Ayrıntılara girmeden önce bu makalenin, şahsi araştırmamdan çok bir tür derleme olduğunu belirtmeliyim. Bir dilci olmadığımı ve dilin yapısı ve evrimi gibi sorunlarla değil, sadece toplumsal etkisi konusuyla ilgilendiğimi anımsatırım. Daha önce de “Arap harfleri kullanmayan, Milletlerdeki dil sorunlarının Osmanlı’nın son yüzyılındaki iç gerginliklere katkısı” konusunda bildiri vermiştim. Bu çerçevedeki araştırmalarım sırasında Türkçenin, Akdeniz çevresinde farklı dil konuşanların anlaşmakta kullandıkları İtalyancadan bozma’lingua franca’ gibi bir ortak dil haline dönüştüğünü gösteren verilere rastlamıştım. Hatta ondan da ileri giderek yalnız Akdeniz çevresinde değil, Balkanlar ve Yakın Doğu’da da anadili Türkçe olmayan kitleler arasında bir kültür dili haline geldiğine dair çalışmalara rastladım. Balkanlar’daki Türkçe ağırlıklı olan bu kitap ve makalelerin sayıları yüzden bir hayli fazladır. Çok değişik dillerde yazılmış oldukları için bir arada sunulmamış bu incelemelerin topluca değerlendirilmeleri ortaya konulursa, İslam dünyasının en köklü devleti olarak kabul edilen Osmanlı Devleti’nin sadece silah gücüne dayanan bir yapısı olmadığı, din konusundaki hoşgörüsüyle çağına yaptığı öncülüğe ek olarak, önemli bir kültürel damgasının da varlığının anımsatılmış olacağı kanısındayım. Türk dili uzmanı Agop Dilaçar, “Bir dilin uluslar topluluğu arasındaki yeri belirtilirken şu ayrıtlar yapılır” deyip sıralıyor ve açıklıyor:
“Dünya çapında yaygın dil, diplomasi dili, uygarlık dili, geçer bölge dili (Lingua franca), resmi dil ya da devlet dili, ulusal dil, yazı dili, vb… (…) Yeryüzünde konuşulmuş 2796 dilden bugün ancak 118’i devlet dilidir. Ancak bu 118 dilin hepsi de büyük uygarlık dili sayılamaz. Devlet dili ne denli işlenmemiş olursa olsun, er geç bir yazı dili doğurur, sonra da kendi çapında bir uygarlık dili durumuna gelir (…) Türkçemizi de XV. yüzyıldan beri bu niteliği kazanmış bir dil olarak görüyoruz. Türkçe bir devlet dili olmasaydı, Doğu Avrupa, Balkan ve Yakın Doğu dillerinin sözcük hazinesine geniş ölçüde girebilir, yüzyıllarca bu bölgelerde bir ‘geçer bölge dili’ (Lingua franca) olabilir miydi?”
Konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla Türk dilinin evrimi hususunda kısa bir sunuşu gerekli görüyorum.
Dil tarihsel bir sürecin ürünüdür. Ses unsurunun etkisi kadar toplumun kendi tarihsellik bilinci oranında yaşama şansına sahiptir. Ayrıca yerleşikliğin ve üretimle eğitim tarzının da yaşamını uzatacak bir gelişmeyi sağladığı gerçektir.
Türkler Orta Asya’dan batıya yönelik göçleri dolayısıyla farklı dillerin kökleşmiş oldukları bölgelere girmişlerdir. Yerleşikliğin kazandırdığı kültür zenginliği sebebiyle Türkçenin bu dillerden (Başlıca Farsça, Arapça, Grekçe) etkilenmesi doğaldı. Bunların o bölgelerdeki sadece ilkel dilleri değil, yazısı olan bazı gelişmişleri de içlerinde erittikleri biliniyor. 9. yüzyıldan itibaren bölgede yoğun şekilde yayılan Türklerin de aynı durumla karşılaşmaları doğaldı. Nitekim Türkçenin üzerinde öncelikle Farsçanın edebiyat ve yönetim dili olarak etkisi hissedildi. Arkasından Arapça, din, hukuk ve bilim dili olarak kendini kabul ettirdi.
