerarası bir köprü haline gelmesi bu umumi şartların bir neticesidir.
Selçuk Türkiye’sinde cereyan ettiğini müşahede ettiğimiz büyük ticari faaliyetlerin birinci saiki, bu umumi şartların Türkiye lehinde gelişmesi ise, ikincisi hiç şüphesiz, Selçuk Devleti’nin güttüğünü gördüğümüz çok dikkate şayan iktisadi ve ticari siyasetidir. Filhakika II. Kılıçarslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaaddin Keykubad gibi bu devrin büyük ve ileri görüşlü sultanlarının, bu umumi şartların ehemmiyetini tamamıyla kavrayarak, iktisadi ve ticari faaliyetleri artırmak için çeşitli vasıtalara, birçok koruyucu ve teşvik edici tedbirlere başvurduklarını görüyoruz. Onlar fetihlerini, ticaret yollarını emniyet altında bulundurmak, iktisadi gayeleri ilk plana almak suretiyle yapmış ve ona göre ayarlamışlardır.
Bu gaye, bizzat devrin kaynaklarında da açık olarak gösterilmektedir. Sinop ve Antalya gibi memleketin giriş ve çıkış limanlarında ticari mübadeleleri kolaylaştırmak ve geliştirmek için, bu şehirlere büyük sermayeli tüccarlar yerleştirdiler ve onlara her türlü yardımlarda bulundular. Türkiye’ye gelen yabancı tüccarlara imtiyazlar verdiler, en az bir gümrük tarifesi tatbik ettiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan veya emtiası denizde batan tüccarların malları devlet hazinesinden tazmin edilmekte idi ki, bu Selçuk Devleti’nin bir devlet sigortası tatbik ettiğini gösterir. Bu keyfiyet, dünya ticareti tarihi için de çok ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihiyle uğraşanlar, sigorta müessesesinin zuhurunu ancak XIV. asra, Ceneviz ve Venediklilere kadar çıkarmaktadırlar. Devletin giriştiği bu tedbirler arasında ticaret kervanlarının, bazı yollarda, askeri müfrezeler idaresinde sevk edilmesi, tenha yerler ve geçitler gibi tehlikeli sahalarda muhafız kuvvetler bulundurması keyfiyeti de dikkate şayandır. Gerçekten bir Orta Çağ devleti ne kadar kuvvetli ve asayişi ne kadar sağlam bir surette temin etmiş olursa olsun, o zamanki şartlara göre zengin emtia nakleden kervanların hudutlarda düşman çapulcularına, içerilerde göçebe ve eşkıya baskınlarına hedef teşkil edecekleri gözönüne getirilecek olursa, bu tedbirlerin lüzum ve ehemmiyeti kendiliğinden anlaşılır. Esasen buna Selçukluların tesirinde bulunan çağdaş diğer bazı komşu devletler de rastlamaktayız.[2]
II.
İşte Selçuk kervansaraylarının vücut bulması, kısaca işaret ettiğimiz bu umumi şartların ve güdülen bu ticari siyasetin bir neticesidir. En ehemmiyetli Selçuk kervansarayları, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Anadolu’yu şark-garp, şimal-cenup istikametinde kateden iki büyük milletlerarası ticaret yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu yollardan şark-garp istikametinde olanı Antalya ve Alâiye’den başlayarak Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a varır. Moğollar zamanında Küçük Ermenistan’ın ticari ehemmiyet kazanması neticesinde, orada, Ceyhan nehrinin biraz şarkında bulunan Yumurtalık (Ayas-Lajazzo) limanı inkişaf ederek Antalya’ya rakip olmuştu. Buradan Türkiye’ye giren Garp emtiası, Küçük Ermenistan içinden geçerek Konya veya Kayseri istikametlerinde Türkiye’ye gelir ve ana yolla birleşirdi. Konya-Akşehir istikametinde giden ikinci derecede bir yol İstanbul’a ve Garp Anadolu vadilerine vasıl olurdu. Tarihi kaynaklara ve bugünkü harabelerine göre bu yol üzerinde bulunan başlıca kervansaraylar şunlardır: Alaiye civarında Şerefzah Han’ından (II. Keyhusrev) şimale doğru menzil menzil sıra ile Evdir Han (I. İzzeddin Kaykavus), Kırkgöz Hanı (II. Keyhusrev),[3] Susuz Han ve İncir Hanı[4] (Burdur ve Isparta civarında, II. Keyhusrev), Uluborlu’ya bağlı Dadil köyünde Er-tokuş (I. Keyhusrev-I. Keykubad zamanı),[5] Akşehir’in garbında İshaklı Hanı (Sahib Fahreddin Ali),[6] Akşehir ile Ilgın arasında Altun- aba (Argıt Hanı)[7] gibi kervansaraylar vardır. Konya, Aksaray ve Kayseri arasında Zencirlü, Obruk, Kaymak, Zazatin (Sadeddin Köpek), II. Kılıçarslan, Alaaddin Keykubad, Aksaray-Ürgüp arasında Hoca Mesud, Alai (Nevşehir yolunda), Pervane, Ağzıkara, Latif kervansarayları bulunmaktadır.[8] Şimal-cenup istikametindeki yol Türkiye’ye, Mısır, Suriye veya Avrupa limanlarından deniz vasıtasıyla gelindiğine göre Antalya, Alâiye ve Yumurtalık vasıtasiyle dahil olur; Kayseri’den Sivas’a kadar birinci yolla birleşir; veyahut Suriye, Irak karayolu Elbistan-Kayseri istikametinde devam ederek Sivas’tan Tokat vasıtasıyla Sinop, Samsun limanlarına, oradan da deniz yoluyla, şimalin Kırım sahilinde en mühim limanı olan, Suğdak’a vâsıl olurdu. Bu yol, Elbistan’da Malatya, Diyarbekir vasıtasıyla Şarkî Anadolu ve Irak’a ikinci bir kol verir. Bu ana yol üzerinde Kayseri’nin 40 kilometre şarkında Karatay, Kayseri ile Sivas arasında, Kayseri’den 40 kilometre ileride, Sultan Hanı (I. Keykubâd), Lala; Sivas ile Tokat arasında sıra ile Yenihan (İlhaniler zamanı), Çiftlik Hanı, Tokat ile Zile arasında Hatun Hanı (Pazar Hanı, II. Gıyâseddin Keyhusrev), daha ileride Âzine-Pazar Hanı[9] gibi meşhûr kervansaraylar mevcuttur ki, bütün bunlar ve bulundukları yollar ciddî arkeolojik tetkiklere muhtaçtırlar. Bu büyük kervansarayların hemen hepsinin XIII. asra ait olması bu devrin iktisadî ve ticarî vaziyetinin ne kadar ehemmiyet arz ettiğini göstermeye kâfidir.[10] Filhakika kervansarayların vücut bulması ile ticarî faaliyetler arasında sıkı bir muvazilik göze çarpar. II. Kılıçarslan zamanında siyasî gelişme ile birlikte ticarî faaliyetler sür’atle inkişafa başlarken bununla ahenkli olarak kervansarayların da inşa edildiği görülmektedir.
