Prof. Dr. Tofiq Teyyuboğlu MUSTAFAZADE
Tam 500 yıl önce Şah İsmail’in temelini attığı Safevî Hanedanı önce yalnız Azerbaycan’ı kendi egemenliği altında birleştirse de, fetihler sonucu sonradan kendi hudutlarını genişleterek 3 milyon km2’ye yakın araziden oluşan bir imparatorluk kurmuştu. Bu imparatorluk, tüm güneyini doğu Kafkas’ı, İran’ı, Horasan’ı, Afganistan’ı, hatta bir süre için de Arap Irakı’nı bile içine almıştı. XVI. yüzyıl’ın sonları XVII. yüzyıl başlarında Azerbaycan Safevî Devleti’nin milli karakteri değişir. Kızılbaş büyük feodal toprak mülkiyetinin gelişimi çok geçmeden imparatorlukta merkezden koşma güçlerin kuvvetlenmesine ve Safevi Devleti’nin çöküşüne neden olmuştu.
Azerbaycan Safevî Devleti’nin çöküşünde Osmanlı – Safevî rakabetinin de etkisi çok olmuştur. Osmanlı-Safevî savaşları gidişinde ve Şah Abbas’ın merkezileştirme politikasını gerçekleştirerek dik kafalı kızılbaş amirlerine ve uruklarına sürekli mezalim yapması sonucu gevşemiş Azerbaycan feodalleri devletteki hâkim tutumlarını aşırı düzeyde İran feodallerine terketmek zorunda kaldılar. Ama buna rağmen Safevî Devleti’nin tam olarak İran Devleti’ne dönüştüğü de söylenemez. Bundan sonra sözü geçen bu devlet Azerbaycan ve İran feodallerinin ortak devletine dönüşmüştü. İşte bu yüzden de resmî belgelerde devletin İran olarak değil de, öncelerdeki gibi Safevî yahut Kızılbaşlar Devleti olarak adlandırılması bir raslantı değildi. Bu devleti yalnız Avrupalılar İran diye adlandırırlardı.
XVII. yüzyıl başlangıcında Safevî Devleti yeniden, hem de bu defa daha derin ve çok yönlü çöküş bunalımı içindeydi. Devlet gelirlerinin azalması çöküşün belirtilerinden biri idi. Boşalmış hazineyi doldurmak için 1698-1701 yıllarında imparatorlukta genel nüfus sayımı yapıldı. Aynı zamanda kimi yeni vergiler de uygulandı.[1]
Safevî Devleti’nin çöküşünün diğer bir belirtisi XVII. yüzyıl sonu XVIII. yüzyıl’ın başlarında hâkimiyetin saldırgan saray ve dinsel çevrelerinin eline geçmesi olmuştu. Zayıf, cesaretsiz ve aşırı düzeyde yumuşak huylu şah Sultan Hüseyin (1694-1722) zaten bu çevrelerin elinde bir âlete çevrilmişti. Tefeci sermaye ile ilgili olan aynı çevrelerin hükümranlığı bir taraftan emekçi kitlelerin sömürülmesinin artmasına, diğer taraftan da devlet cihazının bozulmasına neden oldu.[2] Şii ulemalarının telkiniyle Sultan Hüseyin dinî bölücülük politiası yürütüyordu ki, bu da sunnî nüfusa baskı yapılmasına neden oluyordu. Hatta Mekke ziyaretine gidenlerden büyük tutarlı vergiler alınmağa başlanmıştı. Sünnîler Mekke’yi daha çok ziyaret ettiklerinden dolayıdır ki (bilindiği üzere Şiiler Kerbela ve Meşed’i daha sık ziyarette bulunuyorlardı) bu vergiler onları daha çok zarara uğratıyordu.
Dönemin çağdaşı-Alban katalikosu Hasan Celâl yazıyordu ki, gözü aç şah ve onun vezirlerinin rüşvet alarak görevli kişileri sık sık görevlerinden alıp, yerlerine başka kişileri atıyor ve bir göreve iki veya daha çok hâkim atanıyor, para verip karşılığında hâkimiyet elde eden kişiler kendilerine havale edilen görev yerine gelince adaleti unutarak, insanlara çok acımasız davranıyor ve fakir tabaalarını yağmalıyorlardı.[3]
Ağır vergi ve mükellefiyetleri feodal zulüm ve derebeyliğin şiddetlenmesi Safevî Devleti’nin her tarafında hükûmet aleyhine hoşnutsuzlukların başgöstermesine neden oluyordu. İktisadî sömürgeye ve sosyal-siyasal zulme dinî bölücülüğün eklendiği Afganistan ve Azerbaycan’ın kuzeyinde (Şirvan’da) halk ayaklanmaları daha keskin ve sürekli boyutlar almaktaydı.
Henüz 1707-1709 Yılları’nda Tebriz, Şirvan ve Car’da halk kitlelerinin silâhlı ayaklanmaları başgösterdi.[4] 1711 yılında Carlılar yeni baştan ayaklandılar. Tam bağımsız olmağa ve yeni topraklar ele geçirmeğe yeltenen feodal Ali Sultan harekata başçılığı kendisi başarabildi. Carlılar Şeki, Gebele, Akstafa, Şemşeddil, Gencebasar, Kürekbasar ve Zeyem’e saldırdılar, Şemahı’nın hudutlarına kadar ulaştılar. Alban katalikosu Yesai Hasan Celâli’nin verdiği bilgilere göre Ali Sultan’ın 8 bin kişiye ulaşan askerî birlikleri 1720-1721 yıllarında Gence’ye yaklaştılar ve Gence’ye yakın Sudökülen köyünü işgal ettiler. Fakat şehre girerken büyük kayıplara uğratılarak geriye çekildiler. Şah’ın defalarca Şirvan ve Karabağ beylerbeyilerine ayaklanmaları bastırmak üzere verdiği emirlere rağmen, “hanlar, ne kadar uğraşsalar bile, ayaklananlara karşı durmayı bir türlü başaramadılar ve kendileri zafiyete uğradılar”.[5]
Üzerine söz edilen dönemde Azerbaycan’da en örgütlenmiş ve toplumsal isyan Şirvan İli’nde olmuştu. Gösterildiği gibi saray ruhanî çevrelerini hükümranlığı Safevî Devleti’nin resmî olarak Şiilik mezhebine mensup olmayanlara siyasî ayrım dışında nüfusa yapılan zulmün şiddetlenmesi ile sonuçlanırdı. Şirvan nüfusunun büyük bir kısmî ise sunnilerden oluşuyordu. Bunun sonucunda Şirvan’da İran’a karşı mücadeleler Sünnilerin Şiiler aleyhine yaptıkları dinî savaş şeklinde ortaya çıkıyordu.
