Onüçüncü yüzyılın sonlarında Anadolu’nun kuzeybatısında, Bithynia’da kurulan Osmanlı Beyliği’nin dili küçük bir parçası üzerine kurulduğu Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki Arapça ve Farsça ağırlıklı dilin aksine tamamıyla sade idi. Bu nedenle devlet büyüdükçe dil de yavaş yavaş Arapça ve Farsçadan kelimeler alarak zenginleşmiştir. Buna paralel olarak kuruluş döneminde tarihçiliğin tam bir kronolojik tarih yazmaktan ziyade, okuyanları eğlendirmeye ve eğitime yönelik olduğu açıktır.[1] Anadolu Selçuklu Devleti devrinde de sultanların ve Türkmen Beylerinin saraylarında tarih-hanlar ve menakıbnâme okuyan halk şairleri mevcuttu. Osmanlılar bu geleneği devam ettirdiler. Gazavatnâme formundaki tarihi eserlerin tahttan çekilen sultanın gururunu okşamak ve edebi zevkini tatmin etmek için yüksek sesle okumak üzere yazıldıkları görülmektedir.[2] Fakat Anadolu’da, Selçuklular ve Beyliklerin hakim olduğu devirde bu devletler Türk olmalarına rağmen İranlı unsurların Anadolu’ya gelmesi ile Farsça Türkçenin üzerine çıkmış, Türkçe, Konya, Kayseri ve Niğde gibi belli başlı kültür merkezlerinde bile konuşulmaz hale gelmiştir. Hatta Aşık Paşazâde gibi bir müellif çıkacak, Türkçenin kimsenin iltifatına mazhar olmadığını ve kimsenin kalbinin bu dile akmadığını söylemek suretiyle halkın düşüncesini dile getirecektir.[3] Gerçekten bu devirlerde Irak, İran, Türkistan ve Anadolu’ya İlhanlılar ve Timurlular egemen olunca tarihçilikde bunların himayesi altında devam etmiştir. Bilhassa İlhanlılar devrinde tarihçilik büyük aşamalar kaydetti. Reşidüddin’in Cami ü’t-tevârih’i bütün İslam ve Türk alemine örnek olmuştur. Bu nedenle de Anadolu Selçuklu Devleti ve Beylikler çağında edebi tarihçilik moda haline gelerek halkın anlayabileceği dil yerine ağdalı, süslü bir dil olan Farsça kullanılmıştır.[4]
XIV. yüzyıl başlarında, halkın esasını teşkil eden Türkmen grupları başlarında bulunan kişilerin de delaletiyle, Türkçeye dört elle sarılmışlardır. Bu nedenle her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da Türkçe eserler yazılmıştır.
Özellikle Karamanoğlu ve Germiyanoğlu saraylarında Türkçe, altın çağını yaşamıştır. Nitekim Germiyanoğlu Süleyman Şah Türkçeye büyük önem vermiş, Türkçe yazan şairleri sarayına toplayıp Türk dünyasının Türkçe eserlerinin ortaya çıkmasında büyük bir etken olmuştur.[5] Aslında Anadolu Beyliklerinde Türkçe eserler yazılmasının nedeni, göçebe olan halkın Türkçenin dışında başka bir dil bilmemesidir. Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde de durum bundan farksız değildi. Türkçenin dışında çok az dil yine çok az kişi tarafından bilinmekteydi. Bu nedenle de Anadolu Beyleri, ilk devir yazmalarını hem halkın hem de kendilerinin anlayabilmesi için Türkçe yazdırtmışlardır.
İşte Germiyan Beyi’nin Türkçe yazdırtmasında ki en önemli sebep de budur. Nitekim Germiyanoğlu Ülkesi Osmanlı topraklarına ilhak edilince Germiyan Sarayı’ndaki devlet adamları ve alimler de Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmişlerdir. İşte ilk Osmanlı tarihçisi olarak nitelendirilen Şair Ahmedî de bu esnada Bayezid I’in oğlu Süleyman Çelebi’nin maiyyetine katıldı.[6] Aslında büyük bir şair olan müellifin İskendernâmesi, 10.000 beyitten meydana gelen bir mesnevidir. Ahmedi’nin Süleyman Şah namına hazırladığı İskendernâmesi’nin sonuna eklediği “Dâsitân-ı Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman”, en eski Osmanlı Tarihi’dir. Ahmedî’nin methiye arzusu, gerçek bir tarih yaratma arzusuna baskın çıkmıştır. Felsefi tefekküre ve şiirselliğe olan ilgisi de olayları ustalıkla kullanmasına ve dahası, analizini güçlendirecek önemli olayları es geçmesine izin vermiştir.[7]
Eseri,daha sonraki Osmanlı tarihçilerine örnek teşkil olmuştur. Şirvânlı Şükrüllah “Behçet-üt- Tevârih”, Edirneli Ruhî “Tevârih-i Âl-i Osman”adlı eserlerinde hep Ahmedî’yi kaynak olarak kullanmışlardır.