Sultanlara ait ilk kervansaray, II. Kılıçarslan tarafından Aksaray civarında yapılmıştır.[11] Bu hâdise, bu sultanın Aksaray şehrini kurarak burada büyük binalar, saraylar, medreseler inşa ettirmesi, oraya Azerbaycan vesair yerlerden Müslüman halkı, gâzîler, âlimler, tüccarlar getirerek yerleştirmesiyla alâkalıdır.[12] Bundan sonra aynı sebepler dolayısıyla kervansaray inşası sür’atle ilerler ve XIII. asrın ikinci yarısına kadar devam eder. II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında, hükümdarın zayıf bir şahsiyet olmasına rağmen, ticarî zaruretler ve iktisadî gelişmeler dolayısıyla, babası Keykubâd zamanındaki gibi kervansaray yapma işleri bütün hızıyla devam etmiştir ki, bunu bu devre ait kervansarayların kitâbeleri göstermektedir.
III.
Selçuk kervansaraylarının yapıldığı yerler ve bulundukları yollar ile mimarî vaziyetleri gibi hususlar üzerinde duracak değiliz. Burada onların tarihî ehemmiyet ve rollere hakkında kaynakların verdiği haberler nispetinde malûmat vereceğiz. Bu yalnız Selçuk kervansarayları için değil, şimdiye kadar hiç araştırılmamış olan diğer devirlere ait kervansarayların mahiyetini anlamak bakımından da faydalı olacaktır.
Selçuk kervansarayları askerî bakımdan haiz oldukları ehemmiyet dışında, yukarıda işaret ettiğimiz ticarî siyâset icabı olarak, iki mühim gayeyi gözönünde bulundurmak suretiyle inşa edilmişlerdir:
1. Zengin ticarî emtia nakleden kervanlara, hudut civarlarında düşman çapulcularından, göçebe ve eşkıya baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak. Bundan dolayıdır ki, bunlar müstahkem surlarla çevrilmiş; surları üzerinde kule ve burçlar inşa edilmiş; kapıları demirden yapılmış ve bu suretle her türlü tehlikelere karşı koyabilecek bir müdafaa tertibatıyla teçhiz edilmişlerdir. Kervansarayların sağladığı emniyeti, haiz oldukları müdafaa kudretini anlamak ve ticarî faaliyetlerdeki rollerini meydana koyabilmek için Kerimeddin Aksarayî’nin zikrettiği bir vaka bu bakımdan bizim için çok ehemmiyetlidir: Konya-Aksaray yolu üzerinde (Aksaray’a bir menzil mesafede) bulunan Alâaddin Keykubâd Hanı, Karamanlılar ile Memreş adlı bir Türk beyi arasında vuku bulan bir muharebede tahribe uğramış ve iki burcu yıkılmıştı. Bu yıkıklık dolayısıyla Konya-Aksaray yolu, emniyetsiz bir hale geldiğinden, birkaç yıl işlemez oldu. Bu sırada (XIV. asrın başları) müellif Kerimeddin, Gazan Han’ın yarlığı ile Selçuk ülkesi vakıflarına nâzır olunca, yıkılan bu iki burcu yaptırdı ve sâyede yol eski revnakını kazanarak işlemeye başladı. Fakat bu defa, Anadolu’da zulmüyle meşhûr olan, Moğol kumandanı İrincin kendisine karşı ayaklanan İlyas adlı bir Türk bey ile mücadeleye girişti. İlyas İrincin’e karşı dayanamadığı için bu kervansaraya sığındı.
Moğol kumandanı, İlyas’ı teslim almak maksadıyla iki ay kadar kervansarayı muhasara etti; 20,000 kişilik okçu kuvvetler yanında zamanın taş atan arrâde, ateş saçan neffâte ve mancınıklar gibi bütün muhasara silâhları ile gece gündüz uğraştı ise de kervansarayı düşürmeye ve İlyas’ı elde etmeye bir türlü muvaffak olamadı.[13] Bu malûmat, bize kervansarayların yolların emniyeti bakımından oynadıkları rolü göstermeye kâfidir. Esasen bugünkü vaziyetleri de, bu keyfiyeti tamamıyla teyit edecek mahiyettedir. Bu münasebetle yolların korkulu ve geçit yerleri Osmanlılarda olduğu gibi Selçuklularda da devlet tarafından muhafız askerlere veya vergi muafiyeti karşılığı civardaki köylü halka tevdi edildiği veya bu türlü yerlerde, yolların ehemmiyetine göre kervansaray veya zaviyeler inşa edildiği görülmektedir. Artuk oğulları zamanında (560 hicri) Ahlat’tan Bitlis’e doğru yapılan büyük yolun üzeri de köprüler ve köprülerin başlarında fonduk (han)lar yapıldı ki, Bitlis altındaki fonduk üç yüz yolcuyu, hayvanlarını ve bu nispette emteayı alacak bir durumda idi.[14] Eflaki’nin bir fıkrası yolların emniyeti için kervansarayların ne kadar ehemmiyetli ve zaruri telakki edildiğini meydana koymak için burada zikre layıktır: “Birgün Sivaslı Fahreddin Sivas’tan gelmiş, Muineddin Pervane ve başka emirlerle birlikte Mevlana’yı ziyarete gitmiş; Mevlana ona gelişinin hangi konaktan olduğunu sorunca Fahrettin: ‘Emir Pervane hanından’ geldiğini söylemiş. Mevlana ona bu yol üzerinde Pervane’nin hanı olup olmadığını sorunca o, ‘Evet vardır, onun zamanında emniyet ve asayiş o derecededir ki, kervan hangi sahraya konarsa konsun orada korkusuz konaklayabilir’ demiştir.”[15]
2. Kervansarayların hedef tuttuğu ikinci mühim gaye de, yolcuların kondukları veya geceledikleri yerlerde, her türlü ihtiyaçlarını temin etmek idi. Gerçekten bu maksatla kervansaraylarda vücuda getirilen tesisler çok dikkate şayandır. İçlerinde yatakhaneleri, aşhaneleri, erzak anbarları, ticari eşyayı koyacak depoları, yolcuların hayvanlarını koyacak ahırları, samanlıkları, yolcuların namaz kılmaları için mescitleri, misafirlerin yıkanması için hamamları, şadırvanları, hastaneleri ve hatta, kayıtlardan çıkarabildiğimize göre, eczaneleri, yolcuların ayakkabılarını tamir ve fakir yolculara yenisini yapmak için ayakkabıcıları, hayvanları nallamak için nalbantlara varıncaya kadar her ihtiyacı karşılayacak teşkilat ve tesisleri ve bütün bunları, bunlara dair gelir ve masrafları idare edecek divan (büro) ve memurları vardı. Bu büyük yollar üzerinde yapılan ve umumiyetle yapıcıları Selçuk sultanları ve devlet adamları olan bu muazzam kervansaraylar, hep vakıf idiler ve maddi büyüklükleri ve teşkilatları nispetinde de zengin vakıflara maliktiler. Bu suretle bu kervansaraylara inen tüccar ve sair her türlü yolcu, zengin olsun fakir olsun, orada her türlü ihtiyacını meccanen görebilirdi. Vakıa tarihi kaynakların azlığı ve henüz çoğuna ait vakfiyelerin elimize geçmemesi dolayısıyla hepsinin vakıf olduğunu bugün için vesikalandırmak mümkün değilse de mevcut kayıtlar ve devrin hususiyeti bu teşmilin tamamıyla hakikate uygun olacağını göstermektedir.
IV.