Askerî yardım bulmaya yeltenen Şah Hüseyin 1720 yılında kendisinden vassallık bağımsızlığında bulunan Dağıstan’ın baş hâkimine-Tarku Şamhalı’ya ve Kaytak Usmisi’ye koşunu göndermesi ricasiyle para gönderdi. Fakat Kazıkumuklu Surhay Han topladığı koşunun başında Şirvan’dan geçerken Müskür Kazası’nın Dedeli köyünde doğmuş, o sırada Şirvan’da harekata başçılığı elegeçirmiş kazanın yüce din adamı sanılan Hacı Davut Surhay Han’ı İran’a gitmeyip te açılan fırsatı kullanarak, tüm gücünü Şemahı’yı zaptetmesi için kullanması konusunda ikna etti.[6]
Hacı Davut silâhlı köylü müfrezelerini kendi başına toplayarak, Kazıkumuklu Surhay Han’la ittifakla 1720 yılında Şabran şehri ve Hudat Kalesi’ni tuttu. Ağustos 1721 tarihinde Hacı Davut Kazıkumuklu Surhay Han ve Ali Sultan’ın birleşmiş müfrezeleri şehirlilerin bir kısmının yardımı ile Şirvan beylerbeyliğinin yönetim merkezi, o dönemde Azerbaycan’ın en büyük şehri bulunan Şemahi’yi zaptetmeyi başardılar. Şehri garet ve yağmalarla tuzbuz ettiler; meselâ: o dönemde Şemahi’da bulunan Rus tüccarları garet edilmiş ve katledilmişlerdir.[7]
Şemahi’nin işgali sonrası, 1721 yılının Güzü’nde isyancılar Gence ve İrevan Hanlarının 40 binlik birleşmiş kuvvetlerini mahvederek Gence’yi kurtardılar.[8]
Sonraları Hacı Davut Usmi ve Ahmet Han Muğan’a, oradan ise Astara’ya hareket ettiler ve Türk emisarı Ali Bey Bedreddinzade’nin söylediğine göre, 17 gün zarfında Erdebil’i işgal ettiler. Hacı Davut Ahmet Bey adlı birini de Muğan’ın canişinliğine atayıp, Şirvan’a döndü.[9]
Demek oluyor ki, tüm Kızılbaş Devleti’ni sarmış çok sayıda ayaklanma arasında Gendehar ilindeki Gilzay Afgan uruğunun isyanı Safevîler için feci sonuçla bitti. Afgan uruklarının şah zulmüne karşı kurtuluş savaşına Mir Veys’in yönettiği Gilzayların önde gelenleri başçılık ediyordu. Bu harekat başarıyla sonuçlandı ve 1709 yılında Gendehar’da İran hükümranlığının çöküşüne yol açtı.[10] Sonraları, Mir Veys’in (1716-1725) oğlu Mahmut Dönemi’nde Gilzay uruğunun feodal katı kendi hâkimiyetini komşu ülkelere yağmacı harekatlar yapmak için kullanmaya başladı. Şah hâkimiyetinin zayıf direnişi ve harekatı sırasında garet edilmiş zengin ganimet Gilzay uruğunun yukarı katına 1722 yılı başlarında Gendehar’da yaşayan diğer Afgan dışında urukların katılımı ile İran’ın başkenti İsfahan’a büyük bir askerî harekat düzenlemeye tahrik etti.
Afgan koşunu, ciddi direnişle karşılaşmayarak Mart’ın başlarında İsfahan’a yaklaştı, 8 Mart 1722 tarihinde ise Gülnabat (İsfahan yakınlarında) etrafında şah koşunu mahva uğratıldı.[11] Sonra Afganlar İsfahan’ı kuşattılar. 23 Ekim 1722 tarihinde sekiz aylık kuşatma sonrası İsfahan saray maiyetleri tarafından teslim edildi ve Mahmut şah taht-ı tacına sahip oldu.[12]
Böylelikle, 1722 yılında Safevî Devleti fiilen çöktü. Safevî Hanedanı daha 1736 yılında resmen mevcut olmuştu. Mesele şu ki, Afganlar İsfahan şehrini kuşattığı sırada şah Sultan Hüseyin’in büyük oğlu Tahmasib başkentte bulunmuyordu, koşun toplamak için İran’ın Kuzey illerine – Hazeryanı bölgelerine gitmişti. İsfahan’ın Afganlar tarafından zapt edildiğini ve babasının da şahlıktan düştüğünü duyup, kendisini burada II. Tahmasip ismi ile Şah ilân etmişti. Fakat Tahmasib’in hâkimiyeti geçmiş devletin pek az kısmına – yalnız Astrabat, Mazenderan ve kısmen de Gilan vilâyetlerine doğru genişliyordu.
İran’da merkez hâkimiyetin çöküşü komşu büyük devletlerde-Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarında II. Tahmasib’in topraklarını zapt etmeye teşvik etti. Bilindiği üzere, Rus çarı I. Petro 1722 yılında 100 bin kişilik ordu ile Azerbaycan’ı ve İran’ı zapt etmek amacı ile bir askerî harekat örgütlemişti. Fakat o, Derbent şehrine kadar hareket edip Osmanlı sarayının şiddetli tepkisi ve diğer nedenler yüzünden ordunun esas kısmı ile Rusya’ya geri dönmüştü. Sonraki yıllarda Rus hükümeti küçük askerî ekipler sevketmek yolu ile Bakû, Reşt ve Salyan şehirlerini ve onlara bileşik arazileri zapt etmişti.[13]
Şirvan isyancılarının başçısı Hacı Davut Han Rusya tecavüzünden korunmak için, Osmanlı sarayından onları desteklemek üzere himayede bulunmalarını rica etti. Sultan III. Ahmet 1722 yılının sonunda Şirvan’ı kendi himayesinde bulundurup, Hacı Davud’u Han olarak tanıdı. Daha sonra 1723 yılının ilkbaharında Osmanlı hükümeti kendi koşunlarını Güney Kafkas’a sevketti.
İki imparatorluk askerî kuvvetlerinin aynı yönde ilerlemesi aralarında savaş tehlikesi meydana getirdi. Fakat Rusya 1721 yılında Prut Nehri kıyısında Osmanlı ordusundan aldığı ağır darbe sonrası tekrar savaş alanında Osmanlı ile yüz yüze gelmekten sakınıyordu ve buna göre de Safevî mirasını paylaşmak üzere anlaşmayı teklif etti. Osmanlı Devleti ile bu mesele üzerine konuşmaları resmileştirmek için Rus hükümeti 23 Eylül (4 Ekim) 1723 tarihinde Sankt Petersburg şehri’nde yetkisini kaybetmiş İran temsilcisi İsmail Bey’le Hazeryanı illerin Rusya’ya ödün verilmesi üzerine “anlaşma” imzaladı.[14] Şah Sultan Hüseyin kendi hâkimeyeti sırasında İsmail Bey’i askerî yardımda bulunmak ve destek vermek ricası ile Rusya’ya göndermişti. Fakat elçi daha İran arazisini terketmemiş şahın esir alındığını duyup, yetkilerini tesbit ettirmek için veliahtın yanına dönmüştü. Tahmasib Afganlara karşı mücadelede askerî yardım gösterilmesi şartı ile Hazeryanı dar bir dilimin Rusya’ya ödün verilmesi teklifi ile elçiyi kendi seferini sürdürmesiyle görevlendirmişti. Fakat İsmail Bey alelacele yola düşerek Enzeli’den Rusya’ya giden geminin kalktığını saklarken, Tahmasib Rusların izinsiz olarak, Enzeli Limanı’nı zapt ettiklerini duyup İsmail Bey’in gönderilmesi için çapar göndermişti. Fakat Enzeli’de bulunan Rusya konsolosu Tahmasib’in çaparını tutuklayarak, onun İsmail Bey’le görüşmesine engel olmuştu. Böylelikle, her şeyden habersiz olan elçi Rusya’ya gelerek adı geçen mukaveleyi imzalamıştır. Mukaveleye göre Rusya’nın tek bir Hazeryanı eyaletleri tutması yasallaştırmakla kalmayıp, üstelik Rusya Astrabat dahil, geriye kalan Hazeryanı bölgeleri de işgal etmek hukuku aldı. Fakat II. Tahmasip Rus hükümetinin İsmail Bey’le imzaladığı mukaveleyi tasdik etmedi ve hatta mukavelenin metnini getiren Rus diplomasi temsilcisini hakaretle: “ve hiç bir gerçek cevap vermeden Erdebil’den kovdu”.[15]