XIV. yüzyılda Ahmedî’nin eserinin dışında, Hz. Adem’den itibaren peygamberlerin ve halifelerin listelerini kapsayan bir girişle başlayan Selçuklu, Osmanlı ve Karamanlı soylarına ait önemli olayların kayıt edildiği tarihi takvimlerin de düzenlendiği görülmektedir.[8] Genel olarak Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bu asırda, Anadolu tarihi hakkında İslam kaynakları az ve kifayetsizdir. Anadolu’da yazılmış olan kaynaklardan en önemlileri ise, Mahmud b. Muhammed Aksarayî’nin Musamarât al Ahbâr’ı, Niğdeli Kadı Ahmed’in Al Valad-al Şafik’i ve Astarabadlı Aziz b. Ardaşir’in Bezm-ü Rezm adlı eserleridir.[9]
Aynı yüzyılda Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bahseden eserlerden bir tanesi de menakıbnâmedir. Yabancı dillerdeki karşılığı legende[10] olan menkıbe kelimesi XV. yüzyıl Türkçesinde, hem dinî hem de din dışı anlamında kahramanlık/macera anlamında kullanılmıştır.[11] Menkıbeler pozitif ve negatif olabilmektedir. Pozitifler bizim tarihimizin önemli bir unsurudur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan eserlerin büyük bir kısmı, olayların anlatıldığı devirleri yaşamamış kişiler tarafından kulaktan kulağa duyulanların yazılmasıyla meydana gelmiştir. Yahşi Fakih menakıbnâmesi bunlardan biridir ve kendisinden sonra gelen birçok yazarın eserine kaynak olmuştur. Bu eserlerden birisi de Aşık Paşazâde’nin Tevârih-i Âl-i Osman’ıdır. Bu eser menakıb üslubuyla kaleme alınmış olup halkın ve askerlerin psikolojisini yansıtmaktadır. Âşıkpaşazâde tarihi tertip ve üslup yönünden nesir tarzında kaleme alınmış olmasına rağmen verdiği bilgiler yönünden Osmanlı tarihinin en kıymetli tarihi kaynakları içerisinde yer alır. Ayrıca Osmanlı Padişahlarını mücahit, gazi olarak gören Âşıkpaşazâde, devletin kuruluşunda ve bilhassa Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rolleri olan Ahi kuruluşları hakkında da bilgiler verir.[12] Âşıkpaşazâde’nin amacının dört başı mamur tam bir kronik tarih yazmaktan ziyade, okuyanlarını/dinleyenlerini eğlendirmek ve eğitmek olduğu açıktır.[13]
I. ve II. Murad devirlerinde Türkçe tarih yazıcılığındaki üstünlüğünü devam ettirmiştir. Anadolu’da daha önceki devirlerde Arapça ve Farsça olarak kaleme alınmış birçok eserin hakim beyler namına Türkçeye çevrildikleri görülmektedir. Nitekim bu suretle de 1424’ten itibaren Osmanlı tarih yazıcılığı ortaya çıkmıştır. Bunun ilk örneği de Yazıcıoğlu Ali’nin “El-Avâmirü’l Alâiyye fi’l-Umûri’l- Alâiyye”dir.[14] Bu eser sonradan tarih yazan birçok müellife örnek teşkil edecektir. Fakat yine de Timur’un Ankara Savaşı’yla Osmanlı Devleti’ni yenilgiye uğratması ve ülkeyi yağmalaması her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da bir duraklamanın meydana gelmesine neden olmuştur. İşte II. Murad zamanında Timur istilasının olumsuz etkileri yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Bu dönemde II. Murad adına ithaf edilen birçok eser göze çarpar. Yazıcıoğlu Ali’nin Tarih-i Ali Selçuk ve Abdurrahman el- Bistami’nin Dürer fi’l-havadis ve’l-siyer adlı eserleri bunlar arasında yer alır.[15]
Fatih Devri’nde Osmanlı Rönesans’ı yaşanmış, her alanda olduğu gibi tarihçilik alanında da yeni yapılanmalar meydana gelmiştir. Bu devirde eski eserlerin tercümelerinin yanı sıra Fatih ve İstanbul’un fethiyle ilgili birçok yeni eser kaleme alınmıştır. Tursun Bey’in “Tarih-i Ebu’l-Feth”i,[16] Ebu’l Hayr’ın “Fetihnâme”si ve ayrıca birçok anonim eser hep bu devirde meydana gelmiştir.[17] Tursun Bey eserinde Fatih’in saltanatı zamanıyla II. Bayezıd’ın saltanatının ilk altı ayından bahseder. Yine Fatih Devri’nde, Oruç (Uruc) b. Adil tarafından şimdiye kadar bilinen en eski mensur Osmanlı tarihi yazılmıştır.[18] Fatih Devri’nin önemli simalarından biri olan Karamanî Mehmed Paşa, Osmanlı tarihi üzerine Arapça olarak iki kısımdan oluşan bir risâle yazmıştır.
Fatih Devri’nde de menkıbe türünde eserler yazılmış olup bunların en mühimi, Menakıbnâme-i Mahmud Paşa-i Veli’dir. Eser Türkiye tarihinde en çok okunan, istinsah edilen ve yüzlerce nüshasının bulunduğu bir menakıbnâmedir. Fakat bu menkıbede Fatih’in sadrazamı olan Mahmud Paşa’nın bir uçmadığı kalmıştır. Paşa aynı zamanda hem Kaptan-ı Derya, hem Sadrazam hem de Müftî olmuştur.[19]
Osmanlı tarih yazıcılığının, başlangıçta, sade dille yazılmış, destânî ve menkıbevî bir vasıf taşıdığı, zamanla İran tarihçilik ekolünün kuvvetle tesirinde kaldığı, hususiyle, daha sonraki tarihçiler üzerinde müessir olan İdris-i Bitlisi’nin eseriyle münşiyâne tarih yazma tarzına yöneldiği görülmektedir. Gerçekten sanat amacıyla meydana getirilmiş olan İran tarihleri Türkçeye tercüme edilmiş veya tarih telifleri için model olarak kullanılmıştır. Bu Fars ekolünün yanında, az da olsa ulema sınıfından bazı tarihçilerin Arap tarihçiliği yolunu seçtikleri görülmektedir. Taşköprülüzâde, Cenâbî, Kâtib Çelebi ve Müneccimbaşı bunlar arasında dikkat çekicidirler.[20] Bütün bunların yanında Osmanlıların tarihçilik geleneklerine bakacak olursak, daha önceki Türk devletlerinin izlerini devam ettirdikleri, İç Asya efsanelerini kendi tarihçilik geleneklerine yedirmiş olduklarını da görüyoruz.[21]
Kuruluş devri Osmanlı tarihçiliğine genel olarak bakıldığı zaman, tarihçiliğin birtakım nazariyelere ve birtakım sorulara cevap bulmak amacıyla başladığı ve ayrıca kuruluş ve ilk yıllara dair haberler ihtiva eden eserler olduğu görülür. Bununla birlikte kuruluş devri hakkında bilgiler ihtiva eden eserlere bakılınca bunların o devirlerde değil, daha sonra yaklaşık yüz sene sonra yazılmış olduğu görülmektedir. İşte Âşıkpaşazâde de eserini yazdığı zaman 86 yaşında idi. Bu bakımdan kuruluş devrindeki kaynakların eksiklikler, farklılıklar ihtiva etmesi normaldir. Ayrıca tarihlerin çoğu sonraki imparatorluk dönemi ideolojisi ve havası içerisinde kaleme alınan eserlerdir. Genel olarak XV. yüzyıldan önceki Osmanlı tarih yazıcılığı, basit tasvir şeklinde olup “Neden”i arama ihtiyacı bu yüzyılın sonuna kadar görülmez. İlk zamanlarda hemen hemen birbiriyle hiç ilgisi olmayan olaylar dasitânî veya tarihi oldukları göz önüne alınmadan acemice birbirine eklenmiştir.
