Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçerken aşağı yukarı II. Meşrutiyet’ten 1930’lu yıllara kadar olan dönem, Türk toplumu için büyük değişimlerin yaşandığı çok önemli yıllar sayılır, muhteşem bir imparatorluktan laik cumhuriyete dönüşüm, her kesimde ve günlük yaşamda köklü değişiklikleri beraberinde getirdi. Devrimsel denebilecek bu değişimler esnasında, geçmişten çok şeylerde süregelmişti. Eski ile yeni fark edilemeyecek bir şekilde birbirine karışacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayıp Cumhuriyet Türkiyesi’nde yeni boyutlar kazanan, Avrupa’nın toplumsal ve fikirsel oluşumuna erişmeyi hedef olarak gören bir yaklaşım[1] sürecine girilmiştir.
Modern toplum varılmak istenen hedeftir. Hareket noktası ise, geleneksel toplumdur.[2] Cumhuriyet dönemi reformları ile, Türkler saatlerini Batı’ya göre ayarlayacak, giysilerinden, şalvar, fes ve sarığı bırakacak, çok görülmemekle birlikte çok eşlilikten vazgeçecek, gündelik yaşamdan düşünce tarzına kadar bazı alışkanlıkları değişecekti. Bunun yanında Cumhuriyet kadınları, çarşafı ve mahrem alanı terk ederek moda, eğlence ve hayat tarzlarıyla yeni bir uygarlık alanına girecektir.[3] Değişen dünya şartlarında kendine yer edinmeye çalışacaklardır. Cumhuriyet dönemi devrim niteliğindeki yenilikleri, tarihsel süreç içerisindeki zorunlulukların bir ürünü olarak da değerlendirmek mümkündür.[4]
Gündelik Yaşam
19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında Osmanlı toplumuna baktığımızda diğer Müslüman toplumlara nazaran Batı’yla oldukça yakın bir kültürel ilişki içerisinde olduğunu görmek mümkündür. Özellikle Batı kültürünü Osmanlı’ya sokma noktasında önemli bir misyon üstlenen Pera’da, cafe ve birahanelerin müşterilerinin çoğunluğunu Türkler oluşturmaktadır. Balolar, eğlence geceleri, karnavallar düzenleniyordu. Alaturka ile Alafranga her geçen gün biraz daha birbirine yaklaşmakta, Batı’da görülen; takvim, saat, yazı, kıyafet, hayat tarzı ve gündelik kullanılan eşyaya kadar birçok şey Cumhuriyet İnkılaplarından çok önce Osmanlı’nın bu bölgesinde kendisini göstermeye başlamıştı.[5] Batılı hayat tarzının bu bölgede etkin bir şekilde yaşanmasında azınlık Rum, Yahudi ve Levantenlerin yanı sıra zengin bir yaşam tarzının önemli bir etken olduğu gözden kaçmamalıdır. Meşrutiyet’in getirdiği serbestlik içerisinde kadınların varlığı belirgin bir şekilde ortaya çıkacak, kadınları çalıştırma Cemiyet-i İslamiye derneği, Dahiliye Nezareti’nden kadınların toplum içerisinde yer edinebilmesi için, iş isteğinde bulunduğunu arşiv kayıtlarında görmek mümkün olacaktır.[6] Tabi ki asıl değişim ve yenilikler Cumhuriyet’le birlikte görülecekti.
Eğlence Hayatı
Osmanlı padişahları, eğlence ve özellikle musiki ile oldukça yakın ilişki içerisinde oldukları görülmektedir. Saray, musiki etkinliklerini izleyen, başarılı musikicileri bünyesine alarak gelişmelerine olanak sağlayan, onların kültürel yönden beslenmelerinde önemli bir yer tutan bir görev üstlenmiştir.
Son dönem padişahlarından II. Abdulhamid Batı müziğini ve operayı çok seven, kızı Ayşe Sultan’a piyano dersleri aldıran bir yönetici olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten Batı fikirlerinin iyice anlaşılmaya başlandığı ve Batı’nın model olarak alınmasının hızlandığı devir Sultan II. Abdulhamid (1876-1909) Dönemi’dir.
Saraydaki çalgıcıdan aile meclislerindeki musikiye özdeşleşmiş bir toplumdan bahsetmek mümkündür.[7] Cumhuriyet dönemi ise, Türk milleti için yeni bir hayat tarzının başlangıcı olduğu kadar, Türk musikisi için de yeni bir dönemdir. Bu dönemde Türk musikisi çözümü gitgide zorlaşan bir durum içerisinde kendine pek fazla yer bulamamıştır.[8] Eski hüviyetini kazanması için uzun bir zamana ihtiyacı vardı. Bu arada Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk, kültür alanında yaptığı yenilikler arasında halk müziğinin araştırılıp esaslarının ortaya konup incelenmesini istiyordu. O, halk müziğimizin hangi etkenlerin tesirinde kaldığının araştırılmasını ve ihmal edilmemesinin gerekliliğini savunuyordu. Ve bizim hakiki müziğimiz halktadır diyordu.[9]
Modern dünyanın vazgeçilmezleri arasında yer alan eğlence, günlük yaşam içerisinde de önemli bir yer tutar. Toplumlar her zaman kendilerine uygun eğlence biçimleri yaratmış ve uygulamışlardır. Batı tarzı eğlence hayatı Pera’da hayat bulurken, Şehzadebaşı Direklerarası, alaturka eğlence hayatının merkezi konumundaydı. Eğlencenin oldukça basit, gündelik hayat dokusuna sinmiş ve toplumun herkesimi tarafından bilinen biçimleri de mevcuttu. Ailenin içe kapalı olduğu dönemlerde, birçok ailede saz meclisleri oluşturulabilmiş, bayram ve ramazan eğlenceleri, evlenme ve sünnet düğünleri, cambaz, karagöz gibi seyirlikler eğlenceyi sürekli kılan unsurlar olmuştur. Aslında Osmanlı toplumu normal standartlarına uygun bir eğlence hayatı yaşarken, Batı etkisiyle bu hayata yeni anlayışlar kattıkları görülmüştür. 1922’de 48 saat süren dans yarışmaları, bayılanlar gazetelere konu oluyordu. Alafrangalığı alaya alan Hüseyin Rahmi’nin (Mürebbiye) romanı işgal kuvvetleri tarafından yasaklandı. Şehzadebaşı İmperyal Sineması kız erkek mekteplilerin dans yeri haline geldi. Erkekler, Amerikan ceketleri ve aşağı doğru sivrilen pantolonlar giyiyorlardı. Gençlerdeki zıplama hoplama merakı tiyatrolara bile yansıyordu. İnsanlar değişiyor, yavaş yavaş dışa dönük bir toplum doğuyordu.[10]
