Avrupa Tarihi’nde Rönesans, genellikle, modern dünyanın yükselişine katkıda bulunan bilim ve sanat icatlarının gelişimini sağlayan klasik öğretinin yeniden keşfi ve onun metotlarının taklidi olarak tanımlanır. Osmanlılara ve genel olarak Orta Doğu’ya yönelik devam edegelen eleştiri, Batı Avrupa ile birlikte modernliğe terfi etmelerini engelleyen bir Rönesans’ın varlığından yoksun olmalarıdır.[1] Osmanlılara yönelik eleştiriler, Avrupa’da bulunan ve Orta Doğu’da rastlanmayan ya da çok yakın dönemlere kadar olmayan belli birkaç öğe (bakış açısındaki gerçekçilik, matbaa, devletin sınırlarının ötesindeki dünyaya karşı merak yoksunluğu) üzerine odaklanmıştır. Problemin bu şekilde dar anlamda ortaya konulması, geçmişin yeniden keşfinin Orta Doğu’nun kültürel gelişimini nasıl şekillendirdiği ve Osmanlıların Orta Doğu ve Avrupa’daki yeniden keşif hareketleriyle nasıl bağlantıya geçtiği gibi daha genel soruları görmezden gelir.
Osmanlıların -Safevîler ve Moğollarla birlikte- 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’yı karakterize eden hususiyetlerin birçoğunu bünyesinde barındırdığı kesin bir vakıadır: Coğrafi yayılma, devlet oluşumu, nüfus artışı, ekonomik gelişmişlik, dini ayrışma, kültürel açılımlar. İspanyol ve Portekizli gemiciler Atlantik boyunca yeni geçitler araştırırken, Fatih Sultan Mehmet yönetimindeki Osmanlılar da Akdeniz ve Karadeniz bölgesi çevresinde yayılma gösteriyorlardı. Avrupalılar, Yeni Dünya’da ve Hint Okyanusu’nda ticaret merkezleri ve koloniler kurarken, Osmanlılar da Mısır, Irak, Yemen ve Etiyopya’da yönetim ve garnizonlar kurdu. II. Bayezıd Dönemi’nde denizcilik alanındaki genişleme, Osmanlılara Akdeniz’deki İtalyan nüfuzuna meydan okuma imkanını verdi. 1538 yılındaki muhteşem Preveze Zaferi, Osmanlılara Doğu Akdeniz’i tam olarak kontrolleri altına alma imkanı sağladı ve İnebahtı Savaşı’ndan sonra Doğu Akdeniz’deki mücadele yeniden başlayana kadar, rekabeti denizin batı ucuna çekti. Aynı yıl, Osmanlıların Doğu donanması, Aden’i aldı ve Hindistan’da Portekiz’i tehdit etti. Her ne kadar ne kendileri ne de Portekizliler, Hint Okyanusu’nda bir monopol kuramadılarsa da, güneye doğru gerçekleştirilen bu ilerleme ile Osmanlılar, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’ni ele geçirdiler. Aynı şekilde, kuzeye doğru gerçekleştirilen genişleme ile Karadeniz’de tam bir hakimiyet elde ettiler ve Don ve Volga (İdil) nehirleri arasında yapmayı tasarladıkları kanal ile Osmanlı gemilerinin Hazar Denizi’ne geçmesini planladılar. Osmanlıların denizcilikte ilerlemesinin amaçları, imparatorluk statüsünü yükseltmek ve toprak elde etmek yanında, ticaret merkezlerinin ve ticari gelirlerinin garanti altına alınması gayretini de içerir.
Osmanlılar, bu “genişleme çağında” karada da yayıldılar. Avrupa tarih kayıtları, doğal olarak, Süleyman Devri’nde Osmanlıların Macaristan ve Romanya’ya ulaşan Avrupa sınırlarını vurgular, fakat imparatorluk 16. yüzyıl boyunca tüm yönleri zorlamış ve bunların çoğu Osmanlılara Avrupa’yı fethetmekten daha büyük faydalar getirmiştir. Güneye doğru genişleme ve zengin Memlûk İmparatorluğu’nun fethedilmesi, Osmanlıların Portekizlerin Kızıldeniz’e saldırılarını ve Baharat Yolu’nda monopol oluşturma girişimlerini durduramayan Memlûkların başarısızlıklarına karşı gösterdiği tepkinin bir sonucudur. Kuzey Afrika’da batıya doğru ilerlemeleri ise, İspanya’dan kovulan Müslümanlara yardım etmek ve İspanyolların Akdeniz’in güney kıyısı boyunca ilerlemesini durdurmak amaçlarından kaynaklanmıştır. Polonya, Kırım ve Kafkasya’ya doğru gerçekleştirilen kuzey genişlemesi ile Osmanlılar, Moskova’nın güneye doğru ilerlemesine karşı koymuş ve Karadeniz ticaret yollarındaki kontrollerini devam ettirmişlerdir. En önemlisi de doğuya yönelik gerçekleştirilen genişlemedir ki bu da, Osmanlıların “heretik” İranlı Safevileri kontrol altına alma ve hatta mümkünse yok etme, hem İpek Yolu’nu hem de Hazar Denizi’nin güney bölgesindeki ipek üretim bölgelerini denetim altına alma amacından doğmuştur.
