Kelime olarak “görmezliğe gelme, bir kabahatliye karşı şiddet göstermeyip vazgeçiverme”[1] manalarına gelen müsamahayı hoşgörü veya tolerans diye de ifade edebiliriz. Sadece fikirde kalmayıp fiiliyata dönüştürüldüğü ve tatbik edildiği zaman insan arasında sevgi ve bağlılık meydana getiren müsamaha (hoşgörü), İslam’ın önemli prensipleri arasında yer alır.
Gerçekten Kur’ân-ı Kerim’in “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel tarik (yol) hangisi ise onunla yap!”[2] ve “Dinde zorlama yoktur”[3] âyetleri, İslâm’ın başka din, sistem ve anlayışlara sahip olan insanlara bakış açısını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslam tarihinde zorla İslamlaştırma gibi bir harekete rastlanmaz. İslam, Müslümanların fethettiği topraklarda yaşayan hiç kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Hak ile bâtıla işaret ederek, inançlar arasındaki doğru yolun hangisi olduğunu belirtmekle yetinir. Zorlama sonunda Müslüman olma keyfiyetinin İslâmî bir hareket olmadığını beyan etmekten de çekinmez, Müslüman devletlerin idaresi altındaki gayr-i müslimlerin (Müslüman olmayanlar), müreffeh bir hayat yaşamaları ve inançlarına göre serbestçe ibâdet etmeleri ancak böyle bir anlayışla mümkün olmuştur.
Bizzat Hz. Peygamber devrinde sayısız örnekleri verilen İslâmî müsamaha o kadar geniştir ki, Batı dünyasının insaflı araştırmacıları da bunu kabul etmek zorunda kalmış ve bundan hayranlıkla bahsetmişlerdir. Burada detaya inmeden sadece bir Batılı kaynaktan istifade ile bir olayı nakletmek istiyoruz.
“Bir gün bir Mûsevî Muhammed’e gelir ve ileri gelen erkândan birisinin, kendisinin dinî hislerini incittiğini ve Muhammed’in Musa’dan üstün bir peygamber olduğuna dair bir ifadede bulunduğunu söyler. Peygamber bu zata dönerek der ki: Böyle bir şey söylememeliydin, başkalarının inancına saygı göstermek gerekir.”[4] Bu ifadeler bize Hz. Peygamber’in dinî inançlar konusunda ne kadar müsamahakâr davrandığını göstermektedir. Böyle bir davranış ancak bir peygambere yakışır. Zira Medine’de, bütün bir toplumun benliğine hâkim olmuş, bilinen dünya tarafından tanınmış, inansın veya inanmasın herkes tarafından yegâne şahsiyet olarak bilinen bir kimse, kendisine gönderilen dini kabul etmeyen bir Mûsevîye karşı onun dinî hislerini rencide edici bir ifadenin kullanılmamasını istemektedir.
Biraz önce temas ettiğimiz gibi, İslam tarihi başkalarını zorla Müslüman yapmak gibi bir olaya sayfalarında yer vermemiştir. Hatta ara sıra buna teşebbüs etmek isteyen bazı hükümdarlar bizzat Müslüman din adamları tarafından bu işten alıkonulmuşlardır. Ayrıca bunun İslamî bir hareket olmadığı da kendilerine hatırlatılmıştır. Nitekim Osmanlı diyarında asırlarca Müslümanlarla gayr-i müslimlerin bir arada ve barış içinde yaşamaları, bu İslamî anlayışın bir sonucu olmuştur. Galip devlet olan Osmanlı, eğer İslam’dan aldığı anlayışla müsamahakâr bir tavır takınmasaydı bugün birçok milletin ve özellikle Balkan devletlerinin isimleri ile dinî kimliklerini sadece tarih kitaplarında görebilirdik. Balkanlar ve hatta Orta Avrupa’nın büyük bir kesiminde hükümran olmuş Osmanlı Devleti, böyle bir anlayışa sahip olmasaydı buralardaki dinî inançlardan söz edilemezdi. Osmanlı, bölgede yaşayan insanların dinlerine resmiyet kazandırmıştı. Nitekim bu mânâda “Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve modern zamanlarda üç tek Tanrılı dini (İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik) resmen tanıyan, etnik ve dilsel alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde bir arada yaşamalarını güvence altına alan tek siyasî organizasyondur”[5] denilmektedir.
İslam, insan sağlığına önem veren ve hastalanmamak için gerekli tedbirlere başvurulmasını, hastalık anında da tedavi edilmesini emreden bir dindir. Bu bakımdan Müslümanlar hastalara yardım etmek ve onları ızdıraplarından kurtarmak için ellerinden gelen çabayı sarf etmekten geri durmadılar. Bunun için vakıf hastaneler kurdular. Bu hastanelere gelenlerin din, dil ve ırklarına bakmadan onlara tıbbî yardımda bulunmayı bir vazife telakki ettiler.[6] Keza topraklarında yaşayan fakat Müslüman olmayan tabipler için de aynı anlayışı gösterdiler. Onları her sahada ve hatta hükümdarlarının özel doktorları olarak değerlendirmekten çekinmediler. Onlarla Müslüman tabipler arasında bir fark gözetmediler. Nitekim XIII. asırda yaşayan İbn Ebî Usaybia (1203-1270), yazdığı “Uyûnu’l-Enbâ fî Tabakâti’l-Etıbbâ” adlı eserinde Müslüman hükümdarlar yanında çalışmış pek çok Hıristiyan tabibin isim ve biyografisini verir.[7] Bu tabipler herhangi bir baskıya maruz kalmadan mesleklerini icrâ ettikleri gibi, hükümdar, saray ve bunların çevrelerince büyük bir saygıya da layık görülüyorlardı.
Medeniyet tarihimizin önemli müesseselerinden biri olan ve kökleri Hz. Peygamber’e kadar dayanan vakıflar vâsıtasıyla yönetilen kervansaraylar, devrin mimarî özelliği ve sosyal seviyesini gösteren şaheserlerdir. Müslüman toplumların meydana getirdiği hayır ve sosyal kurumların başında zikr edebileceğimiz kervansaraylar, din, mezheb, ırk, dil ve renk farkı gözetmeden herkese hizmet etmeyi vazife biliyorlardı. Uzaktan bakınca bir kaleyi andıran kervansaraylar, İslâm dünyasında daha önce kurulan “Ribât”ların birer devamıdırlar. Bundan dolayı, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitâbe ve kronik gibi kaynaklarda bunlara ribât da denilmektedir.[8] Anadolu’nun, kervan yolları üzerinde dizilen ve her konak yerinde (menzil) inşa olunan kervansaraylar, hâlâ ziyaretçileri hayran bıraktıkları gibi, iç teşkilât ve hizmetleri ile medeniyet tarihinde daha fazla hayranlık veren bir hususiyet göstermektedirler. Filhakika her türlü ihtiyaç düşünülerek inşa olunan bu âbidelerde yolcular, hayvanları ile birlikte üç gün meccânen (ücretsiz) kalıyor, yemek yemeleri sağlanıyor, hastalar tedavi olunuyor ve hatta fakir yolculara ayakkabı bile veriliyordu. Büyük kervansaraylarda hastahâne, mescid, tabib ve ilaç bulundurulması da bunların medenî ve içtimaî teşkilâtını anlama bakımından dikkate şayandır. Sultan ve vezirler tarafından yapılan ve zengin vakıfları bulunan bu kervansaraylarda, zengin-fakir, hür-köle, Müslüman ve Hıristiyan farkı gözetilmeden bütün yolcuların eşit muameleye tabi tutulacağı vakfiyede belirtilir.[9]
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, XIV. asrın başlarında Selçuklu-Bizans sınırlarında ortaya çıkan küçük bir beylikti. Bu Beylik, kuruluşundan kısa bir müddet sonra büyüyerek tarihin akışını değiştirecek derecede kudretli bir devlet halini aldı. Yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak bölgeye İslam-Türk damgasını vurmasının sebepleri üzerinde münakaşalar hâlâ devam etmektedir. Tarihçiler bunu henüz izah edilememiş bir mesele olarak görmektedir. “Komşularının gözleri önünde bu devletin bu kadar çabuk büyümesi ve uzun zaman varlığını devam ettirebilmesi enteresandır. Bunda kesin rol oynayan dindir. Türkler Müslüman olunca tarihî bir faktör haline geldiler. İslâm’a göre dünya “İslâm ve harb” alanından ibarettir. Müslüman’ın vazifesi, dâru’l-harbi dâru’l-İslâm yapıp İslâm hakimiyetini yaymaktır. Bunun, Hıristiyanlık düşüncesindeki Hıristiyanlaştırma (misyonerlik faaliyetleri) ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu arada şunu da belirtelim ki, Hıristiyanların Müslümanlara isnad ettikleri gibi İslâm inancının yayılması ateş ve zorla olmamıştır.”[10] Bir Türk İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’nin, diğer Türk devletleri arasında farklı bir yeri ve önemi bulunmaktadır.