Kanto, Cumhuriyetin ilk yıllarında ve aşağı yukarı 1930’ların ortalarına kadar toplumda önemli bir yer tuttu. Ama zamanla başka müzik türlerinin ortaya çıkması ile eski önemini yitirdi. Cumhuriyet’le birlikte öncelikle başkentte başlatılan “Balo”lar toplumu Batılı eğlence tarzına alıştırma amacını taşıyordu. 1920’li yılların sonunda dönemin gazetelerinde balolara oldukça alıştığımız vurgulanıyor. Öyle ki, 1929 Matbuat Cemiyeti balosunda evvelkilerde olduğu gibi kıyafetsiz olan yoktu bu hal memleket için iftihar edilecek bir husustur diye dönemin gazetelerinde yorumlanmıştır.[11] Politik anlamda, önce kadroların, milletvekili ve yüksek bürokratların bu balolarda bulunması, modern Batı danslarını öğrenip yapması, böylece halka örnek olması bekleniyordu. Batı toplumlarında sıkça rastlanan ve eğlence kültürünün ve sosyal yaşamın önemli bir parçası sayılan balolar, yeni Cumhuriyet’te eski gelenekleri silme ve onların yerine yeni alışkanlıkları getirmenin bir aracı olarak görülüyordu.[12] Bu ilk aşamada söz konusu çevrelerle yakın temasta bulunan, devletle olan ilişkilerini ilerletmek ve yükselmek isteyen yeni tip iş adamları da böyle eğlencelere katılıyorlardı. Ankara’da bu yenilikler sürerken İstanbul’un belirli çevrelerinde Batı tarzı eğlence hayatı zaten biraz daha bilgili ve görgülü bir şekilde devam ediyordu. Kemal Tahir romanında, Tarabya’da ki maskeli balodan ve çok eğlenceli geçen aynı zamanda kıyafet yarışmasının düzenlendiği ve kazanan çiftlerin kazandığı armağanlardan bahseder.[13] Zaten bu tür eğlence tarzları yeni değildi. Osmanlı tarihinde ilk olarak Sultan Abdulmecid’in, Fransız Elçisi Touvernol’un elçilikte verdiği baloya katılması, Sultan Abdulaziz’in Avrupa’ya yapmış olduğu seyahat, Batı etkisini ilk etapta halka değilse de İstanbul sosyetesine sokmuştu.[14] Dolayısıyla, yukarıdan gelen destek ve koruma altında, Türkiye’nin Osmanlı toplumundan beri Batılılaşmakta olan kesimleri istedikleri gibi eğlenecek ortamları, mekanları bulabildiler. Çoğalan gazinolar, müzikli lokantalar vb. yeni eğlence için en uygun yerler olarak görüldüler.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar İstanbul ve özellikle Beyoğlu her tür eğlencelerini sürdürüyor, tiyatrosu, müziği ve sineması ile bir yaşam tarzı sunuyordu. Mütareke ve işgal yılları ile zor günler yaşansa da eğlence devam ediyor. Fuhuştan kumara, içkiden dansa eğlencenin her çeşidi işgal kuvvetleri tarafından körüklenirken aynı zamanda işgal kuvvetleri asayişi bozan en büyük tehlike oluyorlardı.[15] Rusya’dan kaçan Rus göçmenler de bu çarkın önemli bir malzemesi oluşturuyorlardı.[16] Günümüzde normal karşılanan, ama o dönemlerde yalnız Müslüman toplumlarda değil, tüm dünyada kınanan fuhuş, içki ve kumar vb. Osmanlı toplumunda da vardı ve yönetimler tarafından önlenemiyordu.[17] Kumarla ilgili, Emniyet kayıtlarında Rus mülteciler tarafından sadece Beyoğlu’nda oynatılmasına müsaade edildiği halde tombalayı Müslüman mahallelerinde de oynattıkları öğrenilince oynatılması yasaklanmıştı.[18] Mütareke yılları ile birlikte İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin işgali yanı sıra özellikle Beyaz Rusların[19] gelip lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhaneleri canlandırıcınca Beyoğlu yeni bir çehre kazanır. Genelde Rus göçmenlerinin aktif rol aldığı bu işletmelerde Osmanlı gençleri Ruslara özgü gece hayatı ve eğlencesi ile tanışır.[20]
1900’lü yılların ilk çeyreğinde sur içi İstanbul’unda yetişen gençler, muhafazakar mahallelerinden kozmopolit Beyoğlu’na eğlenmeye gitmeleri, o dönem kuşağı için çok önemliydi. Beyoğlu farklı bir dünya demekti. Pera, o zamanlarların eğlence diyarı, tiyatrolar, kafeşatanlar, Avrupai tarz içkili restoranlar, kalabalık caddeler her milletten insanın kaynadığı Cadde-i Kebir, loş ve hizbe meyhaneler, malum evler. Geceleri caddeler havagazı lambaları ile aydınlatılmakta, atlı tramvay seferleri düzenli, Cadde-i Kebir’in iki yanında yükselen sütunlu ve heykellerle süslü yüksek binaları, kısacası o dönemin Avrupai tarz Pera’sı. Diğer tarafta, Müslüman mahallelerden oluşan eski İstanbul, insanlar vakitlerinin çoğunu evlerinde geçiren, daracık sokakları gelişigüzel caddeleri, geceleri karanlık, yazın tozlu, kışın çamurlu yolları ile içine kapanık halkın sınırlı dünyası. Eski İstanbul’dan Pera’ya eğlenmeye gidenler Galata’nın arka sokaklarının birinde kıyafetini çıkarıp pantolon ve ceket giyer kıyafet bir poşete sokulup dönüşte yine aynı yerde giyilerek mahallelerine dönülürdü.[21] Osmanlı insanını Batı’ya ısındıran gizliden bir etkileşim devam eder giderdi.
Batı’da moda olan danslar, tango ve çarliston vb. çok kısa zamanda Türkiye’de tanındı. Anayurdu Arjantin olan tangonun dünyaca ünlendikten sonra birçok tango çeşidinin yanında “Türkçe Tango” türünün de oluştuğu söylenebilir. Birçok şarkıcı bu türü hayli popülerleştirip yaygınlaştırmıştır, hatta Münir Nurettin bile ilk plaklarının birinde tango söylediği görülür.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında belli kesimden gelen insanlar ve ancak belirli yerlerde birbirleriyle kalabalık arasında dans edebiliyorlardı. Gene de bütün bu, “Batılılar Gibi Yaşama” gidişinin içinde büyük acemilikler, yadırgayışlar, şaşkınlıklar, şoklar vardı. Vaktiyle, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Müslüman olmayan azınlıklar öncelikle göz önünde bulundurularak açılmış olan yabancı okullarda okuyan Türk öğrenci sayısı, Cumhuriyet’ten sonra iyice arttı. Bu okullar, düşünce düzeyindeki eğitimle birlikte hayat ve yaşama tarzı düzeyinde de Batılalıştırıcı unsurlar olarak görev üstlendiler. Bu okullardan yetişen “seçkin”ler tıpkı Osmanlı döneminin “saray” ya da “konak” mensupları gibi topluma model olarak sunuldukları görüldü.
