Toplumların, bugünkü devlet, siyaset ve yönetim anlayışlarının, yapılanmalarının, geçmişin mirasından etkilenmediğini söylemek oldukça zordur ve bu anlamda toplumlar, önceki nesillerden miras olarak aldıkları kurumların, değerlerin ve birikimlerin yükünü taşırlar. Diğer bir deyişle, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari anlayış ve yapılanmalar, insanlık ve toplumların tarihi içinde, kümülatif nitelikli olarak ve tarihi bir süreklilik seyrini izleyerek varolagelirler. Devletler, milletler ya da başka parametreleri esas alarak yapılan toplum ayrımlarının hepsi için geçerli olan bu nitelikler, aynı zamanda belirli bir değişimi ve dönüşümü de içerir. Zaman zaman eklemlenme, kırılma, kopma gibi farklı boyutlar da kazanan bu değişim-dönüşüm sürecinin önemli bir yanını da kentler ve bu bağlamda kentleşme olgusu oluşturmaktadır.
Bu kümülatif nitelikli değişim-dönüşüm süreci Osmanlı’dan Cumhuriyete Türk kentleri ve Türkiye kentleşmesi için de geçerlidir ve bu anlamda önemli içeriklere sahiptir. Gerek etkisinde geliştiği temel parametreler, gerek içerdiği ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari işleyiş sistemi ve gerekse Batı- dışı nitelikleriyle kendine özgü olan Osmanlı-Türk kentleri, Batıda yaşanan sanayi toplumu olma sürecine paralel, Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun yaşadığı değişim ve dönüşümün bir parçası olarak farklı nitelikler kazanmış ve kentleşme olgusu ile yüz yüze gelmiştir. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari boyutu bulunan bu süreç Osmanlı’dan Cumhuriyete miras niteliğindeki belli başlı temel özelliklere ek olarak kazanılan yeni niteliklerle devam etmiştir. Tek partili siyasal hayat ve çok partili döneme geçiş sonrasında ortaya çıkan temel ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari gelişmelere paralel olarak, Türkiye kentlerinin ve kentleşmesinin yeni nitelikler kazandığı bu süreç, bugün karşı karşıya olduğumuz, sürekli değişme ve gelişmeyi içeren küreselleşme ve bilgi toplumu olma yönlü gelişmelerle birlikte yepyeni görünümler alarak devam etmektedir. Küresel ve yerelin kesişme noktasında Türkiye kentleri ve kentleşmesi bugün farklı bir noktada bulunmaktadır.
I. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Osmanlı Kent ve Kentleşme Olgusu
Kentlerin en önemli özelliklerinden biri, ekonominin, sosyal yaşamın ve yönetimin merkezi fonksiyonunu yerine getirmeleridir. Kentli niteliği ağır basan bir toplum olan Osmanlı-Türk toplumunda da kentler bu fonksiyonları görmekle birlikte 19. yüzyıla gelindiğinde bu fonksiyonun oldukça çeşitlendiği göze çarpmaktadır. Bu çeşitliliğin artmasında iç ve dış bir çok faktör etkili olmuştur. İlber Ortaylı da bu bağlamda “Tanzimat devrinin modern Türkiye’nin oluşumundaki payının büyüklüğünü”[1] vurgulamaktadır.
Kemal Karpat’a göre ise, “geç dönem Osmanlı bürokrasisi ve aydınlarının, Osmanlı Devleti’nin dönüşümünde oynadıkları rol, eşsiz bir toplumsal olaydır.”[2] Tanzimatla başlayan bu değişim- dönüşüm süreci Osmanlı’dan Cumhuriyete ekonomik, sosyal ve siyasi-idari bir geleneğin miras olarak kalması gibi bir sonucu da beraberinde getirmiştir.
İlk olarak, Avrupa’da ortaya çıkan teknolojik-ekonomik ve politik-ideolojik gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan sanayi toplumu nitelikleri, son tahlilde Osmanlı-Türk toplumu üzerinde ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari boyutlu olarak etkin olmaya başlayınca, sonuçta bu süreçten en hızlı ve yoğun etkilenen birimler, kentler olmuştur. Ekonominin, yönetimin ve kültürün merkezi olarak Osmanlı kentleri, klasik dönem kurumlarının işlevsiz hale gelmesine de paralel olarak, hızla değişim sürecine girmiştir. “Osmanlı sisteminin 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması’yla simgelenen dünya ekonomisine açılışı ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla simgelenen yeni yönetim biçimi arayışları, 19. yüzyılın ikinci yarısında kent yapısında önemli dönüşümlere yol açmıştı. 1838 ve 1839 tarihleri önemli kurumsal değişimleri belirliyor görünse de aslında daha önceki değişim birikimlerinin sonuçlarıydı. Yeni benimsenen ekonomik ilişkiler ve yönetim biçimi, yeni kent merkezleri, yeni bir altyapı ve yeni kurumlar gerektiriyordu. Bu dönüşüm, kadılık, ihtisap ağalığı, mimarbaşılık gibi geleneksel Osmanlı idari kurumları yoluyla sağlanamaz, gerekli altyapı dini vakıflar aracılığıyla kurulamazdı. Bu ulusal kurumlar sadece yapısal açıdan yetersiz değildi; 1840’larda dönüşümlerin baskısıyla çökmüşlerdi. Hem geleneksel sistemin çöküşü, hem de yeni doğan ihtiyaçlar yeni yönetim biçimlerini ve kent gelişimini denetleyecek yeni bir sistemi gerektiriyordu.”[3] Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari birçok yönü bulunan bu gelişme sürecinde kentler genelde yönetim, özelde ise yerel yönetim merkezli tartışmaların ve son tahlilde yapılanmaların odağı haline gelmişlerdir.
Tanzimat ve sonrasında ortaya çıkan reform ve ıslahat çabaları bu anlamda kentlerde de etkili olmuş ve sonuçta Batı Avrupa kentlerinin nitelikleri ve gündeme gelen kentleşme olgusu ile tam örtüşmese de benzer ihtiyaçlar ve değişiklikler gündeme gelmiştir. Bu ihtiyaç ve değişiklikler ilk olarak, ekonomik, sosyal ve siyasi-idari değişime paralel olarak yerel yönetim hizmetlerinin durumu ile ilgilidir. Yukarda sözü edilen ve Batılı anlamda yerel yönetimlerin kurulmasını gerektiren nedenlerin önemli bir bölümü kentlerle ilgilidir. Bu ilgililik daha sonraki aşamada ise, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçen Avrupa’nın Osmanlı-Türk toplumuna etkileri anlamında, kentleşme olgusu boyutunda kendini göstermeye başlayacaktır. Bu anlamda, bir geleneğe ve tarihi süreklilik niteliğine sahip olmasa da, Tanzimat sonrası dönemde bir yerel yönetim-kent etkileşimi ve sürekliliğinden söz edilebilir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan çizgide özellikle kentlerin yönetim birimi olan belediyeler bazında gündeme gelen yerel yönetim kurumu oluşturma çabaları bu etkileşimi belirginleştirmiş ve Osmanlı- Türk kentlerinin Klasik dönemdekinden oldukça farklı niteliklere bürünmesini beraberinde getirmiştir.
Burada, bu değişim ve dönüşüm sürecinin bazı temel noktalarını ele almakta yarar vardır. “Osmanlı kentinin 19. yüzyılda geçirdiği dönüşümün önemli bir yanını, İmparatorluğun ekonomik yapısındaki değişmeler ve buna koşut olarak gelişen milletler arası ve sınıflar arası farklılaşma biçimi ve nitelikleri oluşturmaktadır. Avrupa’da kapitalizmin gelişerek sanayi devrimini gerçekleştirmiş olması ve bu gelişmeler sonucunda Osmanlı Devleti üzerinde aşama aşama kurulan emperyalist denetim, OsmanlI’nın iç dinamikleri ile birleşerek önemli yapısal değişmelere neden olmuştur.”[4] Bu değişmelerin en etkin olarak yansıdığı alanlardan birisi ise, özellikle genelde yönetim, özelde ise yerel yönetimle ilgili olarak, kentler olmuştur. Ekonomik ve ticari hayatın kazandığı yeni boyutlardan Tanzimat’ın getirdiği bürokratik yapının etkilerine, yeni ekonomik ilişkiler içinde Batı kültürüne yönelmenin getirdiği tüketim kalıpları ve yaşam biçiminden ortaya çıkan yeni nitelikli yerel yönetim hizmetleri ihtiyacına, buna yönelik yapılanmalara kadar kent bu değişim ve dönüşüm sürecinden oldukça yoğun bir şekilde etkilenmiştir.
Bu bağlamda da eski kurum ve yapılar nitelik ve işlevlerindeki değişmeye paralel olarak ve reform çabalarının bir parçası olarak yeniden düzenlenmiş, modernleştirme sürecinin önemli bir boyutunu oluşturmuşlardır.
Bütün bu yönleriyle ilgili olarak diyebiliriz ki, “Osmanlı İmparatorluğu’nda 1839’dan itibaren devleti ve toplumu Batılılaştırma doğrultusunda girişilen ve Tanzimat olarak bilinen reformlar kent alanını da ilgilendirmektedir. Batılı ilkelere ve uygulamalara göre yapılan düzenlemeler, Osmanlı kent alanına ve bunun dönüşümüne ilişkin daha global düşüncelere varmayı sağlayacak bazı özellikler taşımaktadır.”[5]
Bu özellikler, yerel yönetim hizmetlerinden kent mekanının şekillenmesine ve kentin ekonomik, sosyal ve siyasi-idari bütün yönlerine kadar geniş bir yelpazeyle yakından ilgilidir. Özellikle bu aşamada gerek merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik ilişkileri gerekse yerel yönetim hizmetlerinin sunumu bağlamında yerel yönetim-kent birlikteliği belirginleşme sürecine girmiştir.