Gerçekten, Namık Kemal’in tasviri ile: “Destanlarda görülen âsumânî heykeller gibi başı küre-i arzın bir kıtasına yaslanmış, vücudu bir başka kıtasına sarılmış, ayakları ise bir başka kıtasına uzanmış” bu heybetli vücudun bio-psiko-sosyal ve ekonomik yapısı ile sistemi ve bu sistemin maruz kaldığı dış çevre şartlarının, ilim sistematiği ile ortaya konulması halinde “Osmanlı Devleti” adını taşıyan bu varlığın doğumu, büyümesi ve ömrünü tamamlayıp ortadan kalkması da aydınlığa kavuşmuş olacaktır.
Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesi ve şartların gerektirdiği değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti, sağlam temeller üzerine bina edip geliştirdiği ve kemâl mertebesine ulaştırdığı müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi geçirme imkânı buldu. Devletin hayatiyet sırlarını teşkil eden ve onu diğer Anadolu beyliklerine göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan biri de şüphesiz ki hoşgörü adını verdiğimiz anlayıştır.
Kuruluşundan itibaren Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Şer’i hukuku hem nazarî hem de amelî bir şekilde uygulayan Osmanlı Devleti,[11] bu anlayışını devletin bütün organlarında da devam ettiriyordu. Zira “Bu devlette din asıl devlet onun bir fer’i olarak görülmüştür.”[12] Bu bakımdan sosyal bünyesinin buna göre organizasyonu normal karşılanmalıdır. Zira “Osmanlı İmparatorluğu bütün işlerinde şeriat ile örf ve adet hukukunu uygulayan İslamî bir devlet idi.”[13] Bu hoşgörü anlayışı sebebiyledir ki, Osmanlılar Balkanlar’da idarelerine aldıkları yerli unsurların din ve vicdan hürriyetine müdahale etmedikleri gibi, onları her türlü baskıdan da kurtarmışlardı. Gerçekten Osmanlı Devleti, çağdaşları arasında başka dinlere mensup olanlara en müsamahalı davranan devlettir. Çeşitli ülkelerde dinlerinden dolayı baskı veya zulüm gören gayri müslimlere her zaman kucak açan Osmanlı Devleti’nde, Müslüman olmayan vatandaşlara da vicdan ve ibadet hürriyeti tanınmış, dinlerini değiştirme hususunda onlara zorlama yapılmamıştır. Keza bu devlette, gayr-i müslim grupların ibadet ettikleri yerler (mâbed), bunlara ait toprak ve mezarlıklara da dokunulmazdı. Bunlar, Müslümanları rahatsız etmeden ibâdetlerini serbestçe yerine getirebilirlerdi.[14]
İslam’dan aldıkları ilhamla Osmanlılar, idarelerindeki gayr-i müslimlere bu kadar toleranslı davranırken onlar, kendi aralarında birbirlerinin kiliselerine tahammül edemiyorlardı. Osmanlılar, Balkanlar’ı yönetimlerine aldıkları zaman kiliseler arasındaki bölünme ve çatışmalar en üst düzeye çıkmıştı. Bizans’ın siyasî otoritesi ile adetâ bütünleşmiş bulunan Rum Patrikhanesi, kendisine temel politika olarak Yunanlaştırma hedefini seçmişti. Bu bakımdan Bizans topraklarında yaşayan Hıristiyan olsun veya olmasın bütün topluluklar üzerinde yoğun bir asimilasyon hareketine girişmişti. Anadolu’daki Ermeni, Süryanî, Nasturi, Kildani, Pavlaki, Gürcü kilise ve toplulukları ile Balkanlar’daki Katolik, Bogomil, Sırp, Bulgar kilise ve toplulukları, tarihleri boyunca yalnız Bizans siyasî otoritesi ile değil aynı zamanda Rum Patrikhanesi ile de mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bunlardan bir kısmı az da olsa varlıklarını koruyabilmişler ise de Pavlaki ve Bogomil toplulukları bu konuda başarılı olamadıkları için yok olup gitmişlerdir. Balkanlar’da yalnız Ortodoks kiliseler arasında değil, Ortodoks kilisesi ile Katolik kilisesi arasında da mezhep çatışmaları yoğun bir hal almıştır. Özellikle Arnavutluk, Sırbistan ve Bosna’da bu mücadele toplumlar açısından yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Osmanlı yönetimi sırasında Arnavutlar ile Bosnalılar arasında İslamiyet’in geniş bir ölçüde kabul görüp yayılmasında bunun da etkisinin olduğu belirtilmektedir.[15]
İslam’ı kabul etmesiyle yepyeni bir hayat anlayışına intibak ettiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlı bulunduğu bu yeni dinin emirlerine uygun olarak hoşgörü duygusunu benimsemişti. Zira onların bu konudaki rehberleri bizzat Kur’ân-ı Kerîm idi.
İşte böyle bir anlayıştan hareketle Osmanlılar, idareleri altında bulunan gayr-i müslim vatandaşlarının dinî hak ve hürriyetlerini koruma hususunda titizlikle hareket ediyorlardı. Bu konuda arşiv belgeleri, Şer’iyye Sicilleri, Piskopos Mukataası Kalemi Defterleri, gayr-i müslim cemaatlere ait olan defterler ile her gayr-i müslim topluluğa ait müstakil defterler, Osmanlı devlet ve toplumunun bu konudaki hassasiyetlerine adetâ şahitlik yapmaktadırlar.
Gerçekten, New York Üniversitesinden C. M. Kortepeter, Halil İnalcık’ın, “Modern Avrupa’nın gelişmesinde Türk Etkisi” tebliğini yorumlarken Osmanlı yönetiminin başka din ve milliyetlere mensup insanlara olan davranışlarına işaretle “yani bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu da bulunurdu”, dedikten sonra Eyalet veya Erdel gibi vassal prensliklerdeki insanî muameleyi anlatarak şöyle der: “Uzun vadeli düşünüldüğünde Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelidir. Moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden millet sistemi, düşük gümrük vergileri, imtiyaz ve kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygulamadır. Bunlar, Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini sağladıkları gibi dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çekilmesini de engellemiştir”,[16] diyerek İslâm’ın Osmanlı’ya olan tesirini anlatır.