Ses unsuru kadar tarihselliklerinin bilinci sebebiyle -de büyük bir olasılıkla göçerlerin ihtiyaç duydukları dayanışmanın etkisiyle- Türklerin ana dillerinden vazgeçmedikleri anlaşılıyor. Abbasi halifelerinin hizmetinde çalıştıkları dönemde üst yönetim kadrosu olarak egemen dili (Arapça) kullanmakla birlikte hem İranlılar hem de Araplar içinde erimemeleri güç aldıkları kitlelerden kopmamak için Türkçeyi terk etmemeleriyle sağlanmıştır. İran ve Anadolu Selçuklularında da yönetimde Farsça’nın kullanılmasına karşılık yine kitleler ana dillerini korumaya ve yeni katkılar ve koşulların getirdiği unsurlarla zenginleştirmeye devam etmişlerdir.
Aynı sırada ll. yüzyılın sonunda Kaşgarlı Mahmud’-un Divani Lügat-it Türk gibi bir dil abidesini kaleme alması ve “Dünya uluslarının yönetim yularını tanrının ellerine verdiği Türklerin dilini öğrenmek çok gereklidir” yargısını vurgulaması, düşünür kesiminin de yeni koşullar içinde kişiliğini koruma içgüdüsünün üzerinde bir ufka sahip olduğunu gösteriyordu. Bu iki yönden gelişen çabalar sonucundadır ki 1277’de Karaman Beyliği’nde “Bugünden sonra, divanda, dergâhta, barigâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” kararı alınmıştı. Bununla Türkçe, çevresindeki egemen dillere esir olmama kararlılığını belirtiyordu.
1311’de ölen Arap yazar İbni Manzur’un Lisan al-Arab isimli kitabında Arap dilinin ikinci plana düşmesinden yakınması ve halkın Arapça yerine yabancı dilleri yeğlediğini belirtmesi; 1327’de İbni Batuta’ nın bir zamanlar fasih Arapçanın merkezi sayılan Basra’da gramer hatası yapmadan vaaz verebilecek bir tek din adamının kalmamış olmasından yakınması, adı geçmese de Türkçenin de yaygınlaştığını gösteriyor. Nitekim İbni Haldun 14. yüzyılın son çeyreğinde, daha Abbasiler zamanında Arapçayı kullanmanın ikinci sınıf bir meslek sayıldığından bahseder. Dilin çöküşünden, artık Kur’an dilinin kullanılmadığından, doğru dürüst konuşan kimsenin kalmadığından bahseder; Türkçe, Farsça ve Berber dillerinin egemen olduğunu ileri sürer:
“Araplar sonunda iktidarı kaybettiler, dilleri süpürüldü, konuşmaları bozuldu, güçleri ve hanedanları sona erdi. Yabancılar iktidarı, hükümdarlığı ve egemenliği ele geçirdiler (…) Selçuklular, bu yabancılar, kentlilere karıştılar ve üstlerine çıktılar. Dünya onların Türkçe sözleriyle doldu ve kentli ve yerleşik halk bunları tercih eder oldu. Halk, artık bulunamaz hale gelen (Klasik) Arapçayı unuttu.”
Osmanlı Devleti’nin bölgeye egemen olmasıyla Türkçe resmen devlet dili olduğu gibi koruması altındaki cemaatlerde de yoğun kullanılır bir araç haline geldi. Arapça ve Farsça kurallar ve sözcükler tamamen dışlanmamakla birlikte Türkçe anlayışa uyduruldu böylece dilin zenginleşmesine katkıda kullanıldılar. Bunun yanı sıra en saf Türkçeyle dinsel konuların ifade edilmesi Türkçenin vazgeçilmez bir araç haline geldiğini kanıtlıyordu. Örneğin 1330’larda Âşık Paşa’ nın tasavvufi Garibname’ sini Türkçe yazmasını “Yalnız Türkçe bilenler de gerçeği anlasınlar; yani Türki dilinde gerçeği bulsunlar” diyerek açıklaması dil konusundaki tabunun aşılması için önemli bir adımdı. Anımsamak gerekir ki “Türk diline kimsene bakmaz idi/Türklere her giz gönül akmaz idi” diyen de aynı yazardır. Onunla çağdaş olan Yunus Emre’ nin Türkçe katkısını da hesap etmelidir. 15. yüzyılın ilk yıllarında dile kazandırılan Süleyman Çelebi’nin Vesilet-ün necat’ı mevlid olarak etkinliğini günümüzde de devam ettirmektedir. Aynı dönemde Ali Şir Nevai’nin Muhakemetü’l Lügateyn’de Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu gösterme çabası da iddialı bir yaklaşımın varlığını kanıtlıyor. Profesör Nil Sarı bilim dili olarak egemen olan Arapçadan en azından tıp bilimi alanında sıyrıldığına dair örnekler veriyor.