Kısacası, Avrupa örneğinde ülkenin belli başlı büyük kentlerinde kurulan belediye örgütleri, beraberlerinde yeni sorunlar getirmekle birlikte, dönem öncesinde, vakıflar ve yöneticiler tarafından şöyle ya da böyle yürütülen bazı önemli hizmetleri üstlenmişler, eksikliklere, imkansızlıklara rağmen, kentleşmede etkin olmuşlardır. Bu etkinlik, I. Meşrutiyet’in ilanından sonra gözle görülür şekilde karşımıza çıkmaktadır. Dönem içinde belediyeler, beledi kolluk, imar denetimi gibi geleneksel görevlerin yanında, kentlerin ekonomik yaşantısını düzenleyen, koruyucu yapıcı hizmetleri üstlenmişlerdir. Kentlerin ekonomik hayatının düzenlenmesinde, temizlikle ilgili hizmetlerin görülerek, yasakların uygulanmasında etkili olmuşlardır. Yol, kaldırım, su yolu, kanalizasyon gibi tesislerin yapımı ve onarımı bakımından ise varlık gösterememişlerdir.
Osmanlı kentinde devletin varlığı ve gücünün hissedirliliği klasik dönemden Tanzimat’a geçişte ve sonrasında artmıştır. Merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik ilişkileri bağlamında Halil İnalcık, “Siyasi tarih bakımından Sened-i İttifak, büyük ayanın devlet iktidarını kontrol altına alma teşebbüsünü ifade eder. Gülhane Hattı ise ona karşı Padişah’ın mutlak otoritesini savunarak merkeziyetçi devlet idaresinin, başka deyimle bürokrasinin mutlak bir şekilde el koymasını ifade eder. Bir başka açıdan bakılırsa, birincisi gelenekçi, diğeri moderndir”[6] yorumunu yapmaktadır. Bu niteliğin doğal olarak yansıdığı alanların başında kentler gelmektedir. “Osmanlı kentlerinin gelişimi, bütünüyle Osmanlı devlet teşkilatına bağlıdır; tabii ki lineer olarak değil, ama o düzenin bir çok çelişkisiyle birlikte: Kimi zaman zanaatkarların eski lonca düzenini ve kurumların merkeziliğini koruması için, kimi zaman uluslararası ticaretin serbest kılınması ve yöre paşalarının özerkliği için yapılan çelişkili mücadeleler ile iç içe geçmiş olarak.”[7] Kentlerde devletin etkinliğinin bir yönü olarak 19. yüzyılda yerel yönetim denemelerini de eklemek gerekir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e yerel yönetim kurumlarını oluşturup kurarken bile bütün merkeziyetçiliği ile devlet kente egemendir, yön verendir. Üstelik bu nitelik, merkeziyetçilik çağında adem-i merkeziyetçi uygulamalar görüntüsü verilmek suretiyle egemen kılınmaktadır.
Avrupa’da sanayileşme-kentleşme sürekliliği bağlamında ortaya çıkıp, gelişen kentleşme olgusunu bu dönem Osmanlı kentleri için varsaymak doğru olmasa bile en azından etkilenme anlamında bir hareketliliğin başladığı söylenebilir. Bu hareketliliğin temel noktalarını ise Avrupa ile ticaretin artması, yerel yönetim kurumlaşmaları ve yavaş yavaş kurulmaya çalışılan sanayi kuruluşları gibi konular oluşturmaktadır. Diğer iç ve dış etkenlerle birlikte bu dinamikler Osmanlı’da kentleşmeyi başlatmamışsa da ilk belirtilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur denilebilir. Bu nitelik Cumhuriyet dönemine de yansıyacak ve 1950’li yıllara kadar hemen hemen aynı niteliklerle var olacaktır. Bu yıllardan sonra ise Türkiye’de kentleşme farklı çizgi ve niteliklerle gündeme gelecektir.
II. Cumhuriyet Döneminde Kent ve Kentleşme İlişkileri
Osmanlı Devleti’nde, gerek siyasi-idari anlayış ve yapılanmalar, gerek yönetimin bir parçası olarak yerel yönetimlere ilişkin kurumlaşmalar ve gerekse bu kurumların mekansal boyutunu oluşturan kentlerin durumuna ilişkin gördüğümüz niteliklerin, Cumhuriyete geçişle birlikte kopma niteliğinde bir değişime uğradığını söylemek oldukça güçtür. Tam aksine, kırılmalarla birlikte, bir eklemlenmenin söz konusu olduğu söylenebilir. Bütün redd-i miras çabalarına rağmen, siyasi-idari, sosyal ve kültürel birçok yönü ile bu devraldığımız miras bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
A. Tek Partili Döneminde Kent ve Kentleşme (1923-1946)
Tek parti dönemi siyasi açıdan olduğu gibi yönetim ve doğal olarak kent yönetimleri ya da yerel yönetimlerle de ilgili olarak merkeziyetçiliğin kendini ağırlıkla hissettirdiği bir dönem olmuştur. Bu dönemin kent ve kentleşme niteliklerinin önemli bir yönünü yerel yönetimler oluşturmaktadır. Gerek başlı başına kentsel gelişme ve gerekse kentleşmeye ilişkin anlayış ve kurumlaşmalar bu dönemde, yerel yönetimler yönündeki yaklaşım ve uygulamalarla içi içe olmuştur.
Tanzimat ve onu izleyen dönemde merkezi idarenin yerel yönetimlere bakışı ve ona yüklediği temel işlev Cumhuriyet döneminde de benzer şekilde devam etmiştir. Bugün Türkiye’de yerel yönetimlerle ilgili temel tartışmalarda bazen gözden kaçırılan, bazen de önemi tam kavranamayan esas konu merkezin yerel yönetimlere biçtiği rol ve işlevdir.
Cumhuriyet dönemindeki kent ve yerel yönetim sistemi, esas itibariyle 1930’lu yılların başında çıkarılan bir dizi kanunla yasallaşıp, kurumsallaşmıştır. Cumhuriyet’in ilanından 1930 yılına kadar geçen dönemde Osmanlı yerel yönetim sistemi genel olarak korunmuş ve buna ilaveten belediyelerin mali bakımdan güçlendirilmesi yönünde bazı kararlar alınmıştır, fakat kısa bir zaman sonra yapılan yasa değişiklikleriyle belediyelerin mali imkanlarının azaltılmaya çalışıldığı ve bunların merkezi idareye aktarıldığı görülmektedir. Ancak, burada yerel yönetimlerle ilgili bazı düzenlemeleri ele almadan, bu dönemin merkeziyetçi niteliğinden oldukça farklı özellikler taşıyan 1921 Anayasasının yerel yönetimlerle ilgili getirdiği ve bugünkü düzenlemelerden daha ilerde bir görünüm sergileyen niteliklerine değinmek gerekir.
İlber Ortaylı’nın “Türkiye’de yerel yönetim ve demokrasinin gelişmesini öngören, geçmişte ve zamanımızda eşi bulunmaz bir statü,”[8] olarak nitelendirdiği 1921 Anayasası’nın bu nitelikleri daha çok hazırlandığı ortam ve Anayasayı hazırlayan meclisin niteliği ile ilgilidir. “1921 Anayasası, diğer ilginç özelliklerinin yanı sıra, Türk anayasa tarihinin, yerel yönetimlere ve yerinden yönetim ilkesine en fazla ağırlık vermiş olan anayasadır. Bu anayasanın öngördüğü ölçüde bir yerinden yönetim, Türkiye’de bugün bile gerçekleşmiş değildir.”[9] Tek parti dönemi ve hatta sonrasının yerel yönetim anlayışından oldukça farklı düzenlemeler getiren 1921 Anayasası, vilayetleri yerel konularda özerkliğe sahip bir tüzel kişilik olarak ele alması, vilayet meclislerine geniş yetkiler tanıması ve nahiyelere tüzel kişilik tanınması gibi, getirdiği yeniliklerle çağının ilerisinde bir Anayasa olarak tarihe geçmiştir.
Bu dönemde yerel yönetimler ve kentlerle ilgili düzenlemeler, genel olarak köyler, il özel idareleri ve belediyeler çerçevesinde değerlendirilebilir. Bizim asıl konumuzu ise burada, özellikle kent ile de ilgili olarak belediyeler oluşturmaktadır.
Bu döneme damgasını vuran merkeziyetçi yapılanma hem Osmanlı’dan kalan mirasla hem de başka siyasi-idari nedenlerle yakından ilgilidir. Bu dönemde, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan belediyecilik deneyiminin de oldukça yetersiz olduğunu belirtmekte yarar vardır. Bu ise, Türk toplumunun kendine özgü tarihi, ekonomik, sosyal ve siyasal nedenlerle ilgili bulunmaktadır. Kemal Görmez’e göre, “yeni dönemde belediyeciliği etkileyen veya belediyecilik konusunda yapılabilecekleri sınırlayan ciddi öğeler vardır. Bunlardan biri; belki de en önemlisi, milli birliği sağlamak ve onun ise ancak güçlü devletle olabileceği anlayışının yöneticilerde yaygın oluşudur. Dönem tek parti dönemidir ve demokratik rejimin kurumlarına rastlanılmamaktadır. Yeni Türkiye’de güçlü bir merkeziyetçi fikir oluşup, merkezi iktidar güçlendirilirken, karşı gruplar etkisiz hale gelmiş ve dışlanmıştır. Böyle bir dönemde yasaların merkeziyetçi bir karakter taşıması anlaşılabilir gözükmektedir.