Tolerans konusunda Osmanlı, kendisinden önceki Müslüman ve Müslüman-Türk devletlerinin uygulamasını da gözden ırak tutmuyordu. Bizans’ın Anadolu’daki Rumlaştırma politikasının küstürdüğü Ermenilerin Selçuklu yönetimine ve dolayısıyla daha sonraki yönetimlere bakışı şöyle değerlendirilmektedir: “Selçuklular Malazgirt zaferini müteakip birkaç yıl içinde Anadolu’yu baştan başa kat ederek Marmara sahillerine ulaştılar. Gerçekten de Bizans’ın kendi halkına ve Ermenilere karşı kötü davranışı Türk fethini kolaylaştırdı. Bizans’ın toprak aristokratları elinde ezilen Rum köylüleri ile Rumlaştırmaya ve Ortodokslaştırılmaya zorlanan Ermeniler Türklere kucak açmaya hatta yardım etmeye başladılar. Zira, Selçuklular uyguladıkları mirî toprak sistemi ile ezilen köylüleri toprağa kavuşturdukları gibi, Rum, Ermeni ve Süryanîleri ne dinlerini ne de milliyetlerini değiştirmeye zorladılar.[17]
Osmanlı Devleti, kurulduğu ve daha sonra fethettiği yerlerde bir çeşit toprak köleliğinin mevcut olduğu düzensiz bir derebeylik sistemi ile karşılaştı. Bu sistemin, toprak münasebetlerinde sebep olacağı düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür’atle mudahele etmiş, toprağa dayanan asâlete son vermek suretiyle toprağı işleyenleri “serf” olmaktan çıkarmış, derebeylik yerine tımar sistemini, serf yerine, tımar sahibi sipâhi ile aralarında sadece akdî bir münasebet bulunan bir nevi aynî hak sahibi ve kiracıya benzer toprak mutasarrıflarını ikame etmiştir. Böyle bir toprak düzeni ise toprağın mülkiyetinin devlette olmasıyla (mîrî) mümkündür. Böyle bir uygulama sâyesinde Osmanlı Devleti’nde Batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve aralarında uçurumlar bulunan sosyal bir sınıflaşma oluşmamıştır. Avrupa’da görülen serf-senyör ve proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücud bulmamıştır. Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapısında görülen köylü isyan ve ihtilâllerine, son derece karışık dinî, ırkî (etnik) ve sosyal grupları bünyesinde toplayan Osmanlı Devleti’nde tarihin hiçbir döneminde rastlanmaz. Sınıf teşekkül ve kavgasına zemin hazırlamayan Osmanlı toplum yapısı, başka toplumlarla kıyası mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder. Batı insanının yüzyıllar boyu sürdürdüğü sınıf mücadelesini ve kölelikten kurtulma savaşının izlerini Türk içtimaî hayatında görmek mümkün değildir.[18]
Bilindiği gibi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve bölgedeki Moğol hakimiyetinin zayıflaması üzerine Anadolu’daki siyasî birlik ve bütünlük parçalandığından, burada sayıları yirmiye yaklaşan beylikler dönemi başlamıştı. Bu dönemde de gayr-i müslimler için farklı ve olumsuz bir durumun meydana geldiği söylenemez. Bu konuyla ilgili pek çok örnek, XIV. yüzyılda İslam dünyası ile Türklük alemini gezip gören ve buralardaki sosyal yapıyı canlı levhalar halinde günümüze aksettiren Mağripli İbn Batûtâ (1304-1369) seyahatnamesi ve diğer çağdaş kaynaklarda bulunmaktadır.
Başlangıçta Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Beyliği’nde de bu durumun farklı olmadığını düşünmek yanlış olmaz. Zira Osmanlıların mensubu bulunduğu din (İslâm), onların başka türlü hareket etmelerine rıza göstermezdi. Gerçekten, Osmanlılarda daha devletin (beyliğin) kuruluşundan itibaren insanlar arasında din farkının gözetilmediğini görüyoruz. Nitekim Hammer, Osman’ın, Bey unvanıyla beyliğin başına geçtiği andan itibaren gayr-i müslim yani Müslüman olmayan ve hatta kendi vatandaşı bulunmayan insanların haklarını nasıl koruduğunu şu ifadelerle dile getirir:
“Osman, bey unvanını alıp beyliğin başına geçtikten sonra ikâmetgâhı olan Karacahisar’da her türlü işlere bakmak ve halk arasında meydana gelen davaları hafta sonu olan Cuma günlerinde karara bağlamak için bir molla (kadı) seçti. Kayınbabası Edebalı ve dört silah arkadaşı (kardeşi Gündüzalp, Turgutalp, Hasanalp ve Aykutalp) ile istişare ettikten sonra Şeyh Edebalı’nın talebesi olan Karamanlı Dursun Fakih’i imam olarak tayin etti. Pazarlarda din ve milliyet farkı gözetmeksizin düzeni koruma görevini de ona verdi. Bir Cuma günü, Germiyan Türk Beyi Alişir’in tebeasından bir Müslüman ile Bilecik Rum liderine (Tekfur) bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyan’ın lehine hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede, Ertuğrul’un oğlu Osman’ın hak ve adâlet severliğinden söz edilmeye başlandı. Bunun sonucunda da halk Karacahisar pazarına akın etmeye başladı.[19] Osmanlıların Müslüman olmayan vatandaşlarına karşı olan hoşgörü ve toleransla hareket etme anlayışı, devletin tarih sayfalarındaki yerini almasına kadar hiç bir değişikliğe uğramadan devam etti. Hatta bu devletin duraklama ve gerilemesinde, Osmanlı toplumunun yüksek hoşgörüsünün de menfi tesirlerinin olduğu söylenmektedir. Nitekim, kuruluş ve yükseliş devirlerinde tek devlet idaresine ve huzura kavuşan gayr-i müslimler, gittikçe çoğalıp zenginleşmiş, tamamen hür bir şekilde dinî yaşayışlarını, örf ve âdetlerini devam ettirmişlerdir. Devlet tarafından cemaat işlerine asla müdahale edilmediği için onlar da din, dil ve milliyetlerini korumuşlardır. Bu esnada “Türkler, fetih ve fethedilen yerleri korumakla, bir başka ifade ile askerlikle meşgul idiler. Bu yüzden ticaret ve sanayide gerilemişlerdir.
Üç kıta üzerinde 10-50 derece kuzey enlemleri ile 10-60 derece Doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı Devleti, saha ve genişlik itibariyle bir kıta görünümünde olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebeasının (vatandaşlarının) din, dil, mezhep, ırk gibi çok farklı bünyelere sahip olmasına rağmen onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare etmişti.[20]
Bu durum, yabancıların da gözünden kaçmamış olacak ki, Fairfax Downey bu konuda şunları söylemekten kendini alamaz: “Yirmi muhtelif ırka mensup halk, Süleyman’ın (Kanûnî) hakimiyeti altında sızıltısız, gürültüsüz yaşadı. Reayanın, Müslüman olmayanlar da dahil, arazi sahibi olmalarına cevaz verildi. Buna mukabil onlara bazı mükellefiyetler yüklendi. Birçok Hıristiyan, vergileri ağır ve adaleti kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Türkiye’ye gelip yerleştiler.[21]
Osmanlı Devleti’nde gayr-i müslimlerin coğrafî dağılışı için iki ayrı tablo çizmek gerekir. Bunlardan biri, gayr-i müslimlerin din ve mezhep bakımından coğrafî dağılışı, diğeri de etnik bakımdan coğrafî dağılışıdır. Birinci grup için şöyle bir tablo çizilebilir.
1. Hıristiyanlar
a. Katolikler
- Latinler (âyin ve ibadetlerini Latince yapan Avrupa milletleri)
- Katolik Ermeniler
- Katolik Gürcüler
- Katolik Süryaniler
- Kildaniler
- Maruniler
- Kıptîler
- Katolik Rumlar
b. Katolik Olmayanlar
- Ortodokslar (Pavlaki, Thondraki, Selikian ve Bogomiller)
- Gregoryanlar
- Nasturiler
- Yakubi Süryaniler
- Melkitler
- Mandeiler
2. Mûsevîler
- Rabbânîler
- Karaîler
- Sâmirîler
3. Sabiîler
Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslimlerin din ve mezhep bakımından coğrafî dağılışlarının tafsilatına girmeden, onların etnik bakımdan olan coğrafi dağılışlarını da sadece isim olarak vermek istiyoruz. Buna göre;
- Rumlar
- Yunanlılar.
- Bulgarlar
- Pomaklar
- Sırplar.
- Hırvatlar.
- Karadağlılar.
- Bosnalılar.
- Arnavutlar
- Romenler
- Türkler (Gagauzlar).
- Macarlar
- Polonyalılar.
- Çingeneler.