17. yüzyılın eşsiz gözlemcisi Evliya Çelebi, ‘din ve cennet halkının dili’ olarak Arapçayı bir hayli övdükten sonra Türkçenin vazgeçilemez hale geldiğini şöyle anlatmıştır:
“Güzel söyleyenler, Arabi fasih, Acemce zarif, Türkçe lâtif, diğer diller yanlış, demişlerdir.”
Nihat Sami Banarlı 18. yüzyılın başında Türkçenin egemenliğini iyice kurduğundan bahseder. Böylece göçebe bir toplumun dili, yerleşikliğin doruğuna varmasını sağlayan bir süreç sonunda bölgesine tam egemen olmuştur. Bu oluşumun Osmanlı hakimiyeti altına giren başlıca cemaatlerin dillerine nasıl yansıdığını ayrı ayrı özet olarak belirtmeğe çalışacağız.
Rumca
Bizans’ta resmi yazı diliyle halkın konuştuğu dil arasındaki kopukluk Türklerin bölgede belirmesinden çok evvel, daha 5. yüzyılda başlamıştı. Kilise klasik dili kullanmaya devam ederken, Helenliği unutulup Romaios (Romalı/Rumi) adını alan halk kitleleri yönetim diliyle hiçbir ilgisi olmayan bir konuşma dili (Rumca) kullanıyordu. Bu dil, Balkanlar’dan Pontus ya da Kapadokya’ya doğru büyük lehçe farklılıkları da gösteriyordu. Türk egemenliği, bu lehçeleri Türkçeden alıntılarla doldurdu. Hatta çok büyük bir kısmı Rumcayı tamamen unutup anadil olarak Türkçeyi benimsediler. Belki bunların bir kısmı Ortodoks dinini kabul etmiş Türklerdi. Anadolu’da Müslüman ve Hıristiyan Ortodoks halkların uyum içinde yaşamasında bu dil birliği kuşkusuz önemli bir rol oynamıştır. Patrikhane kendi fildişi kulesinde yazı dilini devam ettirirken, Türkçe konuşan bu Ortodoksların papazları da cemaatlerinin ihtiyacına uygun olarak yaşamlarını Türkçe ile yürütüyorlardı. Ancak yazmaya gelince, hem Arap harflerinin ve yazısının yetersizliği, hem de Patrikhane’nin etkisiyle Türkçeyi Grek harfleriyle yazmaya giriştiler. Karamanlıca adı verilen bu yazıya ait şimdilik bulunan en eski metin l5. yüzyıl ortasına aittir.
18. yüzyıl başından itibaren bu yazı ile yazılmış çok sayıda kitap basılmaya başlamıştır. Bunlar genellikle Patrikhane’nin matbaasında basılıyordu. Daha sonra 19. yüzyılda uzun yaşamlı bir gazetesi de belirmiş ve bu yayınlar Osmanlı hükümetinden de maddi yardım almışlardır. Karamanlıca Anadolu Rumlarının Yunanistan’a göçüne kadar ürün vermiştir.
Gerek Anadolu ve İstanbul Rumlarının, gerekse aşağıda belirteceğimiz gibi Ermenilerin Türkçeye bağlılığının en ilginç kanıtlarından birine bir Protestan rahibinin 1816’da yolladığı raporda rastlıyoruz. Smith adlı misyoner British and Foreign Bible Society’ye raporunda Ankara Hıristiyanlarının anladıkları tek dilin Türkçe olduğunu ve Grek ve Ermeni alfabesiyle yazılmış Türkçe İnciller gönderilmedikçe burada iş yapılamayacağını kaydeder.