II. Bayezıd Devri’yse Osmanlı tarih yazıcılığında yeni bir çağın başlangıcıdır. II. Bayezıd; İdris-i Bitlisi’ye Farsça, Kemal Paşazade, Şemseddin Ahmed ve Ruhi’ye de halkın anlayacağı bir şekilde Türkçe Osmanlı Tarihi yazımı görevini verdi. Bunlardan ilki olan İdris-i Bitlisi, başlangıçtan II. Bayezıd Dönemi’ne kadar olan olayları kapsayan “Heşt Behişt” adlı eserini iki buçuk yılda tamamlayarak, Osmanlı tarihinin tıpkı başka hanedanların tarihi kadar zarif ve tumturaklı bir şekilde Farsça yazılabileceğini kanıtlayarak[22], padişahın emrini yerine getirmiştir. Her padişahın devrine bir kısım tahsis eden müellif bu nedenle eserini sekiz kısma ayırmıştır. O zamana kadar yazılan Osmanlı tarihlerinin en mufassalı olan bu eser, Osmanlı tarihçiliğinde bir çığır açmıştır. Bitlisi’ye kadar Osmanlı tarih yazıcılığında Türkçe egemenken bu devirden sonra İran tarihçiliği egemenliğini kurmuş ve yeniden Farsça tarihler yazılmaya başlanmıştır. Heşt Behişt ve yazarı İdris-i Bitlisî daha sonraki Osmanlı müelliflerine kaynak teşkil etmiş ve halkın anlamadığı ağdalı tarihçiliğe yeniden başlanmıştır.[23] Padişah II. Bayezıd, Kemal Paşazâde Şemseddin Ahmed’den Osmanlı tarihi yazmasını isterken ona şunları söylemiştir: “Havass u avâma nâfi’-i ’âm olmağiçün Türki mekalün minvâli üzre rûşen ta’bir ve tahbır oluna; tekellüfat-ı inşâya iltizâm ve tasallufât-ı belâgaya ihtimâm olunmayup vâzıh takrîr ve tahrîr oluna” (Yüksek tabakadan olanlara ve halka tam anlamıyla yararlı olması için Türkçe söyleyişe uygun olarak açık seçik biçimde anlatılmalı; gösterişli yazıma gerek görmeksizin açıkça söylenmeli ve yazılmalı).[24] Kemal Paşazâde, Bayezıd II’nin emrini yerine getirmek için sürekli olarak seyahat etmiş ve “Tevârih-i Âl-i Osman” adlı eserini Türkçe olarak yazmıştır. Bu eser, ilk büyük Osmanlı tarihi olarak kabul edilir. Tevârih-i Âl-i Osman’la Türk tarihçiliği klasik devresine girmiş, kemale ermiştir. Müellifin eseri Osmanlı tarihçiliğinin kaynak sorunu hakkında da önemli bilgiler ihtiva etmektedir.[25] Ayrıca Kemal Paşazâde, Osmanlı tarihini genel Türk tarihi içerisinde, onun bir parçası olarak gören ilk Osmanlı tarihçisidir. Türkçenin yazı dili olarak inkişafında önemli bir yere sahip olan nesir sanatlarından biri olan muamma tarih yazıcılığını da ilk defa o kullanmıştır.[26]
Kemal Paşazade, Tevârih-ı Âl-ı Osman’ında yeri geldikçe felsefi yorumlar yapmış, olayların tahliline girmiş ve Osmanlı Devleti’nin kısa sürede inkişafının tarihi yasalarını tespite çalışmıştır.[27] Yine Kemal Paşazâde olayları tarihi süreklilik içerisinde hareketle, devamlılık ilkesi doğrultusunda telakki ederek; Osmanlı Devleti’ni, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, sadece hanedanı değişmiş bir devamı olarak kabul etmiştir. Edirneli Ruhî’de II. Bayezıd’ın tarih eserlerinin Diyâr-ı Rûm’da herkesin yararlanabileceği dil olan “ibarât-ı Türkiyye” (Türkçe sözcüklerle) yazılmasından yana olduğunu nakletmektedir.[28]
XVI. yüzyılda Tevârih-i Âl-i Osman yazmak moda haline gelmiş ve hatta yalnız tarihçiler değil, edebiyatla, İslamî bilimlerle, coğrafya ile hatta bazen tıpla bile meşgul olan çok yönlü insanlar Osmanlı tarihi yazmışlardır. Bu devirde bazı devlet adamları da umumi teâmüle uyarak birer Osmanlı tarihi yazmışlardır. İşte Karamani Mehmed Paşa, Lütfi Paşa, Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendî ve Rüstem Paşa tarih yazmıştır. Bu yüzyılda bir de müellifleri meçhul eserler yazılmış olup bunlar genel olarak tenkidî bir yapıya sahip olup anonim olarak telakki edilmişlerdir. Bu anonimlerin çoğunun yazarı bilinmediğinden bazı devlet adamları bu eserleri ufak tefek ilavelerle ya da aynen bastırarak kendilerine mal etmişlerdir. Hatta Rüstem Paşa bir anonim tarihi tam olarak okuma lütfunda bile bulunmadan kendisine mal etmiştir. Fakat çok ilginçtir ki bu anonim bizzat Rüstem Paşa’nın kendisini tenkit etmektedir.[29]
XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti her alanda gücünün zirvesindedir. Dolayısıyla bu dönemde Osmanlı Devleti’nde, Avrupa’da buhran dönemlerinde çıkan tarih felsefeleri gibi müstakil tarih felsefesi çalışmaları görülmemektedir. Bu dönem Osmanlı tarihçileri genellikle padişahların görevlendirdiği resmi tarihçiler olup bunlar tarih yasalarında ilahi bir determinizmin var olduğu kanaatindedirler.[30] Bu nedenle de padişahlar hiçbir zaman tenkit edilmemiş, hataları belirtilmemiştir.
XVI. yüzyılda yetişen diğer tarihçiler Hoca Sa’düddin ve Gelibolulu Mustafa Âlî’dir. Hoca Sa’düddin “Tacü’t-Tevârih”adlı çok meşhur bir Osmanlı tarihi yazmıştır.
