I. Genel Olarak
Gerek Doğu’da ve gerekse Batı’da, devletin temel fonksiyonları ve bu fonksiyonlar ile ilgili yetkiler, günümüzdeki anlamıyla birbirinden ayrılmadığı yakın dönemlere kadar, tek bir şahsın uhdesinde toplanmış ve onun iradesine tabi kılınmıştır. Bununla birlikte, hükümdarın tek başına, devletin bütün fonksiyonlarını yerine getirebilmesi, bununla ilgili yetkileri kullanabilmesi ve artan devlet ihtiyaçlarını karşılayabilmesi de imkansız görülmüştür. Üstün iktidar sahibi bu tek kişiye devlet işlerinin görülmesinde yardım edecek kurullara ihtiyaç duyulmuş ve devletin teşkilatlanması da bu tarzdaki bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda hükümdara, kendi şahsında toplanan fonksiyonların yerine getirilmesi ve bunu sağlayacak yetkilerin kullanılması bakımından niteliği itibariyle birbirinden farklı çeşitli yardımcı kurullar/organlar oluşturulmuş, bunlar vasıtasıyla devletin çeşitli fonksiyonları icra edilirken kısmen de olsa yönetime katılım sözkonusu olabilmiştir. Ancak bu organların varlığına rağmen, devletin temel fonksiyonları ve yetkileri, hükümdarın şahsında toplanmış olma niteliğini uzun dönem muhafaza etmiştir.[1]
Hükümdarlar, devlet fonksiyonlarından biri olma bağlamında, yönetimle ilgili alacakları önemli kararlarda danışacakları bir kurula ihtiyaç hissetmişlerdir. Diğer yandan, tarih içerisinde, gerek Batıda ve gerekse Doğu’da, pek çok toplum çeşitli saiklerle danışma yöntemini yönetimde egemen kılmak için mücadele etmiş, iktidar sahipleri de uygulayacakları kararları topluma benimsetebilmek, sorumluluğu paylaşabilmek ve en doğru karara ulaşabilmek düşünceleriyle bir kurula danışma gereği duymuşlardır.
Devlet organlarının günümüzdeki anlamda şekillenmediği bu dönemlerde, danışma ve istişâre; iktidarın, önemli devlet işlerini görmede tek başına hareket etmemesi, bir kurulun da görüşünü alması anlamında bir “karar alma” yöntemini ifade etmekle birlikte, aynı zamanda; kendisine fikir danışılan ve istişâre edilen bir kurulun karar alma mekanizmasına “katılımını” da ifade etmekteydi. Yani iktidar, bir karara varmadan önce, bir kurula danışıyor ve istişâre ediyorken, aynı zamanda onun varmış olduğu kararı dikkate alıyor ve hatta çoğu zaman bu kararı onaylıyor, bu karara bağlı olabiliyordu. Bu yönüyle kurum, karar organlarının ilk şekillerini oluşturmaktaydı.
Batı’da bu çeşit kurullara ilk başlangıç olarak eski Yunan ve Roma, asıl başlangıç olarak da Ortaçağ kıta Avrupası gösterilmektedir. Ortaçağ’da İzlanda ve İngiltere’de kralın yanında, toplulukları ve mülkleri temsilen oluşan heyetlere rastlanır. Bunlar, öncelikle vergi alma ile başlayan, hükümdarın topraklarında barışın ve adaletin sağlanması ile devam eden süreçte, zamanla iktidarın denetlenmesi ve sınırlandırılmasını sağlayan danışma kurullarına dönüşmüşler ve böylece Avrupa’da modern anlamdaki yasama meclislerinin de ilk kökenlerini oluşturmuşlardır.[2]
Türk hukukunda da İslam öncesi dönemde; toy, kurultay şeklinde görünen danışma uygulaması, Türklerin İslam’ı kabulüyle birlikte İslamiyet’teki “istişâre/şûrâ” ile bağdaşıp güç kazanmış, Selçuklular ve Osmanlılarda “Divan” şekline bürünmüş ve XVII. yüzyıldan itibaren Divan-ı Hümayun’un etkisinin azalmasıyla birlikte “Meşveret”, XVIII. yüzyılda da “Meclis-i Meşveret”e dönüşmüştür. Tanzimat ile birlikte, yapılması düşünülen düzenlemeler için, “sürekli bir meclis” fikri benimsenmiş ve meşveret meclisi sürekli yasama meclisleri görünümünü almıştır. Tanzimat Dönemi’nde hız kazanan Batılılaşma düşüncesi meşrutî yönetim tarzına yönelişi güçlendirmiş, geleneksel meşveret düşüncesi bu yönetim tarzına ulaşmada “fikri meşruiyet” kaynağını oluşturmuştur. Parlamenter sisteme geçişte aydınların hareket noktası, “geleneksel anlamı”ndan kısmen sapma da gösterse, yine meşveret/danışma fikri olmuştur.
Birey hayatında önemli olmakla birlikte, danışma, kamusal alanda taşıdığı değerle ve oynadığı rolle, daha çok önemlidir ve de kamu hukukuyla ilintilidir. Çünkü, bireyin danışması veya danışmaması ve sonuçta vermiş olduğu karardaki sorumluluk kişiseldir. Ancak yönetim ve dolayısıyla kamusal alandaki durum tamamen farklıdır. Zira, kamusal sorumluluk taşıyan kişinin kararlarındaki isâbet veya hata, topyekün bir toplumu ilgilendirmekte ve toplumsal sonuçlar doğurmaktadır.
Danışma bu yönüyle, iktidarın sınırlandırılması olgusuyla doğrudan ilgilidir. İktidarı elinde bulunduranların hukuki ve fiili sınırlamalara tâbi olduklarını kabul etmekle sorun halledilmiş olmaz. Sınırlamanın etkili olabilmesi için yerleşik kurumlar gereklidir. Tarihsel boyutuyla düşünüldüğünde, iktidarın sınırlandırılmasında özgürlük-otorite boyutu ön plana çıkmakta ve yönetime katılımın bağdaştırıcı bir rol oynadığı görülmektedir. Başlangıçta sadece kendisine ‘danışılan’ bir kurul iken zamanla yönetime katılma gücü elde eden danışma kurulları, parlamento öncesi aşamada yeterlilikleri tartışılmakla beraber iktidarı sınırlandırma işlevi görmüşlerdir.
II. Tanzimat Dönemine Devrolunan Danışma Mirası
- İslam Öncesi Türklerde Danışma
Danışmak; bir iş için bilgi ve yol sormak, istişâre, meşveret[3] anlamlarına gelir. Bununla birlikte, Türk Tarihi’nin farklı devirlerinde, hatta zaman zaman aynı dönem içinde bile aynı veya yakın anlamlara gelebilecek pek çok kavramla karşılaşmak mümkündür.
Eski Türkler, danışma işinin yapıldığı yeri ve toplantıyı belirtmek üzere çeşitli terimler kullanmışlardır. Bunlar içerisinde, toy ve kurultay öne çıkan kavramlardır. Toy; bütün Türk lehçelerinde ve Türkçe’den intikal ettiği diğer dillerde “meclis, toplantı” anlamına gelmektedir.[4] Türkler toy tabirini, devlet yapısında gelenekleşen bir müessese anlamında, daha çok, senenin belirli zamanlarında yaptıkları, yeme içme, eğlence, dini tören ve danışmayı da içeren toplantılar için kullanmışlardır.
Türkçe “kurul” ve Moğolca “tay” ekiyle oluşmuş kurultay terimi, Türkçe’ye Cengiz Han Devleti’nden gelmiştir.[5] Oğuz Han Destanı’nda geçen iki “toy”dan, ikincisi için “kurultay” tabiri kullanılmıştır.[6] İbni Batûta Seyahatnamesi’nde yer alan toy kelimesi de kurultay anlamındadır. Kurultay kavramı, eski Türklerde toy ile aynı anlamda ve bazen biri diğerinin yerine kullanılabilmekteyse de, kurultay, “toy”a nazaran daha çok, “seçkin kişilerin katıldığı meclis” olarak da görülebilmektedir.
Hunlardan itibaren hemen her Türk devletinde; adı, yapısı, katılanları, yetki ve görüşme konuları farklı da olsa, devlet işlerinin görüşüldüğü “danışma, müzakere, kontrol ve karar alma” özelliğine sahip bir kurul varolmuştur.[7]
Senenin belirli zamanlarında olmak üzere ‘olağan’, toplum ve devlet hayatını etkileyen önemli olayların meydana gelmesi halinde ise ‘olağanüstü’ toplanan danışma toplantıları devletin en önemli meselelerinin görüşülüp kararlaştırıldığı yapılardı. Yeni Han seçimi, hükümdarın kontrolü ve tasdiki, Han’ın tahttan indirilmesi, töre tesbiti, savaşa ve barışa karar verme, devlet yönetimiyle ilgili önemli kararlar alma yetkileri arasındaydı.[8] Hakan devlet hayatını ilgilendiren önemli meselelerde tek başına karar alamayıp kurultaya danışmak zorundadır. Burada karara bağlanmayan önemli devlet işleri Kağan tarafından icra olunamazdı. Kağan iktidarı sınırlanmış bir konumdaydı.[9]
Halkın da katılımıyla oluşan toy toplantıları ve seçkin kişilerden oluşan kurultaylar vasıtasıyla yönetime katılım gerçekleşmekteydi. Devlet teşkilatı içinde hakandan hemen sonra gelen, hatta bazı yetkileri ile hakandan daha önemli bir konumda olan bu kurullar sayesinde devletin monarşik özelliği meşruti bir nitelik kazanmıştır.