Ermenice
Türkçeyi anadil olarak kullanan bir diğer cemaat Ermenilerdir. Ermenice bir süre Grekçenin, 14. yüzyıldan sonrada Latincenin etkisine girmişti. Burada da yazı dili (Krapar) halktan kopmuş, kilisede kalmış, halkın konuşma dili (Aşkarapar) ise kendi şeklini almıştır. Türkçenin egemenliği gelince konuşulan dile çok sayıda Türkçe sözcük girmekle kalmamış, esasen Anadolu’da ve Balkanlar’da dağınık yaşayan ve pek az yerde çoğunluk oluşturan Ermenilerin büyük kısmı da anadil olarak Türkçeyi benimsemiştir. 16. yüzyıldan itibaren de Ermeni harfleriyle Türkçe metinler görülmeye başlamıştır. Türkçenin Ermeniler üzerindeki etkisinin Rumlarınkinden biraz daha köklü ve uzun süreli olduğu kesindir. Şairlerinin arasında Köroğlu mahlasını kullanana bile rastlanıyor. 1850 yılında Rumların Osmanlı toplum hayatında daha aktif rol oynamaları için çağırıda bulunan Konstantinos Adosides Ermenileri örnek almalarını ve onlar gibi Osmanlıcayı (Arapça ve Farsça etkisini de dikkate alarak) iyi öğrenmelerini öneriyordu. 1727-1918 arasında yayımlanmış Ermeni harfli Türkçe kitap sayısının 900 kadar olduğu hesaplanıyor. 1968’e kadar bu sayı 1150’ye ulaşmıştır. Aynı şekilde çıkarılan gazete ve dergilerin sayısı 1840-1921 arasında 75, ve 1924’den sonra 12’dir.
Balkan Dil Birliği
Dil uzmanları Balkan yarımadasındaki dillerin bir tür birliğinden bahsetmekte, ve Türkçenin bunlara etkisinin öncelikle bu çerçevede ele alınmasının gerekliliğini vurgulamaktadırlar: Herşeyden önce dünyaca kabul edilen Balkan sözcüğünün Türkçe kökenli olduğunu anımsatmalıyız. Dolayısıyla Balkanlar’a öncelikle bir bütün olarak bakınca Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın bu bölümü hatta ortasına kadarki kısma yönelik rolü ile dilin o çerçevedeki etkisi konusundaki değerlendirmeleri yansıtmak gerekli görünüyor. 1935 yılında P. Skok şunları yazıyor:
“Balkan yarımadasında Osmanlı dilinin yayılmasıyla meşgul olan herkes Türk etkisinin son derece yoğun olduğunu ve dil terminolojisinde ifade edildiği şekliyle manevi ve maddi uygarlığın bütün kollarını kapsadığını kabul etmekte birleşirler. (…) Araştırmam Balkanlar’daki 500 yıllık egemenliği sırasında Türkçenin önemini açıkça ortaya koymaktadır. (…) Osmanlılar Asya doğu uygarlığı ile Balkanlar arasında aracılık yapmıştır. Arapların İberik yarımadasında oynadıkları rolün benzerini üstlendiler: İslam uygarlığı ve dünya görüşünü yaymak. (…) Osmanlı dili Balkanlar’da sadece zengin bir uygarlığa sahip doğulu halkların (Arapların, Perslerin) etkilerini yaymakla kalmadı kendisine uygun bir yöntemle Bizans dil etkisini de devam ettirdi. Şu farkla ki, Latin ve Grek kökenli sözcükler Balkan dillerinde artık Grek telaffuzu ile değil, Türkçeye uygulanan şeklinde yayıldılar.”
Yazar Osmanlı’nın doğu uygarlığı kadar Bizans ya da Roma uygarlığının da mirasçısı sayıldığını belirttikten sonra bir dil etkileşiminin ötesinde tüm bir oriyantalizm etkisinin varlığını belirttikten sonra yazısını şu yargıyla bitiriyor:
”Bu incelemeden ortaya çıkan genel hatlar Balkanlar’daki 500 yıllık egemenliği sırasında Türkçenin önemini açıkça ortaya koymaktadır. Bu, yanlış düşünüldüğü gibi, sadece fatihlerin, askerlerin ve hükümet temsilcilerinin dili değildi. Balkanlı dilleri konuşanların kendilerininkinden yüksek saydıkları bir uygarlığın dili olarak düşünülüyordu.”