Kervansarayların vakıfları hakkında Aksarayi’nin, yukarıda, Aksaray civarında bulunan I. Alaaddin Keykubat hanına dair verdiği malûmat dikkate şayandır. Vakıf gelirlerinden iki burcunun 10.000 dirhem yani harpten önceki Türk parasıyla 20.000 lira[16] ile tamir edilmesi vakıf gelirinin ehemmiyeti ve bir kervansarayın inşası için sarf edilen meblağ hakkında bize umumi bir fikir verebilir. Aynı suretle, Keykubad’ın Kayseri-Sivas yolu üzerinde yaptırdığı diğer kervansarayın (Sultan Hanı) da vakıf olduğunu biliyoruz. Aksaray civarındaki kervansarayın (Sultan Hanı)[17] büyüklük ve mimari bakımdan aynı olan bu kervansaray, kitabeleri olmaması dolayısıyla kime ait olduğu, hangi devir ve tarihte yapıldığı şimdiye kadar anlaşılamamıştır.[18] Halbuki Memlûk Sultanı Baybars’ın Anadolu seferinden bahsederken Kalkaşandi, el-Omarî ve Baybars tarihi müellifi bunun da Keykubad’a ait ve vakıf olduğunu beyan ederler. Bu müellifler, Baybars’ın Kayseri’den ordusuyla ve birtakım Selçuk devlet adamlarını yanına alıp döndüğünden bahsederken, Alaaddin Keykubad kervansarayının Karatay kervansarayından daha büyük olduğunu, sultanın, ordusuyla, burada konakladığını, hana ait büyük vakıflar mevcut olup, bunlar arasında kuzuları kervansaraya gelen yolculara kesilmek için civarında birtakım vakıf koyun sürülerinin beslendiğini, sultanın askerlerinin bunlardan kesip yediğini söylemişlerdir ki, bu malûmat çok dikkate şayandır.[19] Ehemmiyeti dolayısıyla aşağıda üzerinde fazla duracağımız Karatay kervansarayından başka vakıf olduğunu mevsuk olarak bildiğimiz kervansaraylar Altun-aba ve Er-tokuş kervansaraylarıdır. En eski Selçuk kervansaraylarından (vakfıyesi 598’de) olan ve Akşehir ile Ilgın arasında inşa edilmiş bulunan Altun-aba kervansarayı, onun Konya’daki medresesi ve başka vakıfları için yaptırdığı, vakfiyesinde zikredilmektedir. Fakat kervansarayın pek ehemmiyetli olmaması dolayısıyla olacaktır ki, orada yalnız kervansaraya gelen fakir yolcuların ısınması ve hanın aydınlatılması için gereken odun ve bezirden ve hancıya verilecek ödenekten bahsolunmaktadır.[20]
Vakfıye Konya ile Gorgorom (Beyşehir) yolu üzerinde, Konya’da yerleşmiş Tebrizli tacir Hacı Bahtiyar bin Abdullah’a ait başka bir vakıf kervansaraydan daha bahsedilmektedir ki, bunun da burada zikri faydalıdır. Mürarezeddin Er-tokuş’un vakfıyesi onun medrese, mescit ve kervansaray gibi vakıflarına ait ise de, ölümünden çok muahhar olan bu vesikada onun bu evkafı ve bu arada kervansarayı hakkında hiçbir tafsilat vermemektedir.[21]
V.
Selçuk kervansarayları hakkında, tarihlerin ve vakfıyelerin verdiği bu kayıtlar mühim olmakla beraber, bu muazzam âbidelerin tarihi mahiyetlerini, teşkilat ve işleme tarzlarını kafi derecede meydana koyacak bir kıymet taşımazlar. Halbuki Celaleddin Karatay tarafından yaptırılan Karatay kervansarayı hakkında, gerek tarihi kaynaklar ve gerekse büyük bir tarih eseri olarak, zamanımıza kadar gelen vakfıyesi dolayısıyla, çok daha geniş bir bilgiye sahip bulunuyoruz. Bilhassa vakfıyesi, yalnız Karatay kervansarayı değil, bütün Selçuk kervansaraylarının mahiyetlerini meydana koymak için büyük bir kıymet taşımaktadır. Bundan dolayı diğer büyük kervansaraylara ait vakfiyeler, bir gün elimize geçecek olursa, bu devir tarihi hakkında çok mühim vesikalara malik olacağız demektir. XIII. asırda çok faal bir vaziyette olan (inşası 1240’ta) Karatay kervansarayı hakkında, diğer kaynakların kısa kayıtlarından[22] sarfı nazar, en iyi malûmat El- Omarî ve Kalkaşândî’nin eserleridir. Baybars’ın Kayseri seferinde orduda bulunan Muhiddin bin Abdüzzahir bu seferinden bahsederken, yolda uğradıkları mezkur kervansarayın da güzel bir tasvirini yapmıştır. Abdüzzahir’in mektubu Kalkaşandi tarafından aynen nakil ve El-Omari tarafından da hülasa edilmiştir. Buna göre “Hanın surları ve surlar üzerinde, köşelerde, kuleleri olup büyüklüğü yüksekliği dolayısıyla en güzel binalardan biridir. Duvarları yontma ve mermer gibi cilalı kırmızı taşlardan yapılmış olup, üzerlerinde, kalemle emsalini resmetmek imkânsız olan, nakışlar ve resimler vardır. Kapısının dışında iki kapı arasında kaldırımla döşenmiş, Rabaz[23] gibi müstahkem surlarla çevrili bir yer vardır ki, burada dükkânlar bulunur. Hanın kapıları en iyi demirden yapılmıştır. İçerisinde yazlık köşkler (Evavinü’s-sayfiyye), kışlık mekânlar vardır. Kervansarayın güzelliğini, mahiyetini oradan geçmedikçe tasvir etmek imkânsızdır. Yaz ve kış, içinde her şeyi bulmak mümkündür. Kervansarayda hamam, hastane (bimaristan), ilâçlar, yatak ve yemek takımları ve ahırlar vardır. Her yolcu derecesine göre misafir edilir. Sultan yani Baybars, oradan geçerken kervansarayda misafir kaldı. Buna ait büyük vakıflar vardır ki, bunlar civarında ve başka beldeler de bulunur. Hanın gelir ve masraflarına ve vakıf gelirlerine bakmak için orada daireler (devavin), memurlar ve katipler mevcuttur. Tatarlar bunun gelirine dokunmadıkları için eskisi gibi işlemeye devam etti.”[24] Kaynakların hiçbir kervansaray hakkında vermediği bu dikkate şayan malûmat, vakfiyenin ehemmiyet ve tafsilatına rağmen oradaki bazı eksiklikleri ikmal edecek bir mahiyettedir.
1247 yılında tanzim edilen vakfiye, kervansarayın vakıfları ve masrafları ile onlara ait memur ve müstahdemlerin işlerini idare ve kontrol etmek için mütevelli, müşrif (müfettiş) ve nazır’dan müteşekkil bir heyet tayin etmiştir. Bu münasebetle el-Omari ve Kalkaşandi tarafından zikredildiği halde vakfıyede kaydedilmeyen bazı vazifeler ve müstahdemler bu heyetin salahiyetine bırakılmış demektir.
