Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin YAMAN
Türk devlet geleneği içinde kendine özgü bir yer işgal eden Sadr-ı âzamlık, tarihi bir devamlılığı temsil etmekte, son dönemde geleneksellikle modernleşme arasında bocalayan devletin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturmaktadır. İmparatorluğun kuruluş döneminde vezir sayısının ikiye çıkması üzerine vezir-i azamlık oluşturulmuş, Kanunî Sultan Süleyman zamanına kadar kullanılan vezîr-i âzam deyiminin yerini, sadr-ı âzam, sadr-ı âli ve sadâret-penah deyimleri almıştır.[1] XIX. yüzyılda bir ara “başvekîl” adını da alan sadr-ı âzamlık, saltanatın kaldırılmasına kadar varlığını sürdürmüştür.
Fatih tarafından çıkarılan “Kanunnâme-i Âl-i Osman’da, “…vüzerâ ve ümerânın vezîr-i âzam başıdır, cümlenin ulusudur, cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır ve malının vekîli defterdârıdır ol vezîr-i âzam nâzırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezîr-i âzam cümleden mukaddemdir”.[2] Tevkiî Abdurrahman Kanunnâmesi’ne göre, herkesten önce gelmekte, din ve devlete ait tüm ödevlerin görülmesi, cezaların yerine getirilmesi, halkın dirlik içinde yaşamasının sağlanması, devlet görevlilerinin tayini, adaletin yerine getirilmesi gibi devletin bütün işlerinin yürütülmesinde pâdişahın mutlak vekilidir.[3]
Tanzimat öncesinde başlayan yenileşme hareketleri ve özellikle Bab-ı âli’nin yeniden teşkilâtlanıp nezaretlere ayrılması; görev ve yetkilerin de yeniden düzenlenmesine, dolayısıyla devlet teşkilâtında sadr-ı âzamın durumunun yeniden saptanmasına neden olmuştur. Devletin içinde bulunduğu güçlükler ve dış dünya ile ilişkilerin önem kazanması, İmparatorluğa Batılı çehre verme girişimleri, Batı’yı örnek alan yeni sadr-ı âzam tipini doğurdu. Batı’yı tanıyan, yabancı dil bilen, batının desteğini kazanan kişiler sadr-ı âzam tayin edilmeye başlandı. Tanzimat dönemi boyunca sadr-ı âzam yine “vekîl-i mutlak”tı. Güçlü, otorite sahibi, Batının desteğini kazanmış kişilerin sadr-ı âzam tayin olunmaları, sadr-ı âzamlık kurumunun güçlenmesine ve otorite kurmasına yardımcı oldu. 1871 yılından itibaren bu otorite sarsıldı ve devlet idaresi yavaş yavaş Bab-ı âli’den saraya geçmeye başladı.
1876 yılında kabul edilen “Kanûn-i Esâsî” metninde, “mutlak vekil” deyimi bir yana bırakılarak, sadr-ı âzamlık unvanı kabul edilmiştir. Sadâret makamına pâdişahın güvenini kazanmış kişilerin tayin edileceği hükmü getirilmiş, sadr-ı âzam, “dahilî ve haricî umuru mühimmenin mercii” Meclis-i Vükelâ’nın başkanı olarak tanımlanmıştır.[4]
Padişah II. Abdülhamit, V. Mehmet Reşat ve VI. Mehmet Vahdeddin dönemlerinde: Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, Ahmet Şefik Midhat Paşa, İbrahim Edhem Paşa, Ahmed Hamdi Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Mehmed Sadık Paşa, Mehmed Es’ad Safvet Paşa, Tunuslu Hayreddin Paşa, Ahmed Arifî Paşa, Mehmed Said Paşa, Cenanî-zâde Mehmed Kadri Paşa, Abdurrahman Nureddin Paşa, Mehmed Kâmil Paşa, Kabaağaçlı-zâde Ahmed Cevad Paşa, Halil Rıfat Paşa, Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Ahmed Tevfik Paşa, İbrahim Hakkı Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Mahmud Şevket Paşa, Mısırlı Said Halim Paşa, Mehmed Talat Paşa, Ahmed İzzet Paşa, Dâmad Ferid Paşa, Ali Rıza Paşa ve Sâlih Hulusi Paşa sadr-ı âzamlık yapmışlardır.
