Sakarya Meydan Muharebesi
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh butun vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Eskişehir ve çevresinin Yunanlıların eline geçmiş olması ve Ordumuzun da Sakarya’nın doğusuna çekilmesi gibi hususlara ilk tepki Meclis’ten geldi. Muhalifler, gelişmelere göre cephedeki komutanları olabildiğince eleştiriyor ve “Ordu nereye gidiyor, Millet nereye götürülüyor? Bu gidişin elbette bir sorumlusu vardır. O nerededir? Onu göremiyoruz. Bu günkü acıklı ve korkunç durumun asıl sorumlusunu ordunun başında görmek istiyoruz.” sözleriyle tepkilerini dile getiriyordu.
Aslında, Mustafa Kemal, askerlik mesleğinin gereği olarak orduya yapılması gerekli olanı yaptırmış ve orduyu Sakarya Nehri’nin doğusuna çekmekle düşman kuvvetlerle arasına büyük bir mesafe koymuş, böylelikle bir yandan zaman kazanmış ve bir yandan da ordunun az da olsa toparlanmasına imkân sağlamıştı…

Meclis’te ve kısmen de yurdun bir kısım yerlerinde olumsuz tepkiler oluşmakta ve bunlara gereken cevaplar da Mustafa Kemal tarafından çeşitli şekillerde verilmeye çalışılmaktaydı. Ancak Türk Ulusu kendisine anlatılanlar sonucunda bir beklenti içine girmiş ve bundan sonra yapılacak muharebenin bir ölüm-kalım savaşımı olacağının bilinciyle, bunun için gereken ne varsa yapılmasını istiyordu. Hatta olağanüstü tedbirler alınmasını dillendiriyor ve tüm bunların altından da sadece Mustafa Kemal’in kalkabileceğine işaret ederek, O’nu ordunun başında görmek istediğini ifade ediyordu. Buradaki ilginçliğe dikkat ettiğimizde; çeşitli yol ve yöntemlerle Mustafa Kemal’e kadar ulaşan tepkilerden de görülebileceği üzere, muhalifler de Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesini istiyordu. Bu görüşe karşı çıkanlar da olmasına karşın, çoğunluğun arzusu bu yöndeydi…
***
Mustafa Kemal, her zamanki bilinen tavır ve olaylara akılcı yaklaşımıyla, önce tepkiler karşısında soğukkanlılığını korudu ve öneriler karşısında sessiz kaldı. Ancak yoğun istek karşısında Meclis’e bir önerge vererek, çoğunluğun talebini karşılamaya hazır olduğunu, bunu üç aylık bir süre için ve Meclis’in sahip olduğu bütün yetkileri fiilen kullanmak kaydıyla kabul edebileceğini bildirdi.

Önerge Meclis’te önce bazı dalgalanmalara yol açtı. Bazı muhalif milletvekilleri “Başkomutanlık” unvanının, Meclis’in manevi şahsiyeti içinde olması münasebetiyle verilemeyeceğini, bunun yerine Başkomutan Vekili unvanı verilmesinin daha doğru olacağını ve benzeri bir kısım karşı görüşlerini belirttiler. Fakat bu düşünce beklenen ilgiyi görmedi. Eleştiriler havalarda uçuyor ve konuyla ilgili yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Yapılan bütün eleştiriler ve yaşanan bütün tartışmalar sonucunda, 5 Ağustos 1921 tarihinde TBMM, Başkomutanlık Yasası’nı kabul etti. Yasaya göre, “Ordunun maddi ve manevi gücünü büyük ölçüde arttırmak, sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak için TBMM’nin bununla ilgili yetkisi, üç ay süreyle Meclis adına fiilen kullanmak üzere Mustafa Kemal’e veriliyordu.” Mustafa Kemal’in, “Türk Ordusu’nun Başkomutanı” olması ve bu görevi Meclis’in bütün yetkilerini kullanarak yapması itibariyle, vereceği bütün emirler kanun niteliğinde olacaktı. Başkomutanlık Yasası’nın özü buydu.
Mustafa Kemal, Meclis ’in bu kararının ardından yaptığı konuşmada, “Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize olan güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu kesin inancımı yüksek heyetinize, Türk Ulus’una ve bütün dünyaya karşı ilan ederim.” sözleriyle teşekkür etti.