Cumhuriyet’in ilanı sonrasında Cumhuriyet Hükümetinin Ankara belediyecilik deneyimi ve bu arada yeni cumhuriyetin kurumlarının oturmaya başlaması, 1930’lu yıllarda belediyelerle ilgili üst üste yasaların çıkmasını getirdi. Önce Belediye Kanunu, ardından Hıfzıssıhha Kanunu, Belediyeler Bankası Kuruluş Kanunu, Belediyeler Yapı ve Yollar Kanunu ve Belediyeler İstimlak Kanunu gibi bir dizi kanun çıkarıldı. Üç yıl gibi kısa bir sürede çıkarılan bu kanunlar uzun süre Türk belediyeciliğini düzenleyen temel yasalar olarak yürürlükte kaldı.”[10] Cumhuriyet döneminde yerel yönetimlerle ilgili en köklü düzenleme ise 1930’daki 1580 sayılı Belediye Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. “Bu kanuna göre, vilayet ve belediye idareleri ayrı olacak ve belediye meclisi üyeleri seçimle gelecektir. İstanbul’da belediye başkanlığı ile valilik birleşecek ve bu görevi yürütecek kişi İçişleri Bakanlığı’nca atanacaktır. Kanun, belediyeleri, köyleri hukuken belirlenmiş sınırlarıyla tüzel kişi olarak tanımaktadır.”[11] Zaman içinde bazı değişiklikler geçiren bu kanun hala yürürlüktedir. Belediyeler Kanunu 1930’daki siyasi, ideolojik ve idari şartların oluşturduğu bir ortamda doğmuş ve bunların özelliklerini taşımaktadır. Bu ortamın en belirgin özelliği tek parti rejimi olmasıdır. Tek parti ideolojisi ve devlet anlayışı, yasaya aynen yansımış, bu çerçevede doğan yerel yönetimler merkezin etkisi altında şekillenmişlerdir. Yerel yönetimler bir yandan devletle bütünleşen partinin etkisinde kalmış diğer yandan da merkezi idarenin taşradaki organları haline gelmişlerdi.
Böyle bir ortamda doğan belediyelerin idari, mali ve hukuki özerkliklerinin bulunması söz konusu olmamıştır. “Tek parti yönetimi döneminde kurumsallaşan yerel yönetimler üzerinde idarenin her alanda vesayetinin bulunması çağdaş anlamda yerel yönetimlerin doğmasını engelleyen bir unsurdur. Bir yandan idari vesayet diğer yandan mali bakımdan merkezi idareye bağımlılık, yerel yönetimlerin özerk kuruluşlar olarak gelişmesini önlemektedir. Merkezi idarenin istediği kendisine bağlı ve bağımlı bir yerel yönetim sistemidir. Yerel yönetimlerin kendi organları vasıtasıyla kaynak oluşturmalarına, yerel vergiler koymalarına, belediye meclislerinin yerel parlamento gibi çalışmalarına izin verilmemektedir.”[12] Yerel yönetimlerin bu nitelikleri, çok partili dönemde ve hatta günümüzde bile tam olarak kazanabildiğini söylemek zordur.
Türkiye’de yönetim yapısı içinde yerel yönetimlerin yeri ile ilgili tartışmaların önemli bir yönünü de kent olgusu ve kentleşme nitelikleri oluşturmaktadır. Gerek, yerel yönetimlerin temel birimi olan belediyelerin mekansal boyutunu oluşturması, gerek yerel hizmetlerin sunulması, ve gerekse yerel demokrasi bağlamında kent olgusu, yerel yönetimlerden ayrı düşünülemez. Ekonomik, sosyal ve kültürel birtakım parametreler bazında da yerel yönetim ve kent, bir birliktelik niteliğine sahiptir.
Öncelikle, nüfus hareketlerinin ortaya çıkması, kentlerin kalabalıklaşması gibi bazı gelişmelerle birlikte Cumhuriyet döneminin ilk aşaması olarak ele aldığımız tek parti döneminde bir kentleşme kavramından bahsetmek söz konusu değildir.
Daha önce, Tanzimat sonrası Osmanlı-Türk kentlerine ilişkin sözünü ettiğimiz nitelikler, ağırlıklı olarak Cumhuriyetin ilk yıllarında da geçerlidir. Türkiye’de bir kentleşmeden bahsetmek için 1950’li yılları beklemek gerekecektir. Bu yıllara kadar ancak, giderek gelişen ve Cumhuriyet döneminin siyasi-idari ve kültürel değerlerini, yerel yönetimler konusundaki gelişmelere paralel olarak, yavaş yavaş kazanmaya başlayan kentlerden söz edilebilir.
Batılı anlamda bir kentleşmeden yani sanayileşme-kentleşme sürekliliği anlamında bir kentleşmeden bahsedebilmek için çok partili hayatın başladığı 1950’li yılları beklemek gerekecektir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, tek parti dönemi, gerek hukuki düzenlemeler gerekse uygulamalar açısından merkeziyetçi nitelikler taşıyan bir siyasi-idari yapılanma bağlamında gelişen bir yerel yönetim sistemine sahiptir.
Yine bu dönemde, bütün bu yapılanmalara ve ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel değişkenlere paralel gelişen bir kent olgusundan söz etmek mümkün olmakla birlikte, bir kentleşme olgusunun ortaya çıktığını söylemek zordur. Çünkü, kentleşme, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal içeriklere sahip bir kavramdır ve yalnızca bir nüfus birikimi olarak değerlendirilemez. Bunlarla birlikte demokratik içerikleri de bulunan kentleşme olgusundan söz etmek için çok partili hayata geçilen 1950’li yılları beklemek gerekecektir.
B) Çok Partili Döneme Geçiş Sonrasında Kent ve Kentleşme Olgusu
Yerel Yönetim, Kent ve Kentleşme İlişkileri; Nedenler, Nitelikler ve Temel Sorunlar
Türkiye’de kentleşme, bazı farklılıklara rağmen, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kentleşme süreçlerine benzemektedir. Bu anlamda ne Osmanlı öncesi, ne Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından 1950’lere kadar, Türk toplumunda kentleşme olgusundan söz edilebilir. Bu dönemlerde kent vardır, kentlerin nüfusunun artması da vardır ama kentleşme olgusu yoktur. Çünkü, kentleşme, yukarıdaki parametreler de göz önünde bulundurulmak üzere, “sanayileşmeye ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplumda artan oranda örgütlenmeye, uzmanlaşmaya ve insanlar arası ilişkilerde kentlere özgü değişikliklere yol açan nüfus birikimi süreci”[13] olma gibi bir içeriğe sahiptir. Ekonomik, sosyal, idari, siyasal ve kültürel bütün bu içerikleriyle kentleşme, Türkiye’nin 1950’lerde yüz yüze geldiği bir gerçektir. Şimdi, bütün bu içeriği ve yukarıdaki siyasi-idari gelişmeler ve yerel yönetimleri de göz önünde bulundurarak bu dönemde kent ve kentleşmenin durumunu, niteliklerini, sorunlarını ve temel yaklaşımları ele alabiliriz.
Kurtuluş Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’nin yerini Cumhuriyet Türkiyesi alınca, bazı değişikliklerle de olsa yerel yönetim-kent konusundaki gelişmeler devam etmiştir. Yeni yönetim “ulusal bir burjuvazi yaratmak ve bunun Batıya açık kültürünü ve yaşam biçimini kurmak istemiş, bu kültürün kurulmasında da 1930’larda çıkardığı Belediyeler Yasasıyla belediyelere ve kent planlamasına önemli işlevler yüklemiştir.
19. yüzyıl başından, II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam eden bu kentleşme ve kentlileşme süreci, çok yavaş bir süreçtir. Bu yavaş süreci toplumun geliştirilen kurumsal yapısı içinde denetim altına almak olanağı bulunabilmekte, kentleşme çok önemli ve baş edilemez bir sorun olarak ele alınmamaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasındaki kentleşme hızı, tüm ülke kentlerinde %6 dolaylarına çıkarak bir kalite değişikliği göstermiş ve bir toplumsal sorun olarak algılanmaya başlanmıştır.”[14] Ekonomik, sosyal ve siyasal bir çok nedene bağlı olarak Türkiye’de kentleşme olgusu, 1950’lerde belirginleşmeye başlamıştır. Türkiye’deki sosyo-ekonomik gelişmeler içinde kentleşme olgusu oldukça yeni sayılır. İster ekonomik kavramla, isterse sosyolojik olarak ifade edilsin, kentleşme 1950’lerde başlayıp gelişen bir olgu olmuştur.
Bunun birtakım ekonomik sosyal ve siyasal nedenleri bulunmaktadır. Kemal Görmez’e göre, “Türkiye’de kentleşmenin nedenleri, farklı şekillerde gruplanmaktadır. Bunların başında itici-iletici- çekici güçler şeklindeki gruplama gelirken, itici güçlerle, tarımsal yapıdaki değişme, kırsal alanda nüfus artışı gibi faktörler, iletici güçlerle, haberleşme, taşıma imkanlarının artması gibi faktörler, çekici güçlerle ise, sanayi kentlerinin çekiciliği gibi faktörler anlatılmaktadır.
Kentleşmeyi, ekonomik, sosyal, demografik, siyasal nedenlerle açıklayanlar ya da klasik ve çağdaş kentleşme nedenleri şeklinde ayrım yapanlar da görülmektedir. Ayrımlar nasıl yapılırsa yapılsın, Türkiye kentleşmesinde herkesin uzlaştığı faktörlerin başında hızlı nüfus artışı gelmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türkiye’nin nüfusu hızlı bir biçimde artmaya başlamıştır. Ardından 1940’lı yıllarda tarımda traktörün kullanılmaya başlanması, radyonun yaygınlaşması, ulaşım araçlarındaki gelişmeler ile 1950’li yıllarda karayolu yapımındaki gelişmeler ve bu arada sanayileşme, Türkiye’de 1950’lerden itibaren kentleşme sürecini hızlandırmıştır. Dikkat edilirse sanayileşme Türkiye kentleşmesinde uzunca yıllar kentleşmeyi belirleyici bir faktör olmamıştır. Dönemsel bazı gelişmeler dışında ancak 1950’li yıllardan sonra sanayileşme bir kentleşme faktörü olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerin kentleşme süreçleri ile Türkiye’nin kentleşme süreci birbirinden yapısal denilebilecek son derece önemli farklılıklar içermektedir.”[15]
Türkiye, gelişmekte olan bir ülkedir. Bu özelliği dolayısıyla kentleşme yapısı da Batılı ülkelerden farklı niteliklere sahiptir. Sanayileşme ve teknolojik gelişmenin geç başlaması bu ülkelerden farklılığın en büyük sebebidir. Bütün bu açılardan Türkiye’nin kentleşmesine bakıldığında bazı tespitler yapmak mümkündür. Kentleşme ile ilgili bu nitelikler, ekonomik, sosyal ve siyasi-idari anlayış ve yapılanmalarla yakından ilgilidir.