Son dönem Osmanlı sadr-ı âzamları genellikle Türktür. Ailelerinin meslek grupları daha çok mülkiye olup, bunu serbest meslek, ilmiye ve askeriye takip eder. On sadr-ı âzam İstanbul’da, diğerleri İmparatorluğun değişik yerlerinde doğmuştur.[5]
Sadr-ı âzamlar genellikle mülki ve askeri eğitim almışlar, ülkenin dört bir yanında askeri, mülki ve harici görevlerde bulunmuşlar, deneyim kazanmışlardır. Sadr-ı âzam olmadan önce bir ya da birkaç kez nazır olarak görev yaptıkları, yurt dışında bulundukları görülür. Daha önceki sadr-ı âzamlardan ayrılan özellikleri, hemen hemen hepsinin birkaç yabancı dil bilmeleridir. Sadr-âzam tayin edilecek kişilerde başlıca “sadâkat”, “ehliyet”, “tecrübe” ve “dirayet” gibi özellikler aranmaktadır.[6]
Osmanlı tarihinde 292 kez sadâret değişikliği yapılmıştır. Bazı kişilerin sadâret makamına birkaç kez tayin edilmiş olmalarından dolayı, sadr-ı âzam olan kişi sayısı 215’tir.[7] Devletin iç ve dış sorunlarının arttığı, savaşların başarısızlıkla sonuçlandığı ve otorite boşluğundan doğan iktidar mücadelelerinin fazlalaştığı bunalım dönemlerde sadr-ı âzam değişikliği sıklaşmaktadır. 1876 yılından itibaren 48 kez (ibkâlar hariç) sadr-ı âzam tayin edilmiş, 27 değişik kişi görev üstlenmiştir. 1876-1882 döneminde 12 değişik kişi 17 kez, 1908-1913 döneminde 8 değişik kişi 12 kez, 1918-1920 döneminde 5 değişik kişi 11 kez sadr-ı âzam tayin edilmiştir.[8] Sadr-ı âzamların görevi, II. Meşrutiyet’e kadar genellikle azl, sonra ise istifa ile sona ermiştir. Bir sadr-ı âzam eceliyle ölmüş, biri suikast sonucu katledilmiş, biri Meclis-i Mebusan’dan güvensizlik oyu alması sonucu istifa etmiş, son sadr-ı âzamın görevi de saltanatın kaldırılması kararı ile son bulmuştur. Ahmed Vefik Paşa 2 gün ile en az, Halil Rıfat Paşa ise 6 yıl 4 gün ile en fazla sadarette kalan kişidir.[9]
Sadr-ı azamların tayin, azl’, görev ve yetkilerini kullanmasında, geleneklerin uygulanmasında, 1876 Kanunu Esasi ve 1909 değişikliği, Meclis-i Mebusan’ın açık olup olmaması ile padişah ve sadr-ı azamların kişilikleri etkili olmaktadır. Dolayısıyla, II. Abdülhamid dönemi ve sonrası her açıdan önemli farklılıklar gösterir. Saltanatı süresince, sadâret makamında yirmi altı değişiklik yapmış olması nedeni ile eleştirilen II. Abdülhamid, bu eleştirileri dayanaksız ve anlamsız bulur. Kendisinden önceki pâdişahlardan bazılarının daha çok sadr-ı âzam değiştirdiğini, kendisinin vezîrleri mümkün olduğu kadar yerinde bıraktığını, ancak arada bir sadârette değişiklik yapmak zorunda kaldığını söyler. Bu, politika alanında kendisini kurban vermeğe mecbur hissetmesine bağlıdır.[10] Sadr-ı âzam tayin ettiği kişiler, onun irâdesini yürütecek araçtır. Makamına getirdiği kimselerde aradığı başlıca özellikler de, “emniyetli”, “itaatli” olması ve Düvel-i Muazzama içinde etkisi üstün olan devlete, sempatik görünmesidir. II. Abdülhamid’i sadâret makamında bulunan şahsa karşı güvensiz ve sert davranmaya zorlayan nedenlerden önceliklisi, hafiyelerin jurnalleri olduğu kadar, Abdülaziz ve V. Murad’ın tahttan indirilmiş olmalarıdır.[11] V. Mehmed Reşad, otoritesini hissettirememiş olması nedeniyle kendisini, meşrutiyet pâdişahı gibi görmüş ve göstermiştir. İstifa ve tayinlere pek müdahale etmemiş, akla yatkın bulduğu istekleri uygulamakla yetinmiştir. İttihat ve Terakki’nin etkisini hesaba kattığı, Âyan ve Mebusan başkanları ile görüştükten sonra sadr-ı âzam tayin ettiği anlaşılmaktadır. VI. Mehmed Vahdeddin, İttihat ve Terakki’nin gücüne itiraz edememekle beraber, sadârete tayin hakkını kendinde görmektedir.[12]
Pâdişah, sadr-ı âzam tayin edeceği kişiyi mevcut siyasi durumu göz önüne alarak ya doğrudan ya vükelâdan kendisine yakın olanların düşüncelerini de alarak ya da iktidara etkisi olan kişi ve siyasî grupların tavsiyeleri ile seçmektedir.[13] Sadâret teklifi, pâdişah adına “Mabeyn-i Hümâyûn” görevlilerince ya da doğrudan pâdişah tarafından yapılmaktadır. Görev alan kişi, adet olduğu üzere saraya gidip pâdişahtan sadârete ait “mühr-ü hümâyûn”u bizzat alır. Mührün alınmasından sonra düzenlenen sadâret alayı ile Bab-ı âli’ye hareket eder, Bab-ı âli’de hatt-ı hümayun’un okunması ile göreve başlamış olurdu. Sadr-ı âzam, Bab-ı âli’deki törenden sonra tebrikleri kabul etmekte, hatt-ı hümayunu getiren saray görevlisi ile pâdişaha teşekkür mektubu gönderdikten sonra ilk mecis-i vükelâ toplantısını yapmaktadır.