Hemen çalışmalara başlandı ve ilk iş olarak Genelkurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı’nın merkez kadroları birleştirilip, Başkumandanlık Karargâhı oluşturuldu. Mustafa Kemal, yeni bir düzenleme neticesinde, hem Genelkurmay Başkanlığı’nı ve hem de Batı Cephesi Komutanlığı görevlerini yapan İsmet (İnönü) Paşa’nın bu görevden istifa etmesiyle, Genelkurmay Başkanlığı görevine Fevzi (Çakmak) Paşa’yı, ondan boşalan Milli Savunma Bakanlı görevine ise Refet (Bele) Paşa’yı atadı. İsmet Paşa sadece Batı Cephesi Orduları Komutanı olarak görevini sürdürdü… Sonra, Başkomutan olarak Türk Ulus’una ve Ordu’ya yayımladığı bir bildiriyle, “Düşmanın, ülkenin harim-i ismetinde boğulması için her şeyin yapılacağını…“ duyurdu…
***
Ulusal Yükümlülük (Tekâlif-i Milliye) Emirleri
Mustafa Kemal bir taraftan Türk Ulus’unun ve ordunun moralini yüksek tutmaya çalışırken, diğer taraftan asker, silah ve malzeme bakımından büyük eksikleri olan ordunun ihtiyaçlarını sağlayabilmek için enerjik bir şekilde çalışmaya başladı. Başkomutan olarak, topyekûn bir savaşımı yürütebilmek için, 7 Ağustos 1921 tarihinde “Tekâlif-i Milliye (Ulusal Yükümlülük)” emirlerini yayımladı.
Bu emirleri;
- Her ilçede bir Tekâlif-i Milliye (Ulusal Yükümlülük) Komisyonu kurulacak.
- Her evden bir kat çamaşır, bir çift çorap ve çarık hazırlanıp, Komisyon’a teslim edilecek.
- Tüccar ve Halkın elinde mevcut giyim eşyasının, bedeli sonra ödenmek üzere, %40’na el konulacak.
- Yiyecek maddeleri ile gaz, sabun ve mum stoklarının, bedeli sonra ödenmek üzere, %40 orduya verilecek.
- Ordu’nun ihtiyaçları için alınan nakliye araçlarından başka, halkın elinde kalan nakliye araçları ile ücretsiz olarak, ayda bir kez ve 100 Km kadar ulaşım yapılacak.
- Ordu’nun yiyecek ve giyeceğine yarayan bütün terk edilmiş mallar ordunun emrine verilecek.
- Halkın elinde bulunan ve bir şekilde savaşmaya yarayacak bütün silah ve cephane, üç gün içinde Komisyon’a teslim edilecek.
- Benzin, gres yağı, makine, saatçi ve taban yağları, vazelin, otomobil ve kamyon lastiği vb kimyevi maddeler ile telefon makinesi, kablo, pil, çıplak tel vb gibi maddelerin %40’ına el konulacak.
- Tüm demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç, arabacı esnafları Ordu’nun emrinde çalışacak.
- Halkın elinde bulunan binek ve yük taşıyıcı hayvanlar ile taşıt araçlarının %20’sine el konulacak.” şeklinde özetlemek mümkündür.