Vakfın kendisinden sonra kardeşleri ve onların çocuklarına tahsis ettiği tevliyet için vakıf gelirinin altıda biri ayrılmıştır. Müşrife yılda 500 dirhem yani harpten önceki Türk parasıyla takriben 1000 lira ve 50 mudd yani takriben 160 kile (bir kile otuz kilo hesabıyla) buğday maaş tayin edilmektedir.[25] Nazır’ın maaşı da yıllık 360 dirhem ile 24 mudd buğdaydı. Kervansarayda yolcuların namaz kılması için yapılan mescide bir imam ve müezzin tayin edilip bunlardan birincisine yılda 200 ve ikincisine 150 dirhem para yirmi dörder mudd buğday maaş verilmektedir:Vakfıye kervansarayda bir muzîf, bir de hancı hânî gibi vazifeleri birbirine yakın gözüken iki memur tayin etmektedir ki, birincisinin yıllık maaşı 200, ikincisinin 150 dirhem para ve yirmi dörder mudd buğday olduğuna göre, muzîfi’nin mevkii daha üstün olmak icap eder. Filhakika mevki isimlerine nazaran da bunu tayin etmek mümkündür. Bundan dolayı herhalde birincisi, kervansarayın bir nevi içişleri müdürüdür. Gelen yolcuları kabul eden, onların yemek, yatmak ve diğer işlerini idare eden odur. Hancı da hayvanların hizmetine, ahır işlerine bakmaktadır. Vakfıyenin arkasındaki 646 tarihli zeylinde hancının maaşına 50 dirhem daha ilave edilerek 200 dirheme çıkarılmıştır ki, bu aradaki mevki farkı hakkındaki mütalaamıza aykırı değildir. Kervansarayın bir de havayiç memuru (emir havayici) vardır ki, bunun vazifesi şüphesiz hanın erzak ve levazım (ambar) işlerie bakmaktır. Bunun yıllığı, 200 dirhem para ve yirmi dört mudd buğdaydır. Hana gelen hayvanların hastalarına bakmak için orada daimi bir baytar bulundurulmakta ve yılda kendisine 100 dirhem para, 24 mudd buğday verilmektedir. Hanın ve vakıflarının işlerine bakmak için de atlı bir kimse (emir) mevcuttur ki, buna 100 dirhem para, 24 mudd buğday tahsis ediliyor.
Kervansarayda, gelen yolculara parasız yemek pişiren ve dağıtan bir aşhane mevcuttur. Burada yemek pişiren mahir bir aşçıya yılda 200 dirhem para ve 24 mudd buğday maaş tayin ediliyor. Kervansaraya gelen Müslüman-kafir, hür-köle her yolcuya müsavi olarak günde, her okka yüz dirhem itibarıyla üç okka (yani bir kilogram) ekmek, 250 gram pişmiş et ve bir çanak da yemek verileceği şart koşuluyor.[26] Bundan başka bu devrin birçok imaret ve zaviyebine ait vakfıyelerinde gördüğümüz gibi her cuma akşamı bal helvası yapılarak müsavi bir surette bütün yolculara dağıtılması kaydedilmektedir.
Aşhanenin ne kadar yolcuya yemek verebileceği malum değilse de herhalde hanın istiap edebileceği yolcu nispetinde olduğu muhakkaktır. Nitekim mutbak için, vakfiyede, satın alınacağı bildirilen takımlar burada bize bir fikir verebilir. Bu kayda göre, Kervansaraya elli büyük kase çanak, yirmi bakır tabak, yüz büyük odun çanak, elli tahta tabak ve yine bakırdan mamül on büyük, beş orta, beş küçük tencere, iki büyük kazan, iki büyük leğen vesair mutbak takımları alınacaktır. Bununla beraber bu mutbak takımlarının bütün mevcudu gösterdiğine hükmedilemez. Yolcuların ihtiyaçları yanında onların hayvanları için lazım olan arpa ve saman da vakfiyede tayin edilmiştir.
Vakfiye, Kervansaray içinde bir hamamın bulunduğundan bahsetmiyor. Yalnız zeylinde, köydeki hamamını vakfedip kervansaraya gelen yolcuların, köy halkı ve başka yabancıların burada yıkanacaklarını zikrediyor. Bununla beraber diğer emsali gibi bunun içinde de bir hamamın bulunması icabeder. Nitekim, yukarıda zikrettiğimiz, el-Omari ve Kalkaşandi bundan bahsettiği gibi bugünkü vaziyette de harabesi gözükmektedir.[27] Bu, sair hususlarda olduğu gibi vakfiyenin bütün teşkilatı ve memuriyetleri zikretmediği ve bu türlü işleri üç kişilik idare heyetine bıraktığı tarzında izah edilmek icabeder. Köydeki hamamın vakfedilmesi de kervansaraydaki hamamın kifayetsizliği ile alakalı olsa gerek. Vakfiyede köydeki hamamcıya 120 dirhem para ve yirmidört mudd buğday yıllık veriliyor. Bundan başka kervansarayın bir ayakkabıcısı vardır; hana gelen yolcuların ayakkabılarını tamir eder veya ayakkabısı olmayan fakirlere verilecek yeni ayakkabılar hazırlar. Buna yılda 100 dirhem para ve 24 dirhem mudd buğday tahsis edilmiştir. Buna ait malzeme için her yıl ihtiyaç nispetinde deri ve sahtiyan ve hayvanların nallanması için gerektiği kadar çivi ve nal alınmasını üç kişilik heyetin takdirine bırakmaktadır.
Vakfiye, kervansarayda hasta olan bütün fakirlerin oradaki ilâç ve meşrubatla sıhhat buluncaya kadar tedavi edilmesini şart kılmaktadır ki, bu kayıt el-Omari ve Kalkaşandi’nin handa bir hastane (bimaristan) bulunduğu hakkındaki haberini teyit etmekte ve her iki kaynak bu hususta birbirini ikmal etmektedir. Bununla beraber baytar ve maaşı vakfiyede zikredildiği halde bir tabip veya hastabakıcının bulunduğuna dair bir işaret yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, orada daimi bir tabip bulundurmak müşkülatı dolayısıyla, herhalde hastaların vaziyetine göre, eğer hastalık hafif ise bir hastabakıcının nezaretinde basit bir tedavi ile iktifa ediliyor ve eğer hastalık ağır ise Kayseri ve Sivas gibi yakın büyük merkezlerden tabip getiriliyordu. Nitekim Kütahya’da bulunan Germiyanoğlu Yakup Bey’in imaretine ait vakfiye kitabesinde, imarette hasta olana hekim getirileceği, ilâç verileceği ve bunların ücretinin vakıftan ödeneceği zikrediliyor ki, bizim vakfiyenin bu kaydını bu tarzda izah etmek için ehemmiyetlidir.[28] Herhalde bu hususta daha vazıh bilgilere sahip olabilmemiz için diğer büyük Selçuk kervansaraylarının vakfiyelerini elde etmemiz gerekiyor. Diğer taraftan fakir hastalar öldüğü taktirde tekfin masraflarının da vakıf gelirinden ödeneceği şart kılınıyor. Türkistan’da kervansaraylar gelen yolcuların alakalarına göre kütüphane ve satranç takımları da bulunuyordu. Türkiye’deki emsallerinde de olacağını sanıyoruz.[29]
Bundan sonra hanın ve mescidin aydınlanması için gerektiği kadar yağ (zeyt) ve mum ayrıca ısınması için odunun alınacağını üç kişilik heyetin takdirine bırakmıştır. Vakıf Karatay, evkaf gelirinin arttığı taktirde, maaşların (câmekiyyât) arttırılması ve kervansaray için yeni gelir kaynağı olacak mülk ve akarın satın alınmasını şart kılmaktadır ki, bu cihetler, neşrettiğimiz vakfiyede izah edilmiştir. Görülüyor ki, bu tafsilata rağmen, vakfiye, oradaki diğer birtakım vazife ve tesisleri zikretmemiştir. Bu arada el-Omari ve Kalkaşandi’nin burada vakıfların gelirini, kervansarayın masraflarını hesap ve idare eden divan (büro) ve orada çalışan memurlarla dükkânlara dair çok mühim kayıtlara hiç temas etmemiştir. Bunun gibi memur ve müstahdemlerin oturdukları evlerin onlara kira ile mi, kirasız mı verildikleri kaydedilmiştir, iki emsali müesseselerde meccanî olduğuna dair malûmatımız mevcuttur. Diğer taraftan kervansarayda sarf edilen ekmeğin nasıl tedarik edildiğinden bahsedilmiyor. Muhakkak ki, orada vakfa ait bir fırın mevcuttur. Meselâ, 765 tarihli Ali Paşa zaviyesinin ihtiyaçları için orada bir vakıf fırını vardır.[30] Bundan başka yolcuların hamam yapmaları ve yıkanmaları için lazım gelen sabun da zikredilebilir ki, Niksar’da 723 tarihli Ahi Pehlivan zaviyesi hamamı için on ritl sabun tahsis edilmiştir.[31] Bu, kısmen de vakfiyenin kervansarayın ilk zamanlarına ait olması ve zamanla kadrosunun genişlemiş bulunmasıyla ilgili olabilir. Herhalde Mısır müellifinin buradan geçtiği zamanda (1277, yani vakfiyeden otuz yıl sonra) yolun ehemmiyeti nispetinde vakıf gelirinin ve binaenaleyh tesis ve masrafların da artmış olması icap eder ki, bunun vakfiyenin bir-iki yıl sonra zeyli bile göstermektedir.