- Ermeniler
- Gürcüler.
- Süryaniler.
- Kildaniler
- Araplar (Maruni, Melkit)
- Yahudiler
- Kıptîler.
- Habeşler.[22]
Verdiğimiz tablolardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti, gerek din, gerek mezhep ve gerekse ırk bakımından birbirilerinden farklı pek çok unsuru idare ediyordu. Özellikle ulaşım bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında, bunca farklı sosyal ve kültürel yapıya sahip insanı idare etmek ve bir arada insanca yaşamalarını temin etmek zannedildiği kadar kolay değildir.
İslam’dan aldıkları ilhamla Osmanlılar, idareleri altında bulunan gayr-i müslimlere karşı hoşgörülü davranmayı devletin esaslı prensiplerinden biri haline getirmişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra Ortodoks Patrikliği’ne verdiği serbestiyet ve ayinlerindeki hürriyeti hemen hemen herkes bilmektedir. Bu sebeple bunun üzerinde fazla durmak istemedik. Ancak başka bir arşiv belgesi, Fâtih’in bu serbestiyeti ne kadar genişlettiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Buna göre Fâtih, İstanbul’u fethettikten sonra “etraf u eknaftan” pek çok elçi gelip bu fethi kutlamışlardı. Bu arada Kudüs’teki Rumların patriği Atanasyos da bazı rahipleri ile gelip Fâtih’ten kendilerine serbestiyet vermesini istemişti. Bunun üzerine Fâtih, hiç kimsenin bunların âyinlerine, kiliselerine ve diğer ziyaretgâhlarına karışmayacağına dair bir ferman vermişti.[23] Her ne kadar bu dönemde Kudüs, Memlûk idaresinde ise de Kudüs Patrikliği İstanbul’daki Patrikliğe bağlı olduğundan, onlar da Fâtih’ten yardım talebinde bulunmuşlardı.[24] Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden önce (1450) kaçmış bulunan Rum Patriği III. Gregorios Mamm’e yerine Georges Scholarios’u (Gennadios) getirmekle bu Patrikliği ayakta tutmuştu. Halbuki aynı şehir 1204 yılında Latinler tarafından işgal edilince Patriklik İznik’e taşınmak zorunda kalmıştı. Bu durum, 1261 yılında Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’u Latinlerden geri almasına kadar sürmüştü. Görüldüğü gibi aynı dinin (Hıristiyanlık) farklı mezheplerine bağlı olanlar arasında bile görülemeyen müsamaha, Müslüman Fâtih tarafından gayr-i müslimlere gösterilmişti. Fâtih bununla da yetinmeyerek 1461 yılında Bursa’daki Ermeni piskoposu Hovakim’i İstanbul’a getirecek ve onu “Ermeni Patriği” olarak ilan edecektir. Bu arada Ortodoks Patrikliği’ne tanımış olduğu bütün hakları Ermeni Patriği’ne de tanıyacaktır. Halbuki o tarihte Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Ermenilerin sayısı böyle bir patriklik kurulmasını ve Ortodokslara tanınan hakların tanınmasını gerektirecek düzeyde değildi. Böyle bir patrikliğin kurulmasından kısa bir süre sonra İstanbul’daki Ermeni nüfusu arttığı gibi şehir, dünyanın Ermeni nüfusu en kalabalık şehirlerden biri haline gelmişti. Zaman içinde bu nüfus, ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan diğer ülkelerdekinden daha yüksek seviyeye gelmişti.[25]
Osmanlı Devleti’nin büyüyüp sınırlarının genişlemesine parelel olarak Ermenilerle ilgili gelişmeler de büyüyüp genişlemişti. Bu bakımdan Osmanlı Devleti sınırları içinde, üç ayrı Gregoryen Ermeni Patrikhanesi görülmektedir. Bunlar: Erivan (Eçmiyazin) Gregoryen Ermeni Patrikhanesi, Kudüs Ermeni Patrikhanesi ve İstanbul Kumkapı Gregoryen Ermeni Patrikhanesi’dir.[26]
Ermeni patriklerinin seçimle işbaşına geldiğine işaret eden bir araştırıcı, aynen şunları söylemektedir: “Öte yandan iki başka azınlık grubunun da özellikle diaspora olgusuyla bağlantılı olduklarından dikkatle incelenmeleri gerekir. Bunlar Ermeniler ve Yahudilerdir. Ermeni Patriği’nin seçimle göreve gelmesi ve topluluğun yoğun olarak yaşadığı Samatya’daki Surp Kevork Kilisesi’nde ikâmet etmesi, Padişah’ın iradesiyle gerçekleşen bir uygulama idi.”[27]
Osmanlı dünyasında bu insanî anlayış devam ederken Hıristiyan dünyada Müslümanlara karşı büyük bir kin ve nefret hüküm sürüyordu. Onlara göre Müslümanlara verilen sözler ve onlarla yapılan anlaşmalar yerine getirilemezdi. Pierre Lermit ve benzeri Hıristiyan din adamları, gerçek mânâda olmasa bile “Öldürdüğünüz Müslüman Türk etlerini yiyin, biberli tavus kuşundan daha lezzetlidir”, diyebiliyorlardı. Kudüs’teki Ömer Camii’ne sığınan savunmasız Müslümanları öldüren Avrupalılar, akıttıkları Müslüman kanlarını atlarının koşumlarına kadar taşırınca şövalye Sainyebuse bile kusmuş ve “Tuh Avrupalıların vahşetine!” demekten kendini alamamıştı. İşte Osmanlı ve Müslüman hoşgörüsü, işte Avrupalının hoşgörüsü.
Toplumların davranış ve hareketleri üzerinde büyük ölçüde etkisi olduğunu bildiğimiz dinler, kişinin fikir ve düşüncesinde de büyük değişikliklerin meydana gelmesine sebep olurlar. Müslüman olmadan önceki hareket ve davranışları ile, bu dini kabul ettikten sonraki hareket ve davranışları arasında büyük farklılıklar bulunan Türklerin bu değişikliği, ancak din faktörü ile izah edilebilir.
İslâm medeniyeti içindeki yerlerini aldıkları andan itibaren, hareket ve davranışlarını bu dinin emir ve prensiplerine uydurmaya çalışan Müslüman Türkler, bu sayede müsamaha denilen hoşgörünün de sahibi oldular. Müslüman Türklerin İslamî emirlerden kaynaklanan bu davranışları onları başka dindeki insanların hareketlerine karşı daha soğukkanlı ve toleranslı olmaya sevk etmiştir. Nitekim, dinî gayretkeşliğin sonucu olarak ortaya çıkan Haçlı seferlerinden bahsederken Claude Cahen: “Haçlı seferlerinden bu yana Selçukluların dindeki tutumu, Avrupa’da yanlış bazı yorumlara yol açmıştır. Bu nedenle burada Selçukluların Müslüman olmayanlara ve özellikle Hıristiyanlara karşı İslâm dininin önde gelen ve köklü özelliği olan hoşgörüyü hiç değiştirmeden uygulamış olduklarını belirtmekte yarar görüyorum”,[28] diyerek, Haçlıların her türlü kötü hareketlerine karşı, Selçukluların insanca müsamahayı elden bırakmadıklarını belirtmek ister.
Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlılarda da başka dinden olanlara karşı hoşgörü sahibi olmak ve onların hareketlerini müsamaha ile karşılamak, devlet politikasının en önemli özelliği idi. Bu politikaya devletin kuruluşundan itibaren riayet ediliyordu. Bu bakımdan Osmanlıları sevmemekle birlikte Gibbons aşağıdaki ifadeleri kullanmaktan kendini alamaz: “Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan Yarımadası’ndaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların daha barışçı olduklarını kabul ve beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan kitlesini tebea (vatandaş) edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı idi”,[29] diyerek bu anlayışın, devletin kuruluşundan itibaren var olduğunu belirtmek ister. Orhan Gazi, başka türlü de davranamazdı. Zira mensubu bulunduğu din ile babasının uygulaması, farklı bir muameleye rıza göstermezlerdi. Aynı müellif Osman Gazi için de şunları söyler:
“Mutaassıp tabiri, dinî gayret ile müteheyyic olmak ve dinini hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa Osman mutaassıptı. Fakat ne kendisinin ne de doğrudan doğruya haleflerinin müsamahakârlığına söz yoktur. Eğer bunlar, Hıristiyanlara ezâ etmeye kalkışmış olsaydı, Rum Kilisesi, yeni bir hayat nefhasına mazhar olacak ve Osman, Osmanlı ırkını meydana getiren yeni muhtedileri kazanamayacaktı.”[30]
Hıristiyan dünyada, değil başka dinden olanlar, aynı dinin farklı mezheplerine bağlı olan insanlar bile engizisyonlarda ölümden kurtulamazken Osmanlı diyarında farklı din, mezheb, ırk ve kültürlere mensub insanlar ahenk ve barış içinde yaşıyorlardı. Nitekim yine Gibbons, bu konuya temas ederek “Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idaresi altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde yaşatıyorlardı. Onların müsamahakârlığı, ister siyaset, ister halis insaniyet duygusu, isterse lâkaydi neticesi meydana gelmiş olsun, şu vak’aya itiraz edilemez ki, Osmanlılar, yeni zaman tarihinde milliyetlerini tesis ederken, dinî hürriyet umdesini (prensibini) temel taşı olmak üzere vaz’ etmiş (koymuş) ilk millettir. Ardı arkası kesilmeyen Yahudi ta’zibâtı (işkencesi) ve engizisyona resmen yardım mes’uliyeti lekesini taşıyan asırlar esnasında, Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında ahenk ve barış içinde yaşıyorlardı”,[31] der. Gerçekten Osmanlı Devleti, tebeası olan gayr-i müslimlere karşı o kadar hoşgörülü ve müsamahakâr bir şekilde davranıyordu ki, bunun benzerini içinde bulunduğumuz XXI. yüzyıldaki günümüz devletlerinin birçoğunda görmek mümkün değildir. Nitekim 5 Mayıs 1837 günü Şumnu’da halka hitaben bir konuşma yapan Sultan II. Mahmud Han, şöyle diyordu: “Siz Rumlar, siz Ermeniler ve siz Yahudiler, hepiniz Müslümanlar gibi Allah’ın kulu ve benim tebeamsınız. Dinleriniz başka başkadır. Fakat hepiniz devlet kanunlarının ve irâde-i şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen (konulan) vergileri ödeyin. Bunların kullanılacakları maksatlar sizin emniyetiniz ve refahınızdır.”[32] Osmanlı dönemi günlük hayatını canlı levhalar halinde gözlerimizin önüne seren Raphalea Lewis, Osmanlı’nın gayr-i müslim vatandaşlarına karşı olan muamelesini şu ifadelerle dile getirir.
“Osmanlı idaresinin insanî yönünü ve akl-i selimini ortaya koyduğu gibi kudretini de isbat eden bir faktör, Müslüman olmayan tebeanın yani Hıristiyan ve Mûsevîlerin durumu idi. “Eğik başa vurulmaz” prensibi altında İslâm’dan önce kurulmuş, tek Tanrı’ya inanan ve kitabı olan dinlerin taraftarlarına, vergilerini ödeyip ayaklanmadıkları sürece Müslümanların dokunmayacağı tabii idi. Müslümanlara karşı tahrik edici ve kızdırıcı hareketlerde bulunmalarını önlemek ve vergilerini vaktinde ödemelerini sağlamak için onlara bir yaşayış tarzı çizilmişti. Buna karşılık kendilerine can ve mal emniyeti ile ibâdet hürriyeti tanınıyordu. Millet denilen bu dinî topluluklara hayret edilecek kadar geniş bir muhtariyet (özgürlük) tanınır. Dahilî işlerini kendi liderlerinin idaresi altında ve kendi kanunlarına göre yürütmelerine izin verilirdi. Onların şeriata tabi olmaları beklenmezdi. Yalnız Müslümanlar ihtilafa düştükleri zaman Kadı, İslâm’ın kanunlarını tatbik ederdi. Bu toplulukların liderleri, halkın iyi davranışı ve vergi tahsili bakımından Türk devletine karşı sorumlu idiler. Hıristiyan Ortodoks Kilisesi’nin başında Patrik vardı. Resmî merasimlerde kullanılmak üzere ona vezirlerle eşit pâye verilmişti. Patriğin, İstanbul’da bir mahkeme ve hapishânesi de vardı. Doktor, tercüman ve bilginleriyle cemiyete yardımcı olan Mûsevîler, Hahambaşının idaresinde idiler… Genellikle bu milletlerin dahilî işleri ehline, yani kendi liderlerine bırakılırdı.”[33]
Vergi ve halkın kanunlara saygısı ile ilgili yukarıdaki ifadeler, aslında sadece Hıristiyan ve Museviler için değil, Müslümanlar için de geçerlidir. Zira herhangi bir Müslüman, vergisini vermediği veya başka dinden olan birisine hakaret edip onu rencide ettiği zaman da kanunların emrettiği cezaya çarptırılırdı.
İslam araştırmaları sahasında büyük bir mütehassıs olarak kabul edilen Brockelmann ise, Osmanlı idaresi ve müsamahası konusuna şu ifadelerle temas eder.
“Müslüman Türkler, fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna müsaade etmez. Bu yüzden Fâtih Sultan Mehmed, nasıl ki daha önce dedeleri kendi kilise teşkilâtında serbest bırakmak suretiyle Bulgarları rahatsız etmedilerse o da eski dinî gelenekle tanınmış İslamî devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak Ortodoks Rum ruhanî sınıfının silsile-i merâtibini bütün selâhiyetleri ile tanıdı. Hatta o, Hıristiyanlar üzerindeki medenî hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nüfûzunu artırdı bile.”[34]
Osmanlıların dinî müsâmahası o kadar geniştir ki, başka ülkelerden kendi memleketlerine gelen gayr-i müslim din adamlarına bile her türlü kolaylığı göstermekten çekinmiyorlardı. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed, Bosna’daki Latin papazlarına verdiği fermanda:
“Ben ki Fâtih Sultan Mehmed Han’ım, cümle avâm ve havassâ malum ola ki, iş bu dârendegân-ı ferman-ı hümâyûn Bosna ruhbanlarına mezîd-i inâyetim zuhura gelüp buyurdum ki: Mezburlara ve kiliselerine kimse mani ve müzahim olmayup ihtiyatsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn u emanda olalar. Gelüb bizim hassa memleketimizde havfsız (korkusuzca) sakin olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezirlerimden ve kullarımdan ve reayalarımdan ve cemîi memleketim halkından kimesne mezburlara dahl ve taarruz edüp incitmeyeler. Kendilerine ve canlarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hassa memleketimize adem gelürler ise yemîn-i muğallaza (ağır ve büyük yemin) ederim ki, yeri göğü yaradan Perdevdigâr hakkı içün ve ulu peygamberimiz hakkı içün ve kuşandığım kılıç hakkı içün bu yazılanlara hiçbir fert muhalefet etmeye, madem ki bunlar benim emrime mutî ve munkâd olalar.”[35]
Benzer bir ferman 16. 5. 1517’de Kudüs’e girişi esnasında Yavuz Sultan Selim tarafından Kudüs ve çevresindeki patriklere verilmişti. Ermeni Patriği Serkis’e verilen bu fermana göre Kudüs halkı eskiden beri bazı şartlarla kendilerine ait olan kilise, manastır ve diğer kutsal mekanları, Kudüs’ün içinde ve dışında bulunan kilise ve ibâdethaneleri eskiden hangi şartlarla ellerinde bulunduruyorlar ise yine aynı şartlarla kullanmaya devam edecekler. Ermeni toplumu, Patrik olanların zapt ve tasarrufunda olacaktı.[36]
Osmanlılar, idareleri altında bulunan milletlerin iç yapılarına (din, örf, adet ve gelenek) müdahale etmezlerdi. Bu yüzden, azınlıkların muhtariyeti, günümüz dünya ülkelerindeki muhtariyetten daha fazla idi. Kiliseleri bakımlı ve mükemmeldi. Onlar, herhangi bir sebepten dolayı yıkılan veya bir bölümü çöken kiliselerini onarıp tamir etmek hakkına sahip bulunuyorlardı. Bu sebepledir ki, bugün İstanbul’da pek çok kilise bulunmaktadır. Bu, sadece İstanbul için değil bütün bir Osmanlı ülkesi için geçerlidir. Herkes kendi dininin icaplarını en ufak bir engelle karşılaşmadan yerine getirebiliyordu. Şark Ortodoks Mezhebi’ndeki Hıristiyanların can ve mal güvenliği emniyet altında idi. Onlar tamamıyla Patrik’e bağlı idi. O, piskoposları azl edebiliyor, suç işleyen Hıristiyanları cezalandırabiliyordu. Nitekim 14 Cemaziyelâhir 1016 (6 Ekim 1607) tarihli İstanbul, Galata, Haslar ve Üsküdar kadılarına yazılan bir hükümden bu husus açık bir şekilde anlaşılmaktadır.[37] Keza 17 Cemaziyelâhir 1222 (22 Ağustos 1807) tarihli başka bir arşiv belgesi[38] Tûr-i Sina keşiş ve rahiplerinden bahsederek bunların dindaşlarından sadaka toplayabilmek için memleketi dolaşabileceklerini, kendilerinden bâc, haraç vs. gibi vergilerin alınmayacağını gerek kadı, gerek mirmiran, gerek mütesellim ve gerekse diğer yetkililerin bunlara herhangi bir şekilde müdahalede bulunamayacaklarını belirtir. Belgenin dili ile bunlardan şu şekilde söz edilir:
“Selâtin-i mâziyeden ve hulefa-i izamdan ve Cenab-ı Resul-i Ekrem Hazretlerinden yedlerinde (ellerinde) olan ahidnâme-i şerîfede bâc ve haraç ve sâir talep ve teklif olunmamak.”.