Bu dönemde Orta Doğu bölgesine doğru genişleyen güç, sadece Osmanlılar değildi. Genellikle “Avrupa’nın genişleme çağı” şeklinde adlandırılan bu dönem, esasında Doğu’da rekabete dayalı genişlemeler ve karşılaştırmalı üstünlükler terimleriyle yeniden ele alınmalıdır. Safeviler 1514’te Çaldıran’da Osmanlılara yenildikten sonra bin yıllık Anadolu’yu fetih rüyalarından ve taleplerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Safeviler, yine de fetih duygusundan vazgeçememişler, doğu ve kuzey bölgelerine doğru yönelmişler, Özbeklere karşı Orta Asya içlerine ilerlemeye ve hem kendi İpek yollarında hem de Orta Asya ve Çin’den geçen ticaret yollarında hüküm süren büyük bir ticari imparatorluk olma yoluna girmişlerdir. Hindistan Moğolları, Delhi’de ve Kuzey’de hakimiyet sağladıktan sonra, alt kıtanın büyük bir bölümünü ele geçirmelerini sağlayan ve sonunda güney kıyılarında ticaret merkezleri kurmuş olan Avrupalı güçlerle çatışmaya gitmelerine yol açan güneye yönelik seferberliklerine başladılar. Bu ülkelerin ilerlemeleri, Avrupa’nınkinden daha az göze çarpıyordu, çünkü onların amaçlarına ulaşmaları için denizi geçmek gibi bir problemleri yoktu. Kuşkusuz, Hindistan, Doğu bölgesinde yer alıyordu ve hatta Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na açılan “arka kapısı” vardı. Bütün bu genişlemelerin Orta Doğu kültürü ve kimliği üzerindeki etkisi hâlâ uzmanlar tarafından tespit edilmiş değildir, fakat kesin olan bir kanaat vardır ki, o da bu hareketlerin Moğolların dünyayı fethetme girişimlerinin bir devamı olduğudur.
Genişleme ile birlikte devletler konsolide oldular; Osmanlılarda olduğu gibi, Safevi ve Moğol hükümdarları da, karizmatik fatih özelliğinin yerine merkezi yapıya ve hakimiyete dayalı soyluluğun ağırlık kazandığı geniş kara devletlerinin hükümdarları konumunu aldılar. Onlar, sadece bu statüyü Avrupa devletlerinden önce elde etmekle kalmadılar, aynı zamanda bu faaliyetleri Avrupalı krallar tarafından örnek alındı. Muhasebe sistemleri, Avrupa’nınkinden çok daha ileride ve askeri lojistikleri Batı’daki herhangi bir ordudan daha büyük bir orduyu besleyebilecek nitelikte idi. Bu devletler, ayrıca dini, siyasi bir araç gibi kullanabiliyorlard; ve ülke yöneticisinin devletin din politikasını belirleyebilmesi prensibi, hem Orta Doğu’da hem de Avrupa’da aynı yılda yani 1555’de sırasıyla Amasya ve Augsburg Antlaşmaları ile kararlaştırıldı.
On beşinci yüzyılın sonu ve on altıncı yüzyıl, hem Orta Doğu’da hem de Avrupa’da ekonomik ve demografik büyüme çağı idi; şehirler büyümekte, gelir düzeyi yükselmekte ve lüks tüketim malları geniş bir piyasa bulmakta idi. Rönesans Avrupası’nın büyüyen ekonomisi, hükümdarların meşruiyetinin kısmen ticaret ve hac yollarını koruma başarısına dayandığı bir Orta Doğu bölgesiyle artan ticari ilişkiler sonucu sıçrayışa geçti. Osmanlılar, Balkanlar’da ve Anadolu’da Bizanslıları, Suriye ve Mısır’da ise Memlûkları devraldıkları zaman, bir taraftan da bu imparatorlukların İtalyan şehir- devletleriyle olan ticari ilişkilerini tevarüs ettiler. Fransızlar ve İngilizler de on altıncı yüzyılda Akdeniz’e girdiklerinde Osmanlıların ticari ortağı oldular. Bu ticaretin en kârlısı, Mısır üzerinden getirilen baharat idi, ikinci sırada Anadolu ve Suriye üzerinden getirilen ipek, daha sonra da kürk, halı, diğer tekstiller, boya maddeleri ve mücevherler. Orta Doğu, Avrupa’nın global ticari genişlemesinin ilk aşaması ve Rönesans dönemindeki en büyük ticari ortağı idi.