Bu olay tabii ki, Rus-Türk ilişkilerinde gerilimi daha da şiddetlendirdi. Eldeki bilgilere göre İstanbul’daki Avusturya rezidenti Türk hükümetini 1723 tarihli Petersburg’da imzalanan Rus-İran mukavelesinin içeriyi ile tanıştırdığı sırada bu durum sonuncunun kızmasına neden oldu. Mukavele Türkler tarafından geçersiz ilân edildi, çünkü Tahmasib daha şah değil, veliaht sayılırdı.[16] Divânın kimi üyeleri hiçbir şeyi ertelemeden hemen hemen Rusya’ya harp başlatmayı teklif ediyorlardı. Fakat sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa böyle bir harbin onların çıkarına uygun düşmediğini anlayarak bu teklifi reddetti.[17]
İşte bu sırada İran yardım için Osmanlı İmparatorluğu’na başvurmayı kararlaştırdı. Fakat Tahmasib’in elçisi Barhudar Erzurum’da bazı nedenler yüzünden geç kaldı. İkinci elçi Murtaza Kulubey Tahmasib’in birinci bakanı Abdülkerim’e destek verilmesi ve yardım gösterilmesi için rica ile geldiğinde, kendisine açıkça söylediler ki, Derben ve Bakû Rus Çarı’nın, İsfahan ise Mahmud’un elindedir, Gendehar’a Mir Kasım sahip çıkıp, bu yüzden de Osmanlı İmparatorluğu üç tarafa serasker göndermiştir ki, Tebriz ve İrevan’la aynı sırada bulunan toprakları düşmanlarca zapt edilmeden biraz önce kendileri tutsunlar. Türk hükümeti Tahmasib’e bu toprakları gönüllü surette Osmanlı İmparatorluğu’na ödün vermeği teklif etti. Bedelinde ise İran’ın geriye kalan toprakları üzerinde onun hâkimiyetini tanıyacağını vaad etti.[18]
1723 yılının ilkbaharında Osmanlı orduları Güney Kafkas’a ve İran’a girdiler. Böylelikle, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çıkarları keskin surette karşılaştı. Bu dönemde Rus hükümeti Osmanlı Devleti ile askerî münakaşadan sakınıyordu. Fransa hükûmeti’nin Türkiye’de elçisi Markiz ve Bonak’ın aracılığı ile 1724 yılının Haziranı’nda İstanbul’da Safevî Mirasını paylaşmak üzere Rus-Türk anlaşması imzalandı. Rusya Dağıstan’dan başlayarak Mazenderan ve Astrabad’a kadar bulunan ensiz Hazeryanı arazi dilimine sahip olmak hukuku aldı. Doğu Gürcistan, Hazeryanı kısma ve Erdebil istisna, tüm Azerbaycan, İran’ın batı kısmı Türkiye’nin denetimi altına geçti. Şirvan vilâyeti’nin bir kısmında Türkiye’nin himayesinde bulunan Şirvan Hanlığı’nın mevcut olması kararlaştırıldı. Rus ve Osmanlı hükümetleri, II.Tahmasip bu mukaveleyi kabul etmediği takdirde, şah tahtına kendisinin yerine bir başkasını oturtmak üzere karar aldılar.[19]
Aynı zamanda İsfahan’da ağalık eden Afganlar da kendi hâkimiyetlerine geçmiş Safevî Devleti’nin diğer arazilerine de genişletmeye çalışıyorlardı. 1725 yılında Mir Mahmut kendi amcazadesi Eşref tarafından katledilmiş ve sonuncu kendisini şah ilan etmişti. Eşref Osmanlı ordularının ilerlemesine engel olmaya yeltense de bunu başaramıyordu.
1725 yılı şubatında Erevan’a yerleşen Osmanlı ordusu Tebriz’e doğru yola koyuldu. Yolüstü çok güçlükle olsa bile Hoy şehrini tuttu.
Hoy’u tutması sonrası Osmanlı ordusu Tebriz’e doğru ilerlemeyi sürdürdü ve Tasuç köyünde kıştan beri buraya yerleşmiş diğer Osmanlı ordusu ile birleşti. Her iki ordu Abdullah Paşa’nın genel komutası altında Tebriz yolunda hareket ettiler.[20] Mayıs ayında Köprülü Abdullah Paşa’nın oğlu Abdülrahman Bey Tebriz’in civarına ulaştı, fakat Osmanlılar şehre giremediler ve geriye çekilmek zorunda kaldılar.[21]
Temmuz’un ortalarında Osmanlı koşunlarının ana güçleri Abdullah Paşa’nın kendi komutası altında Tebriz’in önünde bulundular ve şehirden iki saatlik mesafede kamp kurup yerleştiler.[22]
17 Temmuz 1725 tarihinde Osmanlılar Tebriz’i kuşatıp şehre saldırmaya başladılar. Şehrin muhafızlarının başlıcası silâh kullanabilen, ama askerî eğitimi olmayan sivil sekenelerdi. Şehirliler şehrin tüm dokuz mahallesini siper ve istihkamlarla kuvvetlendirdiler: İ. F. Hammer yazıyor ki, dört gün zarfında Türkler yedi mahallede istihkâmları bozdular ve dördüncü gün kuşatılan nüfus karşı tarafa teslim olmak üzere karar verdi.[23]
İstanbul’da Tebriz’in geri alınması ile ilgili büyük sevinç ve neşe vardı. Askerî hizmetleri dolayısı ile Rakki’nin canişinliği ömürlük icare şartı ile Abdullah Paşa’ya ödül olarak verildi, oğlu Abdülrahman’a ise Paşa’nın üçüncü boncuğu verildi.[24]
Tebriz’in ele geçirilmesiyle aynı sırada Arifî Ahmet Paşa’nın ordusu Luristan eyaletini de işgal etti.[25]
Osmanlı koşunlarının 1725 yılında saldırılarının diğer mühim stratejik hedefi Gence şehri idi. Sultan Gence’nin ele geçirilmesi için Trabzonlu Sarı Mustafa Paşa’nın komutası altında yeni bir ordu hazırlayıp teçhiz etti. Sarı Mustafa Paşa’nın ordusu Kırım Hanı’nın oğlu ve kardeşinin de Gence’ye yaklaşan askerî güçleri ile birleştirilip kuvvetlendirilmişti.[26]
1725 yılı Ağustos sonlarında Osmanlı koşunları Sarı Mustafa Paşa’nın komutası altında Gence’yi ele geçirdiler.[27] 1725 yılının sonunda Türkler, 1724 Yılı İstanbul mukavelesi ile İran’a ödün verilmiş Erdebil’i tuttular.[28]
Tam olarak 1723-1725 Yılları’nda Osmanlılar geçmiş Safevî mülklerinden yaklaşık 300 bin km2 bir araziyi ele geçirmişlerdir.[29]
Osmanlı koşunlarının Güney Kafkas’ta ve İran’da saldırı harekatlarının genişlemesi, Rus hükümetini bölgede Türklerin ilerlemesini durdurmak için tedbirler almaya zorladı. Kansler (başbakan) İ. Golovkin Ermenileri yardıma çağırmayı ve bu amaçla geçmiş Gürcü Çar’ı Vahtang’ı Hazeryanı’na göndermeyi önerdi. Vahtang’ın oradan küçük askerî müfrezesi ile Karabağa gitmesi söz konusu idi. Daha yukarıda yazıldığı gibi Golovkin gizli şurasının diğer üyeleri VI. Vahtang’ın Bakû’ye gönderilmesini öneriyorlardı, dolayısıyla o, oradan da küçük bir koşunla Karabağ’a gidecekti.[30] Fakat sonraları VI. Vahtang’a yüklenen görevler değişti. Kendisine Gilan’a gidip Tahmasib’i Rusya tarafına çekmek, “keza Ermenileri, Gürcüleri ve diğer Hıristiyanları başına toplamakla Rusya’ya sadakatini kanıtlaması havale edildi”.[31]
Vahtang’la beraber yola koyulan general Dolgoruki’ye Hazeryanı bölgede Rus koşunlarına baş komutanlığı kendi eline geçirmesi havale edildi.