[14] Bu törende vükelânın arz odasında bulunması ve sadr-ı âzamı karşılaması usuldendir. I. Meşrutiyet döneminde sadr-ı âzam değişikliği, vükelânın da değiştirilmesi anlamına gelmediği ve kabine usulü mevcut olmadığından yeni sadr-ı âzam eski vükelâ ile çalışabilirdi.[15] II. Meşrutiyet döneminde Meclis-i Vükelâ’nin oluşturulması görev ve yetkisi sadr-ı âzama verildi. Sadâret Hatt-ı Hümayun’u ile göreve tayin edilen sadr-ı âzam, Meclis-i Vükelâ üyelerini, “Takrir-i Sadâret” ile pâdişaha arz ettikten sonra, Meclis-i Mebusan’ın “İtimad reyi” ne başvurmakta, sadr-ı âzamın azl’ ya da istifası kabinenin düşmesine neden olmaktadır. Değişiklik, sadr-ı âzamın vilayet ve müstakil livalara çektiği telgrafla duyurulmaktadır.[16]
Saltanat değişikliğinde, sadr-ı âzamın istifa, pâdişahın da sadr-ı âzam ve vükelayı “ibkâ” etmesi geleneği vardı. Hatt-ı hümayun hazırlanarak, Bab-ı âli’de okunmak suretiyle sadr-ı azama tebliğ olunurdu.[17] II. Abdülhamit’in saltanatının ortalarına doğru, tayin edilecek sadr-ı âzamdan bir “sadâkat senedi” alınması ve sadr-ı azam ile vükelâya yemin ettirilmesi usulü getirildi.[18] Mabeyn-i Hümayun Başkatibi’nin elinde bulunan yemin kağıdı başta sadr-ı âzam olmak üzere vükelâya tek tek okutulmakta, pâdişah ve Kanun-u Esasi’ye bağlı kalınacağına dair yemin edildikten sonra pâdişah bir konuşma yapmaktadır.[19] 1909 Kanun-u Esasi değişikliği ile sadr-ı azam, Meclis-i Umumi’de “… şer’-i şerif ve Kanun-u Esasi ahkamına riayet ve vatan ve millete sadakat edeceğine yemin eder” hükmü getirildi.
Meclis-i Vükelâ, pâdişah ya da sadr-ı âzamın daveti üzerine; sarayda, Bab-ı âli’de, nezaretlerin birinde, sadr-ı âzam ya da vükelânın birinin konağında toplanmaktadır. Bu toplantılar sabah çok erken saatte olabileceği gibi gece geç saatlerde de olabilirdi. Toplantılar duruma göre seyrek veya sık yapılmaktadır. II. Abülhamid, vükelayı genelde sarayda toplamış,[20] Bab-ı âli’ye geç gidip, geç çıkmak usulü döneminin ortalarına kadar devam etmiş, daha sonraları akşam ezanından sonra Bab-ı âli’de kimse kalmaz olmuştur. II. Abdülhamid, Meclis-i Vükelâ toplantılarına başkanlık yaparak ya da vükelâdan bazı kişileri özel olarak görevlendirerek, gelişmelerden anında haberdar olma yolunu seçmiş, Sadr-ı azam ve diğer devlet adamlarını kontrolü altına almıştı.[21] Pâdişah Mehmed Reşad zamanında sadr-ı âzam, Şeyhü’l-islâm, Enver Paşa ve ileri gelen vükelâdan bazıları ile Meclis-i Âyan Başkanı haftada bir gün saraya gelip huzura çıkardı. Mehmed Vahdeddin cülûsundan sonra, huzura çıkmak için arzda bulunulmadıkça Sadr-ı âzam Talat Paşa ve Enver Paşa’dan başkasını huzura kabul etmezdi.[22] Toplu kabullerde pâdişahın izninin alınması gerekli idi. İç ve dış problemlerin fazlalaştığı 1920 yılı Mayıs-Temmuz ayları arasında, Meclis-i Vükelâ’nın bazen günde iki kez; Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cumartesi ve Pazar günleri -sürekli olmamakla birlikte- toplanıp “mühim umur-u devletle iştigal” ettiği, sadr-ı azamın da sık sık huzura kabul edildiği görülmektedir.[23] Konaklarda yapılan Meclis-i Vükalâ toplantıları, genelde ya akşam yemeği verilerek son bulmakta, ya yemekten sonra da toplantı devam etmekte ya da yemekten sonra başlamaktadır. Bu durum Ramazan ayında sıklaşmakta, Bab-ı âli’de sürekli toplantı mümkün olmadığından arzu edenlerin iftara, özürü olanların iftardan sonra toplantı için konağa gelmeleri istenmektedir.[24]
1876 Kanun-ı Esasi’si, en büyük güç olarak pâdişahı tanımıştır. Yürütme görevi pâdişahın, yasama görevi de pâdişahın irâdesini almak şartı ile pâdişah tarafından seçilen “Meclis-i Âyan” ve halk tarafından seçilen “Meclis-i Meb’ûsân”a aitti. Yargı ise bağımsız mahkemelere verildi. Bu denge içinde sadr-ı âzam, pâdişah tarafından seçilen, bütün önemli işlerin merci olan Meclis-i Vükelâ’nın başkanı olarak tanımlandı. Görev ve yetkileri, faaliyet alanı belirlenmediği gibi, artık mutlak vekil de değildi. Mevcut ve değişen güç dengeleri içinde, pâdişah ve belirli baskı gruplarının etkisi altında kaldı. Devletin içinde bulunduğu buhran da bir bakıma bunu zorunlu kıldı. Sadr-ı âzamlık üzerindeki başlıca baskı grupları; I. Meşrutiyet döneminde pâdişah ve düvel-i muazzama, II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf ile yine düvel-i muazzamadır. Milli Mücadele döneminde ise, başta saray olmak üzere işgalci İtilaf devletleri, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Anadolu’da gelişen milli hareket oldu.