Orta Doğu’nun ticari yapısına dair henüz genel bir kanaate varamadığımız için, Orta Doğu ticari hayatında Avrupa’nın konumunu belirlemek zordur. Şüphesiz, Avrupa ticaretinin genel Orta Doğu ticaretindeki payı, Doğu’nun Avrupa’daki payına göre daha küçük bir yüzdeyi teşkil eder. Orta Doğu, Avrupa ile olduğu kadar Çin, İran, Hindistan, Orta Asya, Endonezya ve alt-Sahra Afrikası ile de kârlı bir ticari ağa sahipti; aynı zamanda ülke içi ticaret bakımından da çok büyük ve gelişmeyi sürdüren bir yapı görünümündeydi. Hatta, on altıncı yüzyıl Avrupası görece bir ekonomik durgunluk yaşıyordu; Avrupalılar sadece Yeni Dünya’dan ithal ettikleri değerli madenler yoluyla Asya ticaretinin partnerleri olabiliyorlardı.[2] Osmanlıların Avrupa cephesinde umulan fetihleri bazen gerçekleştirememesi veya Atlantik’i keşfedememesi şaşırtıcı değildir; çünkü onlar doğu hudutlarını hem siyasi hem de ekonomik açıdan daha önemli buluyorlardı. Osmanlıların Doğu ile olan ilişkileri, alimler tarafından daha çok iltifata layık görülmüştür. İpek ve baharat ticaretinin getirileri yanında, Arabistan ve Mümbit Hilal bölgesindeki kutsal İslami bölgeleri koruma sorumluluğu da doğu sınırlarının önemini arttırmıştır.
Orta Doğu alimleri, bölgelerinin Avrupa ile ticari ilişkilerdeki başat pozisyonunu vurgulamışlardır. İranlı tarihçiler, Pers hükümdarlar ile Avrupalı tüccarlar arasında gerçekleşen ticaret pazarlıklarına ve bu ticarette Avrupalıların arz eden ve üstünlük sağlayan taraf olduklarına dikkat çekmişlerdir. Osmanlı tarihçileri, on altıncı yüzyıl kapitülasyonlarını, “mutlak hakim” sultanın ittifak kurmak ve hakimiyet altına almak istediği yabancı gruplara verdiği cömert yardımlar olarak tanımlar. Bu arada, Hintli tarihçiler de Avrupa deniz gücü ile Moğol devlet gücü ve yönetimi arasında işleyen güçler dengesini açıklamış ve buna “kontrollü mücadele” adını vererek en açıklayıcı betimlemeyi yapmışlardır.[3] Onaltıncı ve on yedinci yüzyıl boyunca bu denge devam etmiş, fakat bu dönemde iki taraf da daimi bir avantaj elde edememiştir. Bununla birlikte siyasi ve ekonomik rekabet, her iki tarafta da değişimlere yol açmıştır. Bu değişimin Orta Doğu açısından en aşikar unsuru, askeri teknolojinin dönüşümü; Avrupa açısından ise belki en çok göze çarpan değişim, devlet yönetiminin merkezileşmesi konusundadır.
Bütün bu benzerliklerle birlikte; yeniden doğuş ve keşif konusundaki bazı yeni eserlerde, on altıncı yüzyıl mücadelelerinde Orta Doğu’nun görmezden gelindiğini ve Osmanlı’nın tamamıyla yok sayıldığını görmek şaşırtıcıdır.[4] Ayrıca, Avrupalıların şimdilerde Avrupa’nın kendi geçmişini yeniden keşfetmesini sağlayan Rönesans ile dünyanın diğer bölgelerinden ödünç aldıkları şeyler arasında bağlantı kurmaya çalışmalarına rağmen,[5] birçok Orta Doğulu bilgin hâlâ tarihsel olarak mevcut olan Avrupa merkezli paradigmaya karşı direniş içindedir. Buna rağmen, bir kültürün yeniden keşfi ve uzak geçmişinin yeniden kurgulaması gibi algılanan Rönesans deneyimi, ne Avrupa’ya ne de on beşinci ve on altıncı yüzyıllara hasredilmelidir. Gerçekten de “Rönesans” dönemi, iki Orta Doğu rejimi olan Büveyhiler (945-1055) ve Timurların (1370-1506) yüksek kültürel gelişimi bağlamında kullanılageldi. Bu iki gelişmenin dinamiklerinin yeniden sorgulanması, bölgenin dünya eksenindeki kültürel gelişmede aktif bir ortak olarak yerinin kavranmasına ve modernlik öncesi medeniyetlerin karşılıklı ilişkilerinde ve dayanışmalarında konumlarının anlaşılabilmesine yardımcı olur. Yerimizin sınırlı olması, Orta Doğu’nun tamamının bölgesel unsurları ve refah düzeyi, dili, cinsiyet ve sınıf yapılanmaları gibi değişik kültürel dinamikler açısından değerlendirmeyi olanaksız kılmaktadır. Bunun yerine, biz burada Orta Doğu’da Rönesans bağlamında, Avrupa Rönesans Çağı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel gelişmesine dair bir taslak sunmaya çalışacağız.
Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllar, İslam dünyasının Rönesansı şeklinde tanımlanmıştır; Abbasiler Dönemi’ndeki tercüme faaliyetleriyle şekillenen bir tür “klasik mirasın yeniden doğuşu ve genel anlamda bir kültürel canlanış” gerçekleşmiş ve neticede “antik dönemdeki felsefi ve bilimsel hakimiyeti yeniden ele geçirmeye dayalı bilinçli bir girişim” ve hümanist dünya görüşünün gelişimine bir katkı sağlanmıştır.[6] Bu hümanist anlayışın amacı, felsefe ile din arasındaki ilişkiyi belirlemek, dini ve kültürel hatlar aracılığıyla insanlığın ortak noktalarını yüceltmek ve Yunanlıların insanlığın entelektüel ve etik oluşumu üzerindeki felsefi mirasını canlandırmaktı.[7] Büveyhilerin İslam başkenti Bağdat’ı fethi, Abbasi İmparatorluğu’nun dini, politik ve hiyerarşik yapılanmasını altüst etti ve İslami olmayan bilimlere dayalı daha hızlı bir entelektüel gelişmeye imkan hazırladı. Bu süreç boyunca, Müslüman bilim adamları, felsefe, tıp, optik, matematik ve astronomi gibi Yunanlıların başını çektiği sahalarda yeni buluşlara ve sentezlere vardılar.
“Büveyhi Rönesansı”nın temel başarılarının sanattan çok felsefe ve bilime yönelik olması sebebiyle, Avrupa’nın “on ikinci yüzyıl Rönesansı’na” benzetildi. Bu karşılaştırma, tamamen Avrupa merkezli bir antik miras görüşünü ortaya koyar. Orta Doğu’da Yunan ve Roma şiiri, tiyatrosu ve deneme tarzı tercüme edilmez ve beğenilmez durumda iken, bölgede ilgi çeken başka bir klasik edebi ve sanatsal miras vardı: Sasani İran mirası. Sasani İran’ından şiir, tiyatro, balo, etik, tarih ve pratik bilgi aktarıldı. İran edebi eserlerinin önce Arapça’ya daha sonra da modern Farsçaya yapılan tercümeleri, Yunancadan yapılan tercümelerle hemen hemen aynı seviyeye ulaştı.[8] Nasıl ki, Yunan felsefe klasiklerinin tercümesi ile birlikte on birinci yüzyılın başlarında İbn-i Sina, El-Biruni ve Miskaveyh’in felsefi eserleriyle zirveye ulaşan hararetli bir yaratıcılık dönemi başladıysa, İran edebi klasiklerinin tercümeleri de eş zamanlı olarak, on birinci yüzyıl başında tek başına Orta Doğu edebiyatında hayali bir dünya inşa eden Firdevsi gibi şairlere ilham verdi. Onun epik şiiri Şehname, dünyanın yaratılışından İslam’ın doğuşuna kadar, İran krallarının tarihini İslam öncesi kaynaklardan aktarıyordu. Şehname’den beslenen başka bir edebi akım ise en önemli eseri Siyasetname olan Nizamülmülk sarayla ilgili bir yapıt, “prenslerin aynası” idi.
Sanatta canlanma aşısından bakıldığında, dokuzuncu ve onuncu yüzyıllar, İslam öncesi İran mimarisinin yeniden doğuşuna şahit oldu ki, bugüne kadar Müslüman doğu dünyasının mimarisini etkilemeye devam etmiştir (tıpkı Batı’da Roma mimarisinin olduğu gibi). Anadolu’dan Hindistan’a kadar topraklarda yapılan türbeler ve camiler ve daha sonra okullar ve kervansaraylar, bu canlanma döneminin etkisini göstermiştir. Boyama, seramik ve maden işçiliği daha yavaş bir gelişme gösteriyordu, fakat izleyen iki yüzyıllık dönemde gelişen Büveyhilerin yeni hümanizm vizyonu bu yapılar üzerine etkisini gösterdi.