Kentleşme, az gelişmiş ülkelerin özellikle yakın dönemlerde içine girdiği değişme sürecinin en belirgin yönü, aynı zamanda bu değişmenin motive edici güçlerinden biridir. “Taşıdığı belli başlı özellikler bakımından azgelişmiş ülkelerle yapısal benzerlikler gösteren günümüz Türkiyesi de, hızlı bir kentleşme hareketinde karşılığını bulan bir değişme sürecine sahne olmaktadır. Adı geçen toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de geleneksel ilişkilerin çözülmesine bağlı olarak beliren ve giderek hızını arttıran bu süreç, toplumun yeniden biçimlenmesi doğrultusunda gelişirken, çeşitli sorunların da kaynağı olmaktadır.”[16] Kentleşme ile sosyo-ekonomik gelişme ve sanayileşme arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır. Sanayileşmiş ülkelerde, sanayinin kentlerde yarattığı çekim ve kırda serbest bıraktığı işgücü belirli bir denge yaratırken, sanayileşmemiş ülkelerde kentleşme, kırsal nüfusun itilmesi ile meydana gelmektedir. Diğer gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de durum böyledir.
Bu fark ve nitelikler kentleşme ile ilgili niteliklere doğrudan yansımaktadır. “Türkiye’de kentleşme, sanayileşme ile yakın ilişki içinde olmasına rağmen, sanayileşme ile orantılı bir biçimde gelişmemesi ve sanayileşmenin ihtiyaçlarına cevap verememesi nedeniyle sağlıksız ve düzensiz bir biçim almaktadır.”[17] Buna, kentleşmenin hızının sanayileşmenin hızını geçmesi de diyebiliriz. Bu nitelik sonuçta, kentleşmenin sahte, sağlıksız ve çarpık gibi özelliklerle anılmasına neden olmaktadır.
Türkiye’de kentleşmenin Batılı sanayileşmiş ülkelerden farklı başka nitelikleri de bulunmaktadır. “Türkiye’de kentleşme, büyük kentlerin daha çok büyümeleri biçiminde olmaktadır. Nüfusu 100.000 ve daha fazla nüfuslu kentlerin sayısı 1950’de 5’ten, 1985’de 35 ve 1990’da 43’e, nüfus toplamlarının kentsel nüfus içindeki payı ise, aynı tarihlerde %43,8’den %64’e ve %67’ye yükselmiştir. Orta büyüklükteki kentlerle kasabaların kentsel nüfus içindeki payında bir azalma olduğu göze çarpmaktadır.
Nüfusun, bir yandan büyük kentlere akın ederken, diğer yandan da kentlerin merkezinden çevresine doğru kaçmakta olması, kapitalist ülkelerin kentlerine özgü bir eğilim olmakla bilinir. Ülkemizde de, özellikle varlıklı ailelerin durumları, banliyölerde yerleşmelerine olanak vermektedir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi yerlerde bu eğilim açıkça gözlemlenebilmektedir.
Bunun yanı sıra, kentlere göçen yoksul kitlelerden büyük bir çoğunluğu, ucuz toprak bulabilme, imar denetimlerinden kaçabilme kolaylığı gibi nedenlerle, kentlerin çevresindeki gecekondu alanlarında yerleşmekte olduklarından, kent merkezinin nüfusu çevredeki yerleşim yerlerinin nüfusundan çok daha yavaş artmakta, hatta azalmaktadır. Bu yayılma, anakentin tümüne hizmet sunması gereken belediyeleri ağır bir yük altına sokmaktadır.
Türkiye’de kentleşmenin bir özelliği de bölgeler arasında farkların bulunmasıdır. Türkiye’de coğrafi bölgeler arasında, hem bugünün büyük ve büyükçe kentlerinin dağılışı, hem de genel olarak kentleşme durumu ve hızı bakımından ayrımlar bulunduğu görülmektedir. Nüfusu 100.000’den yukarı kentlerin yarıdan çoğunun, Samsun-Adana arasındaki doğru çizginin doğusunda yer almasına karşılık, bunların büyük kentler içinde en küçükleri olduğu görülmektedir.”[18] Yine büyük kentler arasında da özellikle nüfusu 1 milyonu geçen ve metropolitan kent niteliği kazananlar, artan kent nüfusundan daha büyük pay almaktadırlar. Bu da ülkemizin giderek bir büyük kentler ülkesi durumuna geleceğini göstermektedir. Bu durumda, geleceğin sorunlarını kestirebilmek için, bugünkü kent sorunlarımızın büyüklüğünü, kentleşmenin çapı ile çarpmak gerekecektir.[19]
Kentleşme, gelişmekte olan ülkelerin kendilerine özgü özelliklerinden dolayı, bazı imkanlarla birlikte sorunları da beraberinde getirmektedir. Bugün, “Kentli nüfus sayısı, 1950’de 5 milyon 244 bin iken 1970’te 13 milyon 691 bin olmuştur. Bu sayı sırasıyla %18,5 ve %35.8 gibi bir yüzdeye karşılık gelmektedir. Bu oran 1990 yılında 33 milyon 326 bin rakamına ulaşarak %59 olmuştur.
Ülkemizde, kırsal nüfus ve genel nüfus arasındaki mevcut dengesiz artış bu şekilde sürerse, şu bir gerçektir ki, eşiğinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yılları kentleşme sorunlarının oldukça etkili olduğu yıllar olacaktır. Bu süreçte, bir taraftan kentsel nüfus doğal nüfus artışıyla beslenirken, diğer taraftan da kırsal kesimdeki hızlı doğal nüfus artışı tarım sektöründeki parasallaşma sürecine baskı yaparak göç yoluyla kentsel nüfusu beslemektedir.”[20]
Türkiye’de kentleşmenin niteliklerini görebilmenin bir yolu da konuya sorunlar bağlamında bakmaktır. Batı-Batıdışı ve gelişmiş-gelişmekte olan ülkeler ayrımı çerçevesindeki bir yaklaşımla örtüşen bu kentleşme nitelikleri aynı zamanda Türkiye’nin sanayi toplumu olabilmesi, demokrasinin ve özellikle de yerel demokrasinin niteliği ve yerel yönetimlerin durumu gibi konularla da yakından ilgilidir.
Kentleşmenin, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir çok yönü bulunan bir olgu olmasını da içeren bu yaklaşım çerçevesinde önce Türkiye’deki kentleşme anlayışının gelişim çizgisine ve bu parametrelerle ilişkisini de içerecek biçimde kentleşme politikalarına, sonra da bu bağlamda ortaya çıkan belli başlı sorunlardan ve gelişmelerden hareketle yerel yönetim-kent ilişkilerine değineceğiz.
1950 sonrasında, sanayileşme çabasında özel girişime önem verilmesi, nüfus artışında hızlanma, ticaret ve sanayideki gelişmeler, tarımda makineleşme, ulaşım imkanlarının artması, çok partili hayata geçiş gibi ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel içeriklere sahip nedenlerle hızla belirginleşen kentleşme olgusu, bu dönemden sonra gerek politikalar ve anlayışlar gerekse sorunlar anlamında Türkiye’nin bir gerçeği olmuştur. İlhan Tekeli, Türkiye’de kentleşmeyle ilgili bu anlayışın gelişimini çeşitli aşamalara ayırmaktadır. Buna göre, “Türkiye’de kentleşme olgusunun toplumsal sonuçlarıyla karşılaşılıp bu sorunlara çözüm aramaya başlandığı ilk yıllarda, kentleşmeye engellenebilir bir yer değiştirme olarak bakma eğilimi yaygındır. Bu yüzeysel görüşe göre, bazı kimseler şimdiye kadar yaşadıkları köyleri bırakıp kente geliyorlardı. Kent yönetimleri de, bunların yasalara aykırı olarak yaptıkları gecekondulara göz yumuyordu. Kentli olmayan bu kişilerin kentli yaşantıya yabancı davranışlarına bir sorun olarak bakılıyordu.
Kentleşmeye böyle bakanlar için çözüm, bu kişilerin kente gelişlerinin engellenmesiydi. Bunun için gecekonduların yapılmasına göz yumulmaması, yıkılması gerekliydi. Daha çok eski kentlilerin görüşü olarak adlandırılabilecek bu yüzeysel çözümleme, kentleşme olgusunu doğuran dönüşümün arkasındaki toplumsal nedenleri ve göç edenlerin güdülerini kavrayamıyordu. Bu nedenle kentleşmeye yönelik bir çözüm getiremiyordu. Kentleşme tüm hızıyla sürdü.
Kentleşme olgusunun kesintisiz olarak sürüşü, ilk dönemin kavramlaştırmalarının yetersizliğini kendiliğinden kanıtladı. Bundan sonra toplumun kentleşme olgusunu kavrayışında ikinci aşamaya geçildi. Bu kavramlaştırmalar artık betimsel olmamalı, kentleşmenin nedenlerine ilişkin açıklamalar getirmeliydi. Bu gereksinmeyi karşılamak için mekanik analojilerden yararlanan bir açıklama yaygınlık kazandı. Köy itiyor, kent çekiyordu. Bu dönemde itici ve çekici güçleri savunanlar çözümlerini kırda alınacak önlemlerde yoğunlaştırdı. Bu dönemde de öneriler sorunları çözmeye yetmedi.