Görüldüğü gibi son dönemlerde bile Osmanlı, gayr-i müslim tebeasının bütün haklarını korumak ve onların hukuklarına riayet etmek üzere devlet memurlarına emirler göndermektedir.
Osmanlılarda, gayr-i müslimlere karışmama politikası o kadar köklüdür ki bu anlayış, devletin ihtilâl veya parçalanma ile karşı karşıya bulunduğu dönemlerinde de kendisini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan Kabakçı Mustafa isyanı esnasında birçok masum insan öldürülürken, gayr-i müslimlere dokunulmamıştı. A. Cevdet, tarihinde bu konuda şu enteresan ve câlib-i dikkat bilgiyi vermektedir: “At Meydanı’nda toplanıp verilen isim listelerine göre öldürülen insanların feryat ve figanlarının birbirine karıştığı bir sırada, başı şallı bir kimse gelip Kabakçı’nın eline bir pusula verdikten sonra “burada isimleri yazılı olanları da getirip meydanda idam ediniz,” dedi. Bu pusulada Yahudi ve Ermeni sarraflardan 10 kadar zımminin ismi yazılı idi. Kabakçı’nın defterinde olmadığından pusulayı yeniçeri kâtiplerinden Ali Efendi’nin eline verip: “Ne yapalım, bunları da paralayalım mı?, deyince; Ali Efendi: “Behey canım böyle şey olmaz. Bunlar, cümlenin işine yarar bâzırgânlardır. Devlet-i Âliyye’nin dahi hizmetini ederler. Bir alay bî-cürüm (günahsız) reâyâ ve zımmî makulesini bilâ mucib idam etmek olur mu? Bu adamın onlarla bir davası varsa mahkemeye gitsin. Böyle münasebetsiz iş olmaz” deyince, Kabakçı Mustafa o adamı huzurundan kovar.”[39]
Osmanlı Beyliği, fethettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak onların dinî, örfî ve sosyal işlerine karışmayarak vicdan hürriyetine saygı göstermişti. Daha önceki yönetimler tarafından ağır vergiler altında ezilmiş bulunan gayr-i müslim tebeasından belli bir vergi (cizye)[40] almakla yetinerek mevcut kanunlara aykırı olarak keyfî hiçbir muameleye müsaade etmemiştir. Bundan dolayı Osmanlı Türklerinin süratle ilerlemeleri ve fethedilen bölge halkının bu yeni idareyi kendi idarelerine tercih etmelerinin sebebini anlamak kolay olmaktadır. Bu konuda ilk Osmanlı kaynaklarında (Âşık Paşazade, Neşrî) epey bilgi vardır. Keza, 1355 yılında Osmanlılara esir düşmüş olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas’ın mektubu da bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O, Osmanlı idaresindeki Hıristiyanları tam bir serbesti içinde görmüştü. Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, ona Hıristiyanlık hakkında serbestçe bazı sorular sormuştu. İşin daha enteresan tarafı bizzat Sultan Orhan, Palamas ile görüşür ve ulemâ ile onun arasında bir münazaranın yapılmasını da emretmişti.
Osmanlılar, Anadolu’da nasıl Hıristiyan varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılarsa, bu müsaadeyi Rumeli’de de daha geniş bir şekilde ve onların eski varlıklarını muhafaza etmek üzere tatbik etmişlerdir ki, bunun birçok örneğini Osmanlı “Tahrir Defterleri”nde görmekteyiz.
Gerçekten, doğrudan doğruya Osmanlı yönetimi altına alınan topraklarda Osmanlılar, yerli senyör ailelerinin çoğunu eski feodal topraklarında tımar sahibi olarak bırakıyorlardı. Böyle bir mazhariyete sahip olabilmek için bunların eski dinlerini bırakması şartı aranmıyordu. 1500 tarihine kadar Rumeli’de pek çok Hıristiyan tımar sahibi bulunuyordu. Yani halk gibi yerli aristokrasi de sadece yeni bir hanedanı, Osmanlı hanedanını tanımaktan ve onun hizmetine girmekten başka bir şey yapmıyordu. Henüz ilhak olunmayan bölgelerde, tabiî despotluk veya senyörlükler, kendi aralarındaki anlaşmazlıklar için metbûları olan sultanlara başvuruyorlardı.[41]
O asırlarda tamamen Hıristiyanlarla meskun olan Balkan Yarımadası’nda, bu tarzdaki hareket ve davranışın Osmanlı fetihlerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Kısa zamanda bölgeyi bir Osmanlı toprağı haline getiren âmil, bu adilâne hareket ve idarî siyasetteki inceliktir.
Bir taraftan Bizans İmparatorluğu’nun bozulmuş olan idare tarzı, vergilerin keyfî olması, Rum beylerinin ve hatta imparatorlarının kendi hazinelerini doldurmak gayesiyle halkı soymaları, bir taraftan da asayişsizlik ve ekonomik buhran gibi âmiller, halkın Osmanlı idaresini memnuniyetle karşılamasına sebep olmuştu. Bizans ve diğer derebeylerin idare tarzına karşılık Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan tamamen uzak bir siyaset takip etmeleri, vergilerin tebeanın ödeme imkânlarına göre tertip edilmiş olması ve bilhassa Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin, buralardaki unsurların dinî ve vicdanî hislerine hürmet göstererek bu ince ve hassas noktayı prensip olarak kullanmaları, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı idaresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep olmuştu.[42] Balkan milletleri, Osmanlılara karşı böyle bir tavır sergilemekle yerinde karar vermişlerdi. Çünkü, Osmanlı rejimi, din ve ırk ayrımı gözetmeyen, bütün tebeayı Osmanlı Devleti şemsiyesi altında birleştiren bir idare idi. Osmanlılar, devletlerini kurarken kitleleri çeken bu uzlaşıcı, koruyucu ve hoşgörülü siyaseti şuurlu bir şekilde takip ediyorlardı. Onların idare sistemi, tamamen insanî idi. Hiç kimse dininden veya ırkından dolayı hor görülmüyordu. Bu anlayış sebebiyledir ki, Osmanlı idaresindeki şehir veya köylerde bulunan kiliselere dokunulmamıştır. Bunların tamir ve onarımlarına müsaade edilmiştir. Şu anda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gayr-i müslimlerin dinî müesseseleri, onlara ait dinî ve hayrî işlerden bahseden 10 adet ‘Kilise Defteri’ bulunmaktadır. Bunların ilki 1453 tarihini taşımaktadır ki bu, İstanbul’un fetih senesidir.