Hazeryanı bölgede Rus-Türk çelişkelerinin keskinleşmesi, keza İngiltere’nin düşmanca tutumu Rsya’nın 1725 yılında Viyana’da imzalanmış Avusturya – İspanya ittifakına koşulmasını hızlandırdı. 26 Haziran (6 Ağustos) 1726 tarihinde imzalanmış Avusturya-Rusya anlaşmasının gizli bendinde Avusturya ve Rusya Osmanlı İmparatorluğu’nun onlardan birine saldırdığı taktirde Avrupa arazilerinde 30 bin kişilik koşunla yardımda bulunmak veya Osmanlı İmparatorluğu’na harp ilân etmeye yükümleniyorlardı.[32] Viyana ittifakına girmiş Rusya düşünüyordu ki, bu Osmanlı İmparatorluğu’nu korkutacak ve kendisinin Güney Kafkas’a ve İran’a iddialarını azaltacak.[33] Fakat Avusturya ile yakınlaşmış Rusya bağımsız dış siyaset kurundan uzaktı ve “güçlerin dengesi” diye adlanan siyasetin merkezine düştü. Sonuçta Osmanlıyla ilişkileri keskin surette gerildi, aynı zamanda Fransız-Rus ilişkileri de kötüleşti, çünkü Rusya’nın Fransız hükümeti için çoktan beri rakibi olduğu Avusturya ile yaklaşması hiç te olumlu bir hal değildi. Bunun sonucu olarak bu günlerde Rusya-Türkiye ihtilâfında barıştırıcı hâkim rolünü oynayan Fransa kendi dış siyaset hattını 180° değiştirip, Rusya’ya açıkça düşman tutumu aldı.
Şunu da söylemek gerekir ki, bu sırada İsfahan’da ve İran’ın diğer merkez vilâyetlerinde ağalık eden Afganların da durumu yeteri kadar istikrarlı değildi. Gezvin’de Afganlara karşı isyan çıkmıştı.
İran tarihçisi Muhammet Hicazî’nin yazdığına göre bu isyan haberini alan Afgan Mahmut Şah 114 İranlı asilzade ve 31 Safevî şahzadesinin gizlice katline ferman vermişti.[34] Nadir Şah’a giden Osmanlı elçisine refakat eden Tanburi Arutyun adlı bir ermeni tüccarı yazıyor ki, Şah Sultan Hüseyin’in 34 evladı olmuştur, bunlardan 27’si Mahmut tarafından babalarının gözü önünde katledilmiştir.[35]
Bu arada kendini İran şahı ilan eden Afganların başçısı Eşref kendi diplomasi temsilcisi Abdülaziz Han’ı Osmanlı koşunlarının geçmiş Safevî Devleti’nden ülke dışı edilmesi talebiyle İstanbul’a gönderdi. Aynı sırada 19 Afgan ulemasından alınan mektupta Türklerin Afganlara karşı savaşının kanunsuz olduğu belirtiliyordu, çünkü, Afganlar da Türkler gibi sünnidirler.[36] Tabii ki, Osmanlı hükümeti Eşref’in bu teklifini reddetti, bunun dışında müftünün fetva verdiği de söyleniyordu ki, eğer topraklar geçirilmesi zor doğal engeller sonucu ayrılmamışsa, o zaman orada aynı zamanda dindar müslümanlara iki başçının hâkimlik etmesine izin verilmiyor, işte buna göre de Eşref Sultan’a tabi olmuyorsa, onu tahttan indirmek gerekir.[37]
1 (12) Şubat 1726 tarihinde divân toplandı, bundan sonra vezir Rus temsilcisine Osmanlı Sarayı’nda iki seraskerin koşunları ile beraber Eşref’e karşı askerî sefer yapmak amacı ile hazır olduğunu bildirdi. Kendisi de bu kararı şöyle kanıtlıyordu ki, Eşref 1724 Yılı anlaşmasına göre Rusya ve Türkiye’ye geçen topraklara karşı kendi iddialarını resmî surette sunmuştu.[38] Osmanlı hükümeti hatta II. Tahmasib’i kendi taraflarına çekmeye yeltendi ve bu amaçla Şah ile görüşmeler yapmak için ruznameci Mustafa Efendi Tebriz’e gönderildi.[39]
Eşref Tebriz’deki Osmanlı koşunları arasında hastalık yayıldığı haberini alınca bu istikamette askerî harekata başladı. Onlar Hemedan’ı zaptetmeye yeltendiler, fakat başaramadılar.[40] Ahmet Paşa büyük bir ordu ile Eşref’in ordularına karşı hücuma kalktı. Hemedan şehri’nden saatte 20 at yürüyüşü uzaklıkta kanlı savaş yapıldı. Osmanlılar bozguna uğradılar[41] ve Afganlarla barış görüşmeleri yapmak zorunda kaldılar. 22 Eylül (3 Ekim) 1727 tarihinde Hemedan şehrinde Osmanlılarla Eşref arasında 12 maddeden oluşan bir mukavele imzalandı. Osmanlılar Sultaniye, Eher ve Zencan şehirlerini Afganlar’a ödün verecek, karşılığında ise Eşref Türkiye’nin Güney Kafkas üzerinde hâkimiyetini tanıyacaktı.[42]
Bu sırada ise İran’ın “yasal hükümdarı” sanılan II. Tahmasib çok nazik bir durumda idi. 1726 yılında onun hâkimiyeti yalnız Mazenderan vilâyetiyle sınırlanıyordu. Burada da onun hâkimiyeti pek istikrarlı ve dayanıklı değildi. Astrabat hâkimi Gacar kabilesinden Feth Ali Han, şahın güçsüzlüğünden yararlanarak, kendisini vekil olarak görevlendirmeye zorlamış, aslında Şah’ı da kendi etkisi altına almıştı.[43]
II. Tahmasib Feth Ali Han’ın etkisinden kurtulmak için direniyordu. 1726 yılının ilkbaharında Şah ordusunun bozguna uğratılması ve kaçışı sonuçlanmış çarpışma vuku göstermişti. Fakat Şah Türkmenlerden yardım istemiştir. Bundan haber alan Feth Alî Han Şah’ın huzuruna, Astrabad’a boynuna kılıç ve Kur’an asarak gelmişti. Sonuçta Şah Feth Ali Han’a tam tabi olarak, bağımlı bulunmuştı.[44]
Kendi hâkimiyetini komşu arazilerde yaygınlaştırmak için Feth Ali Han II. Tahmasib’le beraber 1726 yılında Horasan’a sefer etti. Burada ise şu anda hâkimiyet uğruna Melik Mahmut Sistanî ile Afşar kabilesinden Nadir arasında mücadele ve münakaşa vardı. Melik Mahmud’un kendisinden güçlü olduğunu bilen Nadir kendi rakibinden kurtulmak için müfrezesiyle II. Tahmasib Nadir’in yardımı ve desteğiyle Feth Ali Han Gacar’ın baskısından kurtulmak istiyordu. Kendi sırasında Nadir Şah’ın Feth Ali Han’dan sakınmasını kullanarak, Meşed’in kuşatılması sırasında kendisine Feth Ali Han’ın güya Melik Mahmud’la gizli ittifakta bulunduğunu bildirdi ve Feth Ali Han katledildi.[45]
Bundan sonra Nadir Şah koşunlarının baş komutanı oldu ve Tahmasib Kulu ismini kabullendi. Çok geçmeden Meşed’i ele geçirip Melik Mahmud’u idam etti. Otoritesi bir hayli artan Tahmasib Kulu Han yasa ve yönetim cihazında kendine sadakat gösterebilecek kişileri görevlendirerek yerleştirmeye başladı. II. Tahmasip Tahmasib Kulu Han’ın etki ve otoritesinin artmasından pek rahatsız oldu. Çok geçmeden 1727 yılının kışında Şah’la Tahmasib Kulu Han arasında açık bir münakaşa çıktı. Tahmasib Kulu, Şah’ı müdafaya kalkan Kürtleri yendi.[46]
Tahmasib kulu Han kendi amacının İran’ı baştan başa Afganlardan ve Osmanlılardan temizlemek olduğunu ilân etti. O pek iyi anlıyordu ki, şeref ve otoritesini bu yolla arttırabilir.