Sadr-ı âzamın görev ve yetkileri, Meclis-i Vükelâ kararı ve pâdişah irâdesi ile sınırlıdır. Bir bakıma pâdişah ile nezaretler arasında bağlantı ve koordinasyonu sağlayan kişidir. Meclis-i Umumî’nin açık olduğu dönemlerde, Meclis-i Umumî ile pâdişah ve hükümet arasındaki koordinasyonu sağlamak da görevi olmuştur. Sadr-ı azamın, her birinin Meclis-i Meb’usan ve Meclis-i Ayan’a katılma ya da maiyetindeki memurlardan birini vekaleten bulundurma, nutukta meclis üyesinden önce gelme, cevap verme, cevabını erteleme hakkı vardır. Mecliste gizli görüşme isteyebilir, teklifin kabulü veya reddi için çoğunluğun oyuna başvurabilirdi.[25] Meclis-i Mebusan ile vükelâ arasında anlaşmazlık çıkması halinde vükelâ, ya Meclisin kararını kabul edecek ya da istifa edecektir. Yeni Meclis-i vükelâ öncekinin düşüncesinde ısrar eder ve Meclis-i Mebusan durumu beyan ile yine reddederse, pâdişah Meclisi feshedebilir. Ancak, yeniden oluşan Meclis, önceki meclisin görüşünde ısrar ederse, Meclis-i Mebusan kararının kabulü zorunlu olacaktır. Meclis-i Mebusan’ın çoğunlukla güvensizlik oyu verdiği nazır düşer. Sadr-ı âzam hakkında güvensizlik oyu verilirse, Meclis-i Vükelâ da düşmüş sayılırdı.[26] Sadr-ı âzam ile meclis başkanları protokolde pâdişahın her iki yanında yer almaktadırlar.[27]
Meclis-i Mebusan’ın tatil olduğu, Meclis-i Vükelâ’nın sorumluluğu üzerine alamadığı ya da almaktan çekindiği savaş ilanı, barış gibi önemli meselelerde son kararı vermek için genel olarak, “Şûra-yı Saltanat”, “Şûra-yı Âli”, “Meclis-i Âli”, “Meclis-i Meşveret”, “Meclis-i Fevkalâde” gibi adlarla anılan meclisleri toplamak hakkı vardır. Danışma nitelikli bu meclislere, genelde sadr-ı âzam başkanlık yapmakta, pâdişah ya da sadr-ı âzamın açış konuşmasından sonra, meclise davet edilen üyelere devletin gücü, para ve siyasi durum hakkında bilgi verilmekte, sorular cevaplandırılmakta, nasıl bir karar alınması gerektiği belirtilmektedir..[28]
Meclis-i Vükelâ’nın başkanı olması sebebiyle, vükelâdan her biri icra yetkisinde olmadığı işleri sadr-ı âzama arzeder. Sadr-ı âzam bunlardan icraası görüşmeye muhtaç olmayanları kanun hükmünce icra veya görüşmeyi gerektirenleri pâdişahtan izin isteyerek Meclis-i Vükalâ toplantısına havale eder. Alınan kararı pâdişah irâdesi gereği yerine getirirdi.[29] 1909 yılına kadar pâdişaha sunulacak ariza ve Meclis-i Vükelâ mazbatalarının altında sadr-ı âzam ve vükelânın zat mühürleri bulunur. Sadr-ı âzam, Mabeyn Başkatibine yazdığı tezkireye imza atardı.[30] 1909 değişikliğiyle, padişahın onayına muhtaç kararların yürürlüğe girebilmesi için sadr-ı âzam ile ilgili nazır tarafından imzalanarak, kararın sorumluluğunun alınması ve onların üst tarafında da pâdişahın imzasının bulunması kuralı getirildi.[31]