Bu noktadan sonra tartışma, kente gelsinler mi, gelmesinler mi olmaktan çok bu gelenlerin hali ne olacak? yönünde gelişti. Kuram, soruna kente gelenlerin kültürel dönüşümü açısından bakıyordu. Kuramcılar ya da eski kentliler, yeni gelenlere kentteki köylüler diyorlardı. Kente gelenler zamanla kent kültürünü öğrenecekler ve bu sorun olmaktan çıkacaktı. Böylece onların gecekondu mahallelerinde yaşamaları bir düzen sorunu olmaktan çıkıyor, zaman içinde kendiliğinden ortadan kalkacak bir kültür farklılığı sorununa indirgeniyordu. Zaman ve süregelen kentleşme olgusu bu yaklaşımın yetersizliğini açık hale getirdi. Böylece bu ikili yapının bir kültürel sorun değil, bir yapısal sorun olduğu kavranmaya başlandı. Böylece kentleşme olgusunun kavranmasında yeni bir aşamaya ulaşılıyordu. Türkiye’de kentlerde görülen ikili yapı, bir çevre ülkesi olarak yaşanan kalkınma sürecinin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak algılanmaya başlandı.”[21]
Türkiye’de kuramsal bazda görülen kentleşme anlayışına ilişkin bu aşamalar pratikte bir çok sonucu içermektedir. Sorunlar, çözümler, çözümsüzlükler ve politikalar bağlamında gösterilen çabaları da bu yönde ele almak gerekir. Kentleşme ile ilgili politikalar da 1960 sonrası planlı dönemle birlikte oluşmaya başlamış ve kalkınma planlarında konuyla ilgili hükümler yer almaya başlamıştır. Örneğin I. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1963-1967), kentleşme konusuna üstü kapalı olarak değinilmiş ve büyük kentlerin büyümesinin sundukları iş olanaklarıyla orantılı olmasını, aynı zamanda bu büyümenin sınırsız olamaması gerektiğini vurgulamıştır. “II. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972) ise, kentleşmeyi desteklenmesi gerekli bir olgu gibi ele almış ve ekonomiyi iten bir güç olarak kullanılabileceğini vurgulamıştır. Ayrıca kentleşmeden, geri kalmış bölgelerde merkezler oluşturarak buraların geliştirilmesi ve ekonomik yönden canlandırılması amacıyla yararlanılabileceği de belirtilmiştir. II. Planın belirgin özelliği kentleşmenin desteklenmesi, özendirilmesi ilkesinin benimsenmiş olmasıdır.”[22]
Kalkınmada öncelikli yöreler dairesinin kurulduğu 3. Plan döneminde (1973-1977) kentler, lüks tüketim alışkanlıklarını zamansız ve gereksiz biçimde yaşayan, tüketimi hızlandıran, yatırım malları ve ara malları sanayiine dönük yatırımları kısıtlayıcı etkilerde bulunan mekanlar olarak algılanmıştır. Bunun yanında geri kalmış bölgeler problemlerinin, yerel yönetim birimlerinin etkin çalışmaları sonucunda kendiliğinden çözülebileceği varsayılmıştır. IV. Planda (1979-1983), çevrelerinin ekonomik ve toplumsal gelişmesinde anakentlerden yararlanılması öngörülmüştür. Benimsenen temel ilke ise, kentleşmeyi yavaşlatmak yerine, kentleri yaşanabilir yapmak ve kent halkının ihtiyaçlarını karşılamaktır.
Kentleşmeye yaklaşımı ilke olarak olumlu olan V. Plana göre (1984-1989), köylerden kentlere olan akının süreceği, kentleşmenin yavaşlamayacağı belirtilmiştir. Önemli olanın, “kalkınma ve sanayileşmenin tabii bir sonucu olan kentleşme boyutunun mümkün olan en iyi şekilde yönlendirilmesi ve ekonomik gelişmeye katkısının arttırılması olduğu vurgulanan V. Planda bazı önlemler de öngörülmüştür. Tarım toprakları üzerindeki dağınık ve düzensiz yapılaşmanın önlenmesi, kentlerde kamu hizmetlerinin seviyesinin yükseltilmesi ve yatırımlara öncelik verilmesi bu önlemler arasındadır.”[23]
Türkiye kentleşmesi ile ilgili, 1980’li yıllara kadar ortaya çıkan temel yaklaşımlar ve pratiklerin önemli bir yönünü de kentleşme sorunları ve bu bağlamda yerel yönetim-kent ilişkisi oluşturmaktadır. Bu anlayış ve politikalara baktığımızda zaten Türkiye kentleşmesinin, gelişmekte olan ülkeler kentleşmesinin niteliklerine paralel bir biçimde, daha çok sorunlar boyutunun öne çıktığını görebiliriz. Özellikle sanayileşme-kentleşme sürekliliği ve sanayi toplumu özellikleri paralelinde gelişmeyen bir kentleşme olarak Türkiye kentleşmesi, ekonomik, sosyal, siyasi-idari ve kültürel bir çok sorunla iç içe olmuştur. Çevre sorunlarından yerleşme sorunlarına, istihdam sorunlarından sosyo-kültürel sorunlara, altyapı ve ulaşım sorunlarından barınma sorunlarına, yönetim sorunlarından sosyo-politik sorunlara ve hizmet sorunlarından kentsel şiddet ve suça kadar geniş bir yelpazede ortaya çıkan kentleşme boyutlu bu sorunların en önemli özelliklerinden birini ise, yerel yönetimlerin görev alanını genişletmesi, gerek yerel demokratik kurumlar gerekse etkin ve verimli hizmet sunan birimler olarak yerel yönetimle kentleri birbirine yaklaştırmasıdır. “Türkiye’de kentleşme sorunları, kentlerde karşılaşılan bütün sorunlar değil, fakat kentleşme hareketlerinin dolaylı ya da dolaysız sonucu olan sorunlardır.
Birinci sorun, Türkiye’de kentleşmenin, temel sanayilere dayanan, gelişmeyi gereği kadar hızlandıran bir yönde olmamasıdır. Üretici güçleri yeterince harekete geçirememekten doğan ve emek-sermaye arasındaki ilişki ile süregelen bu sağlıksız kentleşme, özellikle büyük kentlerde, daha çok, zanaatlara dayanan, işsizi ve gizli işsizi bol, hizmet kesimlerini kabartan bir süreçtir. İkincisi, kentleşmenin Batı Anadolu’ya yönelmiş olması sonucunda Doğu-Batı arasındaki kentleşme hızlarının farklılaşmasıdır. Buna, bölgeler arası gelir farklılıkları ya da bölgesel dengesizlikler diyebiliriz.”[24] Yanlış kentleşme, günümüzde sanayileşmemiş ülkelerin en ciddi problemlerinden biri, hatta birincisi kabul edilmektedir. Buna da sebep, yanlış kentleşmenin iktisadi hayattan, toplumun kültür hayatına kadar çeşitli sahalarda tıkanıklıklara, darboğazlara ve toplum içi sürtüşmelere yol açmasıdır. Dikkat edilirse bu problemler kentleşmenin değil, fakat yanlış kentleşmenin sonuçları olmaktadır.
Sanayileşmesini tamlamamış bütün ülkelerde görülen yanlış kentleşmenin doğurduğu sorunlar, “ekonomik ve sosyal olmak üzere iki kategoride ele alınabilir. Türkiye gerçekleri ışığında düzenlediğimizde bu kategoriler ana başlık ve alt başlıkları ihtiva etmektedir. Ekonomik sorunları, işsizlik, sektörler arası dengesizlik, bölgeler arası kentleşme dengesizliği ve altyapı hizmetlerinde tıkanma gibi altbaşlıklar altında ele alabiliriz. Sosyal sorunlar ise, çevrenin tahribi ve fiziki plansızlık ve yerleşme düzensizliği, gelir dağılımında eşitsizlik, sosyal tabakalaşmanın veya sınıflaşmanın derinleşmesi, kültür değişmesi ve kültür boşluğu ve toplum hayatında çözülme gibi başlıklarla ele almak mümkündür.[25] Bütün bu sorunlar, sanayileşme-kentleşme sürekliliğine dayanmayan bir kentleşme biçimine sahip gelişmekte olan ülkeler için olduğu gibi Türkiye kentleşmesi için de söz konusudur.
Bu sorunların, gerek hizmetler, gerek yönetim birimi olma niteliği ve gerekse yerel demokrasinin yaşatılması boyutlarında, yansıdığı ilk alan yerel yönetimlerdir. “Kentleşmenin hız kazanması, düzensiz bir kentleşme ve gelişigüzel yerleşme sorunlarına çözüm bulunamaması, tüm kentsel sorunları arttırırken”,[26] bu süreçte gerek görev ve sorumluluklar ve gerekse etkin ve verimli hizmet sunumu ve demokratikleşme eğilimleri açısından, yerel yönetimler hızla öne çıkmıştır. Bu öne çıkarma faaliyeti iki boyutta gerçekleşmektedir. İlk olarak göçler ve nüfus artışına paralel olarak hızla büyüyen kentlerin barınma, istihdam, çevre, altyapı ve sosyo-politik sorunlar gibi sosyal ve ekonomik içerikli bir çok sorunla karşı karşıya kalması, yerel yönetimleri gerek sorumluluk gerekse etkinlik açısından öne çıkarmaktadır. Türkiye’de özellikle konut ihtiyacı bağlamında ortaya çıkan gecekondu sorununun ulaştığı boyutlara bakacak olursak bunu açıkça görmemiz mümkün olabilir.