VI.
Moğollar zamanında Küçük Ermenistan vasıtasıyla yapılan geniş ticari mübadelelerde bu yolun biraz daha ehemmiyet kazanması dolayısıyla kervansarayın da rolünü arttırmış olduğu şüphesizdir. Bu zamanda bu yoldan geçen meşhur İtalyan seyyahı Pegolotti’nin Göksün ile Sivas arasında (şüphesiz Kayseri’ye uğramaksızın) bahsettiği iki kervansaraydan (Gavazara) biri Karatay, diğeri de Keykubad kervansarayı olmak icap eder.[32] Tabiatıyla bütün diğer kervansaraylara nispetle vesika bakımından çok daha iyi bir vaziyette bulunmasına rağmen eldeki malûmat, Karatay kervansarayının bütün faaliyetî tarihini meydana koymaktan çok uzaktır.[33]
Şimdiye kadar ilim alemince meçhul kalmış olan bu tarihi malûmat dahi, bize Selçuk kervansaraylarının ne muazzam bir teşkilata sahip olduğunun, memleketin iktisadi ve ticari durumunun nasıl bir seviyeye eriştiğini göstermek için bir fikir vermeye kafidir. Bu bize, Selçuk tarihi hakkında henüz başlamamış sayılan çalışmaların ne kadar ümit verici neticeler doğuracağına da bir işaret sayılabilir.
Bu kervansaraya ait masrafları karşılamak için ona yapılmış olan vakıflar da dikkate şayandır. Kervansaraya, o civarda bulunan üç köy vakfedilmiştir ki, bunlardan biri, hanın arazisi içinde bulunduğu Sarahor köyüdür. Bu köy, sahibine veya kervansaraya nispetle bilâhare Karatay (Karadayı) adını almıştır. Bundan başka, biri Kayseri’de, öteki Behramşah Karahisarı’nda olmak üzere, iki han da kervansarayın mevkufları arasında idi. Diğer taraftan Kayseri şehrinde kira getiren on ev, şehir civarında 36 parça arazi, iki çayır ve Kayseri civarında Selçuk ordularının geçit ve bayram merasim ve eğlencelerinin yapıldığı ovada kâin, Meşhet kasabasındaki dört ev, bir fırın, 19 tarla, kervansarayın bulunduğu Karatay köyünde kira getiren 15 dükkân ve sayısı bildirilmeyen birtakım evler de bu vakıflara dahil idi. Vakfıye gelirin artmasıyla yeni emlak ve akarın satın alınarak bu vakıflara ilâve edileceğini söylemesi, zamanla vakıfların çoğaldığını tahmine imkân vermekte ise de, bu hususta fazla bir şey bilmiyoruz. Yalnız vakfiyenin zeylinde bu şartın tahakkuk ettiğine dair kayıtlar mevcuttur.
Bu malûmat bir kervansarayın ne kadar bir geliri istihlak ettiğini ve bütün Selçuk kervansaraylarında memleketin umumi servetinden ne büyük bir yekûnun yolcular hesabına kullanıldığını gösterir. Burada, yolcuların büyük bir kısmının yabancı olması dolayısıyla, bu istihlakin memleketin umumi menfaati bakımındn bir zarar teşkil edip etmeyeceği hatıra gelebilir. Fakat şurasını unutmamak icap eder ki, Selçuk Devri’nde iç ve dış ticarette gördüğümüz büyük faaliyetler, bu kervansaraylar olmaksızın bu derecede inkişaf edemezdi. Bu ticaretin doğrudan doğruya veya dolayısıyla yarattığı iktisadi imkânların büyüklüğü gözönüne getirilecek olursa kervansarayların memleketin umumi menfaati bakımından oynadıkları rol daha kolay anlaşılır ve o zaman için bunun zaruri bir iktisadi tedbir olduğu da meydana çıkar. Yalnız şu kadarını gözönüne getirmekle iktifa edelim ki, Türkiye’nin hakiki inhitatı bu yolların milletlerarası ehemmiyetten düşmesiyle başlar. Bu da Doğu-Batı ticaretinin Akdeniz’den okyanuslara intikali, Türkiye’yi çeviren İslâm memleketlerinin siyasi ve medeni gerilemeleri ile, XV. asırda başlar. Nitekim XVI. asırda yalnız milletlerarası ticaret bakımından değil, Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasının yollar üzerinde husule getirdiği neticeler dolayısıyla da, bu yol tamamıyla ticari ehemmiyetini kaybettiği için bu asra ait Osmanlı tahrir defterinde kervansaray basit bir zaviye olarak mevcut bulunmaktadır. Köyün nüfusu 800 kişiye indi; halbuki bugünkü nüfuk 485’tir. XIII-XIV. asra nazaran bir inhitat manzarası arz eden Anadolu’nun XVI. asırda bugünkünden daha kesif olduğunu ileri sürmemizi mümkün kılacak diğer misaller de mevcuttur.