Pâdişah irâdeleri ve sadr-ı âzam yazıları, “resmî” ve “hususî” adı verilen tezkirelerle gönderilir. Hususi tezkire ile sadr-ı âzam, pâdişaha kendi düşüncesini ve sorun hakkındaki bilgileri arz ederdi. Hususi ya da resmî tezkirelerle gönderilen maruzat, genellikle akşama doğru saraya ulaştırılırdı. Pâdişaha torba içinde takdim olunmakta, zarf içinde iade edilmektedir. Zarfın üzerine, içindeki tezkire adedi ve saat kaçta teslim olunduğu işaret edilir. Zarfın arkasına pâdişahça “malum” yazılırdı.[32] Sadâret tezkiresi ile arz edilen Meclis-i Vükelâ kararının irâdesi ya aynı ya da ertesi gün çıkmaktadır. Bu, konunun sarayda günü gününe izlendiği veya pâdişah irâdesi geç de çıksa, aynı ya da ertesi günün tarihi atılarak sadârete gönderildiği izlenimini vermektedir. İrâdenin, Meclis-i Vükelâ ve Şûra-yı Devlet mazbatalarının suretleri alınarak sadâret tarafından nezaretlere tebliğ edilmesi usuldendi.[33]
Yani alınan kararlar nezaretle ilgili olsun, hükümetle ilgili olsun mutlaka sadr-ı âzamın onayı ile padişaha arz edilecek. İrâde, sadr-ı âzam tarafından ilgili yerlere tebliğ edilecekti. Bu açıdan sadr-ı âzam, vükâla arasında koordinasyonu sağlayan, mevcut sorun ve çözüm yolları hakkında onların düşüncelerini alan, kararları pâdişaha arz eden, irâdenin icraasını konu ile ilgili nezaretlere emir ve tebliğ eden üst ara makamdı.
Meclis-i Vükelâ toplantısında sadr-ı âzam sorunları anlatır. İlgililer dinlenir. Konu görüşüldükten sonra alınan kararlar icrâ edilmek üzere tebliğ olunurdu.[34]
Askeri ve mülki memurların rütbe, nişan ve diğer ödüllendirmelerinin sadr-ı azam izni ve padişah onayı ile yapılması geleneğinin zaman zaman aksaması, bunun hükümdarlık hakkı görülmesi üzerine,[35] 1908 tarihli Hatt-ı Hümayun ile “.Nezâretler ve vilayetlerdeki kaffe-i memurînin… nişan ve rütbe vesair mükafata nailiyetleri tabi oldukları nezâret ve reisi idârenin tasvibi ve makamı sâdaretin inzimamı reyi ile icrâ olunur”[36] kuralı getirildi.
Sadr-ı âzam kendisine yapılan şikayetlerle ilgilenmekte, gereğini ilgili daireye havale etmektedir. Emirlerinin yerine getirilip getirilmediğini izler, usulsuz kararlara karşı çıkıp, geçersiz sayabilirdi.[37]
Sadr-ı âzam pâdişahın iç ve dış sorunlar hakkındaki uyarılarını yerine getirir veya konu hakkında lâyiha hazırlanması için nezaretlere havale eder. Alınan önlemin olumlu etkisi olmazsa, bir daha incelenmesini isteyebilir. Eğer sorun kendisine havale edilmişse, hususi tezkire ile pâdişaha arz ederdi.[38]
Sadr-ı âzam, Meclis-i Vükelâ’nın çalışma tarzı ile yetkilerine ilişkin tekliflerde bulunabileceği gibi Kanun-ı Esasi değişikliği teklifinde de bulunabilir. Meclis-i Mebusan’la çatışması halinde feshini sağlayabilirdi.[39] İdari yetki ve faaliyetlerini, otorite kurabilmesine bağlı ve pâdişah irâdesi ile sınırlı, bazen Meclis-i Vükelâ içinde ve üstünde bazen de Meclis-i Mebusan denetiminde mütalaa ettiğimiz sadr-ı âzam; verilen ziyafetlerde sofranın başında oturur.[40] Seyahatlerinde pâdişahın yanında bulunurdu.[41]
II. Abdülhamit Dönemi’nde, sadr-ı âzamın herhangi bir nedenden dolayı göreve gelememesi veya görevden alınması durumunda yerine, geçici olarak Meclis-i Vükelâ’ya başkanlık edecek ve sadârete ait işleri yürütecek bir ya da iki kişi tâyin edilirdi. Sadâret makamının boş kalmaması esastı. Sadr-ı âzam ülke dışında bulunduğu zamanlarda da kendisine bir ya da iki kişi vekalet etmektedir. Sadr-ı âzama vekalet edenler ya şeyhü’l-islâm ya hükümetin nüfuzlu kişilerinden biri ya da sadr-ı âzamlığı düşünülen kişidir. II. Meşrutiyet’ten sonra istifa eden sadr-ı âzamın, yeni sadr-ı âzam tayinine kadar göreve devam etmesi hükmü getirildi.