1920’li yılların sonlarına doğru yılbaşı eğlenceleri yeni Cumhuriyet’te büyük bir hızla yaşanmaya ve adet olmaya başladı. Özel eğlenceler ve davetler ünlü mekanlarda verilir oldu. Yılbaşı Eğlence merkezleri ise, Taksim, Gardenbar, Turkuaz ve Perapalas gibi yerlerdi.[22]
Türkiye geleneksel olarak Batı’nın dışında olmakla birlikte aynı zamanda Batı’nın en yakın komşularından biriydi de. Bu durum, gelen yeniliğin hem çabuk gelmesine, çabuk yayılmasına hem de, hala hafifçe “yabancı” kalmasına yol açıyor. Örneğin gramofon, kendi çağında çok heyecan yaratmıştı. Nitekim gramofon kullanımının yaygınlaştığı yıllarda Odeon ya da Sahibinin Sesi (His Master’s Voice) gibi plak şirketlerinin en büyük pazarlarının Türkiye olduğu söylenir. Zaten 1920’li yılların gazete ve dergilerinde reklamları boy boy çıkmaktadır.[23] Radyonun yaygınlaşmadığı bir dönemde plak, çok merkezli bir kültürün aracı oluyordu.
Sinema da eğlence hayatı içinde teknolojinin sonuçlarının yarattığı önemli bir yeniliktir. Zamanla sinema insanların hayatını belirleyen bir teknik araç haline gelecekti.[24] Sinema yıldızları insanların hayatlarında önemli bir yer edineceklerdi.
Giyim Kuşam ve Moda
Moda kavramının pek fazla bilinmediği, Batılılaşmada önemli adımların atılmadığı dönemde toplumu görsel olarak tanıtan giysi, genelde biçim olarak farklılıklar göstermeyen fakat, şekli, dokusu, rengi gibi özelliklerinde farklılıkları dışa vuran gizli bir anlatım şeklidir.[25] Giyim insanın temel ihtiyacı olmanın yanında, her zaman belli kültürel belirlenimlere uyarak “temel ihtiyacın” ötesinde anlamlar kazanmıştır. Giyim aynı zamanda bir kişisel “dışavurum” aracıdır ve kullananın kişiliği ve yapısı hakkında bir mesaj verir. Ve bununla birlikte şüphesiz içinde yer aldığı kültürel yapıya göre değişir. Giyim, bir kültürün en önemli öğelerinden, kolayca gözle görülür parçalarından olduğu için, kültürel bir değişim geçiren Türkiye’de bir hayli eski zamandan beri şu ya da bu biçimde gündemde bulunurdu. Kültürel değişim hamlesi de, çoğu zaman yukarıdan aşağıya, devlet eliyle geliştiği için gündemde bulunuş biçimi genellikle bir zorlamaya tekabül etti. Batılılaşma ya da modernleşme zorunluluğunu yaşamış toplumlarda bu durumlar sıkça görülmektedir. Tarz, adet, gelenekselleşmiş ya da kabul görmüş giyim veya hakim kıyafet biçimleri ile ayrım yapma çabasına dayanan her moda tanımında, moda adını hak etmesi için bir değişimin olması şarttır.[26]
Yoğun tüketim ve gösterişin etkisiyle giyinişler arasında ayrımlar da yok olmaya başlıyor. Varlıkla birlikte gelen kent giyimi giderek ortak modaların oluşmasını sağlıyor. Toplulukların giyim şekilleri birbirleriyle benzeşir hale geliyor. Halk ise zaman zaman gelenekselleşmiş giyim şeklinden vazgeçirileceğini anlayınca direnme sürecine giriyor. Frenk gömleğinden püsküllü bela olarak anılan fese ve son olarak şapka devriminde aynı manzara ile karşılaşmak mümkündür. Modernleşme tarihi bir zorunluluktu. Kaçınılmaz olan, değişikliğin kendisiydi. Tartışılan ise yapılacak değişikliklerin yöntemiydi.[27]
III. Selim’in Nizam-ı Cedid’i, giyimdeki yeniliğiyle de etkili olmuştu. II. Mahmut’un fesi getirmesi daha büyük tepkilerle karşılaştı ve kan dökülmesine bile yol açtı tıpkı sonradan fesin yasaklanması gibi. Özetle, giyimin bir kültürel değişim göstergesi olma niteliği Osmanlı Devleti’nde devralınmış bir olgudur. Aynı zamanda, değişimin yukarıdan aşağıya zorlanması sonucu, bir giyim tipinin bir sınıfsal konuma tekabül etmesi de aynı tarihin bir başka yan sonucudur. Meşrutiyet’le birlikte başta giyim kuşam olmak üzere toplumda büyük değişiklikler olmuştur. Her şeyimiz Batı örneğine göre düzenlenir, şalvarın yerini pantolon alır, Frenk gömleği, mintanın yerine geçer, yüklüklerin rafların, dolapların, sedirlerin, yerini alafranga eşyalar alır; mobilyalar odaları doldurur. Fes ve püskül gibi çarşaf ve peçeyi çıkarıp başka bir görünüş içine girilir. Önce askerlikte şapkaya doğru adımlar atılır, kalpaktan kabalağa geçilir. Garplılaşmada adımlar büyük bir hız kazanır.[28]
Her toplumun kendine özgü giyim kuşam anlayışı mevcuttur. Bu anlayışın moda olarak yayılabilmesi sistemli bir yönlendiriş gerektirir. Günün şartları ve yenilik arayışı da modayı destekler. Fakat her zaman toplumun istekleri gerçekleşmez ve siyasi otoritelerin istekleri neticesinde yönlendirilirler. Osmanlı’nın çağdaş toplumsal değişimi orduyla başlamıştı. Askeri kıyafetlerde görülen Avrupai tarz toplumun diğer kesimlerinde görülmekte gecikmez. Devlet memurları ve İstanbul halkı kısa sürede baştaki sarığı bırakıp setre pantolonu tercih eder. Kadın ise Avrupai tarz moda giyiminde biraz geride kalır. Gelenek ve inanışlar ağır basar. Fakat yaygınlaşan kent yaşamı moda özlemini körükler ve örtünme değişime uğrayarak bir gösteri ve süs unsuru taşımaya başlar. Avrupa modasının etkisiyle ferace ve yaşmak tarihe karışırken şık çarşaflar, maşlah (süslü başörtü) ve yeldirmeler (hafif manto) Boğaz’da, mesire yerlerinde, kır ve bahçeler ile kadın kadına görüşmelerde giyilir. Özellikle maşlah ve yeldirme ile şehir merkezlerine inilmezdi. Çarşaf genelde siyah olmakla birlikte genç kızlar çarşaflarının açık renk olmasına dikkat ederlerdi. Zamanla her renkten çarşaf moda haline geldi. Peçe çarşaf rengine uydurulur çanta ve şemsiye gibi aksesuarlarla da süslenirdi. Gitgide çarşaf daralır, kadının vücut hatları ortaya çıkar.