Eseri, Tevârih-i Âl-i Osman adıyla tanınmış olunan eski kronikleri yalnız unutturmaya değil küçümsemeye de sebep olmuştur. Yavuz Sultan Selim’ in ölümüne kadar Osmanlı Padişahlarının hayatlarını ve bu devirlerde meydana gelen olayları çok süslü ve ağdalı bir şekilde anlatmış olup kendisinden önce yazılan pek çok eski eseri de kaynak olarak kullanmıştır.[31] Eseri kendisinden sonra gelen Osmanlı tarihçileri tarafından örnek olarak görülmüş, başta Müneccimbaşı olmak üzere pek çok tarihçi tarafından kaynak olarak kullanılmıştır. Geçmişten ders alarak ileriyi gören bir kişi olan Hoca Sa’düddin, Haçova Meydan Muharebesi’nde bozguna uğramak üzere olan orduyu terk etmeye hazırlanan III. Mehmed’i “Yerinde dur, ecdadın dahi bu duruma çok uğradı; ama yerlerinde durdular.” diye ikna etmiştir. Savaşın da bu nedenlerle Osmanlı lehine dönüp Osmanlıların galip geldiği bilinir.[32] Gelibolulu Mustafa Âli ise Osmanlı fikir hayatının en dikkate değer şahıslarından biridir. Mutlak doğruluk severliği ve inanılabilirliği eserlerini çağdaşı olan pek çok yazarın eserlerinden ayırt ettirir ve onları zamanının şartları içerisinde gerçekten değerli kaynaklar haline sokar.[33] Künhü’l Ahbâr adlı eseriyle kendisinden sonraki tarihçilere örnek olan Gelibolulu Ali, olayların üstünde durarak tenkidi bir ifade kullanan XVI. yüzyıl müelliflerinin ilkidir.[34] Müellifin olayları anlatırken yaptığı müdahaleler ve korkusuzca yaptığı yerinde tenkitler, meselelerin ilk defa sebep ve neticeleri üzerinde durması Osmanlı tarih yazıcılığı için önemli dönüm noktalarından biridir.[35] Âlî’nin diğer bir önemli yönü de, kendinden önceki müverrihlerden farklı bir tutum içinde faydalandığı eserlerin isimlerini eserin mukaddimesinde tek tek vermesidir.[36] Âli’nin eseri genel bir dünya tarihidir. Dört rükne ayrılan eserin son bölümünde Osmanlı tarihinden, Rum ve Frenk memleketlerinden söz eder. Eserin ilk üç kısmı sanatkârane bir uslupla, Osmanlı tarihi ise sade bir uslupla kaleme alınmıştır. III. Mehmet Devri’ne kadar olan olayları anlatır.
XVI. yüzyılda Mısır ve Suriye’nin fethinden sonra yavaş yavaş Arap tarihçiliği Osmanlı ülkesine girmiştir. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, divânını Farsça şiirler ile doldurmuştur. Bu tutum doğal olarak devrin yazarlarını ve şairlerini de etkilemiştir. İşte Mısır ve Arap tarihçiliğinin etkisine giren Osmanlı müellifleri de bu nedenlerle Selimnâmeleri yazmaya başlamışlardır. Selimnâmeler genelde Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme alınmıştır. Türkçe olarak yazılanlar; İshak Çelebi (Üsküplü), Keşfî Mehmet Çelebi, Kalkandelenli Sücudî, Muhyi Çelebi, Celalzâde Koca Nişancı, Hoca Sadüddin, Bitlisli Şükrü, İbn-i Kemal, Yusuf, Şair Senaî, Hayatî, Şuhûdî, Sadi ibn Abdülmüteal, Süheylî, Şirî, Seyyid Muhammed ibn Seyyid Ali İznik, Ebu’l-Fazıl Muhammed Efendi’nin (İdris-i Bitlisi’nin oğlu) Selimnâmaleri ve Tarihü’s-Sultan Selim Han’dır. Arapça yazılanlar; Eş-Şeyh el Muhaddis Carullah b. Fahdil-Mekkî, Ali Muhammed el-Lahmî’nin Selimnâmeleridir. Farsça yazılanlar ise; Heşt Behişt, Risâleyi Siyâsiye, Risâleyi İhtilacât, Divân-ı Selimî, Muhtagi-i Şerif adlı Selimnâmeler ve Arifî’nin (Fetullah Arif Çelebi) manzum şehnâmesidir.[37] Ayrıca Feridun Bey’in “Münşe’atü’s- Selâtin” ve Yavuz Sultan Selim’in hayatını anlatan “Ruznâme” bu devrin önemli kaynaklarındandır.[38]
XVI. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığı içerisindeki önemli bir bölüm de, ulemadan kimselerin hayatını anlatan eserler olan Tercüme-i Haller’dir. Bu eserlerde alimlerin kimin yanında ders gördükleri kesinleştirilmeye çalışılıyordu. Buradaki amaç, ilmi bilginin kesintisiz bir zincir halinde nesilden nesile aktarılmasını sağlamaktır. Genelde içerik belli bir kalıba göre hazırlanmakta, söz konusu kişinin birlikte çalıştığı hocalar, yaptığı görevler, eserleri ve son günleri hakkında bilgi verilmekteydi. Biyografiler genelde ölüm tarihine göre tasnif edilmiş olup, bu türün Osmanlı topraklarında yazılmış ilk örneği, Sehi Bey’in Tezkire’sidir. Aynı dönemde, Alim Taşköprülüzâde, Şakâ’ıku’n-nu’mâniyye adlı büyük eserini yazmaktaydı.
Taşköprülüzâde Arapça yazmıştı ama çok beğenilen bu eser kısa sürede Osmanlıcaya çevrildi. Taşköprülüzâde eserinde, alim ve şeyhleri kısaca tanıtıyor ve genelde söz konusu kişinin ilme katkısını değerlendirmeye çalışıyordu. Biyografi denemeleri monoton metinler olmasından dolayı bu tür eserler yazanlar, farklı ifade tarzı kullanmışlardır.[39]
XVII. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığı deyince akla ilk önce Kâtib Çelebi gelir. Hacı Kalfa olarak tanınan Kâtib Çelebi; Fezleke, Cihân-nümâ ve Keşfü’z-zunun adlı eserleriyle XVII. yüzyıla damgasını vurmuştur. Kâtib Çelebi; Avrupa ile Osmanlı dünyası arasında bilimde meydana gelen bariz açığı fark eden Müslüman entelektüelidir. Klasik İslam ve modern Batı kültürüne analitik bir tavırla yaklaşabilen Kâtib Çelebi birçok konuda Arapça ve Türkçe eserler yazmıştır.