1728 yılının başlarında Nadir daha İran’ın Kuzey-doğusunda kendi mevzisini kuvvetlendirdi ve Şah II. Tahmasib’i tam kendisine tâbi etti, Rus rezidenti S. Avramov’un söylediklerine göre O, Şah damgasını kendi eline aldı ve Şah’ın adına Gilan, Mazendaran, Astrabat ve diğer illere emirler gönderdi.[47]
Çok geçmeden İran’da Afganların hükmüranlığına son verildi. 1729 yılı şubatında II. Tahmasib Şiraz yönünde harekete başladı ve etraf arazileri tutarak şehri kuşattı. Şiraz’ın kuşatıldığını duyan Eşref, acele 8 binlik askerî kuvvetle Muhammed Saydal Han’ın 30 binlik kolordusu ile birleşerek, kuşatılmış şehirde bulunan Afganlara yardım göstermek üzere İsfahan’ı terk etti. Bu haberi alarak II. Tahmasib Nadir’in tavsiyesiyle kuşatmayı kaldırıp, koşunları ile Eşref’in önüne çıktı. Savaşta Afganlar yenildiler. Eşref kendi koşunlarının geriye kalan kısmı ile İsfahan’a çekildi. Saydal Han ise 10 bin askerle Bender Abas tarafına hareket etti. Nadir Şiraz yakınlığında sonuncuya, yâni Saydal Han’a ulaşarak, onun koşunlarını bozguna uğrattı. Afgan ordusunu böyle tahrip eden Nadir Şah Şiraz’ı tekrar kuşatmıyarak, doğru İsfahan’a hareket etti.
30 Eylül 1729 yılında Mehmandost Nehri kıyısı’nda çıkan çarpışmada ise Nadir Afgan Eşref Şah’ın koşununu bozguna uğrattı. Eşref İsfahan’a doğru çekildi ve yardım için Osmanlı sultanına başvurdu. 13 Kasım 1729 yılında İsfahan’dan 60km. uzaklıkta yapılan savaşta Tahmasib Kulu Han Eşref’i bozguna uğrattı.[48] Tüm ordusunu kaybeden Eşref’in İsfahan’da düşmana karşı direnmeye ümidi yoktu ve bu yüzden de şehri yağmalıyarak, 1729 yılı Kasımı’nda bir avuç yandaşı ile Gendehar’a kaçtı. Kaçış arifesinde Eşref’in emriyle tutsak bulunan Şah Hüseyin ve Butkov’un söylediklerinden bilindiği üzere, hâlâ da hayatta olan oğlu Sefi Mirza katledildi. Çok geçmeden Eşref kendisi de yakın adamlarınca katledildi.[49]
Nadir’in İsfahan’ı almasının iki hafta sonrası Tahmasib büyük bir tantana ile şehre girdi. Adına hutbe okundu ve sikke darbedildi. Nadir kendi elleriyle onun başına taç koydu.[50]
Nadir’in başçılığı ile canlanan İran Devleti geçmiş Safevî Devleti’nin topraklarını geri almaya çalıştı. Önceleri Safevî İmparatorluğu’na tüm toprakların geri verilmesi konusunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan talepte bulundu. O’nun elçisi Veli Muhammed Han önceleri teklif edilmiş barış şartlarını bunlara birkaç yeni bentler de eklemekle ileri sürdü. Fakat Veli Muhammed Han’ın Tebriz’den gelmesine kadar Tahmasib Kulu Han’ı Nadir’in İrevan tarafına hareket etmesi üzerine bilgi alındı ve ona göre de Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim çevreleri İran Sarayı’nı barış üzerine konuşmalar yapmakla onların dikkatini oyalamak ve zaman kazanmak istedikleri düşüncesine vardılar. Bu nedenle de Veli Muhammed Han ve O’na refakat eden kişiler tutuklanıp Mardin Kalesi’ne kapatıldılar.[51]
Azerbaycan ve İran arazisinde yeniden askerî harekatlar başladı. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinde de siyasal koşulların aşırı düzeyde gerilim içinde bulunduğunu söylemek gerekir. 1730 yılı Eylülü’nde İstanbul’da Sultan III. Ahmet Devleti’nin çöküşüne neden olmuş Patrona Halil’in önderliği altında isyan çıktı. Bu ayaklanmaların başlıca nedeni Tebriz’in İran koşunlarına teslim edilmesi üzerine Osmanlı kumandanlığının düşmanla gizli anlaşması oldu. Bu anlaşmaya karşı çıkan yeniçerilerin az bir zamanda mahvedilmesi İstanbul isyanı için bir kıvılcım etkisi yaptı. İç çelişkilerin yıprattığı, gevşettiği Osmanlı Devleti bu defa İran’a gereken askerî direnişi gösteremedi. Azerbaycan feodallerinin İran Devleti’ni ihya etmesiyle yeniden İran hâkim çevreleri tarafına geçmesi de bu işte az etki yapmadı. Böyle ki, 1730 yılının sonlarında II. Tahmasib Uğurlu Han’ı 700 kişilik bir askerî birlikle Gence tarafına göndermiş ve o da Berde ve Berguşat’ta 12 bin kişilik bir koşun toplayabilmişti. Türk İbrahim Paşa’nın yanında hizmet eden “İran Çerik” ordusu da Kara Bey başta olarak Uğurlu Han’a koşuldu.[52]
1730 yılında II. Tahmasib Tebriz’i kuşattı, Şahseven hâkimi Safikulu Han da ona koşuldu. Osmanlı koşunlarının seraskeri Abdullah Köprülü, Tebriz’in kuşatılması bilgisini alarak, kuşatmada bulunan garnizon’a yardım için acele hareket etti, fakat yolda onun koşunları tuzbuz edildi ve İrevan’a doğru geriye sıkıştırıldı. 1730 yılı eylülünde Tebriz’deki Osmanlı garnizonu teslim oldu.[53] Türk tarihçisi İ. H. Danişment yazıyor ki, Tebriz seraskeri, hükümetin gizli emrini yerine getirerek, kendisinin 70-80 bin askerîni kaderin hükmüne bıraktı ve gece Tebriz’i terketti. Şehre giren Kızılbaş koşunları binlerce Osmanlı askerîni ve şehirde bulunan sivil Osmanlı yurttaşlarını katlettiler.[54] Aynı zamanda Türkler Hemedan’ı da kaybettiler.[55]
II.Tahmasib’in koşunları Erdebil’i kuşattılar, fakat şehri zaptetmek çabaları uğursuzlukla sonuçlandı. Genceli İbrahim Paşa Şirvan hâkimi Surhay Han’dan kendi koşunu ile beraber O’na katılmayı ve Erdebil’e destekte bulunmayı talep etti. Surhay Han 3 bin kişilik koşun topladı, fakat kendisi bu savaşa iştirak etmek istemedi, koşunu kendi oğulunun komutanlığı altında sevketmeyi düşünüyordu.[56] Bu zaman Hazar kıyılarına yakın bulunan Erdebil’den Osmanlıların sıkıştırılmasına ilgi gösteren Rus hükümeti Gilan’daki Rus koşunları komutanı orgeneral Levaşov’a İran koşunlarına yardımda bulunmak üzere emir verdi. Levaşov aynı zamanda Erdebil’deki Osmanlı garnizonu merkez komutanı’na kendisine İranlıların kuşatmasından kurtulup Türkiye’ye gitmesine yardım edebileceğini söyledi.[57]
Levaşov aynı zamanda Nadir’e yardım için kılık kıyafetini değiştirmiş bir kaç Rus subayı ve topçu gönderdi.[58]
Osmanlı askerî müfrezesi 5 Ocak’ta şehri terk etti ve Astara’ya hareket etti. Astara merkez kumandanı tuğgeneral Famitsın Türklere refakat etmek amacıyla müfreze ve yol masrafları için 6 bin kuruş, 3.000 rubl. ayırdı.[59] Osmanlılar Bakû’den geçmekle 1731 yılı martı başlarında Şemahi’ye geldiler.[60] 1731 yılı başında Osmanlı İmparatorluğu’nda iç siyasal durum belli düzeyde istikrar buldu ve hükûmet İran ve Kafkas işleri ile yenibaştan uğraşmak için imkân kazandı. Osmanlı koşunlarının Güney Kafkas ve İran’a karşı yeni, ama bu defa kısa süreli saldırısı başladı.