Kurultay şeklindeki yapısıyla, Osmanlı klasik döneminin bir bölümüne kadar hükümdar seçiminde etkinliğini sürdüren bu kurulların Türk ‘meclis’ geleneğinin ilk çekirdeğini oluşturduğunu söylemek mümkündür.
- İslam’ın Kabulü Sonrası Danışma
Türklerin İslamiyeti kabulüyle birlikte toy ve kurultay şeklindeki uygulama, artık Türk hukukunda, divan, şûrâ ve meşveret gibi kavramlarla görünmeye başlar. İslamî kökenli bu kavramlar, bu hukukun Türk hukukundaki etkisine paralel olarak uzun bir dönem yaygın bir kullanım ve uygulamaya sahne olmuştur. Bu çerçevede, meşveretin, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadarki görünümü, uygulaması ve özellikle son dönemde bu kavram etrafında beliren tartışmaların anlaşılabilmesi, İslamiyetteki teorik ve uygulama yönünün özet niteliğinde de olsa bilinmesini gerektirir.
A. İslam’da Danışma: Şûra
İslamiyet’te istibdat ve keyfî yönetim benimsenmemiş, işlerin hakkaniyet, adalet ve eşitlik ilkelerine uygun olmasını sağlamak için müşâvereye başvurulması gerektiği belirtilmiş[10] ve yönetim işlerinin istişâre ile görülmesi tavsiye edilmiştir.[11]
İslam ulemasınca şûrâ ilkesi aklî ve dinî temellere dayandırılarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Şûrâ, yönetimin temel bir esası, meşveretle hareket Müslümanların sıfatı olarak kabul edilmiştir.
İslam’da, şûrânın meşruluğu kitap, sünnet ve Hulefa-i Raşidin uygulamasıyla sabittir. Şûrâ teşvik edilmiş, gerek ferdî ve gerekse idarî işlerde uyulması gereken bir prensip olarak kabul edilmiştir. Hatta verilen önemin bir belirtisi olarak “şûrâ”, bir Kur’an sûresine ad olmuştur. Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde konuyla ilgili esaslar ve İslam tarihinde oldukça zengin örnekler vardır. Özellikle Hz. Peygamber ve dört halife dönemi bu bakımdan dikkate değer niteliktedir.
Şûra, Kuran-ı Kerim’de genel ilke olarak yer almış, bunun ayrıntıları, diğer kaynaklar ışığında İslam hukukçularının içtihat faaliyetleri sonucu olmuş, şûra ile ilgili uygulamalar genel esaslar çerçevesinde zaman, mekan ve şartların durumuna bırakılmıştır.[12]
Şûrâ ve meşveret anlayışı Dört Halife döneminde üzerinde önemle durulan bir İslam ilkesi olarak uygulanmış ve kısmen kurumlaşma yolunu girmiştir. Bu dönemde ilkenin, hem hukukî ve hem fiilî yönden kabulü ve uygulanması, iktidarı sınırlandıcı bir rol oynamasında etkili olmuştur. Emeviler ile birlikte saltanat yönetiminin ortaya çıkışı, şûrâ’nın gelişim ve kurumlaşma sürecini zaafa uğratmıştır. Zira istişâre yöntemi ile sorunların çözümü, saltanat usulü ile bağdaşmamaktaydı. Bununla birlikte Emeviler sosyal ve dini temellere dayanan bu önemli İslam ilkesinden tamamen kopmuş da değillerdi. Şûrâ yöntemi divanlar içinde sürdürülmeğe çalışıldı. Bunun bir göstergesi olarak önemli devlet işleri, yetkili ve sorumlu bir organ olarak “Divan”da müzakere edilmeye başlanmıştı. Abbasiler döneminde de şûrâ prensibi, kurumsallaşan bir organ niteliği kazanan divanlar içerisinde sürdürülmeye çalışılmıştı.
B. Selçuklular ve Anadolu Beyliklerinde Danışma: Divan
Selçuklular ve sonrası dönem Türk hukukunda devlet teşkilatı içinde kurumsallaşan danışma/meşveret ya da bunun o günkü görünüm şekli olan “Divan”ı anlayabilmek, o dönemdeki hukukî kurumların oluşum süreçlerini bilmekle yakından ilgilidir.
Bu dönem kamu hukuku kurumlarının oluşumunda, hem eski Türk devlet teşkilat geleneği, hem de İslam’ın kabulüyle gelen İslamî kurumların etkileri görülmektedir. İslamiyet’in Türkler tarafından kabulünden sonra kurulan devletlerde, Türklerin kamu hukuku yönünden İslamiyet ile çatışmayan kendi örf ve adetlerini, düşüncelerini, kurumlarını ve uygulama şekillerini korudukları ve bunları İslam’ın genel esasları ile kaynaştırmada başarılı oldukları görülür.[13] Eski Türk töresindeki toy, kurultay geleneği, İslam’ın şura/meşveret ilkesiyle bütünleşmiştir. Hatta Türklerin divan kavramını ve uygulamasını çabuk benimsemelerinde ve ona devlet hayatında üstün bir yer vermelerinde, bu İslam öncesi geleneğin etkisi gözardı edilemez.[14]
İslam divan modelini örnek alan Türkler, kurultay geleneğinin etkisiyle bu müessesenin yetkilerini genişletmişlerdir. Bununla birlikte, Abbasi divanlarının işleyiş şekli artarak etkisini sürdürürken, bu müesseselerde, eski kurultaylardaki temsil geleneği özelliği artık kalmamış[15] ve bu nedenle divan, kurultayın sınırlandırılmış bir şekli olarak nitelendirilmiştir.[16]
Büyük Selçuklularda, Anadolu Selçuklularında ve Anadolu beyliklerinde önemli devlet işlerini gören büyük bır divan vardı. Bu divana bağlı çeşitli divanlar bulunmakta ve divanda işler istişare ile görülmekteydi.
C. Osmanlı Klasik Döneminde Danışma
Osmanlı klasik dönemi devlet ve teşkilat yapısında, bir yandan Emevi ve Abbasi Devleti yoluyla İslam hukukunun, diğer yandan Selçuklular kanalıyla da eski Türk-Moğol geleneklerinin etkisini görmek mümkündür. İslamiyet öncesi dönemden gelmiş olan tarihi mirasın önemli bir payı olmakla beraber, Osmanlı Devleti her şeyden önce bir İslam devletidir.[17] Bu münasebetle, devlet yapısı büyük ölçüde İslam hukukuna ve İslamî devlet geleneğine göre şekillenmiştir.
Padişah, Veziriazam ve Divan-ı Hümayun’dan oluşan Osmanlı merkez teşkilatında, Divan-ı Hümayun; klasik dönemde, bazen padişahtan sonra bazen padişah ile birlikte yeralan önemli bir kurum olarak görülür.[18]
Osmanlı devlet teşkilatı içinde, saltanat makamından sonra en güçlü kişi olan veziriazamın temsil ettiği sadaret makamı, padişahın kendisine geçen yetkilerini istediği gibi kullanmada ve tek başına karar verme imkanında tam manasıyla serbest değildir. Veziriazam, işleri, padişah adına ve istişâre esaslarına göre sevk ve idare eden en yüksek devlet görevlisidir.[19] Sadrazam, Veziriazam, önemli işlerde diğer görevlilerle birlikte çalışmak, onların görüşlerini sorma geleneğine uyarak belli başlı devlet büyükleriyle “istişâre etmek” durumundadır. Bu istişârenin yapılacağı yer ise “Divan-ı Hümayun”dur.[20]
Çeşitli İslam devletlerinde görülen ve en gelişmiş şekline Osmanlı’daki Divan-ı Hümayun ile ulaşan, devletin genel yönetimi ile yetkili ve sorumlu bu müessese, aynı zamanda danışma/şûrâ ilkesinin bir uygulama alanıdır. Divan-ı Hümayun’un bu özelliğini Fatih’in Teşkilat Kanunnamesi: “…umûru saltanatı veziriazam sair vüzera ile ve defterdarlarım ile müşâveret ideler” diyerek ortaya koyarken, aynı zamanda meşvereti, devlet işlerinin görülmesinde uyulması gereken zorunlu bir yöntem olarak düzenlemiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman, devletin bütün iş ve meselelerinin bir kişiye bırakılmasının doğru olmadığını söylemiştir. Böylelikle, Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde danışma devlet işlerinin görülmesinde bir yöntem, Divan-ı Hümayun ise bu yöntemin uygulandığı bir “şûrâ/danışma meclisi” niteliğindedir.[21]
XV. yüzyıldan itibaren gittikçe gelişen Divan-ı Hümayun, bu güçlü konumunu XVII. yüzyıl sonuna kadar sürdürmüştür. Bu dönem ile birlikte yetkileri yavaş yavaş veziriazamın İkindi Divanına kaymaya başlar.[22] İkindi divanı ya da Babıâli, veziriazamın hakim olduğu ve öne çıktığı bir kuruldur. Burada devlet işleri artık meşveretle değil, veziriazam ile padişah arasında telhis yoluyla halledilmektedir. Veziriazamın öne çıktığı bu yapılanmanın, padişah tarafından benimsenmesi tabiatiyle mümkün değildir. Böyle bir yapılanmada iktidar mücadelesi kaçınılmazdır. Bunun sonucunda Divan-ı Hümayun’un devlet teşkilatında en yüksek bir karar organı olarak “devlet şûrâsı” niteliği muhtemelen padişahın da desteklediği ve zaman zaman katıldığı meşveret meclisine kaymıştır. Bununla birlikte, “encümen-i meşveret”, “şûrâ meclisi” ya da kısaca “meşveret” adı da verilen bu kurul, imparatorluğun kuruluşuna kadar giden bir uygulama geçmişine sahiptir. Meşveret, ortaya çıkışında, olağanüstü toplantılarda bir karar alma yöntemi olarak görülmektedir. Osmanlılar, Türk-İslam uygulamasındaki divan geleneği içinde bu yöntemi sürdürdüler. Müşâvere ile karar alınan şûrâ meclisi niteliğindeki Divan-ı Hümayun’un güçsüzleşmesi ile birlikte meşveret yöntemi başka bir kurulda devam ettirilmeye çalışıldı ve boşluğu dolduran bu kurula da “meşveret” denildi. Böylece hem “yapılan iş” hem de “kurul” adı olarak meşveret yerleşik bir kavram halini aldı.