Tarihin önemini Arapça Fezlekesi’nin başında belirtirken, kendisinden önceki tarihçilerden nakillerde bulunarak onların bu husustaki fikirlerine de yer vermiştir. Tarihin konusunu anlatırken de bunun; peygamberlerden, evliyadan, ölümlerden, şairlerden, hükümdarlardan vs.’den gelip geçmiş kişilerden bahsetmek olduğunu belirtir.[40] Kâtib Çelebi eserlerinde, uzun bir hazırlık devresinden sonra, bol malzemeye ve mükemmel örneklere dayanarak üstün zekasıyla olayları tahlil etmiştir. Fezleke’sini yazarken de Hasan Beyzâde, Peçevî, Edirneli Mehmed b. Mehmed, Topçular Kâtibi Abdülkadir, Safî Mustafa, Cerrahzâde Mehmed, Tugî Hüseyin, Pîrî Paşazâde Hüseyin ve Nev’î-zâde Atâ’î gibi pek çok kişiden faydalanmıştır.[41] Öte yandan Peçevî’nin çokça yararlandığı, Âlî’nin Künhü’l- ahbâr’ına tenkidi bakıyor ve eserdeki kimi bilgilerin önemsiz olduğunu düşünüyordu.[42] Kâtib Çelebi, tarihten başka ilimleri de merak etmiş, teferruata inmeden bütün ilimleri kavramaya çalışmış; ilmi tasa ve kötülüğü def eden, gaflet ve tembelliği yok eden, kini ve ihtilafı kaldıran, insanları ve milletleri yücelten bir vasıta olarak nitelendirmiştir.[43] Coğrafya kitaplarını da okumuş olan Kâtib Çelebi, bu sahada Batılıların ve Yunanlıların ileri gittiklerini görmüş ve doğudaki bu eksikliği telafi için de meşhur Cihân-nü’mâ’yı yazmıştır. Cihân-nü’mâ’yı yazmak için de eski Yunan ve Roma tarihini incelemiş, böylece Osmanlı ülkesinde ilk defa eski Yunan ve Roma tarihiyle de ilgilenen kişi olmuştur.[44]
Kâtib Çelebi, tenkitlerini yalnız ilmi eserlere münhasır bırakmayarak onların sınırını sırası geldikçe askeri ve idari sahaya kadar da uzatmıştır. Fezleke’sinde birçok yerde yapılmış olan askeri hatalara işaret etmiş, bunların zararlarını anlatmıştır. Kadınlar saltanatının, rüşvetin, devlet mansıplarının açık artırmayla satılmasının ve taassuba alet olmanın ne gibi kötülüklere yol açtığını anlatarak devlet yöneticilerinin dikkatini çekmeye çalışmıştır.[45] Bu özelliklerinin yanında Osmanlı tarih yazıcılığına yenilikler getirmiş, ilk defa olarak tabii Osmanlı tarih yazıcılığı içerisinde miladi tarihi kullanmıştır.[46] Edebi bakımdan ise genel olarak denebilir ki, müverrih, kaynaklarındaki haşivleri ustaca ayıklamış, öze ve manaya taalluk eden yerlerini itina ile aktarmış, fakat edebi hünerleri ve hissi unsurları ihmal etmiştir. Kısaltmada gösterdiği ifrat, az da olsa bazen ifadesinin açıklığını kaybetmesine, bazen de zuhûl ve hatalara düşmesine yol açmıştır.[47]
XVII. yüzyıldaki bir başka Osmanlı tarih yazarı da İbrahim Peçuylu’dur (Peçevî). Peçevî Tarihi 926-1049 / 1520-1640 yılları arası için Osmanlı tarihinin en önemli kaynaklarındandır. Peçevî, eserinde kendisinden önceki olayları; çeşitli kaynaklara, eski gazilerin ve devlet adamlarının hatıralarına dayanarak yazmıştır. III. Mehmed’in tahta çıkışından itibaren ise bizzat hadiselere şahit olmuştur. Peçevî, Macar tarihinden de faydalanmıştır. Bu bakımdan yabancı kaynaklara da bakan ilk Osmanlı tarihçisi olması gerekmektedir.[48] Peçevî, başta Ali olmak üzere kullandığı kaynakları bir tenkit süzgecinden geçirmiştir. Bu nedenle de kendisinden sonra gelen kişiler başta Kâtib Çelebi ve Evliya Çelebi[49] olmak üzere sık sık O’nun eserlerinden faydalanmışlardır. İbrahim Peçevî tarihinde bazı fıkraları kaydetmiş, matbaanın icadından, Osmanlı ülkesine kahve ve tütünün girmesinden, Atilla ve İskitlerden bahsetmiştir. Sade bir üslup kullanan Peçevî, Macarca yer adlarını aslına uygun kaydetmiştir. Peçevî, bazen çok sert şekilde tenkitlerde bulunmuş, Asafnâme müellifi Lütfî Paşa ve Sadrazam Rüstem Paşa’yı zehirli diliyle tenkit ederek aynı zamanda biyografilerde meydana getirmiştir.[50]
XVI. ve XVII. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığında rivayetçi tarih yaklaşımının en belirgin dönemidir. Özellikle XVII. yüzyılın tarihçileri çöküş dönemi tarihçileridir. Lütfi Paşa’nın Asafnâme’si, Bosnalı Hasan Kafi-Akhisari’nin Usulu’l Hikem fi Nizami’l Alem’ı, Ayn-ı Ali Efendi’nin Kavanin-i Âl-i Osman der Hülasa-i Mezamim-i Defter-ı Divân’ı, Halisi’nin Zafernâme’si, Koçi Bey’in Risâle’si ve adları bilinmeyen fakat hepsinde ortaklaşa paylaşılan XVI. ve XVII. yüzyılın idari ve siyasi meseleleriyle ilgili konuları içeren eserlerdir.[51]
XVI. ve XVII. yüzyılda bir de yazarları bilinmeyen fakat siyasetnâme türü, hikayeci tarih metodu vardır. Kitâb-ı Müstetab, Kitâb-u Mesalihi’l Müslimin ve Menâfi’il Müminin ve Hırzü’l Mülûk bunların başta gelenlerindendir.[52]