Verilen emirlerin uygulanması için Kastamonu, Samsun, Konya ve Eskişehir bölgelerine İstiklal Mahkemeleri gönderildi. Böylece olağanüstü koşullarda, olağandışı önlemlerle ordu ihtiyacının önemli bir kısmı tamamlandı. Bu emirler ile İsmet Paşa’nın ifadesiyle, “… Harikulade bir gayretle, harikulâde bir sonuç alındı…”
Ulusal Yükümlülük Emirleri’nin, İşgalci ve istilacı emperyalist kuvvetleri durdurabilmek için ordunun elinde hiçbir şeyin kalmadığı bir dönemde, silah, cephane, erzak, giyecek, yiyecek, nakliye araç ve gereçlerinin sağlanması bakımından her türlü olanaklardan yararlanılmasını ve Türk Ulusu’nun topyekûn savaşıma katılmasını gerçekleştirebilmek için ne denli önemli olduğu açıktır…
Sakarya Meydan Muharebesi
(23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Yunanlılar Sakarya Nehri civarında yapılacak çarpışmalara çok önem veriyordu. Bunun için de hızla hazırlanmaya başladılar. Yunan Kralı Konstantin bile Anadolu’ya geçmişti. Kütahya’da yaptığı bir toplantıda, ordusunun komuta kademesine, Sakarya’yı aşıp, Anadolu Ulusal Hareketi’nin merkezi olan Ankara’ya ulaşmaları emrini verdi. Yunanlar Anadolu’yu iyiden iyiye benimsemiş, sanki öteden beri kendi mülkleriymiş gibi de sahiplenmişlerdi. Bu münasebetle, Sakarya Meydan Muharebesi Yunanlar için Ankara’ya ulaşmanın önündeki tek engeldi…
Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi’ni, ‘”Sakarya Melhame-i Kübrası (Çok Büyük ve Kanlı Çarpışmalar)” olarak adlandırmaktaydı. Cepheye hareketinden önce küçük bir kaza geçirmiş ve kaburgalarından birkaç tanesinde zedelenmeler meydana gelmişti. Bu durumda bile O’nu cepheye gitmekten alıkoymak mümkün olamadı. Doktorlarının bütün ısrarlarına ve oluşabilecek tehlikeleri belirtmelerine karşın; Mustafa Kemal ikna edilemedi ve 12 Ağustos 1921 tarihinde Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile birlikte, Ankara-Polatlı arasında bulunan Alagöz’deki Batı Cephesi Komutanlığı Karargahı’na hareket etti.
***
Yunan ordusu 13 Ağustos 1921’de güneyden harekete geçti ve Türk Ordusu’yla ilk temas 17-18 Ağustos günlerinde sağlandı. Türk Kuvvetleri, askeri bir taktik gereği olarak oyalamayla gerilerken; asıl amaç hâsıl oluyor ve Yunan ordusunun ilerlemesi engelleniyordu. Böylece Sakarya kıyısına dek gerilendi. Düşman, cephe birliklerimizin gerideki karargâhla ilişiğini kesebilmek için bütün ağırlığını güney cephesinde topladı. Amaçları bir an evvel Ankara’yı ele geçirmekti. Türk Ordusu’nun sol kanadı Ankara’nın 50 km güneyine kadar çekilmiş olmasına karşın, Yunanlar amaçlarına ulaşamadı. Yunanlar, 23 Ağustos 1921 tarihinde, 100 km uzunluğundaki bütün cephe boyunca saldırıya geçerek, şiddetli kanlı çarpışmaları başlattı. Ağırlıklı çatışmalar güneyde oluyordu. Çarpışmaların ikinci günü, Türk Kuvvetleri’nin önemli bir dayanak noktası olan ve Haymana’nın güney batısında bulunan Mangal Dağı eteklerinde şiddetli çarpışmalar yaşandı. Gittikçe çarpışmaların neredeyse tamamı cephenin güneyinde cereyan ediyordu. Ancak, Yunanların bu çevirme hareketi güneye doğru cephenin daha da uzamasına yol açtığından; ordusunun vurucu gücü ve etkisi gittikçe zayıflıyordu. Düşmanın güneydeki baskısı, kuzeyden güneye yönlendirilen kuvvetlerimizle önlenmeye çalışılıyordu. Bunun üzerine Yunanlar 30 Ağustos’tan itibaren, cephenin merkezinden Haymana yönünde bir yarma girişiminde bulundular. Bu sefer de güneydeki kuvvetlerimizin bir kısmı bu hareketi bastırmak için merkeze yönlendirildi. Nispeten başarı da sağladılar. Önemli bir direnme noktası konumunda olan ve Mangal Dağı ile Alagöz Karargâhı arasında bulunan Çal Dağı’nda da yoğun çarpışmalar yaşanıyordu. Ancak, düşman güçler yarma hareketinde tam başarı sağlayamadı. Ama her harekette güçlerini bir kez daha ortaya koyuyorlardı.