Başlangıçta ayak divanı gibi uzun bir süre belli kurallara bağlı olmaksızın toplanan kurul; sık sık toplanmasına paralel olarak I. Abdülhamit ile başlayan ve III. Selim ve II. Mahmut ile devam eden dönemde kurumlaşmıştır.
III. Tanzimat Döneminde Danışma
- Genel Olarak
Tanzimat Dönemi ile birlikte, yalnız orduya değil, bütün devlet teşkilatı ve müesseselerine yeni bir düzen verilmek istenmekte; ıslahâtın her sahaya yayılmasına çalışılmaktaydı. Artık “nizam ve tanzim” değil; “nizamlar ve tanzimat” sözkonusu idi.[23]
Tanzimat’ı genel olarak karakterize eden ve yönetime de yansıyan anlayış, geleneksel iktidar anlayışını da etkilemiştir. Bu dönemde iktidar; şeklen mutlak, fakat gerçekte eskiye nazaran daha fazla ılımlı ve ölçülü bir monarşidir. Ilımlıdır, zira, iktidarın belli müesseseleri ve şartları vardır, bunun yanında, yönetimin tutumunu belli bir noktaya kadar sınırlayan ve değiştiren esaslı gelenekler devam etmektedir.[24] İktidarın başında padişah bulunmaktadır. İcra organının başı yine sadarazamdır. Ancak eski gücünde değildir.
İktidarın merkezileşmesi ve görevlerinin çoğalması, doğal olarak yükümlülüklerini ve hizmet alanlarını da hissedilir derecede artırmaktaydı. Tanzimat, yeni ihtiyaçları karşılamak için her alanda yeni kurullar oluşturdu. Geleneksel sistemdeki Divan-ı Hümayun’un ve Meşveret Meclisi’nin yerini, bu dönemde, değişik kurumlar aldı.[25] Başta Meclis-i Vâlâ olmak üzere çeşitli danışma kurulları ve yeni nezaretler (bakanlıklar) oluşturuldu, mevcut olanlar daha işlevsel hale geti rildi.[26]
Gülhane Hatt-ı Hümayûn’u ile Sultan Abdülmecid, yukardan aşağı doğru tecelli eden bir irade ile de olsa belirli prensiplere uyacağını yeminle taahhüd ve ilan etmektedir. Ferman bu haliyle “esas teşkilat kanunu” olmaktan uzaktır ve seçilmiş bir meclis anlayışına da yabancıdır. Bununla birlikte, hükümdar bir kısım yetkilerini kendi rızasıyla sınırlayarak (auto limitation) Babıâli ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye devretmiştir.[27] Nitekim, Gülhane Hatt-ı Hümayûnu’nu açıklamak için gönderilen “Ferman-ı Âli”de; “…mevadd-ı esasiyyenin füruatına dair ekseriyyet-i ârâ ile karar verilen şeylere müsaade eyleyeceği”ne padişah yemin etmektedir.[28]
Tanzimat döneminin kamu hukukumuz açısından önemi çeşitli yönlerden belirlenebilir. Öncelikle, Sened-i İttifak ile belirginleşen, Tanzimat Fermanı ve Islahât Fermanı ile gelişen ve kuvvetlenen “hukukla bağlı devlet fikri”ne doğru bir gidiş görülmektedir. Bunun yanında, Divan-ı Hümayun ile başlayan meşveret meclisleri ile devam eden ve sonra Meclis-i Âlî-i Umûmi, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Meclis-i Âlî-i Tanzimat, Şûrâ-yı Devlet ve mahallî genel meclislere kadar uzanan sürekli meşveret kurullarıyla, keyfiyetin kolektif organlara bırakılması lehinde bir yöneliş gözlenmektedir. Bu kurullara verilen yetkiler bu fikri kuvvetlendirmektedir. Gerçi, bu istişâre ile karar alınan kurullar henüz bir yasama organı olmasalar bile, padişahların isteyerek veya istemiyerek kişisel iktidarlarını sınırlamalarının bir göstergesidirler. Bu itibarla, meşrutî bir yönetimi hazırlayıcı olmuşlardır.[29]
2. Danışma Uygulaması Olarak Meclisler
A. Merkezî Alt Meclisler
I. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye
Osmanlı İmparatorluğu’nda geleneksel olarak devam eden meşveret geleneği, III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde kurumsal bir yapıya dönüşmüş, geniş katılımlı meclislerde alınan kararlar padişah tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiştir.[30] Ancak İmparatorluğun içerisinde bulunduğu durum, meclis-i meşveretin Divan-ı Hümayun’dan boşalan yeri tam olarak dolduramaması ve yapılacak reformlar nedeniyle ihtiyaca cevap verebilecek sürekli, yerleşik ve belirli kurallar çerçevesinde çalışacak düzenli bir istişâre organına gerek duyulmuştur. Kaldı ki, bu sırada ilanı düşünülen Tanzimat Fermanı’nda yer alacak ilkelerin programlanması ve bunların uygulanması da ancak sürekli bir meclis tarafından gerçekleştirilebilirdi. Bu amaçla yeni bir meclis için çalışmalara başlandı ve Tanzimat öncesi hazırlıkların son aşaması olarak Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye kuruldu.[31]
Kuruluşu beyan eden hatt-ı hümayunda böyle bir meclise olan zorunluluk şöyle ifade edilmiştir:
“…emr-i vacibi’l-edây-ı perverdegârı ve Sünnet-i seniyyei hazreti peygamberîye imtisalen cemi zamanda Devlet-i aliyyenin usul-i mehâsin şumulünden olduğu vechile bazı mesalih-i mu’tena-biha beyne’l-vükela müşâvere ve müzakere ile tanzim ve tesviye olunagelmekde ise de vükela ve me’murîn meşâgil-i kesîreleri cihetiyle daima akd-i encümen-i meşveret etmekliğe dest-res olamadıklarından ba’dezîn ifate-i vakt olunmayarak kâffe-i mehamm-ı saltanat-ı seniyyenin kema yenbagi hüsn-ü tensik ve temyiz ve tedkıkiyle her bir husus şeâib-i araz ve itirazdan külliyen vâreste ve masun olarak rü’yet ve olvechile ehass-ı matlub ve mültezim-i mülûkane olan adalet ve hakkaniyet ve intizam-ı ahvâl-i mülk ve millet kaziyye-i hayriyyesi kemaliyle karin-i hüsn-i husul ve suret olmasıyçün Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye ism-i sâmisiyle saray-ı hümayun-u şahanede.mu’temidan-ı saltanat-ı seniyyeden bazı zevatdan mürekkeb.meclis-i âlî tertibiyle gerek mesalih-i câriye ve gerek tanzimat-ı mülkiyeye dair hayr ve nefi âm ve şamil olan mevaddı nazike.azay-ı mezkure beynlerinde bi’l-etraf müzakere ve müşâvere olunması.irade buyrularak…”.[32]
Mustafa Reşit Paşa bu meclisi tasarlarken Avusturya ve Prusya meclis şeklini tercih etmişti. Fikri yapısının olgunlaşmasında İngiltere ve Fransa’daki sefaret yıllarının çok büyük etkisi olduğu bilinen Reşid Paşa’nın böyle bir tercihte bulunması ilginçtir. Muhtemelen burada Reşid Paşa gerçekçi davranarak Osmanlı yapısını gözönünde bulundurmuştur. Monarşik devlet yapısı, yetkinin paylaşımı, son sözün padişahca söylenmesi ve yukardan aşağı doğru teşkilatlanma yapısının benzerliği böyle bir model seçiminde etkin olmuştur.[33]
Meclis-i Vâlâ, Tanzimat Fermanı’nda yer verilen müesseseler arasındadır. Yeni dönemde müzakere ve karara bağlanacak işlerin çokluğu nedeniyle, mevcut “.Meclis-i Ahkâm-ı Adliye azası daha lüzumu mertebe teksir olunarak.İşbu emniyet-i can ve mal ve tayin-i vergi hususlarına dair kavanin-i muktaziyye bir tarafdan kararlaşdırılıp…”[34] ona göre hareket edilecektir. Padişah, Ferman ile, Meclis-i Vâlâ’da alınan kararları uygulanmak üzere ilan edeceğini belirtmektedir. Böylece padişah, kendi kendini sınırlayarak yetkilerinin bir kısmını bu meclise devretmiş olmaktadır.