Kervanların geçtiği kasabalar gibi konakladığı kervansarayların civarı da, küçük bir ticaret merkezi haline gelirdi. XIII. asırda, Suriye, Irak, Şarki Anadolu ve Ermenistan’dan Kayseri, Sivas istikametinde ilerleyen yolların kavşağında bulunan Karatay kervansarayı civarı da böyle bir merkez idi. Kervansarayın inşasından sekiz sene sonra orada on beş dükkân ve kira getiren evlerin bulunması, bu ticari faaliyet hakkında bize bir fikir verebilir. Bratianu’nun sırf kervansarayın bulunmasına dayanarak burasını bu asırda büyük bir ticaret merkezi diye vasıflandırması, biraz mübalağlı olmakla beraber, yerinde bir tahmindir.[34] Tokat ve Zile arasında, Sivas’tan Karadeniz limanlarına giden büyük yol üzerinde bulunan Pazar hanı ile Azine Pazar hanı gibi hanların isimleriyle buralarda birtakım pazarların (panayır) ve bunun neticesi olarak da bazı kasabaların meydana geldiği muhakkak olarak kabul edilebilir. Evliya Çelebi, Azine pazarının kaza olduğunu ve orada mamur bir han bulunduğunu söyler (III, s. 327). Yine onun Sivas’ın bir menzil şimalinde Sivas Yenişehri hakkında verdiği malûmat, yukarıda kaydettiğimiz yeni hanın yerinde vücut bulması dolayısıyla zikre şayandır. Bin haneli güzel bir Müslüman şehri olduğunu, bir camii, iki mescidi, bir hamamı, bir mekteb-i sibyanı ve taştan muazzam bir hanı bulunduğunu, kervansarayın yüz tavla at aldığını, hanın önünde yolun her iki tarafında elli dükkân mevcut olduğunu, Sivas’la Tokat arasında bir menzil olduğundan günden güne büyüdüğünü, çarşı ve hanın iki başında kale kapısı gibi büyük kapıları bulunduğunu zikrettikten sonra, eskiden korkulu ve derbent yer olması dolayısıyla hâlâ burada oturan halkın örfî vergilerden muaf olduğunu söyler (III, s. 236). Konya-Kayseri arasında çok daha faal bir yol üzerinde bulunan kervansarayların da, aynı çeşit ticari faaliyetleri ve netice olarak, bazı kasabaları meydana getirdiği kabul edilirse de maalesef kaynakların yokluğu sarih bir şey söylemeye manidir. Yalnız Sadetin Köpek (Zazatın) kervansarayı civarında bazı köşklerin mevcudiyetini biliyoruz ki, bu yukarıdaki tahminimizi teyit eder bir kayıttır.[35]
VII.
Selçuk kervansaraylarının tarihi mahiyeti hakkında verdiğimiz bu malûmatı ikmal edebilmek için, bunların menşeileri meselesine kısaca temas etmek faydalıdır. Şüphesiz bunlar daha evvel İslâm dünyasında kurulan ribâtlar’ın bir devamından başka birşey değildir. Bundan dolayı Selçuk Devri’ne ait kronik, kitabe ve vakfiye gibi kaynaklarda bunlara kervansaray, han kelimeleriyle müteradif olarak ribât da denilmektedir. Ribâtlar, umumiyetle İslâm dünyasının hudutlarında, askeri gayeler için, yapılmış müstahkem yerlerdir. İslâm memleketlerinin her tarafından gönüllü askerler, gaziler cihad yani İslâmiyet uğrunda muharebe yapmak için hudutlardaki bu müstahkem yerlerde barınırlar. İçlerinde yatacak, yiyecek yerleri, anbarlar, mescit ve hamamlar, hayvan ahırları bulunan bu ribâtlar hudutlarda bir müdafaa sistemi halinde devam ederlerdi. Bundan dolayı müstahkem surlarla, surlar üzerinde kulelerle teçhiz edilirlerdi. Düşmanı tarassut eden kulelerinde ateş ile verilen işaretler sayesinde, uzak hudut boyları arasında süratle haberleşmek mümkün olur ve düşmanın vaziyetine karşı alınacak tedbirler bildirilirdi. Bu ribâtlar, vaziyete göre devletin veya malını cihat uğruna tahsis eden zenginlerin büyük vakıflarıyla beslenirdi. Arap coğrafyacıları, yalnız Maveraünnehir’de 10.000 ribât bulunduğunu söylerler.[36]
İslâm hudutları daha ileri ülkelere gittikleri zaman tabiatıyla bu ribâtlar, askeri mahiyetini kaybederek vakıfları ve eski teşkilatıyla yolculara mahsus bir kervansaray halini alırlardı ki, kervansarayların ribât adını alması bununla ilgilidir. Mamafih İstahrî, daha X. asırda Türkistan’da yolculara ve hayvanlarına meccanen bakan ribâtların mevcut olduğunu söylüyor. Ona göre Maveraünnehir halkı kadar misafirperver ve dindar halk yoktur. Misafirleri kabul etmek için İbn Batûtâ’nın Anadolu’daki Ahiler hakkında dediği gibi, birbirleriyle münazaa bile ettiklerini, başka İslâm ülkelerinde zenginlerin çoğu malını zevklerine, mezmum işlere sarf ettiği halde, buradaki servet sahiplerinin mallarını hayır ve cihat uğrunda harcadıklarını, yolları imar ve tenha yollarda ribâtlar vücuda getirdiklerini, hiçbir belde, bir köy, yol giden bir çöl veya yolcuların konakladığı bir yer yoktur ki, orada bir ribât yapmamış olduklarını, bunların ekserisinde yolcuların meccanen yeyip yattıklarını, hayvanlarını yemlediklerini söyler. Hatta o, Semerkant mıntıkasında bulunan bir menzile çok defa birden yüz, iki yüz yolcu hayvanlarıyla birlikte konup meccanen yeyip yattıklarını, sahibinin bundan üzülmek değil memnun olduğunu, burasının yüz yıldan fazla kapısının kapanmadığını hayretle zikreder.[37] Makdisî de, Türkistan’daki ribâtlardan bahsederken, Espicap’ta 2700 ribât bulunduğunu, şehirdeki Karatekin ribâtının vakıflarından aylık gelirinin yedi bir dirhem olduğunu, bunun fakirlerin ekmek ve yemek parasına sarf edildiğini yazar.[38] Görülüyor ki, bütün hayır işlerinde olduğu gibi, askeri gayeler dışında, yolcuların meccanen yemek ve yatmaları için kervansaray (ribât) inşası an’anesi İslâm aleminde en fazla Türkistan’da inkişaf etmiş idi. Selçuklular, birçok an’anelerle birlikte bu kervansaray an’anesini de Türkistan’dan getirmişler ve İslâm aleminde, her sahada olduğu gibi bu hususta da, takip ettikleri devletçilik zihniyetiyle, imparatorluklarının her tarafına yaymayı devletin menfaati icabı saymışlardır ki, Osmanlı İmparatorluğunun şayanı dikkat bir maharetle tatbik ettiği devletçilik Selçuklularla başlayan bir hareketin gelişmesinden başka bir şey değildir. Bu, İslâm tarihinde Selçuk istilasının, üzerinde durulması gereken, ehemmiyetli neticelerinden biridir. Yukarıda Türkiye Selçuklularının bahsettiğimiz iktisadi ve ticari siyasetleri ve bu arada kervansaray inşa etmeleri keyfiyeti de bunun bir tezahürüdür. Nizamülmülk kervansaray inşa edilmesini, kariz yapmak, kanal açmak, köprü kurmak, köyleri imar, şehir ve kaleler inşa etmek, talebeler için medrese vücuda getirmek gibi işlerle birlikte, Selçuk padişahlarının vazifeleri arasında sayar.[39] Filhakika bu keyfiyet, bize kadar kalan eserlerle müşahede edilebileceği gibi İslâm müelliflerinin müttefikan rivayetleriyle de meydana çıkmaktadır.[40] Bundan dolayı kervansaray an’anesinin Yakın Şark’ta inkişafı, Selçukluların ve ondan doğan Türk devletlerinin eseridir. Fakat bu husustaki faaliyetlerin en çok inkişaf ettiği saha, Selçuk Türkiyesi’dir. Bu, yukarıda belittiğimiz gibi, memleketin coğrafî ve ticari mevkiile ilgili olduğu gibi, Türkistan ve Türkiye münasebetleriyle, dolayısıyla etnik durumda yani Türk geleneğini en iyi yaşatacak şartları haiz olmak ile de alakalı olmalıdır. Yine Nizamülmülk diyor ki, padişah ordusuyla hareket ettiği zaman konak yerlerinde halka zahmet edilmemesi için bu gibi yerler padişahın hasları haline konmalı ve bu gibi yerlerde yapılan ribâtlar (kervansaray) civarı ordunun konak yeri olmalıdır.[41] Bu, Selçuk kervansaraylarının askeri ehemmiyet ve gayelerini de meydana koymak bakımından şayanı dikkattir. Filhakika Karatay kervansarayı. Selçuk ordularının doğu ve batı hareketlerinde konakladığı bir yer olduğu gibi Memlüklar Sultanı Baybars da Anadolu’ya gelirken ordusu ile burada misafir olmuştur.