Kentleşme sürecinde yerel yönetimlerin öne çıkması faaliyetinin ikinci boyutu da kent yönetimi, kentsel siyaset ve yerel demokrasi gibi olgularla ilgilidir. “Kent yönetiminin temel konusu sayısı hızla artan insanların ve boyutları sürekli büyüyen mekanların gereksinimlerinin giderilmesini sağlamak, büyümeyi yönetmek, yönlendirmek ve denetlemektir. İyi bir kent yönetimi bu hedefleri etkili ve verimli bir şekilde yerine getirebilen yönetimdir. Zira, kentsel büyüme daha fazla nüfusa, daha geniş alana daha çok ve çeşitli hizmet sunulmasını gerektirmektedir.”[27] Bu konuda en büyük görev de yerel yönetimlere ve özellikle belediyelere düşmektedir.
Kentleşme-yerel yönetim ilişkisinin diğer boyutu da yerel ya da kentsel siyasetle ilgilidir. “Çağımızda hızlı kentleşme ve demokratikleşme, kentsel siyaset açısından kenti siyasal erk paylaşımı için mücadelenin önemli odaklarından biri durumuna getirmektedir. Geniş anlamda kentsel ya da yerel siyaset, kentleşme sürecini ve yerel birimleri ilgilendiren bütün etkinlikler ve politikalar kentsel siyaset kapsamına girmektedir. Özellikle, kırsal ve kentsel alanlarla ilgili konular, mahalli idarelerle devlet arasındaki ilişkiler ve yerel seçimler, kentsel siyaset kavramının içinde yer alırlar.”[28]
Kentleşme konusunda olduğu gibi kentsel siyaset açısından da gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Gelişmiş ülkeler, kentsel siyasetin konuları ile daha çok iç içe bulunmaktadır. Kent yönetimlerinin mali bunalımları, kentlerin yenilenmesine ve planlı gelişmesine ilişkin siyasal sorunlar, yerel ve merkezi erk odakları arasındaki ilişkiler ve çevre sorunlarının türlü yönleri bu ülkelerin kentsel siyasetinin çeşitli konularından birkaçıdır. “Gelişmekte olan ülkelerde ise nitelik olarak gelişmiş ülkelerle aynılık görülmese de bir çok kentsel siyaset sorunu bulunmaktadır. Hızlı, dengesiz ve sağlıksız kentleşme, gecekondu gibi yeni yerleşim sorunları, kentleşen yığınların siyasal katılma istemlerinin artması, kentlerde toprak sahipliği konusunun yol açtığı ekonomik ve siyasal sorunlar, kırsal alanlarla kentler ve çeşitli coğrafi bölgelerin kendi aralarındaki dengesizlikler, marjinal kesim denilen yeni kentli yığınların yarattığı siyasal istikrarsızlıklar, bu ülkelerin belli başlı kentsel siyaset konularını oluşturmaktadır.”[29]
Kentsel ya da yerel siyaset konularının Türkiye’de önem kazanmasında başlıca etmen, hızlı kentleşmedir. II. Dünya Savaşı’nın ardından hızlanan kentleşme, büyüyen kentler, gecekondu olgusunu da doğurunca, merkezi yönetim ve belediyeler olaya uzak kalmadılar.
Çok partili siyasal yaşam, gecekondu olgusunun politize edilmesini kolaylaştırdı. Bunun yanı sıra, belediyelerin artan kaynak sorunları, belediyelerle devlet arasındaki ilişkilerde gerginliklere yol açtı, yerel yönetimler üzerindeki vesayet uygulamaları, zaman zaman yerel tepkilerin doğmasına neden oldu. Giderek, arsa spekülasyonu, konut ve kira bunalımları, kırsal alanla kentsel alan arasındaki farklılıklar ve bölgeler arası dengesizliklerin siyasal partiler arasında yol açtığı tartışmalar kamuoyuna sık sık yansıdı.
Son yıllarda çevre konusundaki halk duyarlılığının artması çevreyi de kentsel siyasetin gündemine sokmuştur. Çevre sorunlarının önemli bir kısmının yerel nitelikte olması ve halkın yerel düzeydeki duyarlılık ve katılımı, çevre sorunlarının tamamının önlenmesinde çok büyük role sahiptir.
Aynı mekanlı iki kavram olan kentleşme-yerel yönetim arasındaki ilişki, gelişmiş ülkelerden farklı niteliklere sahip bulunsa da, sorunlu olma boyutu öne çıksa da, Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’de yaşanan kentleşme süreci içinde bir yandan kentlerin ölçeği, diğer yandan kentlerin biçimini belirleyen süreçler değişmiştir ve değişmektedir. Bu gelişmeler sonucunda elde edilen bilgi birikimi ve kentleşme sürecinin kavranmasındaki derinleşme, kentsel yönetim konusunda yeni anlayışlara ve arayışlara yol açmaktadır.
Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari bu çok yönlü gelişmenin, küreselleşme-yerelleşme boyutlu yansımalarını ve özellikle 1990’lar sonrasındaki görünümlerini ve de geleceğe ilişkin projeksiyonlarını, yerel yönetim-kentleşme sürekliliği kavramını da göz önünde bulundurarak bundan sonraki bölümde ele alacağız. Doğal olarak bunun temel parametrelerini ise, demokratikleşme eğilimleri, yerel demokrasi ve küresellikle gelen yerellik gibi kavramlar oluşturacaktır.
C) Küreselleşme Sürecinde Yerel Yönetim-Kent ve Kentleşme İlişkileri
Ekonomik dönüşüm sürecinin üçüncü aşaması olan sanayi ötesi toplum ya da bilgi toplumuna doğru yaşanan gelişmelerden Türkiye’nin etkilenmemesi düşünülemez. Hem gelişmelerin karakteristiği hem de ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari anlayış ve yapılanmaların işleyiş ve etkileşim keyfiyeti bunu mümkün kılmamaktadır. Çok boyutlu ve farklı parametrelerin etkin olduğu bu işleyiş ve etkileşim sürecinin konumuz açısından öne çıkan konuları olan, yönetim, yerel yönetim ve kentleşme anlayış ve yapılanmalarının Türkiye boyutlu yansımalarını ele alırken bu gerçeği gözardı etmemek gerekir.
Türkiye’de yaşanan kentleşme süreci içinde bir yandan kentlerin ölçeği, diğer yandan kentlerin biçimini belirleyen süreçler değişmiştir. Bu gelişmeler sonucunda elde edilen bilgi birikimi ve kentleşme sürecinin kavranmasındaki derinleşme, kentsel yönetim konusunda yeni anlayışlara ve arayışlara yol açmaktadır. Buna paralel olarak, merkezi denetimin azaltılması, desentralizasyon, kaynak artışı sağlanması, yerel temsil ve katılımın özendirilmesi gibi önlemler, yerel yönetimlerin süreç içerisinde demokratik ve etkin yönetim birimleri olarak işlev görmelerini sağlayacak önemli mekanizmaları oluşturmakta ve yerel yönetimlerle ilgili yeni çözümlerin geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. “Yaşadığımız değişim sürecinin çelişkili dinamiğinin en belirgin ve gündelik hayatımızla ilgili alanlardaki tezahürü yerel olan ile küresel olanın karşı karşıya geldiği noktada, kentlerde şekillenmektedir.
Bu yeni dönemde, küresel-yerel diyalektiği yeni bir sorunsal düzlemine taşınmakta ve kent bu sorunsalın en keskin bir şekilde yaşandığı bir platform haline gelmektedir.”[30] Bu süreçte yerellikler oluşmakta, küreselleşme sürecine katılmakta, kimi zamanda karşıt süreçlerin etkisi gündeme gelmektedir. Küreselleşme ile yerelliklerin etkileşimi salt-etki-tepki yaklaşımı ile ele alınamaz, özellikle küresel ile yerelin geçişliliği sürecinde odaklanması gereklidir. Bu geçişliliğin etkileşiminin yaşandığı yerler olarak ise kentler ortaya çıkmışlardır.[31]
1980’li yıllara kadarki temel nitelikleri ve sorunları yukarda ele alınan Türkiye kentleşmesi, 1980 sonrası başlayan liberalleşme eğilimleri ve 1990’larda belirginleşen küreselleşme sürecinde iki temel olgu ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birincisi, yerel yönetim-kent ve kentleşme ilişkisi bağlamında ele alabileceğimiz anakentleşme (metropolitanlaşma), diğeri ise kentlerin uluslararasılaşması yani dünya kenti niteliğinin öne çıkmasıdır. “Türkiye, 1980’den bu yana önemli bir değişimi yaşıyor. Bu değişim, Türkiye’nin dünya ekonomisi ile olan ilişkilerinin yeniden yapılanmasıyla yakından ilgilidir. Hızla küreselleşen dünya ekonomisiyle farklı bir düzlemde yeniden eklemlenen Türkiye, yol aldığı bu yeni patikada dışarıyla ilişkilerinde yaşanan değişimi doğal olarak içeriye de taşıyor. İçeride de ekonomik, politik, sosyal, demografik alanlarda önemli değişimler gözleniyor.”[32]
Bu değişimlerin temel parametresini küreselleşme oluştururken, değişmelerin en hızlı ve kapsamlı olarak yansıdığı alan ise kentler olmaktadır. Yeni süreç, kentleri ve kentleşmeye ilişkin anlayış ve yapılanmaları, nitelikler ve sorunlar bağlamında dönüştürmektedir. Bu anlamda kent ve kentleşme ile ilgili gelişmelerin en yakından ilgili hale geldiği iki olgu ise yönetim ve yerel yönetimdir. Bazı nitelik ve sorunlarını önceki başlıkta da sunduğumuz bu ilişkiyi burada küreselleşme boyutu ile ele almak gerekir.