Dar etekle ince görünmek modadır. Savaş yıllarında tesettüre dikkat gittikçe azalacak Rus göçmenlerin etkisiyle de Osmanlı hanımları arasında “Rus başı” moda olacaktır. Her türlü elbise ile başa sarılan eşarpla sokağa çıkılır. Bir zaman moda olan Çarşaf demode olmaya başlar. Çarşaf ismen kalkmasa da Batı kadın giysilerinden fark edilmeyecek oranda değişime uğrar. Artık Türk kadını Cumhuriyet dönemi köklü kıyafet değişikliklerine hazırdır.[29] Halbuki daha yakın bir dönemde 31 Mart Vakası sonrası bir erkek, Tepebaşı’ndaki bir konsere bir kadını çarşafsız götürdü diye, yönetim, o gün kadını şehirden sürmeye kalkmıştı.[30] Dönemin Emniyet kayıtlarında içki içip havaya ateş etme gibi asayişi bozucu hareketler içinde bulunanlar da sürgün ediliyorlardı.[31] Bu durum bize gösteriyor ki, iki olay aynı derecede sakıncalı bulunuyordu. Osmanlı son döneminde modayı belirleyen yer olan Beyoğlu; Paris, Londra ve Avrupa’nın en önemli merkezlerinin modasını günü gününe İstanbul’a yansıtan bölge niteliğindedir. Pera sosyetesinin en zengin Rum ailelerinden birine mensup Madam Siniossoglon, yeni çıkan ilk incecik ipek çorapları giyen kadın oldu. Önceleri çorap giyinip giyinmediğinden kuşku duyuluyordu. İpek çorap adeta yeni bir çağ açmıştı. “Eskiden bacakları örtmek için giyilirken artık bacakları soymak için giyiliyor” şeklinde yorumlar yapılmaya başlanmıştı.[32] 1920’li yıllarda çorap oldukça yaygınlaşacaktı. Kadın dergisinde, kısa etek ve ince çoraplarla evde, koltukta, merdivende, lokantada, sokakta ve yatağa girerken nasıl hareket edilmesi gerektiği resimlerle kadınlara öğretilmekteydi.[33]
İstanbulini de, redingotu da, kolalı gömleği de giyenler, üst sınıfların giyinme üslubu ve yöntemi de çeşitli etmenlere bağlı olarak değişmekteydi. Ancak, Osmanlılar son dönemdeki fesleriyle olsun, başka kılık kıyafet özellikleriyle olsun, taklit ettikleri Batı’ya karşı bir farklılığı korumakta kararlıydılar. Cumhuriyet’ten ve özellikle “kıyafet inkılabı”ndan sonra Batı tek ölçü oldu ve buna uymayan giyim tarzları yasaklandı. Böylece Cumhuriyet döneminde giyim-kuşam zorunlu olarak politik bir anlam kazandı. Saç modası ise, zaman zaman değişiklik gösterir. Kısa saç moda iken 1925’lerde Amerika’da başlayan yeni tip saç modeli; kulak, yanak ve boynu dolayacak uzun saçlardır. Kısa saça büyük bir darbe olmuştur.[34] Diğer taraftan 1928’de ise, adam karısını, saçını uzatıyor diye boşamaya kalkmıştır.[35] Yani moda yer ve zamana göre oldukça değişkenlik gösteren bir olgu haline gelmişti. Moda ayakkabılara da yansır fosforlu ökçeler, iskarpinler moda olur. Ayrıca 1929’da hakim olan renk sarıdır ve her yıl hakim renk değişmektedir. Etekler uzundur fakat her tarafı değil ön uzun arka kısadır.[36] Yalnız, kapalı Müslüman toplumunda kadın giyimine müdahale etmenin fazla tepkiye yol açacağı düşüncesiyle burada yasal tedbir getirilmedi ama “çarşaf” gibi giyimlerin resmi otoritenin hoşuna gitmediği her şekilde belli edildi. Bu koşullarda dini muhalefet, yasaların yasakladığından vazgeçmek zorunda kalsa da, yeni çerçeve içinde kendi farkını açıkça gösterecek yeni kılık ve kıyafetlerini oluşturdu. Toplumsal değişimde atılan bu laik adımlar aynı zamanda dinin gerçek özüne dönmek ve geriliğin zararlı etkilerinden kurtarmayı hedef edinmiştir.
Zaten Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleştirilen toplumsal ve kültürel değişimlerin çoğu dolaylı da olsa laiklikle ilgilidir.[37] Osmanlı Batılılaşması, Batılı olmayan bir toplumun laik olmadan Batılılaşmanın mümkün olamayacağını gösteriyordu.[38] Modernleşen Türkiye’de, yeni başkent Ankara’da yakın bir zamana kadar erkek görünce duvar dibine oturan kadınların hemcinsleri 1929’da balolarda dans partneri haline gelmişlerdi.[39] Modern toplum olma Batılılaşmayı, Batılılaşma ise, laik olmayı gerekli kılıyordu.
Osmanlı toplumunda kadın güzelliği hakkındaki fikir ve anlayışları Avrupalılara benzemenin yanında bazı farklılıklarda gösterir. Türkler genellikle beyaz, esmer ve tombul sayılabilecek kadınları, ince ve sarışınlara tercih ederdi. Kadın yüz makyajında üç şey kullanırdı, Rastik, sürme ve düzgün. İstenen ve rağbet edilen güzellik anlayışı bembeyaz bir yüz ile kapkara göz ve kaştır. Daha fazlasını gösteremeyen Osmanlı kadını bu üç özelliğini ön plana çıkartmaya çalışırdı. Kaşlara rastık, gözlere sürme yüzü beyazlatmak için önceleri “düzgün” sonraları ise pudra sürülürdü. Bu makyajın belki de en lüksü alın ortasına indirilen bir tutam saçtır.[40] Cumhuriyet’le birlikte özgürlüğünü elde etmeye başlayan Türk kadını daha rahat bir ortama kavuşabilecekti.