Filozofların ve teologların insanoğlunun evrendeki konumunu yeniden kavramsallaştırmaları, bireyin yaratılışın özü ve numune Mükemmel İnsan konseptinin gelişimi hakkında fikirler ortaya çıkardı.[9] Bu fikirler daha sonra görsel unsurlara çevrildi. Geç Selçuklu Dönemi’ne gelindiğinde, sanatkarlar, insan imgesini evrensel fenomenleri betimlemek için kullanıyordu: Yıldızlar, mevsimler, yeryüzünün bilinen ve bilinmeyen noktaları, bilgi, erdem ve sevgi.[10] Onikinci yüzyılda yeni bir edebi hümanist türle karşılaşıldı: Faziletin jeneratörü gibi algılanan aşk hikayeleri. Bu konuda en iyi örnek, Nizami Gencevi’nin Hamsesi, diğer bir deyişle aşk romanlarının beşlisi idi.[11] Mükemmelliğe giden entelektüel ve duygusal yolların kralda konsantre olduğu kabul ediliyordu; o kral ki varlığı, insan potansiyelini aşan bir öğe olarak takdim edilir. Hem fiziksel hem de etik düzlemde artistler, yazarlar ve onların izleyicileri insan hayatı ile evrendeki düzen arasındaki ilişkiyi araştırdılar. Benzer çaba; simyacılar, müneccimler ve büyücüler tarafından da gösterildi. Eğitim müesseselerinin gelişimi, felsefi ve bilimsel literatürün çoğalması, “Rönesans insanının” gelişimini sağladı; birçok değişik sahaya katkı yapabilmesine yardımcı oldu.[12]
Oldukça iyi bilinen on beşinci yüzyıldaki Timur kültürel açılımı, ironik bir şekilde, Moğolların başlattığı bir süreç idi. 1258’deki Moğol fethi, aslında büyük bir imparatorluğu yıkmadı; Abbasi İmparatorluğu’nu yok ederken sadece bir birliğin sembolünü ortadan kaldırdı. Moğollar, İslam’ı kabul ettikten sonra, üstünlüklerini sanat eserlerine yansıttılar, fakat göçebe politik unsurların hassaslığı, sabit ve uzun süreli bir yönetim biçimi kurmalarını engelledi. Ondördüncü yüzyılda Orta Doğu, yine İslam medeniyetinin müesseseleri ve edebiyatı ile ayakta duran bölgesel saltanat yapısına büründü. Moğollar ile başlayan kültürel akım, on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda, sadece parçalanmış Moğol sonrası dönemde en yüksek seviyesine ulaştı.
Onbeşinci yüzyıl boyunca, Orta Doğu’da gücün merkezi Doğu İran ve Orta Asya bölgeleridir. Timur dönemi Asyası, prensliklere bölünmüş durumdadır, zamanla bu prensliklerin liderleri değişir, sürekli savaş yaşanır, fakat bütün bunlar kültürel faaliyetleri durduracak boyutlara ulaşmaz.[13] Timuriler ve onların çağdaşları, on beşinci yüzyıla Timuri Rönesansı dedirtecek kadar büyük etki yapan bir girişimde bulundular: Askeri faaliyetler ile sanatsal himayeyi birleştirdiler; İtalyan Quattrocento’ya göre, bu birleşme, ihtişamı yansıtıyordu (Eğer dönüşümcü gücü ifade etmiyorsa). Daha sonraları, Timuri bilginler, “Rönesans” teriminden vazgeçtiler; bu kültürel açılım, herhangi bir şeyin yeniden doğuşu değildi ve modernizasyona uğramış sonuçları da yoktu; artık bu dönem, bir kültürün son uyanışı olarak görülüyordu. Osmanlı, Safevî ve Moğol tarihçileri, bu konuda aynı fikirde değildir, çünkü on altıncı yüzyılda Timuri kültürel açılımı devamlı bir gelişim gösteriyordu, bunun da ötesinde değişik bazı bölgelerde de çıkış yerinden daha üstün performans gösteren bir kültürel değişim yaşanıyordu.
Timuri kültürel gelişim sadece bir klasik dönemin canlanışını ifade etmiyordu, bu gelişim, on birinci yüzyıl hümanizmine dayanıyordu ve Büveyhi Rönesansı’ndan unsurlar taşıyordu. Timuri edebiyatı, Büveyhi Dönemi klasik eserlerinden uzaklaştı, aşk ve macera romanlarına geçiş yaptı, bazı görüşlere göre (dönemin çağdaşları ve modern düşünürler), standartları düşürdü, konuşma diline daha yakın bir Farsça kullanarak ve konuşma alanında ve resmi yazışmalarda yaygın olarak kullanılan Türkçe önsözler yazarak eserin cazibesini arttırdı. Prenslerin ve Tebriz, Şiraz, Semerkant ve hepsinden öte Herat gibi şehirlerde yaşayan bazı arazi sahibi zenginlerin himayesiyle şair ve yazar sayısı önemli oranda arttı.[14] Dahası Semerkant’ta Timuri prenslerden birinin astronomik gözlemler için yaptırdığı faal bir gözlemevi vardı ve Timuri bilginler matematikte önemli gelişmeler kaydetmişlerdi.