Tanzimat’ın ilanından hemen sonra, yeni yetkilerle güçlendirilen Meclis-i Vâlâ, genel olarak Tanzimat Fermanı ile belirlenen yeniliklerin planlanıp uygulanmasını sağlayacaktı.
Meclis, ilk dönem belli bir çalışma düzenine kavuşturulamamıştı. Bu ilk tecrübe döneminden sonra, Tanzimat ile beraber yüklenmiş olduğu yeni görevler bir çalışma düzenini de zorunlu kılmaktaydı. İlki Tanzimat Fermanı’nın hemen akabinde olmak üzere, zamanla, Meclisin üye seçimini ve çalışma esaslarını düzenleyen çeşitli nizamnameler ihdas edilmiştir.[35] Nizamnameler ile, Meclis-i Vâlâ’da karar oluşumunda, ittifak-ı ârâ (oybirliği) yerine, ekseriyet-i ârâ (oyçokluğu) usulünün benimsenmesi, üyelerin düşüncelerini serbestçe ve kınanmaksızın söyleyebilmeleri, görüşülecek konuların önceden üyelere bildirilmesi gibi müzakere ve karar sürecine ilişkin hükümler, bunun yanında, gerektiğinde bazı konularda komisyonlar oluşturulması hususları düzenlenen önemli konulardan bazılarıydı.
Abdülmecit 1840 yılında meclisin yeni binasını açış merasiminde yaptığı konuşmada, yetkilerini kendi isteği ile sınırladığını söyleyerek meclise olan güvenini belirtmekteydi. Padişah ayrıca, gelecek seneye ilişkin yapılması lazım gelen hususlar ile ilgili olarak her sene başında Meclis-i Vâlâ’ya geleceğini de bildirmekteydi. Meclis üyeleri de bu nutka karşılık bir teşekkür mazbatası hazırlamışlardı.[36]
Mülkî, askerî, malî, iç ve dış politika alanında uzman kişiler yanında, meselelerin şer’i yönünü incelemek üzere ilmiye mensupları da mecliste bulunmaktaydı.[37]
1856 Tanzimat Fermanı ile birlikte Meclis-i Vala’ya gayrımüslim üyeler de alınmaya başlandı.[38] Tanzimat’ın planlayıcısı ve uygulayıcısı olan bu meclis; Meclis-i Umûmî toplantılarında görüş belirtme; kanunlara aykırı davranan kamu görevlilerini yargılama; diğer meclislerde alınan kararlara son şeklini verme; Tanzimat Fermanı ile belirtilen alanlarda gerekli olan kanun ve tüzükleri hazırlama ve uygulanmasını kontrol etme gibi istişârî, idarî, icraî, yargısal ve eskiden olduğu gibi, padişah adına kullanmak üzere örfî hukuk alanında yasama yetkisine sahip bulunmaktaydı.[39]
Meclis, kuvvetler ayrılığı ilkesinin gelişmesinde de önemli rol oynamıştır. Ancak bu meclisin temsilî bir niteliği yoktu. Meşrutiyet dönemine kadar, her açıdan döneme damgasını vurmuş olan bu meclis, ağırlıklı olarak geleneksel meşveret usulünü devam ettirmekle birlikte, Batılı etkileri de bünyesinde taşımıştır. Saltanat makamının yetkilerinin bir kısmının, padişahın kendi arzu ve tek taraflı iradesiyle böyle bir organa devredilmesi, ayrıca burada; görüşme, oyların verilmesi ve karar alımı ile ilgili uygulanan usul parlamenter rejimi andıran adımlar olduğu gibi Meşrutiyeti hazırlayıcı da olmuştur.[40]
II. Meclis-i Âlî-i Tanzimat
Meclis-i Vâlâ, gittikçe artan yoğun çalışma yükünü kaldıramaz duruma gelmiş, yeni bir meclise ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. İç çekişmeler ve rüşvetle mücadele edilmesi gerekliliği de böyle bir yapılanmayı gerektirmekteydi. Konu, Babıâli’de toplanan Meclis-i Umûmî’de görüşüldü ve yeni bir meclisin kurulduğuna dair alınan karar; vükela, ulema, komutanlar, gayrımüslim cemaatlerin başkanları ve yüksek rütbeli memurların bulunduğu bir toplantıda açıklandı. Böylece, 26 Eylül 1854’de Meclis-i Âlî-i Tanzimat adlı yeni bir meclis kurulmuş oldu.[41]
Meclis-i Tanzimat’ın üç önemli görevi vardı: Birincisi, kanun yapmak; ikincisi, vükelayı yargılamak; üçüncüsü, kanun ve nizamların uygulanmasında yolsuz bir şey görürse bunu sadaret makamına ihtar etmekti.[42] Daha açık bir ifadeyle meclis; ülkenin ıslah ve imarı için alınacak tedbirleri müzakere ederek kararlaştırmak, mevcut nizamnamelerden “ıslah ve tâdile” gerek duyanlar hakkında görüş beyan etmek, vekillerin görevlerinden dolayı sorumlulukları halinde ilk sorgularını yapmak ve Tanzimat’ın gerektirdiği kanun ve nizamnameleri hazırlamakla görevliydi.[43]
Meclis-i Tanzimat’a her konuda kanun çıkarma yetkisi tanınırken, kişilerin hazırladığı kanun tasarılarını da değerlendirmeye alma imkanı verildi. Böylece bu dönemde, yerel düzeyde ve Meclis-i Umûmî’de görülebilen karar organlarına katılım hakkı daha da öteye gitmekte ve kişiler yasama organında bizzat olmasa da fikren, görüş belirtme hakkına sahip olmaktaydılar.[44] Meclis-i Tanzimat’a, Meclis-i Vâlâ’da olduğunun aksine, Meclis-i Vükela’nın iznine bağlı olmaksızın istediği alanda düzenleme yapabilme yetkisi tanınması, yasama ve yürütme ayrımı yönünde atılmış önemli bir adım olarak görülmek gerekir.[45]
Geniş yetkilerle donanmış olan bu meclis üyelerinin, yüksek rütbeli devlet adamları arasından seçilmesine dikkat edilmiştir. Bunun yanında, üyelerin; kanun ve nizamları bilen, iç ve dış konularla dünyada olup bitenler hakkında bilgili ve birikimli kişiler olmasına özen gösterilmiştir. Kuruluşundan bir müddet sonra gayrımüslim üyeler de meclise kabul edilmeye başlanmıştır.[46] Meclis üyeleri, müzakerelerde görüşlerini özgürce söylemeye teşvik edilmekteydiler. Karar ister ittifakla, isterse oyçokluğuyla alınsın, iki taraf da görüşlerini mazbatada belirtebilecektir.[47]
Meclis-i Vâlâ, yasama yetkisini devralan Meclis-i Tanzimat ile birlikte 1861 yılına kada yanyana çalıştı. 1861 yılında Meclis-i Tanzimat, Meclis-i Vâlâ’ya katıldı. Yeni meclis: Kavânin ve Nizâmat Dairesi, Umûr-ı İdare-i Mülkiye Dairesi ve Muhakemat Dairesi olmak üzere üç kısma ayrıldı. Meclis-i Tanzimat’ın yasama görevi, ilk daireye; muhakeme görevi, Meclis-i Vâlâ’nın umum heyetine verilirken, uygulamaya ilişkin aksaklıkları gözetme görevi ise ilga edildi.[48] “Tanzimat Meclisi” olarak döneme damgasını vuran Meclis-i Vâlâ 1868 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Kuruluşundan itibaren pek çok değişiklikler geçiren meclis son kez; Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye olarak ikiye ayrılmıştır.[49]
III. Şûrâ-yı Devlet