30 Temmuz / 10 Ağustos / 1731 yılında Ahmet Paşa silâh kullanmadan Kirmanşah’ı tuttu. II. Tahmasib’in başarısız askerî harekatları da Osmanlıların başarısına yol açtı. Mesele şu ki, 1731 yılında Nadir Şah Horasan’da ayaklanmanın bastırılmasıyla uğraşırken II. Tahmasib kendi otoritesini biraz daha arttırmak, İrevan ve Nahiçevan’ı ele geçirmek için askerî harekata başladı, fakat yenilgiye uğradı.[61] Onun yenilgisinden cesaretlenen Osmanlı koşunları ileri doğru hareket ettiler ve büyük kayıplar hesabına Urmiye şehrini tuttular.[62] İstanbul’dan gelen habere göre 1731 yılı ekiminde Hekimoğlu Ali Paşa Tebriz şehrini tuttu. Şehir baştan başa ıssızdı, kimse yoktu ve onu da yalnız şah kuvvetleri ile müdafaa etmek zordu. İran seraskerlerinden birinin hiyaneti sonucunda Ali Paşa hiç bir zor kullanmadan 1731 yılı aralık ayında Tebriz’i ele geçirebildi.[63] Bununla ilgili İstanbul’da üç gün sürekli “top ateşi” atıldı ve “zenginlerin evlerinde” müzik çalındı. Tebriz’in alınması dolayısıyla Sultan Mahmud’a üstün gazi ünvanı verildi.[64]
1731 yılı sonunda Erdebil yeniden Osmanlı koşunları tarafından tutuldu ve Ali Paşa o şehre hâkim görevine atandı.[65]
Bir kaç şehir kaybeden II. Tahmasib barış için Osmanlı Sarayı’na başvurdu. Osmanlı hükümeti barış konuşmalarına başlamaya karar verdi, fakat aynı zamanda “sınırlarda koşunların uyanıklığını artırmakla” uğraşıyordu.[66]
1731 yılı sonlarında Kirmanşah’a Bağdatlı Ahmet Paşa’ya gelmiş II. Tahmasib’in temsilcisi 1730 yılında kararlaştırılmış şartlarla barış anlaşması imzalamayı kendisine teklif etti. Bu şartlara göre Osmanlı İmparatorluğu Tebriz, Kirmanşah, Huveyza, Huzistan ve Hemedan’dan vazgeçecekti; Gürcistan, Gence ve Şemahi de Türkiye’ye verilecekti. Bağdatlı Ahmet Paşa bu şartları kabul etmelerini tavsiye ediyordu ve sanıyordu ki, birincisi Tebriz ve Hemedan iflasa uğratılmış ve boşaltılmıştır ve kendisine hiçbir yarar ve gelir sağlamayacaktır, tam aksine ihyası ve onarımı bir hayli masraf gerektirecek,[67] ikincisi de eğer barış imzalanmazsa Tahmasib Kulu Han’ın bu sırada Meşed’e yaklaşmış Afganları teslim ettiğini ve koşunlarının Türk sınırlarına dönebileceği ve harbin uzayacağı olasılığını göze alarak hareket etmek gerekiyordu.[68]
Ahmet Paşa kendi hükümetinin resmî razılığını beklemeleyerek kendisine verilmiş şartları kabul etti ve 30 Aralık 1731 / 10 Ocak 1732 tarihinde Kirmanşah’ta şah’ın elçisiyle anlaşma imzaladı. Bu anlaşmanın şartlarına göre Osmanlı İmparatorluğu Hemedan, Kirmanşah, Erdebil ve Tebriz’i Şah’a geri vermeyi yükümleniyordu. Şah ise Şemahi’yi Gence’yi, Kartli’yi, Kahetya’yı ve İrevan’ı Türklere veriyordu.[69]
XVIII. yüzyılın 30’lu Yılları başlarında Rusya’nın Kafkas’ta ve İran’da durumu bir hayli karmaşıktı. 1730 yılında Tahmasib Kulu Han orgeneral Levaşov’a Türkler üzerinde zaferleri hakkında bilgi vererek, Hazeryanı eyaletlerin ertelenmeden geri verilmesini talep ediyordu. Tahmasib Kulu Han hatta Rus hâkimiyet çevrelerinin Hazeryanı eyaletlerden biriktirdiği para rüsumlarının da geri verilmesini talep ediyordu.[70]
Levaşov temsilciye bildirdi ki, Ruslar Şah’a az yardımda bulunmamışlar ve Afganlar da bir hayli düzeyde Rus silahı sayesinde kayba uğratılmışlar. Diğer taraftan Rusya’nın askerî katılımı Osmanı İmparatorluğu’nun kendi koşununu Hazeryanı eyaletlerinin yanında tutmaya zorluyordu ki, bu İran’ın askerî harekatını kolaylaştırırdı. Hazer kıyısı eyaletlerin geri verilmesine gelince, Levaşov hatırlattı ki, onlarla aynı sınırda bulunan topraklar henüz Osmanlıların elindedir ve ona göre de Rus hükümeti onların geri verilmesi üzerine konuşmalara başlamanın hâlâ erken olduğu düşüncesindedir.[71]
İmparatoriçe 4 (15) Ağustos 1730 tarihli fermanı ile gerçek gizli danışman Baron P. İ. Şapirov II.Tahmasib’le konuşmalarda Levaşov’un yardımcısı olarak görevlendirildi.[72]
Aynı zamanda İran’a Osmanlı İmparatorluğu ile barış imzalamaktan sakındırmak için Rus hükümeti II. Tahmasib’i inandırmaya çalışıyordu ki, sonuncu tüm İran’ın ele geçirilmesi plânını çoktan beri tasarlıyor ve Tahmasib’e karşı kendisiyle birleşmeyi Rusya’ya teklif ediyordu. İmparatoriçe ise Türklerle ittifaka girmek niyetinde değil; bu yüzden de yeteri kadar az zamanda Rusya ile ittifaka girmek Şah’ın çıkarına uygun düşüyor, Rusya Hazer kıyısı bölgelerinde Türkiye arazilerinin genişletilmesine yol vermeyecek.[73] Levaşov ve Şafirov Şah’a öyle bir ihbarda bulunmalıydı ki, güya Türkler İstanbul’da tutulan sahte Safevî Prensi’ni tahta oturtmak ve kendisinin hâkimiyetini ihya etmek bahanesi altında tüm Safevî arazilerini işgal etmek niyeti takip ediyorlar. Eğer II. Tahmasib Rusya ile anlaşmaktan vazgeçerse, Levaşov ve Şafirov kendisini korkutup tahdit etmeliydiler. Böyle olduğu zaman Rusya sahte Prensi tahta oturtmak için Türkiye ile birleşecekti; çünkü Osmanlı İmparatorluğu Rusya’nın “tüm İran’a sahip olmasına” izin veremezdi.[74]
Levaşov ve Şafirov İran ve Osmanlı İmparatorluğu arasında anlaşma imzalanmasına engel olmak ve Şah’a çaresiz durumda “Bağdat tarafındaki”, yâni Rus sınırlarından uzak bulunan toprakları Türklere ödün vermeyi tavsiye etmek havale edilmişti. Böyle bir işi yapmakla ileride Şah’ın sonraları aynı arazileri pek kolaylıkla kendisine geri alabileceği düşünülmüştü, çünkü orada yaşayan Araplar, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı sık sık isyan çıkarıyorlardı. Bu işte Rusya’nın yardımda bulunacağını Levaşov ve Şafirov’ca Şah’a vadedilmesi serencamı verilmişti. Aynı zamanda İran hükûmeti’ni şöyle inandırmak gerekiyordu ki, Kafkas eyaletleri Türklere ödün verildiğinde, İran Rusya’dan tecrit olunacak, bu da sonraları İran’a karşı münasebetinde Osmanlı İmparatorluğu’na yayılma plânlarının gerçekleştirilmesinde kolaylık sağlayacak.[75]
Baron Şafirov 1731 yılının Nisanı’nda Reşt’e geldi,[76] fakat hâlâ onun kendisinin Reşt’e saferine kadar – 1730 yılı sonlarında general Levaşov II. Tahmasib’in temsilcileri ile konuşmalara başlamıştı. 1731 yılı temmuzunda, Rus hükümeti Levaşov ve Şafirov’a Gilan topraklarının geri verilmesi meselesini o vakte kadar uzatılmasına gösteriş verdi ki, İran güç toplayarak Osmanlıların sıkıştırılmasını başlatmaya zaman kazansın.[77] Mesele şu ki, askerî ameliyatlar tiyatrosunda ağırlık yenibaştan Osmanlı İmparatorluğu tarafına yöneliyordu.