“Seraskerlik işinin nüfuz-ı sadâret altında bulunması öteden beri muhâlif-i hümâyûn…”[42] olduğu ve hal’ olaylarının ordunun desteği ile gerçekleştirilmesi nedeniyle sadr-ı âzamlar, II. Abdülhamid Dönemi’nde askeri işlerden, dolayısıyla ordu ve seraskerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Ordunun başkomutanı olan pâdişah, askeri yetkisini vekili ya da vekilleri aracılığı ile kullanmaktadır. Askeriyenin düzenlenmesi ve yönetimi dönemin başında pâdişah adına serdar-ı ekrem ya da serasker tarafından yürütülürken, bu yetki II. Meşrutiyet’ten itibaren Meclis-i Vükelâ’ya geçmiş. Nazırları seçme yetkisine sahip olan sadr-ı âzamın askeri teşkilat üzerindeki otoritesi artmıştır. Son dönemde hiçbir sadr-ı âzamın sefere çıkmamış, dolayısıyla Başkomutan Vekili olmamış, askeri yetkileri savaş boyunca pâdişah adına doğrudan kullanmamıştır. Sadâretin yanı sıra Harbiye Nezareti’ni de uhdelerine almaları, askeri görev ve yetkileri esas görevleri ile birleştirip, hızlı karar verip uygulama amacına ve koordinasyonu sağlamaya yönelik olmuştur.[43]
Sadr-ı âzam huzura protokol kurallarına uyarak girer, çeşitli konuları görüşürdü. Sadr-ı âzamın saraya gidip, “arz-ı ubûdiyet” etmesi hem bir görev, hem de bir zorunluluktur. Sorunları arz etmek gerekçesiyle sadr-ı âzamın haftada iki gün saraya gelmesi adeti vardı. Saraya geldiğinde vükelâ odasına gidip, başmabeynci ve başkâtip yanında bulunduğu halde pâdişah tarafından kabul edilmeyi bekler. Kendisine yemek verilirdi. II. Abdülhamid döneminde saraya gelen sadr-ı âzam, “selam-ı şâhane” ile taltif olunur yemek yedikten sonra, ancak önemli bir iş olursa huzura kabul edilirdi.[44] Pâdişah Mehmed Reşad döneminde ise yemekle ağırlandıktan sonra ya da doğrudan huzura kabul olunması doğal karşılanır, genellikle de bekletilmeden huzura kabul olunurlardı. Sadr-ı âzam Tevfik ve Dâmad Ferid Paşalar Mabeyn dairesine uğramaksızın Pâdişah Mehmed Vahdeddin’in huzuruna girerlerdi.[45] Sadr-ı âzamların huzura yalnız[46] ve silahsız girmeleri[47] adet idi. Huzura giren sadr-ı âzam pâdişahın izni ile oturur. Pâdişah ayağa kalktığında ayrılma zamanının geldiği anlaşılırdı.[48] Arz günleri dışında görüşmek gerektiğinde sadr-ı âzam; mabeynden bir görevli gönderilerek, tezkire yazılarak, telgraf çekilerek ya da telefon edilerek zaman belirtmek suretiyle saraya davet olunur. Bu davet pâdişah yada sadr-ı âzamın isteğiyle gerçekleşirdi[49] Huzura giren sadr-ı âzam sorunları arzeder, konu hakkında bilgi verir, düşünce alış verişinde bulunur, pâdişahın irâdesini alırdı. Padişah sorunun sadr-ı âzamla kendisi arasında halledilmesini, Meclis-i Vükelâ’da veya encümenlerde görüşülmesini ya da irâdesinin yerine getirilmesini emredebilirdi. Sadr-ı âzam irâdeyi uygulamaya koymak ile yükümlü idi. Pâdişah sorunların ağırlaştığı zamanlarda sık sık sadr-ı âzam mazullerinin düşüncelerine de başvururdu.[50] Padişah huzuruna kabul olunacaklar Sadr-ı azam vasıtasıyla tebliğ olunur. Huzura çıkması gerekenler de Sadr-ı azam vasıtasıyla arz edilirdi.[51]
Pâdişahın nutuk ve emirleri, pâdişah irâdesi ve sadr-ı âzamın gözetiminde Bab-ı âli tarafından hazırlanır. Esas şeklini aldıktan sonra pâdişah tarafından ya da onun adına sadr-ı âzam tarafından okunurdu. Meclis-i Umumî’nin açılış törenlerinde, pâdişahın açılış nutkunu sadr-ı âzam okumaktadır.[52]
Sadr-ı âzam, pâdişah ve hanedan ile ilgili resmi ve özel işlerde de önemli rol oynamaktadır.[53] Sadr-ı âzam pâdişah emri ile hanedanın evlilik işleri ile uğraşır, seçim yaparak arz ederdi.[54] Pâdişah Mehmed Reşad zamanında yapılan sultan evlenmeleri Dolmabahçe Sarayı’nda; Pâdişah başkanlığında, saray erkanı ve sadr-ı âzamla Şeyhü’l-islâm’ın huzurunda yapılır, yeni evliler için hükümet tarafından konak satın alınır, döşenirdi. Pâdişah da, sadr-ı âzamın ihtiyaçları, çocuklarının sünnet, eğitim, evlenme ve iş sahibi olmalarıyla ilgilenmektedir. Mazul ve görevde bulunan sadr-ı âzamların yakınları için terfi ve tayin hakkında pâdişaha arizalar takdim ettikleri ve genellikle kabul edildiği görülmektedir.[55]