Bir bütün olarak Balkan Dilleri üzerindeki etki konusunda S. B. Bernstein’ın düşünceleri şöyle:
“Balkan dillerinin birliği Balkan yarımadasının fethinden önce oluşmuştur (.) Bütün Balkan dillerinde sayısız alıntı vardır. Hemen hepsi doğrudan Türklerden gelmiştir (…) Balkan dillerinin söz kaynakları hepsi benzer olan Türkçe sözcükler içerirler. Deyimlerin, cümlelerin oluşumunda Türk dilinin ortak öğeleri vardır. Bu özellikle bu diller birbirleriyle daha çok akrabalaşmışlardır. Ortak Balkan Türk deyimleri Balkan Dilleri Birliği’nin karakteristik göstergelerindendir (…) Demek ki değişik Balkan dillerindeki Türkçe deyimler bir bütünlük gösteriyor. Yerleşme zamanlaması, dilin tarihsel gelişme ve tabakalaşması, yerel dilin içinde yayılma açısından ilgilenen çevreler büyük oranda aynıdır. Aşağı yukarı bütün Balkan dillerine özgü Türkçeden alıntılara bağlanmış deyim grupları vardır. Eski askeri terminolojide, binaların isimleri ve evlerin bazı bölümlerinin adlarında, mesleklere ait terminolojide, giyim isimlerinde, hayvan yetiştirme ve tarım alanında, ulusal yemeklerin listesinde olduğu gibi. Duygusal ve manidar alanlarda Türkçeden alıntı yüksektir. (…) Türkçe 14 ve 15. yüzyıllarda Balkan yarımadası halklarının hemen hepsinin ortak dili haline gelmiştir. Böylece Türk dilinin Güney Slav dilleri, yeni-Grekçe, Arnavutça ve Roman lehçeleri üzerinde uzun bir etki dönemi başlar. Romanya dili üzerinde etkisi daha az olmuştur”
Bir başka araştırıcı, K. Kazazis şunları ekliyor:
Bu Türkçe deyimlerin değişik dillerde tam anlamıyla benimsenmiş olanları var ki, stil olarak tarafsızdırlar. (…) Bu durumda bu isimler tamamen olmasa da çoğu kez somut şeyleri belirlerler. Skâlji/ bunları bir dilde alternatifleri bulunanlar ve bulunmayanlar diye ayırıyor. Eşanlamlı bir sözcüğü bulunamayan pek çok Türkçe sözcüğün Balkan dillerinin temel söz hazinesinde bulunmaması, Türkçenin dil etkisinin güçlü ve sürekli yapısının bir başka işaretidir.”
Bir başka araştırmacı, K. Sandfeld’in yargısı da şöyle:
“Türk dilinin Balkan yarımadasının diğer dilleri üzerinde bıraktığı izler nitelik açısından olduğu kadar nicelik açısından da önemli düzeydedir. Türkçe ‘Balkan Dil Birliği’ içinde temel direklerden biridir. Sadece ekler, takılar, belirteç, fiil çekimi, ifade ve cümle kurma açısından değil, Bulgarca, Romence, Arnavutça, modern Grekçe ile Türkçe arasında uyum ve bütünlük vardır. Özellikle dil hazinesinde, bütün yarımadaya yayılmış Grekçe ve Türkçe kökenli çok yüksek sayıda sözcüğe dayalı, çeşitli açılardan takdire değer bir uyumluluk görülür. Tıpkı Batı Avrupa dillerinin Latinceden aldıkları sözcüklerle alıntı birliğini oluşturmasını andıran bir durumdur bu. “Bu yargıları değerlendirirken Matteo Mandala şu hususu belirtmekten de kendisini alamıyor:” (Bu araştırmalarla) Balkan dillerinin Türk etkisine bağlılığı, hayli yüksek olan alıntı sözcük sayısı kadar, Türkçe aracılığıyla yerleşen oriyantalizmlerle de yeterli derecede kanıtlanmıştır.”