Yalnız bir süre sonra Osmanlı-İran anlaşmasının imzalanmasına hazırlık işleri yapılması duyulunca, İran’ın Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya’ya karşı birleşmesinden sakınan sonuncunun hükümeti Şah’la anlaşmaya acele etti. 21 Ocak / 1 Şubat / 1732 tarihinde Reşt’te Rus-İran antlaşması yapıldı. Antlaşmanın 2. bendinde deniliyordu ki, Rus İmparatoriçe’si antlaşmanın yapılması ve metinlerin teatisinden az sonra onların onaylanmasını beklemeden, Şah’ın temsilcisi Muhammed İbrahim’e Sefitrut nehri üzerine Lehican, Ranekug sancaklarının teslim edilmesini kendi üstüne alıyor. Gilan, Astara ve Kür nehri’nden Güney’de diğer topraklara gelince, Rusya onaylamadan geçen 5 ay sonra aynı toprakları İran’a vermeyi üstüne alıyordu. Kür nehri’nden Kuzey’de yerleşen eyaletler üzerine de şunları söylemek gerekir ki, Safevîlerin Osmanlı İmparatorluğu tarafından zapt edilmiş tüm geçmiş topraklarının iade edilmesi sonrası sözü geçen eyaletlerin geri iadesi üzerine anlaşmaya varıldı.[78]
Antlaşmanın üçüncü maddesiyle Şah bir minnettarlık borcu olarak, Rus tüccarlarına İran ve Azerbaycan’da rüsumsuz ticaret yapmaya izin veriyordu. Rus tüccarlarına bu arada rüsumsuz transit hukuku uyulanıyordu.[79]
Antlaşmanın 6. maddesine uygun olarak, saraylarda rezident gibi resmî temsilcilerle yanı sıra her iki ülkede bulunan büyük şehirlerde ticarî ilişkilerin tanzimlenmesiyle uğraşmak üzere konsoloslukların da tesisine izin veriyordu. Sekizinci maddeye uygun olarak Şah VI. Vahtang’ı Gürci tahtında ihya edip kuvvetlendirmeyi üstüne alıyordu.[80] Rus koşunlar antlaşmanın yerine getirilmesi sonrası 1732 yılı temmuzunda Reşt şehrini terk ettiler.[81]
Eğer Rus hükümeti çabuk davranarak, Kür nehrinden Güneyde Hazeryanı eyaletleri savaşsız İran’a verecektiyse, Osmanlı hükümeti için “İran işi” adlandırılan durumdan engelsiz çıkmak imkânsız olurdu. İ. Neplüyuyev ve Vışnyakov İstanbul’dan haber veriyorlardı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim çevreleri fazla uzamış savaştan yorulsalar bile İranlılara Tebriz’i vermekten sakınıyorlardı.[82] Bu da bir rastlantı değil ki, Bağdatlı Ahmet Paşa’nın Şah temsilcisiyle imzaladığı antlaşma metni bir kaç kez görüşüldü.
Ahmet Paşa’nın barış imzalamak üzere malumatı Sultan sarayında 24 Ocak / 4 Şubat / 1732 tarihinde alındı. Aynı günde Tebriz hâkimi Ali Paşa’nın mektubu da geldi. O kesin olarak Tebriz’in İran’a verilmesine karşı çıkıyordu. O, bildiriyordu ki, bu karar tehlikeli sonuçlar verebilir, zira, onun savaşçıları 1725 yılında Tebriz’in ilk kez zaptı sırasında olduğu gibi ev ve toprakları ele geçirip benimsemeyi başarmışlar. Bilindiği üzere, Sultan III. Ahmed’in zamanında Tebriz şehri 1730 yılında Şah’a geri iade edildiğinde, orada bulunan yeniçeriler de evsiz, topraksız kaldığında ayaklanmıştılar, bu olay da 1730 yılı İstanbul isyanı için kışkırtma nedeni olmuştur. Ali Paşa’nın düşüncesine göre Tebriz’in İran’a geri verilmesi Osmanlı koşunlarının öfkesine, kızmasına neden olabilir.[83]
Şubat’ın ortalarında divânın geniş çapta toplantısı düzenlendi. Toplantıya İmparatorluğun 60 kişilik yüce zatları katılıyordu. Bu divânda Ahmet Paşa kendisinin İran temsilcileri ile imzaladığı antlaşma üzerine bilgi verdi. Divân üyelerinin sayıca çoğu bazı tereddütler sonrası barış imzalanmasına razılıklarını bildirdiler. Sultan divâna katılan kişilere bu karar üzerine kendilerinin tâbiliklerinde bulunanları haberdar etmeyi ve onların gensorularını da açıklamak ödevi verdi. Müftü fetva ilân etti, aynı fetva işgâl olunmuş toprakların şartların gerektirdiği halde geri iade edilmesine izin veriyordu.[84]
İstanbul’un nüfusu da barış imzalanmasından memnun idi, çünkü, kendi dindaşlarına karşı üzücü savaşı hiç kimse sürdürmek istemiyordu. Sultan sarayı’nda Tebrizde yerleşen koşunun nasıl tepki göstereceğini bekliyorlardı, bu nedenle de barış imzalanması üzerine resmî bir haber yok idi.[85]
Osmanlı Sarayı’nın Tebriz’in verilmesi meselesinde özenmesinin nedeni vardı. Tebriz’de 1730 yılı ayaklanmasına katılanlar içerisinde bir kaç “serdengeçti”[86] bulunuyordu ki, onların çoğu takipten kurtularak buraya koşmuşlardı. Aynı bu “serdengeçtiler” Tebriz verilmesi sonrası kendilerini metropol’a /baş ülke’ye/ götürüp, 1730 yılı isyanı’na katıldıkları için kendilerine divân tutulacağını, yâni cezalandırılacaklarını düşünüyorlardı. Bu yüzden de aynı “serdengeçtiler” şehrin Şah koşunlarına teslim edilmesine engel olmak için yine de Tebriz’de ayaklanmak istiyorlardı. Fakat onların niyetlerinden haberdar edilen Ali Paşa önceden kendisine sadakatli yeniçeriler ve diğer koşunları toplayarak serasker heyetinde yerleşen ayaklananları kuşatıp kendilerini katletti. Bir şekilde kurtulan Ali Paşa çabuk komşu arazide bulunan Kızılbaş Hanlarına haber verdi ki, onlar şehre dahil olabilirler. Böylece, Tebriz tahvil verildi. Ali Paşa ise kendi koşunlarını Araz nehrinden Kuzey’e çekti ve onları İrevan’da yerleştirip, kendisi İstanbul’a gitti.[87]
İran ve Osmanlı İmparatorluğu arasında barış fazla sürmedi. Horasan’dan dönen Tahmasib Kulu Han/Nadir, Ahmet Paşa ve Şah temsilcisi arasında imzalanmış antlaşmayı tanımaktan vazgeçti. Daha 1732 yılının yazında II. Tahmasib Türk hâkim çevrelerine haber verdi ki, Nadir Han kendisine tâbi olmaktan vazgeçerek, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı silâhlanmaktadır. II. Tahmasib Osmanlı Sarayı’nı genel çabalar harcayarak bu “münakaşa çıkarana” boyun eğmeye çağırdı. Fakat Osmanlı hükümeti II. Tahmasib’e inanmadı, Şah Nadir’in uğursuzluğu takdirinde Osmanlı İmparatorluğu ile barışı korumak için ikili oyun oynadığını sandı.[88]