Fransa ve Avusturya’daki devlet konseylerinin başarılı uygulamaları; Fransa’nın İstanbul’daki elçisi Bouree’nin Âli Paşa ve Fuad Paşa’ya Müslim ve gayrımüslim tebaanın birlikte temsil edileceği Conseil d’Etat’ya benzer bir müessese oluşturulması tavsiyesi; Yeni Osmanlıların bazı üyelerinin bu konudaki ısrarı; yerel meclislerdeki temsili yapıyı merkezde de uygulama düşüncesi ve 1867’de Fransa’yı ziyaret eden Sultan Abdülaziz’in böyle bir yapılanmaya sıcak bakması gibi iç ve dış istek ve beklentilere cevap mahiyetinde yeni bir meclis oluşturulması gündeme geldi.[50]
1867 yılından itibaren çalışmalara başlandı. Bu tarihte kaleme alınan bir raporda; devletle ilgili genel konuların görüşüleceği yeni meclisin beş daireden oluşacağı belirtilmekteydi. Bu arada, oluşturulması düşünülen Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin de yargı görevinini üstlenen bir yüksek mahkeme olarak çalışacağı ifade edilmekteydi. 4 Mart 1868’de Şûrâ-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin kuruluşunu kesinleştiren irade çıkarıldı. Meclis-i Vâlâ, böylece iki meclise ayrılmaktaydı.[51] 1 Nisan 1868’de yayınlanan hatt-ı hümayun ile; “Şûrâ-yı Devlet adında bir meclis teşkil edildiğini belirten” (m.1) “Şûrâ-yı Devlet Nizamnamesi” yayınlandı.[52]
Nizamnamenin ikinci maddesinde Şûrâ-yı Devlet’in yetki ve görevleri belirtilmekteydi. Buna göre; öncelikle bütün kanun ve nizâmat (tüzük) tasarılarını hazırlamak ve incelemek; ikinci olarak, kanunen kendisine verilen mülkî işleri inceleyerek aldığı kararları padişaha arzetmek; üçüncü olarak, hükümet ile şahıslar arasındaki davaları görmek; dördüncü olarak, mülkî ve adlî makamlar arasındaki uyuşmazlıklarda yetkili mercii belirlemek; beşinci olarak, yürürlükteki kanun ve nizamlara ilişkin olarak devlet dairelerinden gelen evrak ve yazılar üzerine görüş beyan etmek; altıncı olarak, kendisinin yetkilendirildiği durumlarda devlet memurlarının durumlarını incelemek ve yargılamak; yedinci olarak, padişah ve devlet dairelerinin isteği üzerine görüş belirtmek ve ayrıca; Vilayet Nizamnâmesi’ne göre, her sene vilayet merkezlerinde toplanan umumî meclislerin ıslahâta dair müzakere edeceği maddelerin mazbatasını, her meclisçe, mevcut üyeleri arasından seçilecek üç veya dört kişiden oluşacak komisyonun Dersaadet’e (İstanbul) götürmesi sonucu, müzakere olunacak maddeleri, bu üyelerin de bulunacağı toplantıda kararlaştırmakla görevliydi.[53]
Şûrâ-yı Devlet bu nizamnamede belirtildiğine göre, her biri bir başkanın yönetiminde ve onar üyeden oluşan beş daireye ayrıldı. Bunlar: Mülkiye-Zabıta-Harbiye Dairesi; Maliye ve Evkaf Dairesi; Adliye Dairesi; Nafia-Ticaret-Ziraat Dairesi; Maarif Dairesi’dir.[54] Daha sonra yapılan bir değişiklikle Mülkiye ve Maarif Daireleri birleştirilerek “Dahiliye ve Maarif Dairesi” adıyla yeni bir daire oluşturuldu.
1872 yılında yapılan değişiklikle de; Tanzimat, Muhakemat ve Dahiliye olmak üzere üç daireye ayrıldı.[55]
Şûrâ-yı Devlet, 10 Mayıs 1868’de Babıâli’de yapılan bir törenle açıldı. Abdülaziz açış konuşmasında, kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerinde durarak; “İcraî tasarrufların, adlî, dinî ve hükümet tasarruflarından ayrılması” gerektiğini belirtti.[56] Böylece padişah, ilk defa çok açık bir şekilde kuvvetler ayrılığı ilkesine işaret etmiş olmaktaydı.
Şûrâ-yı Devlet’in üyeleri kendisinden önceki meclislere göre daha temsilî bir nitelik göstermekteydi. Üyeler, hükümet tarafından, gelen listeler içinden seçimle belirlenmekteydi. Gerek Şûrâ-yı Devlet’te ve gerekse Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’de, üçte bir oranında gayrımüslim üye de bulunacaktı. Bunun yanında seçimle oluşturulmuş vilayet meclislerinden gelen delegelerle de her yıl toplanmak gerekmekteydi. Böylece yerel meclis yapıları merkeze taşınmak suretiyle, kısmî bir şekilde de olsa halka temsil yolu açılmaktaydı.[57] Şûrâ-yı Devlet ilk kurulduğu zaman üye sayısı 41 idi. Bunların 28’i Müslüman, 13’ü de gayrimüslim üyeydi. Ancak bu üye sayısı sabit kalmamış, zamanla 30 ile 70 arasında değişmiştir.[58]
Şûrâ-yı Devlet’e gelen konular, ilgili oldukları dairelerde görüşüldükten sonra bütün üyelerin toplanmasıyla oluşan “Heyet-i Umumiye”de görüşülerek, son şekli verildikten sonra sadârete sunulacaktı. Basit meseleler ilgili dairelerde halledilecekti.[59]
Eski divan ve meşveret geleneğinin bu son halkası, geleneği temsil ile birlikte farklı özellikler de taşımaktaydı. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin yansıdığı yapısı, temsilî niteliği olan üyelerin katılımına açık yönü ve bütçeyi inceleme gibi yetkilere sahip olmasıyla “ilkel bir meclis-i mebusan” olarak değerlendirilen Şûrâ-yı Devlet; meşrutî rejimi hazırlamadaki rolü nedeniyle de ayrı bir önemle ele alınmıştır.[60]
B. Merkezî Üst Meclis: Meclis-i Âlî-i Umûmî
3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte yeni bir şekil verilen Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye yanında ve onun üzerinde bir meclis daha kurulmuştur. Meclis-i Hass-ı Umûmî ya da Meclis-i Vâlâ-yı Umûmî de denilen bu meclis, 1839-1876 arasında Tanzimat meclisleri içinde en yüksek danışma ve karar organı durumundadır.[61] Tanzimat Fermanı’nda bu meclisin kuruluşuna işaret edilmektedir:
“.Meclis-i Ahkam-ı Adliye azası daha lüzumu mertebe teksir olunarak ve vükela ve rical-i Devlet-i Aliyyemiz dahi bazı tayin olunacak eyyamda orada içtima ederek ve cümlesi efkar ve mütalaatını hiç çekinmeyib serbestçe söyleyerek işbu emniyet-i can ve mal ve tayin-i vergi hususlarına dair kavanin-i muktaziyye bir tarafdan kararlaşdırılıp.her bir kanun karargir oldukça.düsturü’l-amel tutulmak üzere bâlâsı hatt-ı hümayunumuzla tasdik ve tevşih olunmak için taraf-ı hümayunumuza arz olunsun.”. Metinden de anlaşılacağı gibi, üye sayısı artırılacak Meclis-i Vâlâ yanında, onu da içine alacak şekilde, “vükela ve ricali devlet”ten oluşan yeni bir oluşumdan bahsedilmektedir.