Sadr-ı âzam eğlence ve ziyafetler esnasında pâdişahın yanında bulunur, iltifat görürdü. Pâdişah, sadr-ı âzamını tiyatroya davet eder, bu davette bazen sefîrlerden biri ya da birkaçı ile vükelâdan bazıları da bulunurdu. Sefîrlerin tiyatroya davet edildiği gece, akşam yemeği de verilirdi.[56] Pâdişahın özel gezi ya da seyahatlerinde yanında bulunur. Seyahatlerde sadr-ı âzam, hariciye ve bahriye nâzırlarının hazır bulunmaları adet olmuştur. Pâdişah adına gelen misafiri karşılar, pâdişahın resmi selamını iletirdi.[57]
Sadr-ı âzamların tayin, azl’ ve icraatında zaman zaman İstanbul’daki “Düvel-i Muazzama” elçileri de önemli sayılabilecek bir rol oynamış, her biri kendisine taraftar ve diğer devletlerin nüfuzu altında bulunmayan bir kişinin sadâret makamında bulunmasına çalışmışlardır. Sadr-ı âzam, padişahın vekili ve hükümetin başkanı olarak diplomatik faaliyetlerde bulunmakta, elçi kabul etmektedir. Meclis-i Vükelâ kararı ve pâdişah irâdesi ile diplomatik girişimlerde bizzat bulunabileceği gibi, vükelayı ve devlet memurlarını da görevlendirebilirdi. Tayin olunan sefirler, sadr-ı azamın da bulunduğu törende “itimatnamelerini” padişaha arz ve takdim ettikten sonra Bab-ı ali’ye gelir, sadr-ı âzamı da ziyaret ettikten sonra göreve başlarlardı. Görevi sona eren sefirlerin de, sadr-ı âzamı ziyaret ederek veda ettikleri görülür. Sadr-ı azam da iade-i ziyarette bulunmaktadır.[58] II. Abdülhamid Dönemi’nde sadr-ı âzam ve vükelâdan birinin sefaretlerin davetine katılması veya sefaretlerle görüşmesi pâdişahın iznine bağlı idi. İzinli de olsa görüşme denetlenir, görüşme sonunda sadr-ı âzam tarafından saraya ayrıntılı bir rapor arz edilirdi.[59] Dış politika pâdişah, sadr-ı âzam ve hariciye nazırı üçlüsünce aktif olarak yürütülmekte; Meclis-i Vükelâ’da alınan kararlar padişaha arz edilmektedir. Kararın icrası ile sadr-ı âzam ve hariciye nazırının yetkilerinin sınırı, padişah iradesine bağlıdır.
Devletin izlediği dış siyaset, devletin içine düştüğü çözümsüzlükler nedeni ile dış destek sağlama, herhangi bir dış desteğe dayanma zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. İç siyasi kaygılar ve sorunlar yanında, izlenen veya izlenecek dış siyaset, seçilecek sadr-ı âzamın kim olacağının, ya da hangi özelliklere sahip olacağının işaretlerini vermektedir. Bu durum, genel olarak formasyonları hiç de rastgele göreve getirilmiş oldukları izlenimini vermeyen sadr-ı âzamları zorlamakta, çaresiz ve yetersiz kılmaktadır. Sadr-ı âzamların seçme yetki ve şansını buldukları zamanlarda, sadârete ek olarak en çok uhdelerine aldıkları görevin Hariciye Nezareti olması da dış ilişkilerin önemini göstermektedir.
Sadr-ı âzamlık makamının sembolleri mühür, unvan ve lakaplardır. Sadr-ı âzamın en önemli sembolü mühürdür. Tayin’de sadr-ı âzama bizzat padişah tarafından verilen mühür, görevden alındığı veya ayrıldığında genellikle Mabeyn görevlilerine aldırtılmakta, mührün alınması makamdan ayrılma anlamına gelmektedir. Sadr-ı âzamın “mühr-i hümâyûn”dan başka “Sadâret mührü” ve “zati mühür”ü vardır. Zaman zaman her üç mühürü de kullandığı görülür.[60]
Osmanlı sadr-ı âzamı ve Meclis-i Vükelâ’nın bazı üyeleri “Paşa” unvanı taşıyorlardı.[61] Sadâret kaymakamlığına ya da sadr-ı âzamlığa getirilen şahsiyetler, daha önce vezîr olmamışsa, mutlaka vezîrlik verilir, dolayısıyla “Paşa” unvanını kullanmaya hak kazanırlardı.