XVIII. yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığında vekayi’nüvîslik ortaya çıkmıştır. Vak’anüvis Osmanlı merkez teşkilatında vazifeli devlet tarihçisine verilen unvandır. Vekayi’nüvisler, kendilerinden önce yazılanları tedvîne ve hizmette bulundukları zamanın hadiselerini tahrire memur edilerek Osmanlı tarihinin telifine çalışmışlardır.[53] Gerçekte Osmanlı vekayi’nüvisi, parlak bir düz yazı üslubu, iyi düzenlenmiş bir olaylar anlatımı yanında, menkıbecilikten de kısa zamanda vazgeçmiştir. Osmanlı Devleti’nin resmi tarihçileri olan vekayi’nivüslerin tarih yazıcılığına olumlu etkileri olduğu gibi, her önüne gelenin ekonomik nedenlerle vekayi’nivüs tayin edilmesi yoluna gidilmesi, bu tarih yazıcılığını bir yerde tamamıyla yozlaştırmış ve bir övgü edebiyatına döndürmüştür.[54] Ancak görevden alınan vekayi’nivüsler tekrar bu mertebeye ulaşabilmek için tenkitçi bir yaklaşımla olayları yazmaktan çekinmemişlerdir. Gerçekte ise Osmanlı vekayi’nüvislerinin akidesi (doğma) devlet ve dünya nizamıdır.[55] Bu Ahmed Cevdet Paşa’ya kadar böyle gitmiştir. XVIII. asırdan önce vekayi’nüvislik yerine Şeyhnâmenüvislik[56] denilen bir memuriyet bulunmaktaydı. Genel olarak devletin resmi tarihçisi hüviyetinde bulunan vekayi’nüvislerin ilki Halepli Mustafa Naîmâ Efendi’dir.[57] Sonuncusu ise Abdurrahman Şeref Efendi’dir. Astronomi ve tarih ilimlerinde üstat olan Naîmâ Efendi yaşamı boyunca devlet büyüklerinin himayesini gördü. Yazmış olduğu Osmanlı Tarihi, Türkçe tarih yazıcılığının şaheserlerindendir. Naîmâ, eserinde iki yazı türünü, yani vekayi’nâme ile nasihat risâlesini birleştirmiştir. Ayrıca tarih ve tarih felsefesine dair çeşitli alimlerin fikirlerini iyi bir üslupla anlatmış olan Naîmâ Efendi, olayları tenkidi bir tarzda ele almış, olayların sebep ve sonuçları üzerinde durarak tarihçinin görevlerini de belirtmiştir. Fakat Naîmâ Efendi, kendisi tarafından belirtilen görevleri yine kendisi yapmamıştır. Tarihine kendi devrinde meydana gelen çok önemli olayları kaydetmemiştir.[58] Yine bu yüzyılda Tayyar-Zâde’nin Enderun Tarihi biyografi bakımından önemlidir.[59]
Osmanlı vekayi’nüvistleri içerisinde Avrupa dillerine vakıf olanlar da bulunmakta olup bunlar (Vâsıf Efendî, Kethüdâ-Zâde Said Efendi, Şânîzâde, Ataullah Efendi) bilhassa Avrupa ahvalini de dile getirmeleri bakımından önemli kişilerdir.[60]
XIX. yüzyılda ilim ve tekniğin gelişmesi sonucunda Batı’da belirmeye başlayan ve Osmanlı’da henüz emekleme çağında olan araştırmacı ve neden-nasılcı tarihçilik, ancak Kemal Atatürk tarafından Türkiye’ye getirilecektir. Ancak yine de XIX. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli devridir. Bu yüzyılda Osmanlı tarih yazıcılığında vekayi’nüvis tarihleri, sefernâmeler, özel tarihler ve nümizmatik çalışmalarının yanı sıra sadece bu asra özel olmak üzere “Salnâme” adı verilen yeni bir tarih kaynağı ortaya çıkacaktır. Daha sonraları “Nevsal” adını almış olan bu kaynaklar bir nevi şu andaki yıllıklar mahiyetindedirler. Salnâmeler, geçmiş yıllardaki önemli olayları özetleyen ve ait oldukları yılların müessese ve hal tercümeleri gibi çeşitli konuları hakkında son derece kısa bilgi veren eserlerdir. Bazı salnamelerde özel bir konu ve amaç için hazırlanmış olabilir. Osmanlı tarihçiliğinin önemli kaynakları arasında yer alan salnâmeler, devlet tarafından hazırlandığı gibi özel müesseseler tarafından da hazırlanabilmekteydi. İlk resmi salname 1847 yılında Hayrullah Efendi, Ahmet Vefik Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa’nın ortak çalışması sonrasında yayınlanmıştır.[61]
XIX. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığında Kethüdâ-Zâde Said Efendi, Ahmed Asım Efendi, Şanîzâde Ataullah Efendi, Sahaflar Şeyhîzâde Mehmed Es’ad Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa gibi tarihçiler dikkat çeker. Fakat şüphesiz ki 19. yüzyıl tarih yazıcılığı denilince akla gelen ilk kişi Ahmed Cevdet Paşa’dır. Tanzimat Devri’nin en önde gelen simalarından biri olan Cevdet Paşa, Türk-İslam aleminin mümtaz simalarından biridir. O, tarihçiliğinin yanında aynı zamanda bir hukukçu, fikir adamı, edip, sosyolog, eğitimci ve devlet adamıdır. Ahmed Cevdet Paşa; sorunları ortaya koyabilen ve bunlar hakkında güvenilir çözüm önerileri getiren ayrıcalıklı biridir. O, sorunları zaman açısından üç boyutlu, ilişkiler açısından çok boyutlu ele alması bakımından da bir düşünürdür. Cevdet Paşa’ ya göre, eldeki bilgilerle geçmişten bugüne gelip olayların asıl sebeplerini keşfetme yeteneğine sahip olanlar saygıdeğer kişilerdir. Saygıdeğerliği bir bakıma geçmişin hesabını görerek geleceğe yönelme bilinci olarak tasvir eder. Bu tutum ona göre tarih bilincinin en iyi göstergeleri arasında yer alır.[62]
Ahmet Cevdet Paşa, bilhassa İbn Haldun, İbn Teymiyye, Zehebî gibi İslam düşünürlerinin yanında, Michelet, A. Taine, Alman tarihçisi J. von. Hammer, meşhur İngiliz medeniyet tarihçisi Buckle ve İngiliz müellifi Macaulay’dan istifade ederek Batı kaynaklarını da kullanmıştır.[63] Eserleri memleketin siyasi, içtimai ve kültürel hayatında bir yenilik ve hareket yaratmaya çalışan Tanzimat Devri’nin ihtiyaçlarına uygun olarak çok değişkendir. Daima medeniyeti, çağdaşlığı savunmuş, en basit eserinde bile devletin çürük taraflarını acı acı tenkit etmiştir. Cevdet Paşa özellikle kurumların bozuluş sebeplerine önem vererek bu bozulmanın tahliline girişmiştir. Böylece müessese tarihine dair ilk denemeyi gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte Cevdet Paşa, Osmanlı vekayi’nâmeciliğinin geleneksel tarzı olan olayları yıl yıl anlatma ve her kısım sonunda da o yılki tayin ve vefatların listesini verme uygulamasının dışına çıkmıştır. Ayrıca tarihi çağlar meselesiyle de ilgilenen Cevdet Paşa, Avrupa’da kullanılan taksimatın bize uymayacağını belirterek doğu için İslam öncesi ve sonrası diye bir taksimatın yapılması gerektiğini belirtmiştir.[64]