Türkiye’de kentleşme ile ilgili temel sorunlarda önemli bir iyileşme yaşanmadığı gibi, 1990 sonrası belirginleşen küreselleşme sürecinde özellikle anakentleşme, yönetim ve yerel yönetim boyutlu olarak yeni sorunlarla yüz yüze gelinmiştir. Kentlerin giderek artan ölçeği, siyasi-idari yapıdan kaynaklanan sorunların çözülememesi ve yeni gelişmelere uyumlu yapılanmalara gidilememesi sonucu gerek genel olarak yönetim gerekse yerel yönetimlerle ilgili yeni ve önemli sorunlar gündeme gelmiştir. Bilal Eryılmaz’a göre, bu süreçte, “ülkemizde, yerleşim sisteminde, ekonomik ve sosyal hayatta yaşamakta olduğumuz gelişmelere ve değişmelere uygun olarak kamu yönetiminde fert ve devlet ilişkilerinde yeni bir yapılanmaya gidilememiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında nüfusumuzun büyük bir kısmı kırsal kesimde, ancak %20’si belediye sınırları içinde yaşamaktaydı. Belediye sınırları içinde yaşayan nüfus oranı, 1950’li yıllarda önemli bir ivme kazanarak arttı ve 1995 yılında %76’ya ulaştı. Bugün nüfusumuzun yaklaşık dörtte üçü belediye sınırları içinde yaşamaktadır.
Nüfusun kentlerde toplanmasına karşılık, kentlerin idaresinden sorumlu yönetim birimi olan belediyelerin görev, yetki ve gelirlerinde paralel bir gelişme olmadı, aksine önemli bir zayıflama ortaya çıktı. Çok partili siyasi hayata geçiş, belediyeler ve diğer yerel yönetimler açısından, özellikle hizmet üretimi ve mali kaynak yönünden pek olumlu gelişmelere neden olmadı. Bunun en önemli göstergelerinden biri, belediyelerin bütçe büyüklükleridir. Belediye bütçelerinin genel bütçeye oranı, 1950 yılında %10,33 olduğu halde, bu oran 1965 yılında %8,28’e, 1970’de %6,1’e ve nihayet 1980’de ise, %4,65’e gerilemiştir. 1980 yılında bu oran, Cumhuriyet döneminin en düşük seviyesidir. Kısacası belediyeler, 1960’tan itibaren hizmet üretme ve sunma açısından küçülmüşlerdir. Belediye hizmetlerinin ivme kazanması 1980’den sonra başlamış, ancak bu da kısa sürmüş, 1990 yılından itibaren yeniden zayıflama sürecine girilmiştir.”[33] Bu, Türkiye’de siyasi-idari yapılanmanın tarihten gelen ve kemikleşmiş önemli sorunları olduğunun göstergesidir.
Bu nedenle yenileştirmeye, adem-i merkezileştirmeye yönelik çabalar, kişisel ve konjonktürel kalmaktadır. Zorla düzenleme çabaları ile sağlanan gelişmeleri bir süre sonra, yeniden kabuğuna çekilme ve eski, merkeziyetçi halini alma refleksi takip etmektedir. “Türkiye, dünyadaki gelişme ve değişme eğilimlerine, kendi iç sorunlarını bahane ederek hep tereddütlü yaklaşmaktadır. Avrupa Konseyi’ne üye olan ülkemiz, Konsey’in 1988’de kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartını 1991 yılında onayladı ama dokuz maddesine çekince koymayı da ihmal etmedi. Böylece henüz yerelleşmeye hazır olmadığını ifade etti; bu konuda pek istekli de görünmüyor. Merkezi devlet organları, belediyelerin geliştirilmesine endişe ile bakıyor.
Türkiye, yönetim bakımından bütün ağırlığını merkezi idare kuruluşlarını modernleştirmeye ve yaygınlaştırmaya verdi. Merkezi yönetim kuruluşlarının büyümesi ve güçlenmesi, yerel yönetimlerin görev, yetki ve kaynaklarından kısılarak yapıldığı için mahalli idarelerin bir bütün olarak zayıflatılması sonucunu ortaya çıkardı. Belediyeler, kentlerin yönetiminde etkisiz halde bırakıldıkları içi rant paylaşımı kolaylaşmış, bu paylaşımda güçlü olanların daima kazançlı çıktıkları görülmüştür. Belediye sınırları içindeki hazine arazileri belediyelerin yönetimine verilmiş olsaydı, belki bugünkü gibi arazi yağmalanması ortaya çıkmaz, çarpık kentleşmenin bir ölçüde önüne geçilebilirdi.”[34] Bugün, kentlerimizdeki mevcut çarpıklık, belediye yönetimlerinin düzenleyici ve hizmet sunucu olarak yeterince örgütlenememesi, kaynak oluşturamaması gibi nedenlere dayanmaktadır.
Küreselleşme sürecinde Türkiye’de kentleşme ile ilgili sorunlar özellikle yönetim ve yerel yönetim boyutunda daha da artmıştır. “Bugün kentlerimizin idaresinde bir yönetim boşluğu ya da yönetilememe olgusu yaşanmaktadır. Kentlerimizi önce yönetilebilir hale getirmek zorundayız. Kentlerimizi, orada yaşayan insanlar yönetmeli ve biçimlendirmelidir. Her şehrin farklı bir kimliği, ruhu ve estetiği olacaktır ve olmalıdır da. Şehirlerimizin kaybettiği kimliğini ve estetiğini kazanmasında onlara yardımcı olabilecek en önemli organlar, belediyelerdir. Belediyeler, kentlerin yönetiminde temel aktörler olarak kabul edilmeli; yetki, kaynak ve organları yeniden tanımlanmalıdır.”[35] Merkezi yönetim-yerel yönetim karşıtlığı ve ayrımı yerine, işbirliğine dayalı bir anlayış hayata geçirilmelidir. Sivil toplum örgütleri ve yerel yönetim ilişkileri, denetim, hizmete katılma ve onları yönlendirme gibi öğeler açısından uygulanabilir kılınmalıdır.
Küreselleşme süreci, bu yönetim ve hizmet sunma sorunlarının ötesinde bir çok sorunu da beraberinde getirmiştir. “Gerek gelişmiş ülkelerde, gerekse gelişmekte olan ülkelerde, kentlerin bugün karşılaştıkları sorunlar, gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, insanoğlunun yaşama mücadelesinde önemli riskler meydana çıkaracak niteliktedir. Bunlar, ulusal, bölgesel ve hatta küresel ölçekte önemli istikrarsızlıklara neden olacaktır. Konut sıkıntısı, gecekondulaşma, yoksulluğun ve suç oranlarının artması, zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesi, sağlık sorunları, altyapı yetersizliği, trafik, çevre kirliliği, yeşil alanların azalması, mevcut yapı stokunun eskimesi, yabancılaşma vb. sorunlar, dünyada bütün şehirlerin karşılaştıkları ortak problemlerdir.
Yerleşim birimleri arasındaki nüfus hareketleri, ulaşım imkanlarının gelişmesi sonucu, hızlı bir artış göstermektedir. Nüfusun, mal ve hizmetlerin hareket kabiliyeti, önceki dönemlere göre daha fazla artmıştır. Kent, kasaba ve köy yerleşimleri arasında mal, hizmet ve insan hareketlerinin artması, yerleşme ve barınma sorunlarının bir bütün olarak ele alınmasını ve makro ölçekte uygulanabilir politikalar üretilmesini gerektirmektedir.”[36] Küreselleşmenin özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin bu, kentleşme sorunlarını arttırıcı etkisinin gerekli kıldığı bu küresel politikalar ihtiyacını en açık örneğini HABİTAT toplantısı oluşturmaktadır. Başarısı ve sonucundan öte, böyle bir toplantı küreselleşme-kentleşme ilişkisi bağlamında önemli bir örnek oluşturmaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, ekonomik, sosyal ve siyasi-idari anlayış ve yapılanma geleneği ile yakından ilgili Türkiye kentleşmesinin sorunları küreselleşme sürecinde daha da artmıştır. Bilgi toplumuna doğru yaşanan gelişmeler ve küreselleşme sürecinin gerektirdiği, teknolojik, siyasi-idari, beşeri ve sosyal atılımlar yapılamadığı ve yapılanmalara gidilemediği için, bu yeni süreçte de Türkiye negatif dışsallıklara mahkum olma noktasında bulunmaktadır. Olumlu adımlar atılmayıp, mevcut statüko korunmaya çalışılmış, küreselleşmenin olumlu yönlerinden yaralanılamadığı gibi, olumsuz ve sorunlu nitelikteki sonuçlardan etkilenmek de kaçınılmaz hale gelmiştir. Türkiye, bu süreçte gerek anlayış gerekse kurumlar bazında, küreseli anlayıp yereli yaşamak felsefesine dayalı yeniden yapılanmaya gideceği yerde, hem siyasi-idari, hem de ekonomik ve sosyal anlamda sürekli içine kapanmakta, kabuğuna çekilmeyi tercih etmektedir. Nedenleri ve arka planını daha önce ele aldığımız bu anlayış ve yapılanmadan doğal olarak en fazla etkilenen kurumlar da yerel yönetimler olmaktadır. Bu ise kentleşme de içinde olmak üzere pek çok soruna kaynaklık etmektedir.
Küreselleşme sürecinin kentleşme bağlamında ortaya koyduğu ikinci sonuç ise, kentlerin uluslararasılaşması ile ilgilidir. “küreselleşme sürecinde kentler bir taraftan global pazar ve finans hareketlerinin merkezi haline gelirken”,[37] diğer yandan bu süreç “kentleri homojenize ediyor. Örneğin Tokyo New York’a benziyor. Ama globalleşmeden önce böyle bir şey yoktu. Ekonomik globalleşme, politik ve sosyo-ekonomik anlamda da kentleri globalleştiriyor.”[38] Bu süreçte kentlerin sosyal dualizmi artıyor. Globalleşme sonucunda dünya kentlerinin daha geniş bir kamu alanında tartışmaya neden olmaktadır.[39]
Kentlerin bu uluslararasılaşma ya da dünya kenti olma niteliği küreselleşme sürecinin en önemli sonuçlarındandır. Bu süreçten doğal olarak Türkiye de etkilenmektedir ki bunu İstanbul merkezli olarak görmek çok kolaydır.