Sadâretle beraber zaman zaman “başvekâlet”[62] adının da kullanıldığını ve yazışmalarda “Huzur-i sâmîi hazret-i sadâretpenâhî”,[63] “zât-ı âli-i sadâretpenâhî”[64] denildiğini biliyoruz. Sadr-ı âzam, şahsına bağlı “sâmîi”, “âli” lakapları dışında, “devletlû”, “fehâmetlû” lakaplarını da kullanmak hakkına sahipti.[65] Bu dönemde dokuz tayin Başvekil unvanı ile yapılmıştır
Sadr-ı âzam devlet işlerini, maiyetindeki yüksek dereceli memurlar ve onlara bağlı kalemler vasıtasıyla yürütürdü.[66] Devlet yönetiminin nezaretlere ve dairelere ayrılması sonucu, sadr-ı âzam maiyetinin de değiştiğini, sadâret kurumunda zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek yenilik ve ekler yapıldığını görüyoruz.[67] Sadr-ı âzamın maiyetinde müsteşar, âmedçi, mektupçu, mühürdâr, beylikçi, teşrifatçı, hukuk müşaviri, yaver, tercüman, telgraf memuru, hukuk müşaviri, tuğrakeş ve çavuş gibi görevliler bulunmaktadır. Duyulan ihtiyaçtan dolayı 1888 yılında özel bir tercüman, “Tercüman-ı sadâret-i uzma” ve ayrıca subaylardan oluşturulan bir heyet, “yaver”lik oluşturuldu.[68] Çeşitli yazı ve süsleme çeşitlerini yaratmakla görevli “Nişan-ı Hümâyûn Kalemi”, telgraf kaleminin yerini alan “Şifre Kalemi”, Bab-ı âli evrak ve arşivleri ile ilgili “Bâb-ı âli evrak odası” ve “hazine-i evrak” sadr-ı âzamın emrinde idiler. 1893 yılında eski bir görev yeniden kuruldu ve imparatorluk şifresini yazmakla “Tugrakeş” görevlendirildi.[69] Bunların dışında “Daire-i Sadâret Hesabat Kalemi”[70] gibi, doğrudan doğruya sadâret makamına hizmet veren kalemler vardı. Sadr-ı âzam göreve tayin edildiğinde, daha iyi hizmet verebilmesi için bazı kolaylıklar sağlanmakta, görevden ayrılışında bunların tümü yeni sadr-ı âzama devredilmektedir.[71]
Bu dönemde Sadr-ı âzamın başlıca geliri, “Muvazene-i Maliye Kanunu” ile saptanan maaş ve ödeneklerdir.[72] Sadr-ı âzamlar maaş ve ödenekleri dışında II. Abdülhamid’den “hususî maaş” da almaktadırlar.[73] II. Abdülhamid, sadr-ı âzama hediyeler verir, mülk edinmesini sağlar, bazı ihtiyaçlarını karşılardı. Vükelânın saraya yakın yerlerde oturmalarına özen gösterir; sadr-ı âzam, şeyhü’l-islâm ve serasker konaklarını, gideri hazine-i hassadan karşılanmak üzere yaptırtır. Eşyalarını da döşettikten sonra kendilerine “ihsan” ederdi.[74] Yapılan ek ödemeler aldıkları maaşın üstündedir ve sadâretleri süresince her türlü giderleri pâdişah tarafından karşılanmaktadır.
Sadr-ı âzam azl veya istifa sonrasında yeni bir göreve tayin olunursa, o görevin maaşını alır. Ya da kendilerine mazuliyet veya emekli maaşı bağlanırdı.[75] II. Abdülhamit döneminde azl’ edilen sadr-ı âzam İstanbul’dan uzaklaştırıldığı ya da kendi isteği ile uzaklaştığında kendisine “harcırah”, “harçlık” adı altında para gönderilirdi.[76] Ayrıca, özel gelirlere de sahiptiler.[77]
Yetkilerini her ne şekilde kullanıyor olursa olsun sadr-ı azamlık devletin en yüksek makamı, sadr-ı azam “Hükümet denilen teşkilâtın en büyük şahsiyeti olan birinci Türk nâmile tanımak gereken[78] kişidir. Kişisel özlemlerin, hizmetin, iktidar tutkusunun doruğudur. Sadr-ı azam Said Paşa anılarında sürekli icra memuru durumuna düşmekten yakınmakla beraber görevi dokuz kez kabul etmekten geri kalmamıştır. Görevlendirildiği haberini alan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dizleri ve elleri titremiş, görevden alınan Tevfik Paşa elleri titreyerek ve gözleri yaşararak mührü teslim etmiştir.
Sadr-ı azamlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Kasım 1922 günlü Saltanatın kaldırılması hakkındaki kanunun uygulamaya konulmasıyla son bulmuştur.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin YAMAN
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 577-585