Seçkin tabaka bu değişiklikten sonra Batı modalarını da rahatça izlemeye başladılar. Bobstil, çarliston ve daha nice Batı giyimleri Türkiye’de görüldü. 1929’larda uzun etek modası baş gösterince dönemin gazetelerinde çarpık bacaklılar ne kadar memnun olacak diye yorumlar yapılır ve bu modanın uzun sürmeyeceğinden bahsedilir.[41] Resmi ideolojinin seçkin giyim örneklerinin yanı sıra bir de özellikle Batılılaşmayı fikren benimseyip maddi imkanları yetmeyen kısmen yoksul daha çok küçük memur kesimlerinin mütevazı üslubu oluştu. Bu değişimlerden en az etkilenenler, giyime en çok “temel insan ihtiyacı” bağıyla bağlı kalan köylülerdi. Ama onlar da kasket gibi yeni sürüm mallarına alıştılar, kasket köylü tarafında öyle benimsendi ki ondan bir daha vazgeçemediler.
1950’lerin sonuna kadar İstanbul’da şık ve Batılı giyim, yerli azınlık ve Levantenlerin de uğrak yerlerinden olan Mayer, Kolaro, Baker, Lyon, Lazzaro Franko, Amiralis gibi azınlık dükkanlarından yayıldı. Aynı dönemde “naylon” salgını patlak verdi. Erkeklerde naylon gömlek, kadınlarda naylon çamaşır bir şıklık aracı sayıldı. Cumhuriyet dönemi boyunca kadın giyimi psikolojik bakımdan daha sorunlu olmuştur, çünkü cinsel tabular burada ister istemez önemli bir rol oynamaktadır. Şehirli kadınlar açısından sorun, potansiyel olarak Batı taklitçiliği ile istediği gibi giyinme özgürlüğü arasında bir yerlerde yatmaktadır. Söz gelişi bir dönemde Batı’dan mini etek modası gelmiş, burada da modaya uyan bir çok genç kadın çıkmıştı. Bir bakıma, bu giyim biçiminden en çok tedirgin olanların da bizzat modayı uygulayanların bazıları olduğu söylenebilir, çünkü onlar da tabuların gücünü kendi içlerinde taşımaya devam ediyorlardı.[42]
Türkiye tarihinde çeşitli dönemlerde giyimin toplumu değiştirmede bir zorlamaya uğraması, modern giyimde geleneksel değişim yapılamaması sonucunu getirdi. Böyle bir zorlamaya başvurulmamış bir toplumda, insanlar geleneksel kıyafetlerle de, uygun gördükleri yer ve zamanda Batı tarzı kıyafetlerle de gezerler. Bugün bölgeleri sürekli birbirine açılan dünyada, Batı kendisi de, bu gibi kılıkları kendi giyim modasına taşıyabiliyor. Ayrıca, bir gelenekten çıkan bir giyim modernleştirilip biçimi stilize edilerek moda yapıldığı görülmektedir.
Yeme İçme Kültürü
Dünyanın en zengin üç temel mutfağının Osmanlı, Çin ve Fransız mutfakları olduğu söylenir. Her üç toplumda da zengin ve çeşitli yöresel mutfaklar ve bunlardan öğrenilen yemekleri birleştirip zenginleştirecek, merkezi “saray”lar vardı. Osmanlı mutfağının diğer ikisinden ayrılan bir yanı, yöreden başka çeşitli etnik yapıların yemeklerini de özümleyebilmesi ve bünyesinde toplayabilmesidir. Böylece çeşitli bölgesel çorbalar ve soğuk mezeler, böreklerin yanı sıra zeytinyağlı sebzeler, acılı kebapların yanı sıra balıklar ya da tencere yemekleri gibi oldukça heterojen pişirme tarzları bu mutfağa ciddi bir zenginlik ve çeşitlilik ve bolluk kattı.
Batılılaşma her alanda olduğu gibi yeme-içme alanında da yeni alışkanlıklar yarattı. En başta, yeme biçimi değişti, taşınabilir sini yerine sabit yemek masası ve sandalye, ayrıca çatal, bıçak vb. bu yemek yeme biçimini öğrenip evinde uygulayan aileler dışında Pera’nın modern lokantaları da toplumsal bir model oluşturmuşlardı. Batı yemekleri yalnız tat bakımından değil, bütün bir düzenleniş tarzı bakımından da farklı biçimler (kaşık çatalların sofradaki yerinden, peçeteye ya da soğuk yemek mi önce, sıcak yemek mi vb.) getiriyordu.
Zaten kozmopolit bir yapıya sahip olan Türk mutfağının Batı yemekleri karşısında yok olmasını gerektiren bir neden yoktu. Belki de yeni bir zenginlikti. Nitekim birçok lokantada hala iki türden yemek bir arada bulunuyordu. Ama Osmanlı mutfağı gene de birçok özelliğini kaybediyordu. Bu, yemek geleneklerinin bir kısmını kaybeden başka toplumlarınkinden daha değişik bir durumdur. Örneğin Fransa’da ve İngiltere’de bazı yemekler, yapılmaları modern koşullarda çok güç olduğu için unutuldu. Türkiye’de ise unutma nedeni yalnızca güçlük değildir. İnce bir mutfağın varolma koşullarından biri maddi imkanı kültürel gelişmişlikle birleştirebilen seçkin aileler ve toplumdu.[43] İstanbul’un soylu ve köklü yemek geleneğinde Doğu ile Batı’nın sentezini görmek mümkündür. Dünyanın dört bir köşesinden taşınan yiyecek ve içecek maddeleri köklü Osmanlı mutfağına malzeme olarak giriyordu.[44]
Laikleşme öncesinde Türkiye’de içki içmenin, özellikle kamuya açık yerlerde içki içmenin, belli güçlükleri vardı. Buna rağmen meyhane, toplumda yerleşmiş bir kurumdu. Cumhuriyet sonrasında hayata kadınla erkeğin birlikte katılması alışkanlığı gene katı tabularla çeliştiği için kadınların gidebileceği içkili yerler bir sorun haline geldi. Çünkü çok yakın geçmişte bile böyle durumların getirdiği olumsuz sonuçlar mevcuttu. Başlangıçta seçkinlere özgü Batılılaşmış mekanlar bu amaca hizmet ediyordu. Zamanla, toplumsal evrim içinde, kadınlara tanınan alan ve hoşgörü genişledi. Örneğin İstanbul’un Çiçek Pasajı[45] ya da Kumkapı gibi yalnız erkeklerin gittiği meyhaneleriyle tanınmış yerlerinde kadınların varlığı alışılmış bir durum haline geldi. Buna rağmen meyhaneler ve içkili gazinolar aile ortamı ve ibadethanelerden uzak tutulmaya çalışıldığını görüyoruz. Kumkapı’da sahibi olduğu gazinoda içki satmak isteyen Vartan Agopyan’ın ruhsat talebi, gazinonun camiye yakın olması münasebetiyle kabul edilmediği anlaşılıyor.[46]
Türkçede “lokanta” anlamına gelen kelime “aşevi” idi (aş kelimesinin aslı Farsçadır). Lokanta İtalyancadan alındı. Bu ikili, birinin “halk tipi” öbürünün “Batılı” biçiminde bir süre kullanıldıktan sonra, Türkçede “restoran” da kullanılmaya başlandı. Lokantalar modernleşme döneminde toplumsal alanda, toplu olarak yemek yenilen mekanlardır ve dolayısıyla lokantalarda yemek yemek de alışılagelmiş geleneksel ölçülerden farklılık gösterir.[47]
Osmanlı döneminin son günlerinde Pera’da, çeşitli Avrupa mutfaklarını İstanbul’a taşıyan ve temsil eden lokantalar açılmıştı. Fransız, Alman, İtalyan, İngiliz tipi yemekler vardı. Aynı zamanda, Osmanlı yemeğinin geleneğine göre piştiği lokantaları da görmek mümkündü. 1930’lara doğru bu alanda yoğun faaliyetler içerisinde sayılabilecek Rus göçmenlerinin faaliyetleri, Türkiye’nin lokanta yemeği alışkanlıklarına damgasını vurdu.[48] Bu yabancılar Osmanlı başkentinin zevk ve eğlence hayatını Avrupa standartlarına erişmesine ve şehrin modernleşmesine hissedilir bir katkıda bulunmuşlardır.