“Asıl olarak teknolojideki gelişmeler temeline dayanan ve ekonomiye yansıdığında fundamental nitelikte gelişmelere neden olan küreselleşmenin”[40] bu süreçte en hızlı yansıdığı alan kentler olmaktadır. Mal ve sermaye dolaşımının, yeni teknolojilerle ışık hızında yaşandığı kentler, bölgeler de yeni roller ve anlamlar kazanıyor. Bazı kentlerin, bölgelerin, küreselleşme ile birlikte önemleri artarken bazıları da kayba uğruyor. Kentler arasında bazıları stratejik önem kazanıyorlar. Bunlara dünya kenti deniliyor. Birinci dereceden kararların verildiği bu dünya kentlerinin yanında ikincil derece dünya kentleri de oluşuyor.
Bu süreçte, dünya ile ilişkilerde ortaya çıkan bu yeni durumun Türkiye’de yansıdığı ilk alan İstanbul olmaktadır. Tıpkı suya atılan bir taşın oluşturduğu iç içe dalgalar gibi, en iç halkayı İstanbul oluştururken, sonraki halkalar da İstanbul’dan etkilenen bölgelerin sırasını ve etkilenme derecelerini gösteriyor. Ancak bu etkilenmeyi yalnızca olumsuz olarak ele almamak gerekir. Bu süreçte İstanbul anakentleşme ya da metropolitanlaşmanın getirdiği bir çok sorunla karşılaşmakla birlikte bazı avantajlarla da karşı karşıyadır. “Dünya sisteminin şu andaki görünümünde kentlerin gelişimi ve özellikle İstanbul’un konumu öyle ki, yakın gelecekte şehrin gelişme çizgisi önemli bir dönüşüme uğrayabilir, ayrıca bu dönüşüm şehrin global statüsünü yükselterek kaynakları çoğaltacak çok önemli bir fırsat yaratabilir. Bu fırsatı kullanmamak, yeniden dağıtıcı politikaların dar trade-off’lar içinde hapis kalması ve daha kötüsü, gerek kent gerekse ülke açısından bir ölçekte dışlanma anlamına gelebilir. Kısa dönemde bu fırsatı kullanmaya yönelik girişimi popülizm adına reddetmek, uzun dönemde, hem İstanbul hem de Türkiye için çok maliyetli olacaktır.”[41]
İstanbul’un global kent olma durumu, Sema Köksal’e[42] göre üç yönlü olarak ele alınabilir. “Küresel, ulusal ve yerel dinamikler ve bunların etkileşimi. Esas olarak İstanbul belki uluslararası sermaye piyasasının yerleşmek istediği bir mekan olabilir. Ama, acaba, İstanbul kentinin kendisi, ulusal ve yerel dinamikleri itibariyle böyle bir mekan olmaya aday mı, ya da hazır mı? Kentsel düzeyde gözlenen eğilim bir küçük girişim metropoliten kenti olan İstanbul’un yağ lekesi formu biçimde büyümeye hızlanarak devam etmesi sonucunu gündeme getirmektedir.” Bu süreçte İstanbul’un kullanabileceği bir çok avantaj da vardır ve bunların başında tarihsel olan avantajlar gelmektedir. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarına İstanbul’un Karadeniz ve Orta Doğu’ya yönelik bir merkez olduğu görülmektedir. Kentin bugünkü konumu ise tarihsel avantajlarına ek olarak daha geniş bir etkileme alanına sahip olmasını getirmektedir. “Teknolojik gelişme, kontrol ve tekinin geniş çevrelere yayılmasını mümkün kılmaktadır. Günümüzde dünya ekonomisinin işleyişi, İstanbul’un dinamiklerini ve geleceğini farklı bir biçimde ele almanın gereğini ortaya koyuyor.”[43]
Türkiye’de küreselleşme süreci ve kentleşme kavramlarının kesişimi noktasında İstanbul her şey demek değilse de çok şey olduğu kesin. Çünkü, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari bütün nitelikleriyle geçmişten geleceğe Türkiye kentleşmesinin küreselleşme sürecindeki yansımalarını ağırlıklı olarak İstanbul’da görmek mümkün. Gelişmiş ve gelişmekte olan bağlamında çarpık, sağlıksız ve dengesiz gibi sıfatlarla anılan Türkiye kentleşmesi, 1990’larda küreselleşme sürecinde de bu nitelikleri korumaktadır. Bu bağlamda, yukardan beri ele alınan parametreleri de içerecek bir anlayış ve yapılanma sürecine girilmezse, İstanbul vb. Türkiye kentleri birer Üçüncü Dünya metropolü olmaya mahkum olacak gibi görünmektedir.
Ancak, etkin ve kararlı yeniden düzenleme girişimleriyle avantajları ve fırsatları değerlendirerek bu süreç tersine de çevrilebilir ya da başka bir deyişle tehdit ve tehlikeler, fırsat ve üstünlüğe dönüştürülebilir. Buna İstanbul’un olduğu kadar bütün Türkiye’nin, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari anlamda ihtiyacı vardır ve küreselleşme süreci bunda araç olarak kullanılabilmelidir.
Sonuç ve Değerlendirme
Merkeziyetçi nitelikteki bir siyasi-idari anlayış ve yapılanma, Osmanlı’dan Cumhuriyete miras kalan temel niteliklerden biridir ve günümüzde de, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve idari olmak üzere pek çok soruna kaynaklık etmektedir. Bu niteliğin en çok yansıdığı alanlardan birini ise yerel yönetim, kent ve kentleşme anlayış ve kurumlaşmaları oluşturmaktadır. Yerel yönetim, zaten merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik ilişkilerinin önemli bir boyutunu oluştururken, bu bağlamda kent ve kentleşme, daha çok sorunlar ağırlıklı olarak ve çarpık, sağlıksız, dengesiz gibi nitelikleri taşır bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Aslında bu nitelikler, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçen Batı karşısında, tarım toplumu ya da yarı sanayi toplumu niteliklerini yaşayan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kent ve kentleşme olgularının ortak özelliklerini oluşturmaktadır. Bu ülkeler, yerel yönetim ve kent yapılarını da içerecek biçimde, siyasi-idari yapılanmalardan ekonomik, sosyal ve siyasal örgütlenmelere ve kentleşme niteliklerine kadar benzer nitelikleri taşımaktadır.
Türkiye’de bütün reform çabalarına rağmen yerel yönetimlerin özerkliği ve uluslararası standartlara sahip olma açısından önemli bir yol alınamayışının ardında olduğu gibi, sanayileşme- kentleşme sürekliliğine dayanmayan sorunlu ve gecekondulu kentleşmenin ardında da büyük ölçüde bu gerçek yatmaktadır. Bu gerçek aynı zamanda altyapıdan istihdama, çevreden ulaşıma ve barınmaya ve hizmet sorunlarından yönetim sorunlarına kadar, kent ve kentleşme merkezli pek çok sorunla yakından ilgilidir. Gerek kentsel siyaset gerekse ekonomik kararların etkinliği açısından kentlerin yönetim sorunları aynı zamanda yerel yönetimlerin sorunlarıdır. Siyasi-idari anlayış ve yapılanmaların merkeziyetçilik yönünde ağırlık kazanmasının kent mekanı boyutunda da önemli sonuçları bulunmaktadır ve bunun bağlantı noktasını yerel yönetimler oluşturmaktadır.
Bütün bu nitelikleri ve sorunları ile Türkiye siyasi-idari sistemi, yerel yönetimleri ve kentleşmesi, 1990’larda yine Batılı ülkelerin öncülük ettiği ve bütün dünyayı saran global değişmeler ve gelişmelerle karşı karşıyadır. Teknolojik, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari bir çok boyutu bulunan bu bilgi toplumu olma süreci ve bu bağlamda küreselleşme olgusu, ortaya koyduğu sonuçlar ve niteliklerle bütün toplumları ve ülkeleri olduğu gibi Türkiye’yi de önemli ölçüde etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir. Bu sonuçlar ve niteliklerin temel noktalarını ise, küreselleşme- yerelleşme ve demokratikleşme eğilimleri, sürekli değişme ve gelişme süreci, bilginin ve bilgi teknolojilerinin değerinin sürekli artması, yerel yönetimlerin, sivil toplum örgütlerinin gittikçe öne çıkması, yönetimde yeni etkinlik-verimlilik ilkelerinin ortaya çıkması, tarnsnasyonelleşmenin hız kazanması gibi, sanayi toplumu dönemine göre oldukça farklı ve modernizmi aşan anlayış ve yapılanmaları içeren gelişmeler oluşturmaktadır. Bütün bu gelişmelerin yönü sanayi toplumunun ötesinde nitelikler ve parametrelerle yeni yeni oluşan bilgi toplumuna doğrudur ve küreselleşme olgusu bu sürecin en önemli niteliği olarak öne çıkmaktadır. Bütün bu gelişmelerden Türkiye’nin etkilenmemesi ise oldukça zor, hatta imkansızdır.
Bu noktada, geçmişten geleceğe değerlerin, birikimlerin mekansal boyutunu oluşturan kentler ve bu bağlamda kentleşme olgusu, nitelikleriyle, sorunlarıyla ve çözümleriyle ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari diğer parametrelerle birlikte ve küreselle yerel sentezlenerek ele alınmalıdır. Küresel düşünüp yerel davranabilme noktasında çözümler üretilmelidir.
Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 505-518