Öyle anlaşılıyor ki Osmanlı yönetimi, Müslüman tebea ile Müslüman olmayan tebea arasında eğitim yönünden de bir ayrım yapmıyordu. İdarelerinde bulunan ve başka din ile ırktan olan insanların okumalarına bile tahammül edemeyen Hıristiyan devletlerin bu tutumuna karşılık Osmanlı, tebeası olan gayr-i müslimleri, eğitim için yurtdışına bile gönderiyordu. Arşivlerimiz bu konudaki belgelerle dolu bulunmaktadır.
Bundan başka Osmanlı, din ayırımı gözetmeden yetim ve öksüz olanları kendi dinî hayatlarını yaşamak kaydıyla okul ve yurtlara alıyordu. Böylece bütün vatandaşlarının eşit imkânlara sahip olmasını hedefliyordu. Nitekim 3 Ramazan 1279 (22 Şubat 1863) tarihli bir belge (tahrirat), Rusçuk’ta yetim ve öksüz kız çocukları için açılan ve o gün için “Kız Islahhânesi” denilen bir çeşit yetiştirme yurduna alınacak kız çocuklarının her dinden olabileceğini ifade etmektedir.[43]
Osmanlı idaresi, vatandaşı bulunan gayr-i müslimlerin sadece din, gelenek, örf ve eğitim gibi sahalardaki hürriyetlerini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda onların ekonomik bakımdan da müreffeh ve hayat seviyesi yüksek bir yaşantıya sahip olmalarını hedeflemişti. Hatta bu sebepledir ki Hıristiyanlar çalışmıyor ve alışveriş yapmıyorlar diye pazar gününe tesadüf eden semt pazarının gününü cumartesiye getirmekle onların mağdur olmalarını önlemeye gayret ediyordu. Bu konudaki emrin küçük bir bölümünü buraya almak suretiyle konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağımıza inanıyoruz.
“Kocaeli sancağı mutasarrıfı Saadetlu Nuri Paşa Hazretleri tarafından vârid olan bir kıt’a şukka mefhumundan, livâ-i mezkurda vaki Adapazarı kazasının pazarı; yevm-i pazara tesadüf edüp (pazar gününe denk gelip) ehli zimmet tâifesinin yevm-i mezkurda bey’ ve şirâ’ (alım-satım) vesâir kesb ve ticaret maslahatı terk etmek âdet-i bâtılalarından olmak hasebiyle kâffe-i ehli kazanın kâr ve kisblerine kesad târi olduğundan Pazar-ı mezkurun cumartesi gününe tahvilini mutazammın 209 (1209/M. 1794) tarihinde emr-i âli verilmiş ise de icra olunamamış olduğuna binâen vech-i meşruh üzre Pazar-ı mezkurun yevm-i mezbûre tahvili niyazında oldukları ve mukaddem sudur etmiş olan emr-i âlinin sureti ihraç ve irsal olunduğu beyâniyle Pazar-ı mezburun cumartesine sarf ve tahvili mümkün ise tecdîden bir kıt’a emr-i âli sudurunu tahrir ve iş’ar eder.”[44]
Osmanlı Devleti, idaresinde bulunan gayr-i müslim din adamlarını İslam hukukunun bir gereği olarak her türlü vergiden muaf tutmaktadır. Bu konudaki kanun hükümleri çok açıktır. Nitekim bu hükümlerden biri şöyledir.
“Defterde yazılı zımmî raiyet, sonradan papaz olup ehl-i kisb olsa haraç ve işpençesi alınur. Amma rahip, gayr-i muhalit olup (ticaret vs. gibi işler sebebiyle insanlarla münasebetleri bulunmuyorsa) dine mülâzemet edüp maişeti tasadduk-ı nas ile olsa hiçbir nesne alınmaz deyü emr virülür kanundur.”[45] İslâm hukuk kaidelerinden biri olan bu uygulama, sadece kanun maddesi olarak değil, fiiliyatta da kendisini ortaya koymuştur. Arşivlerimizde bu neviden uygulamalarla ilgili binlerce belge bulunmaktadır. Sadaka ile geçinen ve ticarî mânâda insanlarla münasebeti bulunmayan din adamlarından Cizye alınmayacağına dair Bursa kadısına gönderilen 16 Şevval 1102 (13 Temmuz 1691) tarihli hükme[46] işaretle yetinmek istiyoruz.
Osmanlı Devleti’nde, sadece din adamları değil, devlet için önemli hizmetler ifâ eden, bir kalenin alınması veya muhafazasında faaliyet gösterenler, derbent teşkilatında çalışanlar, köprülerin tamir ve muhafazasında bulunanlar, ya bütün vergilerden ya da bazı vergilerden muaf tutuluyorlardı. Bu konuda da epey belge bulunmasına rağmen biz biri XV, diğeri de XIX. asra ait iki belgeyi örnek olarak vermek istiyoruz;
- Fâtih Sultan Mehmed tarafından derbent bekleyen 20 nefer kâfire verilen bir ferman, arşivlerimizde bulunmaktadır. Buna göre Konstandin ilinde Menlik tevâbiinde yol derbentini beklemekle daha önceden görevlendirilmiş olan 20 Hıristiyan, haraç, ispençe, adet-i ağnâm (koyun vergisi), ulak, hisar yapmaktan ve suhreden emin ve muaf olacaklardır. 11 Cemaziyelahir 869 (17 Mayıs 1456) tarihini taşıyan bu fermandan anlaşıldığına göre Fâtih’ten önce babası Sultan II. Murad da bunlara aynı muafiyeti tanımıştı.[47]
- İstanbul’a gelmek isteyen İngiliz donanmasına karşı Kızılada Manastırı’nda bulunan gazilere yardım eden 42 kişilik bir reâyâ (Bu dönemde reâyâ tabiri gayr-i müslimler için kullanılmaktadır.) grubunun cizyeden muaf olduğuna işaret eden 13 Cemaziyelevvel 1255 (25 Temmuz 1839) tarihli bir tezkireye göre sayıları belirtilen bu insanlar, daha önce muaf olmuşlardır. Fakat yeni cülûs münasebetiyle beratları yenilenmiş bulunmaktadır.[48]
Keza Osmanlı döneminde tıp mesleği ile iştigal eden kimselerin, her türlü vergiden muaf tutulduklarını görüyoruz. Nitekim 17 Şevval 1155 (15 Aralık 1742) tarihli bir belge, Osmanlıların bu konudaki anlayışlarını açıkça ortaya koymaktadır. Buna göre tabip ve cerrah Mikel’in oğulları olup, Radova Medresesi’nde tabâbet (doktorluk) tahsil etmiş olan Manol ile Nikola’nın cizye ve tekâliften (vergiler) muâfiyetlerine ve samur kalpak ve sarı mest ve papuç giymelerine ve ata binmelerine müdahale olunmaması için emirler verilmiştir.[49] Osmanlı döneminde kıyafetler, meslek, sanat, din ve mezheplere göre farklılık arz ediyordu.[50] Kıyafetlerle ilgili kanunlar vardı. Herkes buna göre giyinmek zorunda idi. Başka meslek ve dinden olanların kıyafetini giymek yasaktı. Bununla beraber yukarıda zikrettiğimiz belgede adı geçen kimselerin bir Müslüman gibi giyinebilmeleri için özel emirler çıkarılmıştır. Bu, İslam ve Osmanlı müsamahasının sadece basit bir örneğidir.