Güzellik Yarışmaları
Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri, dünya güzellik yarışmalarına katılmak, bir dönemin Eurovizyon şarkı yarışmalarında olduğu gibi, Batı dünyası ile bütünleşmenin parçası sayılmıştı. Güzellik yarışmaları bir moda olarak dünyayı sarıyordu. Amerika’da en masum bakışlı kız yarışması dahi yapılmıştı.[49] 1929’daki Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği güzellik yarışmasının kraliçesi Feriha Tevfik olmuştu. Güzellik anlayışı izafi ve kişiden kişiye değişkenlik gösteren bir kavramdı. Dönemin gazetelerinde seçilen güzeller yer yer beğenilmeyip tenkit edilmiştir. Osmanlı toplumunda vücut ölçülerinden ziyade en çok görülen yerler önemliydi. O da kaş, göz gerisi söz diye ifade edilirdi. Azıcık tombulluk için “iki dirhem et bin ayıp örter” diye atasözü haline geçmiş ifadeler kullanılırdı. Fakat her şeyin değiştiği gibi güzellik kavramı da değişecek, incelik ve bronzluk güzellik yarışmalarında tercih edilir hale gelecekti. 1930 yılında ise aynı gazetenin güzeli Mübeccel Namık Hanım’dır. Feriha Tevfik ise, Amerika’ya dünya güzellik müsabakasına gider. Mübeccel Hanım ise giyecek elbisesi olmadığı için Amerika’ya gidemediği gazetelere haber olur.[50] Değişen toplumda yalnızca fiziki güzellik değil ses güzellik yarışmaları da yapılır hale gelmişti. Cumhuriyet gazetesinin tertip ettiği yarışmada ses kraliçesi Hudadat Şakir Hanım seçilmişti.[51] Güzellik yarışmalarına olan bu ilgi yakın bir zaman sonra Keriman Halis’in Dünya güzellik kraliçesi seçilmesiyle doruğa çıkmıştı.
Gezme Kültürü
Osmanlı insanının eğlence için gezip tozması, imkanlarının kısıtlılığı ve toplumsal yapı nedeniyle, oldukça sınırlı olduğu bilinir. Öte yandan, geniş topraklar fetheden bir imparatorlukta çeşitli türlerden işler nedeniyle seyahatler her zaman süregelmişti. Bu amaçla yeterli bir han ve kervansaray sistemi kurulmuştu. Sürekli seferler, iskanlar, iç isyanlar, ayrıca haberleşme, para, mal aktarımı ve ticaret dolayısıyla yolculuklar yapılmaktaydı. Ama bunun yanı sıra gezmek, yer görmek gibi aktiviteler kendi başına amaç olmuyordu.
Osmanlı’nın son dönemlerinde seyahat edenler, öncelikle zorunlu nedenlerle bir yerlere giden bürokrat memur veya askerlerdi. Köylü ve kasabalılar arasında dar bir çerçevenin dışına hiç çıkmamış olan çoğunluktaydı (askerlik ve hacca gitmeler hariç). İstanbul’da bile mahalleler, kendine yeterlilik ilkesine göre kurulu olduğu için, ancak sınırlı amaçlarla şehir içinde geziliyordu. Ve doğru dürüst bir toplu taşıma sistemi yoktu. İstanbul’da başlıca taşıt at arabasıydı. Bunun yanı sıra Boğaz’da veya Haliç’te yolcu taşıyan çeşitli kayıklar vardı.