Bu bilimsel başarılar, fazla bir beğeni toplayamadı, fakat daha önce ortaya koyulmuş bazı eserleri görmezden gelme, on ikinci yüzyıldan sonra Müslüman bilim dünyasının üretkenliğini kaybetmesine neden oldu. Avrupa bilim adamlarının on ikinci yüzyıldan sonra ortaya konan Arapça bilimsel eserlerden faydalanıp faydalanmadığını bilmiyoruz, halbuki bu eserlerde Kopernik ve Harvey gibi şahısların buluşları daha önceden kestirilmişti.[15]
Bununla birlikte, Timur döneminin en büyük kültürel başarıları görsel sanatlar alanındadır. Sanatsal üretim, yoğun oranda Timurilerin siyasi yaşamlarıyla ilgiliydi; hanedan, dikkati çeken bir görsel tipleme yaratan, kendilerine bağlı gruplar ve halefleri tarafından da örnek alınan geniş bir sanatkar topluluğunu destekledi. Mimaride temel tema, klasik İran stiliyle sağlanan devamlılıktı, fakat yeni boyutlarda ve güzellikte eserler meydana çıkarmak yeni teknik donanımları gerektiriyordu. Öncekilerine göre daha geniş yapılı binalar, daha güçlü bir aydınlatma sistemini, oranlamalarda ve yer yapılanmalarında yeni uygulamaları gerektiriyordu. Binaların yapımında tuğla kullanılıyordu ve kapsamlı dekorasyon ise seramik ve çini ile sağlanıyordu.[16] Fabrikalar, zarif dokumalar ve geliştirilmiş çeşitli tekniklerle çadır, halı ve giysi üretimi için kullanıldı. Kitap yazımı, fildişi oyma sanatı, maden işçiliği, silah ve zırh yapımı gibi çeşitli zanaatlerin hepsi Timuriler döneminde teknik bakımdan zirveye ulaştı. Fakat, Timuriler döneminin en önemli sanatsal gelişmesi, ressamlık ve İran minyatürünün yaratılması alanında idi. Bu sanat modeli, İran ve Orta Asya’nın çeşitli şehirlerinde gelişti, yaygın olarak da Timur’un merkezi yönetimine bağlı küçük prenslerin ve hanedanların himayesinde. Geleneksel İslam el yazması örnekleri ile Moğollar zamanından ithal edilen Çin resim stilinin birleşmesi, Moğolların el yazması atölyelerinden Firdevsi’nin Şehname’sine yansıyan örneklerle ortaya çıktı.[17]
Timuri minyatür sanatının temel gelişim çizgisi, on ikinci yüzyılda aşk hikayelerinin ve yeni romantik şiir akımının canlanması ile yakından ilişkili idi.[18] İtalyan Rönesans sanatındaki, evren hakkında söylenecek her şeyde simge ve araç olarak insanın kullanılmasının yerine; Timuri minyatür sanatı, birinci simge ve araç olarak insanın duygularının anlatımı üzerine kuruluydu. Renkler ve davranışlar, ilişkiler ve durumlar resmedildi, mimari ve doğal hayat, tamamen insan yaşamındaki duygusal gerçekler arkaplanında kurgulandı. Timuri sanatkarları, perspektif konusunda bilinçli ve keskin gözlem konusunda yetenekli olmakla beraber, perspektifsel gerçekliği (perspectivel realism) terk ettiler ve izleyiciyi fiziksel gerçeklikten uzaklaştırıp duygusal ve ruhi boyuta yönelten daha soyut stili benimsediler.[19]
On beşinci yüzyılda, İtalyanların Osmanlı yayılmasını kontrol altına almak ve geri püskürtmek yönündeki çabaları, onları doğrudan Timuri İran’ı ile ilişkiye geçirdi; iki ülke arasında sürekli olarak tüccarların ve elçilerin gidiş gelişi gerçekleşiyordu.[20] Timur İmparatorluğu’nun dağılması, İslam dünyasının içinde ve dışında politik merkezler arasında, sanatkarların, el yazmalarının ve çeşitli fikirlerin dolaşımı ile sonuçlandı. Bu dönemde, Doğu ile Batı’yı kesin hatlarla birbirinden ayrılmış gibi algılamak, bütün ülkelerin ayakta kalması için gerekli olan ticari faaliyetleri ve bunun yanında gerçekleşen önemli kültürel etkileşimi görmezlikten gelmek olur. Onbeşinci yüzyılda, din alimleri Mısır’da yüksek eğitim alırken, Osmanlı astronomları, Timuri rasathanelerinde eğitim gördü. On altıncı yüzyıl boyunca, ilim seyahatlerinin yönü değişti ve Timurlulara ait kültürel kazanımlar, erken modern topluklara egemen, yeni filizlenen güçlü devletlerde -Osmanlı, Safevi ve Moğol İmparatorlukları- edebi ve sanatsal eğilimler oluşturmak amacıyla Orta Doğu içlerine yayıldı.