Osmanlı hükümeti İran ordusunun beklenilen saldırısını defetmek için ciddi askerî hazırlıklara başladı. 2/13/Haziran 1732 tarihinde 10 kapıcıbaşı emir üzere tüm Asya eyaletlerine gönderildi ki, tüm Paşaların kendi koşunları ile 11 gün zarfında Suriye’den Bağdat’a, Anadolu’dan İrevan ve Gence’ye gitmeleri öngörülmüştü. İtaat etmeyenleri idam cezası bekliyordu. Serasker Ahmet Paşa Bağdat’ta sağlanıldı, Gence’ye geçmiş sadrazam Osman Paşa, Tiflis’e ise Şahin Mehmet Paşa tayin olundu.[89]
19/30 Ağustos 1732 yılında Ali Paşa İstanbul’dan Şemahi’ye, Şemahi ve Gebele’de kalelerin kuvvetlendirilmesi üzere harçlarını ve Surhay Han’ın savaşçılarına ücret dağıtmak için 200 kese para, keza 200 çuval kılıç ve diğer silâh getirdi.[90]
Bu arada II. Tahmasib’le Nadir arasında savaş şiddetlendi. Kaydetmek gerekiyor ki, Rus hâkimiyet çevrelerinde bu münakaşanın açıkça silâhlı mücadeleye dönüşmesi istenmiyordu, düşünüyorlardı ki, silâhlı mücadele başlarsa İran ciddi surette yıpranır, zayıflayabilir ve yeniden Osmanlı İmparatorluğu’nun tutumunun kuvvetlenmesiyle biter.[91]
Rus rezidenti S. Avramov’un verdiği bilgilere göre, 22 Ağustos / 2 Eylül 1732 tarihinde Nadir II. Tahmasib’i tutuklamış ve 3 aylık oğlunu III. Abas adı ile Şah,[92] kendisini ise hükümdar vekili ilân etmiş.[93] O’nun 19 Eyül 1732 tarihli malûmatında da aynı olayları şöyle tasvir ediyor: 15/26 Ağustos 1732 tarihinde Nadir 30 bin seçkin askerle İsfahan’a yaklaşıp şehir civarında bulunan Şah bahçesinde ordugâh kurmuş, üçüncü gün ise Şah’la görüşmüştür. Galiba Nadir’in niyetini anlamış Tahmasib, O’na karşı soğuk davranmıştı. Bir zamanlar Nadir, Şah’a yakın olan bir kaç hizmetçisini tutuklamış. 21 Ağustos/1 Eylül akşamında Tahmasib tutuklananları serbest bırakmak amacıyla Nadir’e gelirken, Nadir O’nun kendisini de hapsetmişti.[94]
22 Ağustos/2 Eylül tarihinde kurmaya gelerek tüm hanları, binbaşı ve yüzbaşıları çağırarak, Tahmasib’in “ahlâkı bozulmuş sarhoş” ve binlerce kızılbaş’ın mahvedildiği Hemedan dolaylarındaki muharebede suçlu olduğunu söylemişti. Hanlar susuyorlardı, sonra Heratlı Rehim Han ve daha iki Han Nadir’in II. Tahmasib’i tahttan indirmek niyetini beğendiler. Bundan sonra Şah’ı getirdiler ve Nadir’in emriyle O’nun başından taç ve mendilli tüyü aldılar. Şah hâkimiyetinin bu sanlarını öperek, Nadir onları kendi yakınına koydu. Bundan biraz sonra Şah’ın erkek çocuk doğurmuş eşi getirildi, taç ve mendilli tüy kendisine sunuldu. Mühür yapanı çağırarak, O’na üzerinde Şah Abas’ın ismi bulunacak yeni bir mühür yapmayı emrettiler. Dînî temsilciye yeni Şah’ın adına hutbe okumayı emrettiler. Onlar böyle bir bahaneyle Ay takvimi üzere ayın 17’sine kadar (Yani, Miladi tarihe göre 28 Ağustos – 8 Eylül’e kadar) beklemesini rica ettiler ki, güya bugün pek elverişli bir gündür.[95] 28 Ağustos / 8 Eylül’de Nadir koşunla İsfahan’a girdi ve Şah Sarayı’na yerleşti. Tahtta Şah’ın 3 aylık oğlunun bulunduğu çok zengin süslenmiş beşik vardı. Beşiğin yanıbaşına küçük mendil, kalem ve kılıç koydular. Nadir hanları, binbaşıları, yüzbaşıları ve yüce din adamlarını çağırarak, onları Şah III. Abbas’ın tahta oturması ile ilgili kutladı ve Şah’ın adına toplananlara “pahalı bahşiş” verdi.[96] II. Tahmasib’i Meşed’e sürdüler, orada O’nun gözlerini kör ettiler.[97]
Böylelikle, hâkimiyet tamamen Nadir’in eline geçti. O, devleti sınırsız yetkili hükümdar olarak yönetiyordu. Az bir zaman içinde Nadir resmen Şah adını kabul etmek ve başına taç takmak kararını aldı. 1736 yılı şubatının sonları – martın başlarında devletin her bir köşesinden temsilcilerin toplam 100 bin kişiyi Azerbaycan’ın Muğan Kırı’na toplayıp, küçükyaşlı III. Abas’ı resmî olarak tahttan indirdi ve kendini Şah ilan etti.[98] Böylelikle, Safevîler Hanedanı’na resmen son verildi.
Bundan sonra İran’ı girdiği ekonomik bunalımdan kurtarmak, hazneyi doldurmak ve kendisine özen göstererek savunmuş feodalleri zengin yapmak, hem de bir fatih olarak ün kazanmak arzusu ile Nadir Şah dış seferlere başladı. 1737 yılında Herat’ı ve Gendehar’ı zapt etti.[99] Sonra Hindistan’a askerî seferde bulundu. Nadir Şah Hindistan üzerine yola koyulurken büyük oğluna söylemişti ki, bu seferde mahvolarak geri dönmeyebilir, bu sırada ise II. Tahmasip ve çocukları da tahta çıkmak iddiasında bulunabilirler. Bu tehlikenin atlatılması için Nadir Şah oğluna II. Tahmasib’i ve oğullarını öldürmesi tavsiyesinde bulunmuş, oğlu da Nadir’in tavsiyesini yerine getirmişti.[100]
Böylece, Safevîler Hanedanı’nın erkek üyeleri tümüyle katledildiler. Bu da bir gerçek ki, sonraları – XVIXVII. yüzyılın 40’lı yıllarında ve hatta 80’li yıllarda bile “sahte Safevî Şehzadeleri”, “Sam mirzeler”, “Sefi Mirzeler” meydana çıkarak, güya mucize sonucu kurtulan Safevî Şehzadeleri olduklarını iddia etmişler. Fakat onlardan hiçbirinin doğrudan doğruya Safevî Hanedanı’na mensup bulunduğu kanıtlanamamıştır.
Prof. Dr. Tofiq Teyyuboğlu MUSTAFAZADE
Azerbaycan Bilimler Akademisi Tarih enstitüsüsü / Azerbaycan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 925-935