Şehir içinde günübirlik gezme azdı. Yaygın sayılabilecek durum, akrabaların birbirlerine gece yatısına gitmeleriydi. Belli bir saatten sonra taşıma araçlarının olmaması ve yeterli aydınlatmanın bulunmaması güvenlik ve asayişi tehdit ediyordu. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında ki Emniyet kayıtlarında asayişi ve güvenliği bozan birçok olaya rastlanır.[52] Bu durum gece yatılarını kaçınılmaz hale getirir. Bu yüzden eski evlerde hemen hemen her odada bulunan ve yüklük diye adlandırılan büyük dolaplar vardı. Bunlar elbise değiştirmeden, yatmaya veya yatak, yorganların konulmasına kadar çeşitli alanlarda kullanılırlardı (bu nedenle yangın çıktığında bekçiler hangi semtte olduğunu bağırarak haber verirlerdi: uzakta olanlar haberi duyup kendi evlerini kurtarmaya koşsun diye). İlk ciddi kamu taşımacılığı atlı tramvayla gerçekleşti (1869) ve uzun yıllar boyunca da İstanbul’da tramvay başlıca ulaşım aracı oldu. Ancak 1914’te İstanbul’un bütün tramvayları elektrikle işlemeye başladı. Taksilerin yaygınlaşmaya başladığı yıllardada atlı araba belli mesafelerde işe yarayan özel bir taşıma aracı olarak devam etti. Şehir alanının çok daha dar olduğu Anadolu merkezlerinde at arabaları, özellikle fayton tipi, uzun zaman varlığını korudu. Zamanla bunların eski, süslü püslülüğü kalmadı, atları perişanlaştı, sonunda otomobil karşısında büsbütün ortadan kalktılar. 19. yy’da denizle içli dışlı olan İstanbul’da kayıklar yetmez oldu. 1850’lerin sonunda kurulan Şirketi-i Hayriye Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. 1930’da Haliç, Boğaz ve Üsküdar seferlerini Şirket-i Hayriye, Moda, Kalamış, Adalar seferlerini de Seyr-i Sefain şirketi yapıyordu. Özellikle Şirketi Hayriye’nin kurulması ile Boğaziçi gezintileri ulaşım kolaylığından dolayı önem kazanmıştır.[53]
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında “gezme-tozma” bir hayli sınırlı olmakla birlikte, herkesin hem akraba ziyaretlerine, hem de kamusal eğlencelere gittiği Bayram günleri dışında bir de mesireler vardı. Küçüksu, Göksu, Kurbağalıdere ve Kuşdili, Kağıthane, Çubuklu, Beykoz, Yuşa Tepesi, Kavacık, Alemdağ gibi belirli yerlerde beyler ve hanımlar, ayrı ayrı kayıklar ya da arabalarla gezmeye çıkarlardı. Bu gezinti yerlerinin her birinin ayrı bir özelliği vardı. Kimisine suyu için, kimisinin yeri ve doğal güzelliği için gidilirdi. Bazı yerde paça içilir, ayrıca her gezinti yerinin de ayrı bir saati olurdu.[54] Bu mesireler aynı zamanda o günün koşullarına göre bir “flört” imkanı sağlıyordu. El işaretleri ya da mendillerle yapılan çeşitli imalarla, “mesajlar” alınıp verilirdi. Kayıklarda çalgıcılar da bulunur, “meşk” edilirdi. Şıklığın her türlüsü en çok buralarda sergilenirdi. İç çekme “seviyorum”, dudak bükme “öpmek” anlamındadır. Zampara kibriti çakmasıyla “ateş bacayı sardı”, ardından mendil tutulup iç çekilir ve “seni kokluyorum” mesajı verilir. Ceket bağlandı mı “seni bir sarsam” derken mendil çıkar. Beyaz mendil: Temiz duygularım var, Pembe mendil: Gönlüm sende demektir, Mavi mendil: Çok Kibarsınız, Mor Mendil: İçim yanıyor, Al mendil: Beni sinene al. Kadın olsun erkek olsun, nerede olursa olsun bu halk mesajları yazılmasa da basılmasa da her tarafta bilinirdi.
Bunlara ek olarak parmağını çıtlatır, “hadi artık” gibilerinden sabırsızlık belirtilir. Ya da bastonunu şöyle bir çevirip yetti artık denilebilirdi. Dili dudak kenarından göstermek daha yakın olmayı anlatır. Utanmaz zamparalar ise dudağını yalayıp, kadının bal gibi olduğunu ima ederler. Bazı hatunlar kaş çatıp darıldıklarını beyan etseler de, ayaklarını titretip, sabır ve tahammüllerinin kalmadığını belirtirlerdi. Arabada ve sandalda ki kadının kucağına çiçek atanlar, göğüslerine bir anda lavanta sıkanlar, kokulu ve çiçekli aşk mektupları fırlatanlar olurdu. Ama kadınlara dokunmak olmazdı, tutma ve elleme cezası ibreti alem için sopalıktı. Sopanın sayısı yasayla değil, zaptiyenin insafına bağlıydı.[55] Mevcut yönetim özellikle kadınların açık saçık olarak yabancılarla gezmesi ve adaba uygun olmayan çirkin faaliyetlerde bulunulmaması için önlemler almaya çalışsa da pek başarılı olamamıştır. Dahiliye Nezaretince Emniyet Dairesi’ne gönderilen 1920 tarihli tezkirede böyle durumların engellenmesi istenmiştir.[56]
Mesire tipi gezinti Cumhuriyet’in ilk yıllarında aşağı yukarı aynı biçimde devam etti. Daha sonraları gezilen yerler de çoğaldı. Ayrıca piknik tipi kırsal gezintiye, daha kentli semtlerde gezme de eklendi. Ramazan boyunca Direklerarası, ayrıca Beyoğlu, Şişli tarafları da gezme yeri olarak önem kazandı. Cumhuriyet’in değişen dönemlerinde, gezme günlük bir ihtiyaçtır. Yakın zamana kadar varlıklı aileler arasında “yazlık-kışlık” alışkanlığı da vardı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Yalova ve Bursa başlıca turizm merkezleriydi. Hatta Yalova’nın İstanbul il sınırları içine alınmasının nedeni budur (memurların il dışına çıkmak için izin almaları gereğini ortadan kaldırmak üzere). Bu iç turizm Cumhuriyet’in büyük ölçüde bürokrat kökenli seçkinlerine özgüydü. Türkiye tarihinde Batılılaşmanın birinci dereceden belirleyici bir rol oynadığı hayatın her alanında ki değişikliklerinden anlaşılmaktadır. Batılılaşmanın ilk etkilerinden biri, Türkiye’nin kültürel hayatında bir ikileşme yaratmak olmuştur.