Yukarıda Aksaray civarında bulunan Alaaddin kervansarayından, orada vuku bulan muharebeden bahsetmiştik ki, bu da onun ordu için bir konak olmasıyla izah edilmek icabeder. Moğol Kumandanı Baycu’nun Eyyuphisan civarında bulunan Kılıçarslan ribâtında (yanında) kışladığı, Kongurtay’ın aynı havalideki Pervane ribâtı etrafında karargah kurduğu hakkındaki kayıtlar, kervansarayların ordunun emniyeti ve ihtiyaçlarını sağlaması bakımından gördükleri hizmetlerle ilgilidir.[42] İbn Bibi’nin kervansaraylar hakkında verdiği kayıtların da, hemen hep askerî hareket ve seferler dolayısıyla meydana çıkması manalıdır. Esasen yukarıda Karamanlıların ve İrincin’in mücadeleleri dolayısıyla Keykubad kervansarayı hakkında verdiğimiz malûmat, bu ehemmiyeti daha açık olarak ifade etmektedir. Kervansarayların müdafaa vaziyetleri hakkında verdiğimiz malûmat, askerî ehemmiyetleri ve bu emmiyetleri ve bu maksat uğrunda kullanılmış olacaklarını meydana kor. Hususuyla hudutlara yakın olan kervansarayların muharebe zamanlarında, eski hudut ribâtları vazifesini gördüğü muhakkaktır. İbn Bibi, I. İzzeddin Keykavus’un Eyyubilerle yapılan muharebesinden bahsederken esir olan Selçuk askerlerinin hanlara hapsedildiğini, II. Keykavus’un Kılıçarslan’ın askerlerini Alaaddin kervansarayında tevkif ettiğini bildirmekle beraber bu askerî ehemmiyetleri bakımından pek de bir şey ifade etmez.[43] Müdafaa tertibatları dolayısıyla korkulu geçit yerlerinde kervansaray inşa ediliyordu. Osmanlı İmparatorluğu da bu yoldaki faaliyetlere geniş bir nispette devam etmiştir. Fahrettin Mübarekşah yollar, köprüler ve korkulu geçit yerlerinde kervansaray (ribât) inşa edilmesini padişahların vazifeleri arasında zikreder.[44]
Yukarıda Sivas’ın şimalinde bir menzil uzaklıkta bulunan Yeni han hakkında Evliya Çelebi’den naklettiğimiz malûmat Yeni hanın hem Sivas’tan bir menzillik mesafede bulunması hem de korkulu bir derbent olması dolayısıyla bir kervansarayın kurulması için zaruri olan şartları haiz bir yerde vücut bulduğunu göstermektedir.
Ticarî bakımdan ehemmiyetsiz olan küçük yollarda da, hayırseverler tarafından kurulan ve devletin himaye ve teşviklerine mazhar olan zaviye, hanekâh ve imaretler ticarî faaliyetleri hedef tutan hayır müesseseleri olmamakla beraber, yolcuları barındırmaları, kervansarayların vazifelerine bir yardımcı olmaları dolayısıyla burada zikredilebilir.[45]
Selçuk kervansarayları, Osmanlı devrinde, bir taraftan Anadolu’da milletlerarası ticarî faaliyetlerin durması, öte yandan imparatorluk yollarının Selçuk Türkiye’si yollarına mutabık olmaması, bunların ehemmiyetini düşürmüş, birçoğunu az işleyen yollar üzerinde birer zaviye haline getirmişti. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Suriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikametini takip etmiş, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yol ancak bu üç vilayeti bağlayan tali bir yol mahiyetini almıştı. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu, ihtiyaç nispetinde yollar üzerinde Selçuklular gibi kervansaray inşasına devam etmiştir. Böyle olduğu halde Selçukluların hüküm sürdükleri sahalarda yolların değişmiş olmasına rağmen, bu türlü bir inşaat gözükmez. Fakat imparatorluğun, yalnız hac yolu olması dolayısıyla dinî değil, askerî ve siyasî ehemmiyeti bakımından da mühim olan İstanbul’dan Suriye’ye giden yol üzerinde, Suriye dahilinde, kervansaraylar bina ettiği gözönüne getirilecek olursa, İstanbul-Suriye arasında, Anadolu’dan geçtiği yerlerde, kervansaray yapıp yapmadığı araştırılmaya muhtaç bir mevzu olarak kalıyor. Suriye’de yapılan bu kervansaraylardan birinin vakfiyesine dayanarak Netâyicü’l-vukuat’ın verdiği malûmat bizim Selçuk kervansarayları hakkında verdiğimiz malûmatı ikmal etmek ve bunların teşkilat ve mahiyetlerini daha iyi belirtebilmek maksadıyla burada zikredilmek icabeder. III. Ahmed zamanında Enişte Hasan Paşa’nın yaptırdığı Kara Mugurt kervansarayının vakfiyesine göre, burası hacca ve bütün Arabistan taraflarına giden yolun bir geçidi iken zamanla köyleri yıkılmış, arazi boş kalmış ve bu havali hırsız ve eşkiya yatağı haline gelmiş olduğundan, Hasan Paşa, halkın refah ve asayişini, yolun emniyetini temin etmek maksadıyla bu yeri yedi bin beş yüz kuruşa satın alarak vakfetmiştir.
Vakıf, orada bir kale, içinde bir cami, iki hamam ve doksan ocaklı bir han, bir mektep, bir imaret, otuz dükkân ve burada vakıf işlerine ve şartlarını ifaya memur mütevelli, katip, vaiz, kayyim, müezzinler ve kale muhafızı olan neferler için evler inşa etmişti. Gelip geçen yolcuları korumak için günde on beş akçe ulufe ile yirmi altı nefer süvari, otuz akçe gündelik ile bir süvari ağası, yirmi akçe ile kethüda, on yedi akçe ile bir alemdar, on altı akçe ile bir çavuş ve kale muhafızı için onar akçe gündelik ile on beş nefer Piyade, on beş akçe ile bir dizdar, on ikişer akçe ile dört kapıcı tayin edildiği gibi, cami, mektep ve imaret memur ve müstahdemlerine de muayyen yevmiyeler tahsis edilmiştir. Bundan başka kervansarayda çalışan bütün insanlara orada pişen yemeklerden verileceği vakfiyede yazılıdır. Kervansarayda yolculara yemek veren imaret için de yılda yüz seksen beş kile pirinç, dört yüz kırk okka sade yağ, üç bin iki yüz okka koyun eti, üç yüz okka bal ve buna mümasil diğer maddeler tayin etmiştir.[46] Bu, kervansarayların imar, iskan ve emniyeti temin bakımından ne büyük bir rol oynadıklarına, kervansarayların nasıl mamureler yarattıklarına güzel bir misaldir.