Meclis-i Umûmî, (1839-1854) yılları arasındaki ilk dönemde, Babıâli ve Meclis-i Vâlâ üyelerinden oluşan bir “devlet şûrâsı” niteliğindeydi. Henüz çalışma esaslarını düzenleyen bir nizamnamesi yoktu. Meclis-i Vâlâ’nın bağlı olduğu kurallara göre çalışmaktaydı. Meclis-i Vâlâ’nın, Cuma ve Cumartesi günleri aldığı kararları, Pazar günü; Pazartesi ve Salı günleri aldığı kararları da çarşamba günü tekrar gözden geçirmekteydi. Meclis-i Vâlâ’nın çalışmaları yoğunlaşınca haftada dört gün toplanması kararlaştırıldı. Çeşitli yerlerde yapılan toplantılara bazen padişah da katılmaktaydı.[62]
Meclis-i Umûmî, meşveret usulünün Tanzimat ile birlikte almış olduğu sürekli ve düzenli meclis görünümü yanında, daha çok, klasik meclis-i meşveret yapısının temsilcisi olarak dikkat çeker. Tanzimat Fermanı’nda belirtilen ilkelerin yerine getirilmesinde Meclis-i Vâlâ’nın üst organı olarak çalışmak gibi düzenli bir toplanma şekli yanında; savaş ve barışa karar vermek gibi olağanüstü olayların meydana gelmesi halinde de toplanmaktaydı. Bu son şekilde yetkileri oldukça genişlemekteydi.[63]
Meclis-i Umûmî bu ilk dönemde, genellikle, Meclis-i Vâlâ tarafından hazırlanan nizamname ve kanun tasarılarını inceleyerek karara bağlardı. Bu kararları kısmen veya tamamen değiştirebilir ve gerektiğinde reddedebilirdi. Meclis-i Vâlâ kararları ancak bu incelemeden sonra padişaha arzedilirdi.[64]
26 Eylül 1854’de Meclis-i Tanzimat’ın kurulmasıyla ve aynı yıl hazırlanan nizamnamesiyle birlikte Meclis-i Umûmî de yeni bir döneme girmekteydi. Bu yeni çalışma düzeni ile birlikte meclis; sadrazam, vükela, Tanzimat Meclisi ve Meclis-i Vâlâ üyeleri, Babıâli’de bulunan memurlar ve devlet adamlarından oluşan şekliyle, gerektiği zaman toplanacak ve sadece Meclis-i Tanzimat’ın hazırlayacağı nizamname layihalarını inceleyecekti.[65]
Çalışma düzeni Meclis-i Vâlâ’da olduğu gibi idi. Üyeler düşüncelerini serbestçe belirtebileceklerdi. Burada da, üyelerin toplantılarda devam eden suskunlukları azl sebebi olabilecekti. Müzakere olunacak metinler üyelere önceden verilecek, karar oybirliği veya oyçokluğu ile alınacaktı. Oyçokluğu üyelerin üçte ikisi ile sağlanacaktı. Zamanla gayrimüslim üyelerin de kabul edilmesi, meclise, temsilî bir nitelik de kazandırmıştı.[66]
Meclis-i Umûmî’nin kuruluşuna işaret edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda da belirtildiği gibi; bu meclis tarafından müzakere edilip kararlaştırılan bir kanunun “düsturü’l-amel” olunacağı, yani “hükümlerinin uygulanmak gerekeceği”nin bir hatt-ı hümayunla ilan edileceği padişah tarafından söz verilmekteydi. Böylece, yasama alanında bir yetki devri söz konusu olmaktaydı.
Tanzimat döneminde sürekli meclislerin yanında, klasik meclis-i meşveret yapısını devam ettiren böyle bir organın varlığı; imparatorluğun bu sıkıntılı döneminde “risk alma sorumluluğunu paylaşacak geniş topluluk” zarureti yanında, imparatorlukta kendisine yabancı olunan “temsilî” bir yapı ihtiyacının geniş katılımlı böyle bir meclis şekliyle de olsa kısmen telafi edilmeye çalışılması düşüncesine bağlanabilir.
3. Parlamentonun Fikrî Kaynağı Olarak Danışma
1876 Kanun-i Esasîsi ile meşrutî bir rejim getirildiği görülmektedir. Ancak, meşrutiyet düşüncesi, birkaç kişinin zihninde birdenbire oluşan bir tasarının tesadüf ve oldu bittiyle sahnelenmesi ya da dış etkilerin ortaya çıkardığı bir sonuç değildi. Türk Kamu Hukukunda parlamentarizm ve onun değişik şekillerine rastlanıyorsa, bunu, ani olarak ithal edilmiş bir sistem olarak algılamak; tarihî gelişmeyi inkar etmek, hele bunu, Kanun-i Esasî ile kendisini aniden gösteren ve iktibas yoluyla dahil edilmiş bir yönetim tarzı olarak görmek; hukukî, tarihî, siyasî ve sosyolojik gerçeklerle bağdaşmamaktadır.[67]
Gelişmenin kökeni Osmanlı meşveret anlayışında ve Tanzimat’ın getirdiği meclisleşme sürecinde aranmalıdır. Meşveretin kurumlaştığı XVIII. yüzyıl ile birlikte, bu meclis tarafından alınan kararların, özellikle III. Selim’in de çabalarıyla, fiilen iktidarı sınırlandırması ve Divan-ı Hümayun’un etkisiyle gelen dar bürokratik meşveret yapısındaki sivil bürokrat sayısının artırılarak genişletilmesi, meşrutiyet süreci içinde değerlendirilmek gerekir.[68] XVIII. yüzyılda başlayan ve XIX. yüzyılda devam eden Batılılaşma hareketleri, II. Mahmud devrinde yapılan yenilikler ve açılan okullardan yetişen aydınlar bu gelişmeye katkıda bulunmuşlardır.[69] Meşveret meclisinin Tanzimat dönemindeki yapısal değişimi sonucu ortaya çıkan merkezî yasama meclisleri, yine meşveret geleneğinin bir uygulaması olarak taşradaki mahallî temsilcilerin yerel meclislerde karar alma sürecine katılmaları ve burada ilk defa ortaya çıkan seçim uygulaması ve daha sonra Şûrâ-yı Devlet’in kurulması, parlamentoyu hazırlayıcı önemli girişimlerdir.[70]
Bunlardan daha önemlisi, 1860’lı yıllar ile birlikte artan siyasal muhalefetin ve özellikle de Yeni Osmanlıların düşüncelerinin, meşrutiyet hareketinin ortaya çıkışındaki belirleyiciliktir. Meşveret, meşrutiyet öncesi bu dönemde, en genel anlamıyla, geçmiş dönemlerden farklı olarak, meşrutî bir yönetime meşrûiyet sağlayan fikrî mücadele aracı “anahtar bir kavram” olarak göze çarpar. Kavram, Tanzimat döneminin etkisiyle geleneksel düşünce temellerine ek olarak, bu devirde, bizzat gözlemlenen Avrupa uygulaması ile de yeni bir fikrî dayanak bulmaktadır. Gerek geleneğe ait örnekler ve gerekse Batı uygulamaları, aynı zamanda meşveretin hararetli savunucuları olan Yeni Osmanlıların düşünce temellerini oluşturmuştur.
Yeni Osmanlılar, Batının meşrutî rejimini İmparatorluğa uygulamak istemişlerdir. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi önde gelenleri, İslamiyet ile parlamento arasında ilgi kurmuş, İslamiyet’e en uygun sistemin parlamento, kendi ifadeleriyle “usul-i meşveret” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Düşüncelerine göre; mutlakiyet rejimine son vermek için, modeli mutlaka Batıda aramaya gerek yoktur, İslam zaten meşvereti emretmektedir. Bununla birlikte meşveret yöntemi, siyasi bir teori olduğu kadar, onun dayanmış olduğu temel değerler ve müesseseler vardır: Hürriyet, hukuk, kanun, demokrasi, millet meclisi.[71] Bu şekilde Yeni Osmanlılar, meşveret kavramına getirmiş oldukları yorumlar ile; hürriyet, sorumlu hükümet, temsil ve meclis gibi taleplere İslamî dayanaklar sağlamayı, hem de, Batılı düşüncelerle İslamın bir sentezini yapmayı mümkün hale getirmişlerdi.[72]
Usul-i meşveretin, Avrupa parlamento uygulamasının Türklerdeki ilk öncüsü olduğunu ve Osmanlıları parlamenter yönetime hazırladığını söylemişlerdir. O dönem devlet adamlarını, böyle bir kaynak varlığının avantajını kullanmak yerine, bu geleneksel müesseseleri boğmakla itham etmişlerdir.[73]
Meşveret yönteminin uygulaması olarak, millet temsilcilerinden oluşan bir meclisin kurulmasıyla, hükümet ve yönetim mekanizmaları sürekli bir kontrol ve denetim altında bulundurulacak ve iktidarın keyfi kullanımına bir sınır getirilmiş olacaktır.[74]
Genel olarak amaçları, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir meclis-i meşveretin yani temsilî bir meclisin kurulmasını sağlayarak iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak ve kuvvetler ayrımının gerçekleşmesini sağlamaktı. Kuvvetler arasındaki denge, yürütmeyi, kurulacak olan meclise karşı sorumlu tutmakla elde edilecekti.[75] Burada, Yeni Osmanlılarca, padişahın şahsının hükümetten ayrı tutulduğu ve saygıdeğer bulunduğunu belirtmek gerekir.
IV. Sonuç
Türk Kamu Hukuku Tarihinde danışma fikri ve uygulaması dolayısıyla varmış olduğumuz sonuçları aşağıda ele alarak genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Türk hukuk tarihinde, danışma kurumu her dönemde varolmuştur.
Bununla birlikte, bir hukukî kurum olarak ele alındığında, en genel anlamıyla; “önemli devlet işlerinin görülmesinde iktidarın, tek başına ve keyfî değil, genellikle kurumsallaşan bir müessesenin görüşlerini de alarak karar vermesi” ve aynı zamanda “görüşleri alınan bu kurum”u ifade eden “danışma kurumu” işlevi gören pek çok yapı Türk hukuk tarihinde yer almaktadır. Aynı isimde olmasa bile, genellikle aynı işleve sahip bu kurullar; eski Türk hukukunda toy ve kurultay; Osmanlı uygulamasında ise; divan, şûrâ, meşveret ve meclis gibi şekillerle karşımıza çıkmaktadır. Bunlar içerisinde meşveret, diğer kavramlara göre daha yerleşik bir kullanım şekli olarak görülmektedir.