Toplumsal etkileşimi sağlayan diğer önemli bir mekan da kahvehanelerdir. İstanbul’da ilk kahvenin 16. yy’da açıldığı söylenir. O zaman bu da bir yenilik olduğu için şeyhülislamdan fetva almak gerektirmiş, daha sonra da çeşitli nedenlerle birkaç kez kahvehaneler kapatılmıştı. Bu yasaklar basit bir içki olan kahvenin kendisinden ötürü değil, kahve içilen yerin toplumsal işlevinin tehlikeli görünmesinden ötürüydü. Hemen hemen hiç kamusallaşmamış bir hayat tarzı içinde insanların bir araya gelip her konuda, bu arada politik iktidar üzerine konuşabilecek bir yer bulmaları devleti telaşlandırmıştı. Sonuçta kahvehane yerleşti, ulusal geleneğin bir parçası oldu. 19. yy’da gazete okunan kahveler de açılınca “kıraathane” geleneği başladı. Kahvehanenin kendine göre bir adabı vardı. Kahvehanede oturan bir kimse, tanıdığı birisi geldiğinde kahvehane sahibine ondan para almamasını ima eder. Yeni gelenin kahvesi önüne konduğunda ikram sahibi yalnızca bedava anlamında “caba” diye seslenir ve muhabbet devam eder.[57]
Toplumsal yaşam içerisinde ihtiyaç duyulan geleneksel kahvehanenin Batılısı olarak pastaneler de aynı işlevi görmeye başlamıştı. Böylelikle ilk pastaneler görülmeye başladı. Kahvehane ve pastane Batılılaşmanın kaynaklandığı yere göre ayrı semtlerde oluşmaktaydılar. Bugün genellikle anonim insan ilişkilerinin egemen olduğu pastane o dönemde, Batılılaşanların sayısı sınırlı olduğu için genellikle birbirlerini tanıyan insanların toplandığı yerlerdi. Ne var ki, kahvehaneye gidenlerle pastaneye gidenlerin geldiği yerler ve kültürleri ayrıydı ve zaten bu kültürel farklılık yüzünden bir grup, öbür grubun gidip oturduğu yerde bulunmaktan hoşlanmıyordu. İstanbul Rumlarının açtığı Beyoğlu bölgesindeki pastaneler döneme damgasını vurmuştu. Avrupa tipi pastanelerin başında, Lebon, Markiz, Moulatie (Çikolatalı pastaları ile ünlü), Lyonnaise, To Vasilikon, Themistokli, High-Life (ilanlarında seçkinlerin buluşma yeri diye geçer), Loryan vb. yerler en önemlileriydi.[58] Kahvehaneler yalnızca erkeklerin gittiği yerler olmamalıydı değişen toplumda kadınlar için 1929’da İstanbul Kadırga’da kahvehane açılmıştı.[59]
Bu ikileşme hayatın her alanında kendini yeniden gösterdi. Misvakla diş fırçasından, berberle kuaföre kadar benzer ihtiyaçların farklı kültürel üsluplar içinde giderilmesi alışkanlığı yerleşti. Yeni olan, küçük bir çevrede geçerli olan, Batılı üsluptu. Ama uzun vadede bu üslup daha çok belirleyici oldu. Fakat bugüne kadar çifte standartlı bir hayat tarzından tam olarak çıkılmadı, bir sentez gerçekleşemedi. Öte yandan, bu “çifte” değerler dizisi de kendi saflıklarını koruyamadı. Buna bir örnek olarak kadınların denize girmelerini ele alalım. Böyle bir olay hem dolaylı, hem dolaysız biçimde Batılılaşmanın bir sonucu sayılabilir: “Dolaylı”, çünkü kadının toplumsal hayatın birçok alanına girmeye başlaması Batılılaşmaya bağlıdır; “dolaysız”, çünkü zaten Batı’da kadınlar mayolarını giyip erkeklerle birlikte denize, havuza vb. girebiliyorlardı. Gerçi mayo boylarının ölçüsünün belirli bir standardı vardı.[60] Osmanlı döneminin son evrelerinde de zengin konutu olan yalılarda hanımların kimseye görünmeden denize girmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmıştı. Ama kamu içinde kadının denize girmesi daha önemlisi mayo giymesi daha sonra gerçekleşti. Bu dönemde yalı aristokrasisi zaten marjinal kalmıştı. İstanbul’un üç önemli, kibar sayfiye semti olan Moda, Fenerbahçe ve Bostancı’nın plajları düşünülürse, üçünde de kadınlar için ayrı ve görece kapalı yerler vardı. Her ne kadar sandalların çoğu bu kısımlar karşısında mevzilenirse de, orada kadın kadına bulunmak, kadınlara da belli bir rahatlık veriyor olmalıdır ki, plajların bu özelliği uzun yıllar sürmüştür. O dönemde denizi kullanma pek sık olmadığından beraberinde yüzme bilenlerin sayısı da oldukça azdı. Denize düşenleri kurtaranlar çok itibar görür madalya verilirdi.[61] Böylece, sosyal hayatı kültürel ve dini kurallar çerçevesinde çizilen Osmanlı insanı güneş banyosu ve yüzmeden yeterince yararlandığı söylenemez.[62] Denize uzak Osmanlı toplumu denizin keyfini çıkarmayı Rus göçmenlerden öğrenmişti. 1929 tarihli bir gazetede şimdilerde deniz keyfine doyum olmuyor şeklinde yorumlar yapılmıştı.[63] Kısacası Batılı olmayan bir biçimde denize giren kadının denize girmesi Türkiye’ye özgü bir biçimde oluştu.
Sonuç
Modernleşen dünyaya ayak uydurma, Batılılaşma, Türkiye tarihinin Cumhuriyet döneminden çok önce başlamıştı. Devam eden bu yöneliş birçok aşamadan geçmiş, Türk toplum hayatının önemli ve belirleyici bir parçası haline gelmişti.
Cumhuriyet döneminde ise en köklü değişimler yaşandı. Cumhuriyet döneminin bir önemli farklılığı, belirli bir kültür politikası oluşturması ve uygulaması olmuştur.
Cumhuriyet dönemi yenilikleri, altı asır boyunca kültürel etkileşimler sonucu, niteliksel değişime uğrayan öze yeniden sahip çıkma olayıdır. Bu açıdan bakıldığında, yeni Cumhuriyet’in taşıdığı ideolojinin temel taşlarını oluşturan değer, kavram, kurum ve ilkeler tarihten gelen bir birikimin eseridir. Çağdaş ve uygar olmanın şartlarını beraberinde getiren bu yaklaşım, kurulan yeni devletin sürekliliğinin ve geleceğinin güvencesi olduğuna inanılmıştır.[64]
Burada şunu da unutmamak gerektir ki, Batılılaşmanın Türk toplumuna kazandırdıkları yanında kültürel bir bozulmayı da beraberinde getirmiş olmasıdır. Koca bir geleneksel kültür anlayışı, yüzeysel Batılılaşma karşısında neredeyse yok olma durumuna geldi. Bunun yanında Batı değerleri de tam olarak yerleşip kurumsallaşamadı. Derken elit kültür ile toplum kültürü arasında uçurumlar oluştu.[65] 1930’lara gelindiğinde, ülkenin genel durumuna bakıldığında oldukça köklü bir değişim gerçekleşmişti. Fakat bir taraftan da kültürel ikilik yaşanmaktaydı. Kültürel bir kimlik arayışı içerisindeki Cumhuriyet Türkiyesi’nin başlıca sorunlarından biri de kendi geleneksel kültür değerlerine sahip çıkmak olduğundan, bunları açığa çıkarmak, anlamak ve bağnazlığa düşmeden çağdaş bir yorumla geliştirmek gerekmektedir. Dış dünya ile olan ilişkilerimizde hem kendi değerlerimizden koparmak, hem de onlara sımsıkı bağlı kalarak yaşamayı bilmek gerekecektir.
Fatih Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 153-161
Temamda batılı vede küffar milletlerinin yakın geçmişte kopuklukğa zemin sonrasındada büyük faylara neden açılması gayelerinin isteklerine kimler vede buzamada Din’i islam ahlakını düstur edindiğini iddiayla ülke iktidarında yer bulan yöneticiler nekadar çatlak kapatmaya yada kaybedinilmesi istenen din’i mübin islam hukuku için tez zaman gerekliliklerini görmezden gelirce lanseleri ve eksikliklerini düzeltmeye kalkacaklar merak konusu vede kuşkuya meilli gibi hukuksal gereklilik vedahi kendi yurdumuzda en azından eşitlik ilke yasama ve yürütmelerine kavuşabiliriz bilemiyorum eyi olur inşaAllah .nediyek başka