Son olarak da Türkoloji alanındaki yetkisi tartışılamayacak olan György Hazai‘nin değerlendirmesini aktarıyoruz (Özetle). Önemi, günümüzde bile hâlâ Osmanlı’yı göçebe sayma tutkusundan kurtulamayanlara karşılık, Türkçenin Balkanlar’a egemen olmasında öncelikle şehir yaşamına damgasına vuran Türk cemaatinin rolünü ön plana çıkarmasındadır::.
“Balkanlar’ın her büyük şehri, camiler, hamamlar, medreseler ve pazarlarla ‘oriyantal’ nitelik kazanmıştır. Bu görüntü bugün bile kaybolmamıştır. Aynı zamanda da Balkan halklarıyla ‘Efendileri’ (Almanca olan yazıda ‘Herren’ sözcüğü kullanılmış) arasında bir dil ticareti başladı. Bugün bile bakkal, para, pazar, sarraf gibi sözcüklerin Balkan dillerindeki varlığı bunu kanıtlıyor (…) dinlerine ve ibadetlerine huzur içinde devam ettilerse de Güney Slavlarının ve Arnavutların bir Zanaat, yönetim, giyim, mutfak gibi yaşam alanlarında sayısız Türkçe etki mevcut. Her ne kadar yerliler kısmı-hatta Epir ve Girit’teki Rumlar da-İslamı kabul etti. Bu da iki dilliliği teşvik etti, ama Anadolu’daki oluşumun aksine ana dillerini tamamen unutmadılar. Öncelikle şehirlerdeki sonra kırsal kesimdeki Türkler ve nihayet göçebeler (Türkçeyi yaydı. İlginç olan, devletin zayıfalaması karşısında 18. yüzyıldan itibaren ıslahata girişilip merkeziyetçi politika ile entegrasyon hızlandırılınca, özellikle büyük şehirlerdeki gayri-müslim halklarda Türkçeden alıntının daha fazla artmasıdır. Aynı zamanda da ulusal dil akımları hızlandı, bilhassa 19. yüzyılda.”
Arnavutça
Arnavut araştırmacı Dizdari dilindeki Türkçe kökenli sözcükleri 4000 olarak hesap etmiştir. Kostallari ise bunları 3700 olarak kaydeder ve 1700’ünün doğrudan Türkçe, 2000’inin ise Arapça (1500) ve Farsça (500) kökenli olduklarını ileri sürer. Aslında Arapça ve Farsça sözcüklerin de Türkçeleşmiş olarak aktarıldığı ve Balkan dillerine Türkçe kabul edilerek girdikleri unutulmamalıdır. Kostallari’nin sınıflandırmasına göre bunların ilgili oldukları alanlar şöyle sıralanmaktadır:
Yönetim ve askeri deyimler 800
Ziraat ve hayvancılık 430
Giyim 420
Meslek, inşaat 380
Yiyecek 360
Ekonomi, ticaret, milliyet 320
Sağlık, tıp 250
İslam dini 170
Zaman, mesafe, ağırlık, para ölçüleri 120
Oyun, eğlence 100
Müzik 100
Eğitim 90
Doğa olayları 80
Denizcilik ve araçlar 70
Ahlak ve estetik 50
Renk 30
Kostallari’nin yargısı Türkçenin merkezden (şehirden) çevreye (kırsal kesime, köylere) yayıldığı ve l/8 oranında yer ettiği şeklinde. Bu saptama Türkçenin kent yerleşikliğine egemen olduktan sonra daha ilkel bir kültüre sahip olan kırsal kesime yayıldığını gösteriyor. Türkçenin bölgeye yerleşmesinin 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazandığı bilinmekle birlikte, Mandala 14. yüzyılın ortasından itibaren İtalya’ya göç etmiş Arnavutlar üzerinde yaptığı araştırmada bunların dilinde de Türkçenin etkisinin bulunduğunu saptamıştır. Onun yargısına göre Bizans imparatorlarının hizmetlerine aldıkları Türk paralı askerleri gibi, bu Arnavut göçünden önce de hem Grekçe hem de İtalyanca üzerinden Türkçe sözcükler Arnavutçaya girmiş olmalıdır.
Arnavut dili üzerinde çok çalışmış olan G. B. Pellegrini de ekliyor: “Gerçek Arnavut dilini bilmek isteyen kimse unutmamalıdır ki Türk dil hazinesinin bir tabakasıdır ve Türkçenin en derin şekilde şivesine girdiği ve iyi yerleşmiş olduğu unutulmamalıdır.”