[21] Osmanlı İmparatorluğu, bu kültürel hareketliliğin coğrafi bakımdan merkezinde ve aynı zamanda kültürel bakımdan da kavşak noktasındaydı. 1453’te İstanbul’un fethi, genişlemekte olan bir uç beyliğini kültürel bir mıknatıs haline getirdi ve Osmanlı topraklarının herhangi bir bölgesindeki farklı altyapılara sahip topluluklar, yeni başkentin nüfusunu arttırmak ve farklı yetenekleri toplamak amacıyla başkente getirildi ve dışarıdan imparatorluğa güç kazandırılması amacıyla bir asimilasyon süreci başlatıldı.
Fatih Sultan Mehmet, her ne kadar hayatının çoğunu mücadelerle geçirse de, Türk etkisi kadar içinde uluslararası unsurlar ve Bizans’a ait nitelikler de taşıyan imparatorluğa özgü bir Osmanlı kültürü oluşturmak amacıyla hem para hem de zaman harcamıştı. Fatih zamanından önceki Osmanlı mimarisi, “taşraya özgü Timuri mimari” olarak tarif edilirdi. Erken dönem Osmanlı edebiyatı büyük oranda Türkçeye çevirilere, geçmişteki büyük başarılardan alınan örneklere ve dini kompozisyonlara sahipti. II. Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra, kendine bir Bizans tarzı, bir de Timuri tarzı saray yaptırdı. Bu yapılar, seferberlik amacıyla kullanılan saray çadırları düzenini beton ve alçıya dönüştürdü.[22] Bunun yanında, Fatih, Bizans ve Anadolu yazar ve sanatkarlarını kullanarak, Doğu ve Batı’daki önemli şahısları kendi hizmetine almak üzere cezbetmeye çalıştı. İstanbul’da Bizanslıların inşa ettirdiği Ayasofya Kilisesi’ne rakip büyük bir cami inşa ettirdi ve çevresini ülke içinden ve dışından donanımlı hocaları cezbedecek yüksek maaşlı eğitim müesseseleri olan medreselerle donattı. Düzenli olarak, sarayda bilgili insanları önemli entelektüel konularda tartışmak üzere topladı.
Timur İmparatorluğu’nda ve diğer Doğu imparatorluklarında yaşayan İranlı şairleri saraya çekebilmek için pahalı hediyeler gönderdi, fakat onları ikna edemedi. İtalyan Rönesansı sanatkarlarına daveti ise daha sıcak karşılandı; Constanzo de Ferrara, Gentile Bellini ve daha az üne sahip başka bazı şahıslar Osmanlı nüfuzunda bulundular, hatta Leonardo da Vinci’nin de saraya gelmiş olması muhtemeldir.[23] İtalyan ressamları, bu dönemde Osmanlılara İslam dünyasında benzeri olmayan bir resim sanatı merakını miras bıraktılar. Bellini’nin saraydaki erotik duvar tabloları, II. Mehmet’in halefleri tarafından yok edildi; Osmanlı resim sanatının İtalyan Rönesansının başarılarından faydalanamamasından ve daha muhteşem İran minyatür tarzını sadece kopya etmesinden dolayı üzülmek gerekir. Bununla birlikte, şimdiki sanat tarihçileri, Osmanlı sanatının dine muhalefet doğuracak türde canlı tasvirlerin yapılmasından kaçınmakla birlikte, Bizans ve İran etkilerini birleştirerek benzersiz (unique) bir tarz ortaya çıkardığını kabul ederler. Bu Osmanlı sanat tarzı, Timur sonrası İran sanatında görülen “öbür dünyaya dair” unsurlardan çok, gerçekliğe (realism) ve bu dünyanın sorunlarına yer vermiştir.[24]