Türk hukuk tarihinin, belirgin özelliklerle birbirinden ayrılabilen dönemlerinin her birinde; farklı sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik ve dinsel faktörler, meşveret uygulamasının şekillenmesinde etkili olmuştur. Yine, bu gibi faktörlerin etkisiyle, meşveret, dönemlere göre değişebilen farklı anlam ve uygulama şekilleri kazanmıştır. Eski Türklerde, özellikle kurultay uygulamasında; feodal yapının da etkisiyle, temsilî bir nitelik gösteren kurul yapısı, Osmanlı divan ve meşveret meclisi yapısında temsilî bir nitelik kazanamamış, Meşrutiyet döneminde ve ancak Batı etkisiyle temsilî bir oluşuma dönüşebilmiştir.
Türk hukuk tarihindeki genel uygulamada, meşveret; salt “danışma/istişâre” kurumu niteliğinden çok, bir karar organı durumundadır. Devlet organlarının günümüzdeki anlamda şekillenmediği bu dönemlerde, danışma ve istişâre; iktidarın, önemli devlet işlerini görmede tek başına hareket etmemesi, bir organın görüşünü de alması anlamında bir “karar alma” yöntemini ifade etmekle birlikte, aynı zamanda; kendisine fikir danışılan ve istişâre edilen bir organın karar alma mekanizmasına katılımını da ifade etmekteydi. Yani iktidar, bir karara varmadan önce, bir kurula mutlaka danışıyor ve istişâre ediyorken, aynı zamanda onun varmış olduğu kararı dikkate alıyor ve hatta çoğu zaman bu kararı onaylıyor, bu kararla bağlı olabiliyordu. Bu yönüyle kurum, karar organlarının ilk şekillerini oluşturmaktadır.
Eski Türk ve Osmanlı uygulamasında görüldüğü gibi, bu kurum; devlet başkanını seçebilmekte ve gerektiğinde görevden alabilmekte, töreyi tespit edip değiştirebilmekte, askerî, malî, hukukî yetkilere sahip olabilmektedir. Hatta idarî yetkilere de sahip görünmektedir. Bu yetkiler çerçevesinde, karşımıza; bütünüyle olmasa bile, yasama ve kısmen yürütme yetkilerine de sahip, istişârî ve icrâî nitelikleri olan bir karar organı çıkmaktadır.
Kurultay, genel kararlar alabilen en yüksek devlet organıydı. Divan-ı Hümayun adlı çalışmasında Mumcu, incelediği kurulun bir “karar organı” olduğunu ısrarla belirtir. Aynı şekilde, Divan-ı Hümayun’un boşluğunu doldurmaya çalışarak kurumsallaşan meşveret meclisleri; geniş katılımlı bir “devlet şûrâsı” olarak yargı dışında her alanda kararlar alabilen bir kurumken, aynı zamanda padişahların; “karar sizden, infaz bizden” şeklindeki teşvikleriyle de, adeta “karar organı olma”ya zorlanmaktaydı. Meşveret meclislerinin Tanzimat dönemindeki görünümleri olan “daimî meclisler” de, karar organı niteliğinde kurullardır.
Devlet teşkilatı içerisinde önemli bir konuma sahip bu kurul, iktidarın sınırlandırılmasında önemli rol oynamıştır. Geleneksel Türk devlet anlayışının da etkisiyle, iktidarın sınırlandırılması, Batıda olduğu gibi, sert mücadeleler şeklinde olmamıştır. Batıdaki feodal yapı ve bunun getirdiği sosyo-ekonomik şartlar -eski Türk devlet yapısına kısmen benzese de- genellikle Türk tarihinde rastlanan bir durum değildir. Danışma kurullarıyla başlayan ve siyasal katılım taleplerine dönüşen bu hak mücadelesinden, Batıda, başarıyla çıkılıp iktidar yazılı bir belgeyle “hukuken sınırlandırılırken”; böyle bir mücadelenin ve dolayısıyla böyle bir sonucun söz konusu olmadığı Türk ve İslam geleneğinde, iktidarın devlet içerisindeki konumu ve diğer devlet organlarıyla ilişkisi uzun süre teamülî esaslarla belirlenmiştir. Bu da, Türk hukukunda iktidarın, uzun bir süre yazılı bir belgeyle hukukî bir sınırlamaya bağlı tutulamaması sonucunu doğururken; iktidarı denetleyecek ve sınırlayacak müesseselerin geliştirilmesini ve belli bir esasa kavuşturulmasını da engellemiştir.
Gerçi genişçe etkilenilen İslam hukuk teorisinde, keyfî olmayıp sınırlanmış iktidar anlayışı söz konusu olsa da, uygulamada, Emevî saltanatıyla birlikte gelişen ve Osmanlı’ya geçen şekliyle, iktidarı sınırlandıracak hukukî bir yapı ve müessese geliştirilememiştir. Osmanlılara geçen bu yapıda iktidarın denetimi, bir ölçüde ulemanın kontrolü ve meşveret usulüyle sağlanmaya çalışılmıştır. İktidarı sınırlandırıcak hukuksal bir kurum geliştirilemeyince, insiyatifin hükümdarın eline geçtiği ve ancak “fiilî, kendi kendini sınırlandırmanın (auto limitation) sözkonusu olabildiği bir yapı ortaya çıkmıştır.
Monarşik devlet yapısının ve iktidarın, Fatih’in Teşkilat Kanunnamesi ile düzenlenen ve devlet işlerinin istişâreyle görüldüğü bir şûrâ meclisi olan Divan-ı Hümayun’un varlığına bağlı olarak, esnetildiği ve kısmî de olsa sınırlandığı gözlemlenmektedir. Ancak bu sınırlılık, Divan-ı Hümayun’un varlığına ve iyi çalışan yapısına bağlı olmuştur. Bu organ, temsilî bir yapısı olmamasına rağmen, geniş ölçüde üyelerinin ehliyetli kişiler olmasına ve “bu seçkin topluluğun müşâvere ile almış olduğu karar”lara bağlı olarak, belli ölçüde de olsa iktidarın sınırlandırılmasını sağlamaktaydı. Ancak, Divan-ı Hümayun’un yozlaşmasına paralel olarak bu işlevi de sona ermiş görünmektedir. Bu kurulun boşluğunu doldurmak üzere ortaya çıkan ve zamanla kurumsallaşarak önem kazanan meşveret meclisi için, Divan-ı Hümayun’da olduğu gibi, yer aldığı ve düzenlendiği Teşkilat Kanunnamesi gibi hukuksal bir belge de söz konusu değildir. Bundan sonra iktidarın kendi kendini sınırlaması söz konusu olabilecektir ve bu kez, iktidarın kendisini fiilen sınırlamasını gerektiren çok önemli şartlar ortaya çıkmıştır. Devlet, savaş yenilgilerinin ortaya çıkardığı sonuç karşısında paniklemiş ve dağılmaya doğru gitmektedir. Acil tedbirlerin gerekli olduğu böyle bir ortamda, atılacak adımlar tek başına olmamalı, sorumluluğu paylaşacak insanlar, hatta bir organ bulunmalıdır. Bu organ, XVII. yüzyıl ortalarından itibaren önemli devlet işlerinin karşılıklı müzakere ile karara bağlandığı meşveret meclisi olmuştur. Bu dönemde, ortaya çıkan olağanüstü şartların zorlaması yüzünden iktidarın meşveret kararları ile kendisini sınırlaması, “hukukî bir sınırlama”yı aratmayacak kadar etkin bir biçimde gerçekleşmiştir. III. Selim gibi, devlet yönetimine halkın katılımını sağlayacak girişimlerde bulunan padişahların kişiliklerinin de bu sınırlamada etkili olduğu görülmektedir.
Olağanüstü şartlar, Tanzimat öncesi ve sonrasında da devam etmiş; dönemin “anayasa hareketleri”, iktidarı sınırlandıran “hukuksal belgeler”in ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu bağlamda, bir “meşveret-i âmme” kararıyla ortaya çıkan Sened-i İttifak, iktidarı hukuken sınırlayan bir belge olarak dikkat çekmiştir. Uzun süre, iktidarın fiilî olarak sınırlanmasına vesile olan Meşveret, bu kez, “karşılıklı sözleşme” ile ortaya çıkan bir metinle, iktidarı, “hukukî” olarak da sınırlamıştır. Tanzimat Fermanı ile gelen yönetim anlayışı ve daimî istişâre organları olarak meclisler, iktidarın sınırlanmasında çok önemli işlev görürken, aynı zamanda parlamentoyu hazırlayacı rol oynamışlardır. Böylece meşveret, Osmanlı Devleti’nde, klasik dönemden Tanzimat’a geçiş sürecinde mutlak monarşiyi esneten ve meşrutî monarşiyi hazırlayan bir müessese olarak göze çarparken; Tanzimat’tan Meşrutiyet’e geçiş sürecinde ise, klasik parlamenter sisteme geçişte etkili olmuş bir kurum olarak dikkat çekmektedir.