Durum kritikleşmeye başlamıştı. Başkumandan Mustafa Kemal bu kritik ortamda, ‘”Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük-büyük her Birlik ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe oluşturup, muharebeye devam eder. Yandaki Birliğin çekilmeye mecbur kaldığını gören diğer Birlikler ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sabrederek direnmeye mecburdur.” esasına dayalı bir strateji açıkladı…
Buna karşın ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın büyük gayretleriyle askerlerimizin cesaretlendirilmeye çalışılması neticesinde bile Yunan ilerlemesinin önünü kesmek mümkün olamadı. 25-28 Ağustos tarihlerindeki çarpışmalarda karşılıklı olarak önemli kayıplar verildi. Düşman kuvvetleri Haymana’nın güneyine doğru ilerlemelerini sürdürüyorlardı. Yine 28 Ağustos’ta Dikilitaş mevkiinde yapılan çarpışmalar her iki taraftan çok sayıda asker kaybına sebep oldu. Bu çarpışmalarla Alay bütünlüğündeki birliklerin asker sayıları yarıya kadar inmiş olsa bile, Yunanlılar 5 Eylül 1921’de Sivrihisar ve çevresinde stratejik önemi haiz noktalara sahip oldular.
***

Cephenin kuzeyden güneye doğru 100 km mesafeye ulaşmış olması ve Yunan askerince yeterince tanınmayan Anadolu toprağında böylesi bir büyük cephede çarpışmaları sürdürmenin her yönüyle güçlükleri itibariyle Yunan ordusunun hareket kabiliyetinde ve mevcut güçlerinde zafiyetler görülmeye başlandı. Yunan ordusunun yer yer durakladığı görülmeye başlandı. Bunu gören ve oldukça düzenli ve sistematik bir şekilde çekilmeye çalışan Türk Kuvvetleri ise; 6 Eylül 1921 tarihinde hemen ve baskın tarzında karşı taarruza başladı. Mehmetçiğin aralıksız ve baskın türündeki bu saldırıları Yunan ordusunda şaşkınlık ve panik yarattı.
Düzensiz bir şekilde ve adeta kaçarcasına geri çekilmeye başladılar. Düşman güçleri çözülmeye başladı… Askerlerimiz bu baskın tarzındaki saldırılarıyla düşman askerlerini 13 Eylül 1921 tarihinde, tamamen, Sakarya Nehri’nin batısına atmayı başardı. Yunan ordusu öylesine paniklemişti ki, Mehmetçiğin hızla ele geçirdiği Sivrihisar’da bir kısım düşman birlikleri komuta kademesinin özel eşyaları dahi ele geçirilenler arasındaydı.
23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında ve 22 gün, 22 gece aralıksız ve kesintisiz süren Sakarya Meydan Muharebesi, Başkomutan Mustafa Kemal komutasındaki Türk Ordusu’nun galibiyetiyle sonuçlandı. Zafer, başta TBMM olmak üzere Türk Ulusu’nda büyük sevinç yarattı. Meclis, 19 Eylül 1921 tarihli oturumunda Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya Gazilik unvanıyla Mareşallik rütbesi ve Ordu Komutanları’yla birlikte 129 kişiye takdirname, 243 kişiye de İstiklal Madalyası verilmesini kararlaştırdı.
***
Başkomutan Mustafa Kemal, 21 Eylül 1921 tarihinde bir beyannameyle Türk Ordusu’na, “Bu defa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hakkımda yeni bir rütbe ve Gazi unvanı ile tecelli eden iltifat ve teveccühü doğrudan doğruya size aittir. Milletin verdiği bu rütbe ile yükselen ordu, en şerefli ve en ulu bir gaza ile mümtaz olan ordudur. Sizin kahramanlığınızla, sizin gösterdiğiniz nihayetsiz fedakârlıklar pahasına kazanılan büyük muzafferiyetin, millet tarafından takdirine delalet eden bu unvan ve rütbeyi, ancak size izafe ederek bütün askerlik hayatımın en büyük sermaye-i iftiharı olarak taşıyacağım.” sözleriyle seslenerek, ordunun her kademedeki ferdine teşekkür etti.
Bu mesaj, O’nun emrinde ve birlikte çalıştığı kadrolara olan inancını ve onlara verdiği değeri gösteren eşsiz bir belge olarak tarihin sayfalarında hak ettiği yeri aldı…
cengizonal@butundunya.com.tr
Alıntı Kaynak: Bütün Dünya Dergisi, Nisan 2011