Osmanlı Devleti’nin müsamahası o kadar geniştir ki, vergi bakımından da kendisiyle boy ölçüşebilecek başka bir devletin varlığından söz etmek mümkün değildir. Nitekim Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasındaki yegâne farklı vergi olan cizyeye bakıldığı zaman, bunun da gayr-i müslimlerin aleyhine olacak fazla bir şey ifade etmediği görülür. Bu vergiyi vermekle gayr-i müslim erkekler, hem askerlik yapmaktan kurtuluyor, hem de hakları devlet tarafından korunuyordu. Gerçekten kefere reâyâdan alınan vergilerle Müslim reâyâdan alınan vergiler arasında pek büyük bir fark yoktur.[51] Bu durum, sadece baş vergisi olan cizye için değil, diğer bütün vergiler için de geçerlidir. Nitekim çiftçi sınıfını çok yakından ilgilendiren ziraî vergilerin cibâyeti (toplanması) konusunda, sıkı kontroller uygulamak suretiyle devlet, vergi toplayanların herhangi bir haksızlığa sebep olmamalarını garantilemiş bulunuyordu. Devletin bütününde kararların tescili, hak ve mükellefiyetlerin gerek vergi tahsildârları yönünden ve gerek bu vergilere tâbi olanlar yönünden önceden tayin ve tespit edilmiş olması sayesinde, prensip olarak bir himaye garantisi arz etmektedir ki, bu himaye, bütün tebea için uygulanmaktaydı.[52]
Osmanlı müsamahası, idaresi altında bulunan gayr-i müslim din adamlarını bütün vergilerden muaf tuttuğu gibi, kendinden önceki idareciler tarafından konmuş ve halka ağır gelen vergileri de hafifletme cihetine gitmiştir. Nitekim bu husus, 924 (1518) tarihli Ergani Kanunnamesi’nde şöyle belirtilir:
“Ve şehir Eraminesinden (Ermeniler’inden) dahi bağ haracı deyü 12 bin Karaca akça maktu’ alurlar imiş. Amma ol vakit, ma’muriyeti artuk imiş, şimdiki halde andan dahi eksik olmağın 9 Bin Karaca akça kayd oldu ki, 3 Bin Osmanlı akçası olur.”[53]
Kendi dininden olmayan gayr-i müslimlere karşı böyle hareket eden devletin, dindaşı olanlara karşı, her türlü ırkî taassuptan uzak ve daha samimi davranacağı şüphesizdir. Bunun için Osmanlı Devleti, kendinden önceki diğer Müslüman devletlerin müessese ve özellikle ekonomi sahasındaki kanunlarını uygulamaktan çekinmiyordu. Bu sebepten olsa gerek ki, eski devletlerin kanunlarından büyük bir kısmını yine eski isimleri ile muhafaza ediyordu. Nitekim Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Mısır Sultanı Kayıtbay, Dulkadiroğullarından Alâüddevle Bey ile Arap ve Acem zamanına ait pek çok kanun, eski isimleri ile Osmanlılara intikal ediyordu. Böylece devlet, idaresine girmiş bulunan daha önceki Müslüman devletlerin tebeasına karşı olan hoşgörüsünü ispatlamış oluyordu. Bununla beraber Osmanlılar, vergi ve diğer konularda halkı zor durumda bırakan hareketlere karşı bu kadar müsamahalı davranmıyorlardı. İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi 1827 numarada kayıtlı bulunan Mısır Kanunnamesi’nden anlaşıldığına göre burada, Osmanlılardan önceki devlet (Memlûk) tarafından keyfî olarak salınan ağır vergiler, “Fena Bid’atlar” kabul edildiğinden, Osmanlılar tarafından derhal ortadan kaldırılmışlardı.[54]
Osmanlıların takip ettiği siyaset, idaresi altında bulunan farklı din, mezhep ve ırklara mensup insanları sömürmek değil aksine onlara hizmet etmekti. Bugün, Avrupa kıtasında bağımsız birer devlet olan Osmanlı idaresindeki birçok ülkeye yapılan hizmet, küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Bu ülkelere götürülen hizmetlerin çok daha büyüklerinin İslam ülkelerine yapıldığı, halen yaşamakta olan Osmanlı dönemine ait tarihi eserlerden ve konu ile ilgili belgelerden anlaşılmaktadır. Bu sözlerimiz Philip K. Hitti tarafından şu ifadelerle doğrulanmaktadır: “İdareci Türkler (Osmanlılar), Arap ülkelerini sömürme ve koloni haline getirme gibi herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse asla sahip olmamışlardır.”[55] Zaten Osmanlı böyle bir düşünceye sahip olamazdı. Zira onun anlayışına göre inanılan kitap (Kur’an) ve kendisine bu kitap gönderilen Peygamber, Arab’ın Acem’den, Acem’in de Arab’dan üstün olmadığını söylüyordu. Bu anlayış sebebiyledir ki Osmanlı, kendi ırkından olmayan dindaşını “Ey insanlar! Muhakkak ki sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve şubelere, kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız.”[56] âyetine göre düşünür ve bu düşünceye göre muamele ederdi. Bu anlayışın bir sonucudur ki Osmanlı, Mekke ve Medine fakirlerine yardım etmek için Anadolu’da vakıflar, imaretler ve sebiller kurma gayretine düşmüştür. Arşivlerimizdeki Haremeyn Evkâfı ile ilgili binlerce vesika, bu gerçeğin tarihi şahidi olarak günümüze gelmiş bulunmaktadır.
1071 yılında Malazgirt ile kesin olarak Türkleşip Müslümanlaşan Anadolu coğrafyasında pek çok Türk beyliği ve devleti kurulmuştu. Osmanlı dahil bu devlet ve beylikler, Bizans İmparatorluğu topraklarına hakim olarak bölgeyi 1000 yıldan daha uzun süre idare etmişlerdi.
Gerek Selçuklu (Anadolu Selçuk Devleti dahil), gerek beylikler, gerekse Osmanlı Devleti dönemlerinde bu devletlerin egemenlikleri altındaki etnik gruplara müdahale edilmemişti. Ancak Osmanlı Devleti’nin gücünü yitirmeye başladığı dönemde Fransız İhtilâli’nin getirdiği milliyetçilik akımları yayılmaya başlamıştı. Bu dönemde Osmanlı tebeası olan Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler ve Araplar bu akımdan etkilenip ayaklandıkları halde “sâdık yurttaş” anlamına gelen “tebea- i sâdıka” ve “millet-i sâdıka” olan Ermenilerde herhangi bir başkaldırı söz konusu değildir. Yüzyıllarca Osmanlı döneminde barış, hoşgörü ve adalet anlayışı ile yönetilen Ermeni vatandaşlar, herhangi bir problemle karşılaşmıyorlardı. Zira onlar Osmanlı’nın sadık ve güvenilir vatandaşları idi. XIX. asrın son çeyreğine yakın bir dönemde İstanbul’da bulunan ve iyi bir gözlemci olarak buradaki yaşayışı anlatan Edmondo de Amicis, bu dönemde bile Ermenilerin Türklerle nasıl kaynaştıklarını şu cümlelerle gözler önüne serer.
“Ruh ve iman bakımından Hıristiyan, doğuş ve cismaniyet bakımından Asya Müslümanı” olan Ermeniler, sadece hususi bir inceleme açısından güç değil, aynı zamanda ilk bakışta Türklerden ayırmakta da güçlük arzederler. Çünkü Avrupa kıyafetini henüz benimsememiş olanları, pek küçük farklarla Türk gibi giyinirler. Bazı hususi renklerle bu milletin ayırıcı işareti olan eski büyük çuha başlığı da hemen hemen hiç giymezler. Görünüş itibariyle de Türklerden pek farklı değildirler. Kendilerini munis bir tebea ve hürmetkâr bir dost olarak göstermek suretiyle Türklerin itimadını kazanmışlardır. Yabancı erkeğe, Müslüman evi kadar sıkı sıkıya kapanan Ermeni evinin kadınları, Türk kadınları gibi giyinirler.”
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 221-232