Ahmed Cevdet Paşa’dan sonra İsmail Galip Bey, Mahmut Celaleddin Paşa, Ahmed Cevad Paşa, İsmet Efendi, Ahmed Lütfi Efendi, Mehmed Süreyya Bey, Ahmed Badi Efendi, Ata Bey, Abdurrahman Şeref ve Bursalı Mehmed Tahir Efendi gibi muasırları gelmiştir.[65]
Ahmed Lütfi Efendi, sondan bir önceki ve bu görevde en uzun süre (41 yıl) bulunmuş Osmanlı vekayi’nüvistidir. Tarihi 1825/1876 yılları arasını kapsar. Vekayi’- nüvisliğin giderek itibar yitirdiğinin ve bir gazete haberleri seçicisi, özetleyicisi durumuna düştüğünün farkındadır. Bu nedenle de Ahmed Lütfi Efendi, vekayi’nüvüsliği kendi deyişiyle “aranıp, sorulmayan” bir görev olarak tanımlar.[66] Ahmed Lütfi Efendi, tarihini, Tanzimat’ı yorumlamak ve eleştirmek için kullanmıştır. Tarihçi olarak da Cevdet Paşa’nın yolunu benimsemek istemişse de olayları tarih dizimine göre yazmaktan başka bir şey yapmamıştır. Yine bu devirde Ahmed Vefik Paşa “Fezleke-i Tarih-ı Osmanî ” adlı Avrupai tarzda bir eser yazmıştır. Eserinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, yükselmesi, genişlemesi ve yıkılmasının nedenlerini gayet güzel bir şekilde ortaya koymuş ve kendisinden sonra gelen vakanüvislere örnek teşkil etmiştir.[67]
Ahmet Vefik Paşa’dan sonra gelen tarihçilerin en önemlilerinden biri de Netayicü’l-Vuku’at’ın müellifi Mustafa Nuri Paşa’dır. Bu müellif, Osmanlı Devleti’nin yalnız siyasi vakalarını değil, bütün teşkilatını, müesseselerini de ele almış ve metot bakımından, Osmanlı tarihinde ilk defa numune bir eser ortaya koymuştur.[68]
J. Von Hammer on ciltlik bir “Osmanlı Tarihi” yazarak Rus Çarı I. Nikola’ya ithaf etmiştir. Bu eser Osmanlı İmparatorluğu üzerine yazılan ilk modern tarih sentezidir. Hammer uzun süren Osmanlı ülkesinde çeşitli görevlerde bulunmuş ve bu sayede arşiv ve kaynakları geniş ve karşılaştırmalı olarak taramıştır.[69] Birçok Osmanlı tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa’nın yanında Hammer’e de başvurmuştur. Tabii ki Türk tarihçileri Batı tarihçilerin eserlerine başvururken Avrupalı tarihçiler de Osmanlı müelliflerinin eserlerine başvurmuşlardır. İşte Alman hümanistlerinden Joachim von Brandenburg adlı bir asilzâdenin müneccimbaşısı olan …Joannes Carion, Kâtib Çelebi ve Müneccimbaşı’nın eserinden faydalanmıştır.[70]
XIX. yüzyılda yetişmiş olan tarihçilerden bir tanesi de en ünlü biyografi yazarlarından olan Mehmed Süreyya Bey’dir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XX. yüzyılın başına kadar yaşamış olan bütün önemli kadın ve erkekler hakkında şaşılacak bir mükemmelliyette ki bilgileri, hiçbir ön çalışanı olmadan “Sicill-i Osmânî” ya da “Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye” adlı eserinde toplamıştır. Eserin başında Osmanlı hanedanının bütün fertlerinin biyografileri vardır. Daha sonra tanınan şahısların hayat hikayeleri hakkında alfabetik olarak bilgi vermiştir. Eserini yazarken sicillerden, mezar taşlarından bol miktarda faydalanmıştır. Sicill-i Osmânî, Osmanlı biyografyası için yegâne başvuru kitabıdır. Biyografi yazarlarından bir başkası da Bursalı Mehmed Tahir Bey’dir. İslam yazarları ve özellikle Osmanlı edebiyatına karşı derin bir saygı duyardı. Bu nedenle de Osmanlı Mü’ellifleri adlı eserinde ünlü Osmanlı şeyh, fakih, şair, edib, tarihçi, hekim, matematikçi ve coğrafyacılarının hayatlarını toplayıp tasvir etmiştir. Bu eseriyle de Türklerin kültürsüz bir millet olmadığını Avrupa’ya ispat etmek istemiştir.[71]
Eserini yazarken İsmail Saib Sencer’in büyük yardımını gördü. Bununla birlikte sahasında uzman biri olmayan Bursalı Mehmed Tahir Bey’in eserinin pek çok yerinde hatalar vardır. Fakat bu hatalar yine de eserin büyüklüğü karşısında fazla mühim değildir. Mehmed Tahir eserini yazmak için pek çok şehri ve kütüphaneyi dolaşarak Osmanlı Müellifleri ve eserleri hakkında başka yerlerde bulunmayan bilgileri toplamıştır. Mehmed Süreyya ve Bursalı Mehmed Tahir’den başka biyografi türünde daha birçok müellif eser meydana getirmiştir. Bunlara Taşköprülüzâde, Bahaüddin, Kısbî Ahmed Resmî, Musa Kâzım, Ahmed Refik (Atınay), Ali Suavî, Ali Seydî, Ali Kemal, Ali Said, Ali Haydar, Ahmet Müfid, Mehmed Said, Mustafa Necip, Fatin v.d. sayabiliriz.[72] XIX. yüzyılın sonlarında yetişen tarihçilerden bir diğeri de Abdurrahman Şeref Efendi’dir. O, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin son vekayi’nüvistidir. “Tarih-i Devlet-i Osmâniyye” adlı eseri bir Türk tarafından yazılmış olan ilk bilimsel Türkiye tarihidir.[73] Gerçekten de yazılış tarzı evvelki eserlerden tamamıyla ayrılır. Olaylar gerçekçi biçimde, anlatılarak pragmatik olarak tasvir edilmiştir. Tanzimat’a kadar vermiş olduğu bilgiler daha önceki tarihçilerin eserlerine, Tanzimat’tan sonrakiler ise araştırmalarına dayanır. Abdurrahman Şeref Efendi’nin bu eserinin muhtasarı Türkiye’de çok yayılmış, okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur.