Sokullu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki kervansarayı hakkında Evliya Çelebi’nin verdiği malûmat bu müesseselerde cari olan usul ve adetleri göstermek bakımından dikkate değer: “Bir bab-ı- azim içre kal’a misal karşu karşuya 150 ocak han-i kebirdir. Haremli, develekli, ahırlı olup sadece ahuru üç binden ziyade hayvan alır. Kapuda daima dîdebanları nigehbanlık ederler. Ba’del’aşâ kapuda mehterhâne çalınup kapu sedd olunur. Dîdebanlar vakıftan kandiller yakup dibinde yatarlar. Eğer nisfülleylede taşradan müsafir gelirse kapuyu açup içeri alırlar; mâhazer taâm getirirler. Amma cihân yıkılsa içeriden taşra bir âdem bırakmazlar; şart-ı vâkıf böyledir. Ta cümle müsafirin kalktıkta yine mehterhâne döğülüp herkes malından haberdar olur. Hancılar, dellârlar gibi: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mıdır’ diye rica edüp nidâ ederler.
Mûsafirin cümlesi ‘Tamamdır; Hak, sâhib-i hayrata rahmet eyleye’ dediklerinde, bevvâplar vakt’i şâfiî iki dervâzeleri güşâde idüp yine kapu dibinde ‘gafil gitmen, bisat gaip etmen, her kesi refik etmen, yürün Allah âsân getire’ deyü dua ve nasihat ederler. Herkes bir cânibe revân olur. Bu hanın garbında vüzera ve vükelâ, âyan ve kibar içün haremli, divan hâneli, yüz elli hücreli, hamamlı, kilerli, matbahlı bir sârây-ı azîm vardır ki, medhinde lisan kasırdır”.[47] Sultan Süleyman namına yazılan kanunnamede kervansaraylar hakkında konulan hükümler Evliya Çelebi’nin ifadesini teyit etmektedir.
“Kervansaraycılar emin ve mutemed kimseler olup her sabah kervansaray halkına icazet vermeden kervansarayda konan halktan istifsar edüp kimsenin rızkı sırkat ve nehb olmadığı malum ve muhakkak olduktan sonra kârbânsaray kapısın açıvere. Ve Kârbânsaraycı bu manâyı eyidüp düstür vermiş olup sonra kârbânsaray halkından kimsene rızkın ve esbabın uğrılandı dise mesmû olmaya. Ve eğer kârbânsaraycı ol manâyı eyitmeden halka düstur vermiş olup ol gice kârbânsarayda konan halkın nesnesi uğrılanmış olup ki, muhakkak ola, kârbânsaraycıdan çun gadr oldu uğrılanan esbabın kıymetini kârbânsaraycıya tazmin ettüreler”.[48]
VIII.
Yollardaki kervansaraylara mukabil şehir ve kasabalardaki hanlar da tüccar ve yolculara mahsus olmakla beraber, bunların tamamıyla ticarî mahiyette ve ücretli müesseseler olduğunu burada belirtmek lazımdır. Elimizdeki bütün vakfiyeler bunu teyit etmektedir. Bundan dolayı bunlara asla ribât (nâdir olarak kervansaray) denilmeyip, sadece han denilmiştir. Şehirlerde ticari ehemmiyetleri nispetinde hanlar vardır. İbn Sa’îd, ana şehirlerden ve büyük merkezlerinden biri olarak vasıflandırdığı, Sivas yolunda (Kayseri-Sivas arası), yolculara mahsus olmak üzere, yirmi dört han bulunduğunu söyler.[49] Orta Çağ’da Sivas’ın 120.000 nüfusu olduğunu[50] bir Bizans tarihçisi söyler ki, bu şehir bütün şark-garp, şimal ve cenup yolları üzerinde büyük bir ticarî merkez idi. Ticarî maksat gütmeyen ilim ve tasavvuf adamları, dervişler ve fakirler için, her şehirden olduğu gibi, Sivas’ta da birtakım zaviyelerin bulunduğunu ve bu türlü misafirlerin hanlarda kalmadıklarını biliyoruz, Eflaki, Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in Konya’ya ilk gelişinde I. Alaaddin Keykubad tarafından davet edilmesi üzerine Bahaeddin’in ona “İmamların ineceği yer medrese, şeyhlerin hânekâh, beylerin saray, tüccarların han, rindlerin zaviye, gariplerin mastaba” olduğunu söyleyerek onun Altun-aba medresesine indiğini yazarken zamanın bu türlü müessese ve bunların gayelerini belirtmiş olur.[51] Bu husus, diğer kaynaklarda ve bunlardan kalan vakfiyelerde tasrih edilmiştir. Şehirlerdeki hanlar yollardaki kervansaraylara benzer bir teşkilata malik idi. Meselâ, I. Keykavus’un Sivas’ta yaptırdığı Dârü’ş-şifâ’nın vakfiyesinde (618 tarihli) orada bulunan Emir Ahur İmadeddin Ayaz’a ait bir fondukta (han) bir mescid’in bulunduğu kaydedilmiştir. Nitekim ticaret maksadıyla şehirde bulunan yabancı tüccarlar arasında bir de Ceneviz kolonisi mevcuttu ki, bunların uzun zaman kiralayıp oturdukları Kemaleddin fondukunda da bir kilise bulunuyordu.[52] Kırşehir’de Caca oğlu vakfiyesi yalnız vakfın orada on bir hanından bahseder ki, bunların birinde bulunan mescidin imamını ve onun maaşını kaydeder. Müntecibü’d-din’in eserinde Belh’te bulunan Ribât-i Risman-furûşan’da bir medrese ve bir kütüphane bulunduğuna dair bir kayıt mevcuttur ki, bu müesseselerin teşkilatı bakımından dikkate şayandır.[53] Evliya Çelebi Sivas’taki hanların sayısını on sekiz olarak verir.[54] Fakat şehirlerde bulunan bu gibi hanlar, yalnız tüccar yolculara mahsus olmayıp bizzat tüccarların da yerleşip alışveriş ettikleri yerlerdir. Sahib Fahreddin Ali’nin Sivas’taki Şahibiyye medresesine ait mühim vakfiyesinde onun orada bulunan bir hanında on dokuz dükkân bulunduğu kayıtlıdır. Türlü kayıtlar bu çeşit hanların tüccarların cinsine ve ihtisasına göre ayrıldığını göstermektedir. Nitekim vakfiyelerde Pamuk hanı, Bezzazlar Hanı, Şekerciler Hanı, Saraçlar Hanı… gibi türlü ticaret veya tacirleri barındıran hanlara rastlıyoruz.
Şehirlerdeki bazı hanların halkın zevk ve eğlence yeri olarak kullanıldığı da gözükmektedir. Meselâ, XIII. asırda Konya’da bulunan Ziyaeddin Han’ı böyle idi.
Rivayete göre, burada çok güzel, hoş sesli, çengi çalan bir kadın vardı. Onu dinlemeye gidenlerin birçoğu kendisine ve sesine aşık olmuşlardı ki, sultanın hazinedarı Şerefeddin de bunlar arasında idi ve nihayet o, beş bin dinar (yani takriben yüz bin lira) mihr vermek suretiyle onunla evlenmişti.[55]
Ehemmiyetlerini belirtmeye çalıştığımız Selçuk kervansarayları hakkında daha etraflı bilgi edinmek, şüphesiz ancak bundan sonra çıkacağını umduğumuz vakfiye vesair vesikalarla mümkün olabilecektir.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 755-765