Timuri şair ve sanatkarların Osmanlı topraklarına gelmesi, Osmanlı’nın büyük ilerlemesi ile aynı zamana rastlar; bu toplulukların yeteneklerinden, rejimin yüceltilmesi, Osmanlı sanatsal ifadesinin hem nicelik hem de nitelik bakımından zenginleştirilmesi ve Osmanlıların büyük hükümdarı Kânûnî Süleyman’ın ihtişamı çerçevesinde oluşan şana katkıda bulunması amacıyla faydalanıldı. Çin’den porselen ve ipek, Avrupa’dan cam ve madeni eşya, Hindistan’dan mücevher ve Macaristan’dan heykel ithali de, yeni bir sanat vizyonunun oluşumuna katkıda bulundu. Kanuni Dönemi, Osmanlı sanatında klasik tarzın oluşum dönemidir; kent topluluklarının özümsediği bu tarz, günümüze kadar yapımcılarının hususi adıyla kalmıştır (tıpkı İngiltere’deki Tudor tarzı gibi). 1550’li yıllarda, mimari, seramik sanatı, mintayür, tekstil, şiir, tarih yazımı ve daha pek çok sahada sanatkarlar ve saraydaki efendiler, ne Avrupa ne de İran tarzında, fakat ikisine de bir şeyler borçlu olarak yeni bir estetik oluşturdular.[25]
Burada bu kültürel patlama konusunda detaylı bilgi verecek durumda değiliz fakat çok önemli ve göze çarpan bir şahıstan bahsetmek istiyoruz: Mimar Sinan. Bir köylü çocuğu ve askeri mühendis idi, hayatının ikinci yarısında padişahlar adına inşa ettirdiği camilerle bir Shakespeare, bir Michaelangelo gibi ün kazandı. Bizans ve Timuri örneklerini güçlü bir sentezde birleştirmesi ile Sinan, tıpkı Hıristiyanlık için inşa edilen Gotik katedral gibi, İslam’ın hem dünyevi hayatını hem de ruhani arzularını yansıtan yeni bir tür dini mimari meydana getirdi. Sinan’ın kariyerinin zirvesi, İstanbul’daki Süleymaniye Camii iledir. Bu cami, Süleyman’ın İslam dünyasındaki seçkin hükümdarlık konumunu ve onun hem Şii İran hem de Hıristiyan Avrupa’nın İsevilik taleplerine karşılık Sünni İslam’ın temsilciliğini yansıtır. Camiin kubbesi, çeşmesi, pencerelerinin ışıkları ve değerli taştan yapılmış kolonları, sembolik olarak, imparatorluğun cennetle olan irtibatını ve Süleyman’ın hükümdarlığına ilahi tasdiki resmeder.[26]
Osmanlı kültürel açılımını İtalya’daki biçimiyle bir Rönesans olarak adlandırmak doğru değildir, fakat bu açılım ne bir tür geçmişin yeniden keşfi ne de kültürel olayların bir dönüşümünden ibarettir, belki onu İngiltere’deki Rönesans ile karşılaştırmak daha doğru olacaktır: Eski ve tali unsurları içinde barındıran, fakat yine de ortaya çıktığı toplumda derin bir kültürel etki yapan bir Rönesans. Timuri kültürel açılımı ise kısmen daha fazla İtalyan Rönesansı ile karşılaştırılmıştır -negatif anlamda-; yine de bu açılım geçmişin yeniden keşfi olarak nitelenmese de Büveyhiler Dönemi ile itibatlandırılabilir. Bu açılımların Osmanlı, Safevi ve Moğol memleketlerindeki etkileri henüz tam olarak ortaya konmuş değildir; bizimki sadece Müslüman dünayasındaki bu büyük akımı anlamak yönünde bir ilk adım atmaktır. Her ne kadar bölgede modernleşmeyi sağlasa da bu akımların gerçekliği genellikle inkar edilmektedir. Avrupa Rönesansının modernleşmenin bir aracı olarak gösterilmesi, bilimsel gelişmeyi tarihin motoru olarak gören Aydınlanma felsefesinin bir sonucudur.
Her ne kadar tarihi dönüşümler bağlamında düşüncelerimiz değişmiş olsa da, Rönesans’ın sembolik öneminden çok, dünyayı anlamada ve dünyayla etkileşimde bir taşıyıcı rolü vardır. Rönesans düşüncesinde Osmanlıları veya Orta Doğu’yu yok saymak, bu hareketin katılımcısı olarak görmemek çözüm değildir; Orta Doğu’nun değişim dinamiklerinin doğru bir değerlendirmesi, bu bölgenin kendine özgü Rönesans hareketinin ve yüzyıllar boyunca kültürel ve entelektüel bağlarının değerlendirilmesiyle mümkün olacaktır.
Arizona Üniversitesi Tarih Bölümü / A.B.D.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 840-847