Osmanlı Tarih Yazıcılığının en önemli kaynaklarından biri de seyahatnâmelerdir. Seyyah deyince de şüphesiz akla Evliya Çelebi gelmektedir. 10 ciltlik Seyâhâtnâme’nin yazarıdır. Gezip gördüğü yerleri, dolaştığı ülkeleri, şahit olduğu vakaları canlı birer tablo gibi tasvir etmiş ve usta kalemiyle tarihi olaylara adeta hayat vermiştir. Her şeyin ruhuna ve aslına nüfuz etmeyi bir zevk bilen bu büyük Türk seyyahı, gittiği yerlerin umumi ahvalini, coğrafi durumunu, şehirlerin kuruluş tarihini, halkının vasıflarını, dilini, adet ve ananesini, kıyafet ve milli oyunlarını, sanat ve meşgul oldukları işleri en ince teferruatına kadar tasvir eder ve aynı zamanda gezdiği ülkelerde gördüğü, câmi, mektep, medrese, darü’l-kurâ, emaret, han, hamam, çeşme, kuyu, köprü ve sair her türlü âsar ve âbideleri anlatır. Hatta çoğu zaman bu eserleri yapan ve yaptıranı, inşa için düşülen tarih belgelerini zikrettiği gibi bu meyanda meşhur ziyaretgâhları ve buralarda medfun bulunan evliyaların hal tercümelerini ve bunlara ait menkıbeleri tafsilen nakleder.[74] Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Şahidî Lügatı, İskender- nâme, Tuhfe Tarihi, Kanunnâme, Tarih-i Taberî, Fütüvvetnâme, Künhü’l-ahbâr, Hadaiku’l-hakaik fi Tekmiletü’ş-şakaik, Tarih-i Peçevî, vs. birçok eserden faydalanmıştır.[75] İşte Evliya Çelebi Seyahatnâmesi ihtiva ettiği; tarihi, coğrafi, iktisadi, sosyal ve edebi konularıyla XVII. yüzyıl Osmanlı tarihi için çok önemli bir kaynaktır. Evliya Çelebi’den başka Ahmed Hamdi’nin Hindistan ve Sırat-ı Afganistan Seyahatnâmesi, Âlî’nin Seyahat Jurnali, Mehmed Emin’in Asya-ı Vusta Seyâhâtnâmesi v.d. sayılabilir.
Tanzimat hareketiyle birlikte Osmanlı örgütlerinin tümünde olduğu gibi tarih anlayışında da modernleşme meydana gelir. Bu dönemde tarih anlayışı dinî mihverden hanedan tarihi anlayışına doğru kaymıştır. Osmanlı Hanedanı etrafında, cins ve mezhep ayrımı gözetmeksizin, bütün Osmanlı halklarını birleştirmeyi de amaç tutan bu tarih anlayışında ülküleştirilmek istenen, Hanedan veya Padişahtır. Tabii ki Padişah aynı zamanda Halife olduğu için Hanedan tarihi yanında dinsel tarih de devam etmiştir. Fakat bu fikir hareketlerinin başarısızlığı ve Fransız İhtilali’nin de etkisiyle ulusçuluk fikir hareketlerinin gelişmesi Osmanlı aydınları arasında, ulusal tarih doğrultusunda bir eğilimin başlamasına neden olacaktır. Bu akım ilk zamanlarda itibar görmemesine rağmen daha sonra Macar oryantalistlerin etkisiyle yavaş yavaş gelişir. XIX. yüzyıl sonunda tarihi ideoloji Türkçülüğün önemli bir aşaması olmuştur. Yusuf Akçura,[76] Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan[77] gibi Rusya’dan göç etmiş kişiler Türkçü tarih yazım akımının gelişmesine katkıda bulunacaklar ve hatta Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih yazımında önemli bir aşama oluşturacaklardır.
Osmanlı Tarih Yazıcılığı ilk zamanlarda Beylikler Devri’nin devamı niteliğinde ortaya çıkmış ve zamanla gelişerek XIX. yüzyılda tamamen kendine özgü bir nitelik kazanmıştır. Selçuklulardan ve diğer Türk Devletlerinden gelen eski bir devlet ananesi olarak daha ilk devirlerden itibaren Osmanlı Devleti’nde arşiv fikrinin olması da tarihçiliğin sağlıklı bir şekilde gelişmesine katkıda bulunmuştur. Tabii ki Osmanlı Devleti’nin geniş bir coğrafi sahaya yayılması ve son yıllarda kuvvetli devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışması nedeniyle günümüz tarihçilerinin sadece Osmanlı arşivlerinden değil Avrupa arşivlerinden de faydalanması zaruridir.[78] Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Cumhuriyet döneminde de Osmanlı tarihçiliği etkisini sürdürmüştür. Yakın Çağ’da ise Annales okulu tüm dünyada olduğu gibi ülkemizi de tarih yazıcılığı bakımından etkileyip yeni bir yaklaşım meydana getirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 417-425