Türk hukuk tarihinde, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortaya çıkışında da danışma/meşveret kurumu önemli rol oynamıştır. Doğal olarak, yakın dönem hukuk tarihinde şekillenmiş ve ortaya çıkmış olan kuvvetler ayrılığı ilkesine, uzun hukuk tarihimiz içerisinde günümüzdeki görünümüyle rastlamak mümkün değildir. Zira, devlet yapısının ve organlar arasındaki yetki ve görevlerin teamülî esaslarla belirlendiği dönemlerde başka bir oluşuma rastlamak pek de mümkün olamaz, ancak böyle bir oluşumun ilk adımları mahiyetinde yapılanmalara rastlanabilirdi. İşte, danışma/meşveret kurumu, gördüğü işlevle, hukuk tarihimizde kuvvetler ayrımına giden ilk adımları oluşturmuştur.
Eski Türk hukukundan itibaren iktidarın hemen yanında, kısmen yürütme, yargı ve devlet işleriyle ilgili önemli kararlar alabilen yasama yetkisine sahip bu kurum; zamanla, sadece karar organı olacak şekilde bir yapılanmaya doğru gitmiştir. Nitekim, kurultay, en yüksek karar organı olarak eski Türk devlet teşkilatında ayırdedilebilen işleve sahipti. Osmanlı döneminde, padişah adına; yasama, yürütme ve yargı yetkilerini bünyesinde taşımakta olan Divan-ı Hümayun’un etkisizleşerek gücünü yitirmesine paralel olarak, bu organın yürütmeye ilişkin yetkileri ve bürokratik yapısı; ikindi divanı ve Babıâli ile devam ettirilip, bu yapının devamı olan meclis-i vükela ile yürütme organı ortaya çıkarken; aynı zamanda bir karar organı olan Divan-ı Hümayun’un bu yönü de, meclis-i meşveret ve daha sonra Tanzimat devrinde bu yapının devamı mahiyetinde olan daimî meclisler ile devam ettirilip Meşrutiyet ile birlikte parlamento yapısıyla yasama organı şekline dönüşmüş olmaktadır. Böylece, Türk Hukukunda kuvvetler ayrılığı ilkesinin şekillenmesi yanında, meşveret uygulaması, artık bir karar organı şekline dönüşmüş olmaktadır.
Kendi dinamiklerimiz içinde, karar organlarının ilk görünümleri olarak meclis/parlamento yapısının ortaya çıkışına kaynaklık etmişlerdir. Esasında, temsil sistemini temel alan parlamento Batı kökenli bir kavramdı ve oradan Osmanlı siyaset gündemine taşınmıştı. Fakat, Osmanlı Devleti ve ondan çok daha önce eski Türkler, kendi dinamikleri içinde; toy, kurultay, divan, meşveret ve şûrâ gibi kavram ve uygulamalarla bir parlamento sürecini zaten hazırlamışlar, Yeni Osmanlılar gibi aydınlar ise, Batı’da görmüş oldukları bu yapıyı Osmanlı kamuoyuna taşımışlardı.
Bu çerçevede, Divan-ı Hümayun ve meclis-i meşveret çizgisinin devamı olarak meşveret geleneğini devam ettiren ve Tanzimat döneminde sürekli bir yapıya kavuşan meclisler özellikle dikkat çekicidir. Tanzimat döneminde yasama nitelikleriyle öne çıkan bu meclisler, meşrutiyeti hazırlayıcı rol oynamışlardır. Ancak, Tanzimat ve daha öncesi Osmanlı meclislerinde genellikle temsilî bir oluşuma rastlanmaz. Bunun sebebi de, meşveret geleneğinde aranmalıdır. Zira, Divan-ı Hümayun ve meclis-i meşveret; üyeleri atamayla gelen ve yalnız bürokrasinin temsil edildiği bir yapıdaydılar. Bu kurulların devamı mahiyetindeki Tanzimat meclislerinde de, XIX. yüzyıl ortasından itibaren sadece gayrimüslim üyelerin ve kısmen de Şûrâ-yı Devlet yapısında yerel meclislerden seçimle gelen az sayıdaki üyenin dışında, temsilî bir yapılanma söz konusu olmamıştır.
Osmanlı uygulamasında temsil geleneği olmayınca, Batıda temsilî yapıya sahip parlamentoların Osmanlı bünyesine taşınması sıkıntı çıkarmaktaydı. Bu yüzden Yeni Osmanlılar, Osmanlı için model olarak düşündükleri Batı meclislerini yerli kavramlara dayanarak gündeme taşımışlardır. Meşveret kavramını, genellikle temsilî meclis karşılığında kullanmışlar, bu kullanım sırasında da, meşrulaştırıcı bir misyon yükledikleri meşveret kavramının içeriğini, siyaset teorilerine uygun olarak doldurmak zorunda kalmışlardır.
Türk hukuk tarihinde, kamu hukuku ve özellikle de anayasa hukuku ile ilgili birçok kavram ve uygulamanın doğrudan veya dolaylı olarak kamuoyu gündemine gelmesi meşveret aracılığıyla olmuştur.
Parlamentonun karşılığı olarak “usul-i meşveret” kavramı kullanılırken; hürriyet, hukuk, denetim, millet meclisi, demokrasi, siyasal katılım meşveretin dayanmış olduğu temel değerler ve kurumlar olarak gündeme getirilmiştir. Böylece, Osmanlı’nın son döneminde yenilikçi aydınlar ve onlara farklı nedenlerle destek veren bazı ilmiye mensupları “anahtar” olarak aldıkları meşveret kavramına getirmiş oldukları yeni yorumlar ile; hürriyet, sorumlu hükümet, temsil, meclis, demokrasi, milli hakimiyet gibi Batılı kavramlara İslamî dayanak sağlamayı, hem de Batılı düşüncelerle İslamiyet’in bir sentezini yapmayı amaçlamışlardır. Ancak meşveret ve şûrâ gibi kavramlardan hareketle böyle bir sonuca ulaşılırken; bu kavramların aslî kullanımları dışına çekildiği, anlam kaymasına ve hatta sapmasına uğradıkları ve içlerinin siyasi düşüncelere uygun olarak dolduruldukları görülür.
Türk hukuk tarihinde danışma/meşveret düşüncesi ve uygulaması, demokratik gelişme süreci bağlamında da değerlendirilebilir. Batı kökenli bir kavram olan demokrasi en genel anlamıyla; iktidarın sınırlandırılması ve bunu sağlayacak kurumsal sistemin kurulmasını, yani bir yönüyle siyasal sisteme katılımı ifade etmektedir. Genellikle, Türk Anayasa Hukuku’nda demokratik hareketlerin başlangıcı, anayasa hareketleri çerçevesinde görülen; âyan, beyler ve Osmanlı yöneticilerinin hazır bulunduğu “meşveret-i âmme” sonunda ortaya çıkan ve “hukukî bir belge” olan Sened-i İttifak’a dayandırılmaktadır. Buna da temel gerekçe olarak, iktidarın sınırlanmasının ilk defa hukukî bir belgeye yansımış olması gösterilmektedir. İktidarın fiilî olarak kendi kendini sınırlama girişimleri, genellikle demokratik bir nitelik sayılmama eğilimindedir.
Oysa, uzun bir süre teamülî esasların geçerli olduğu Türk hukuk tarihiminde, devlet geleneğinin etkisi ve fiilî olarak iktidarın kendi kendisini sınırlayacağı güçlü şartların, sebeplerin ve kurumların varlığı dolayısıyla “hukukî sınırlama”yı aratmayacak derecede etkin sınırlama uygulamalarına rastlanmaktadır. Bu bağlamda, iktidarı sınırlayan kurumsal bir yapı olarak danışma ve meşveretin Türk kamu hukuku tarihinde önemli bir yer tutmuş olduğu görülmektedir. Eski kurultay örneği ve Han’ın iktidarını sınırlamadaki fonksiyonu; aynı şekilde teamülî kurallarla çalışan bir meşveret uygulaması olarak meşveret meclislerinin; ikiyüz sayısına kadar ulaşabilen geniş katılımlı yapıları, toplantılarda görüşlerin özgürce-hatta ceza tehdidi altında-ifade edilmesi ve alınan kararların hükümdar tarafından onaylanması, iktidarı sınırlarken, bu kurumun demokratik unsurlar taşıyan yönlerini de açığa vurmaktadır.
Bununla birlikte, Batı’daki benzerlerinin aksine, belli toplumsal tabakaların temsil edilmesi şeklinde bile olsa, bu kurumsal yapıda ve özellikle Osmanlı meşveret uygulamasında temsil özelliği görülmez ve padişaha bağlı bir yapılanma mevcuttur. Ancak bunlar, meşveretten meclise uzanan ve 1876’ya bağlanan iktidarı sınırlama girişimlerini ve bu kurumun demokratik bir adım olma yönünü gözardı edecek mahiyette değildir. Türk hukuk tarihinde böyle bir müessesenin varlığıyla, demokratik girişimlerin başlangıcının, sadece “Sened-i İttifak’ı ortaya çıkaran meşveret-i âmme”ye değil daha da öncesine giden “meşveret geleneğine” dayandırılması mümkün olabilecektir.
Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 586-598