Bulgarca
Arnavutların yaşadığı bölge, aslında Hıristiyan iken Müslümanlığa geçenlerin en çok olduğu bölge olması sebebiyle önem taşıyor. Arnavutların yüzde 70’e yakını Müslüman olmuş ve başta sadrazamlık olmak üzere devletin en üst düzey görevlerinde bulunmuşlardır. Bulgaristan ise Türk unsurunun en çok toplu olarak yerleştiği bölgelerden biri olarak biliniyor. Bulgarların Türk kökenli olmaları ve Bulgar isminin ‘bulgamak=karıştırmak’ kökünden geldiği ve Peçenek ve Kumanlardan miras kalmış sözcükler hakkındaki Osmanlı öncesine ait tezleri bir kenara bırakıyoruz. Osmanlı buraları fethettiğinde ülkenin halkı genelde Hıristiyan dinine bağlı idi. Buna rağmen Türkçe sözcüklerin en az Arnavutçadaki yoğunlukta yerleşmiş olduğu anlaşılıyor. “Bulgaristan’da Türkçe yer adları Kılavuzu” adlı çalışmada dört bini aşkın ismin bulunduğu belirtiliyor. Bulgar tarihinde ve kültüründe ün yapmış 802 kişinin Türkçe lâkap, ad ve soyadı taşıdığının saptanması da etkinin kapsamını belirtmek için kanıt oluşturuyor.
Sırpça ve Hırvatça
Toplu şekilde İslam’a geçerek Türklerin Balkanlar’a egemen olmasında önemli bir rol oynayan Bosnalılar (Bogomiller) doğal olarak ana dilleri olan Sırpça ve Hırvatçayı terketmemekle birlikte içine bol sayıda Türkçe sözcük katarak Boşnakça’yı oluşturdular. Abdullah Skalji/’ in hazırladığı Türkçe- Sırpça/Hırvatça sözlükte, bu iki dilde kullanılan Türkçe sözcüklerin sayısı 6878 olarak tespit edilmiştir.
Yunanca
Anadolu’da tamamen Türkçeyi anadili olarak benimseyen Ortodokslara karşılık, Balkanlar’daki Rumlar eski dillerine bağlılıklarını sürdürmüş ve Hazai’ nin vurguladığı gibi iki ana dilli yaşamışlardır.
Dolayısıyla Türkçe sözcükleri dillerine bol miktarda sokmuşlardır. ‘Türkçe kökenli Yunanca Sözcükler’ isimli çalışmasında Koukkides beş bin kadar ortak sözcük bulunduğunu ortaya koymuştur.
Romence
Tuna nehrinin kuzeyinde, güneyindekine benzer bir iki dilliliğin belirmemesi Osmanlı etkisinin daha ikinci planda olmasındandır. Burada Slavcanın daha büyük etkisi görüldü. Yine de Romencenin doğrudan doğruya 2500 kadar sözcüğü almış olduğunu P. Skok bildiriyor. “Bunlar bazı sosyo-politik, askeri ya da ekonomik gerçeklere dayanıyorlardı” diye ekliyor. Angela Tarantino’nun 1770’lerde iki piyes yazan Marin Sorescu’nun bunlarda l56 Türkçe sözcük kullanmış olduğunu saptaması kurgudaki rolleri açısından önemlerini kanıtlıyor.
Arapça
Dinin dili olarak kutsallığı ve bilimi kapsaması sebebiyle Arapçanın egemen olduğu bölgelerde Türkçenin etkisi daha sınırlı olmuştur. Buna karşılık Abbasiler döneminden itibaren Türklerin Arap yönetimleri içinde ön planda yer almaları daha sonrada Memlûk, Selçuk ve dörtyüz yıllık Osmanlı dönemleri Türkçenin ağır ama sürekli ilerleyen bir tempo ile yerleşmesine ortamı hazırladı. Suriye’de yayınlanan “Tarihi Memlûk Sözcükleri ve Deyimleri Sözlüğü” kitabı, Osmanlı öncesi Memlûklar çağında yazılmış kitapların taranması sonucunda özellikle yönetim alanına ait 89l sözcükten beşte birinin (179) Türkçe olduğunu ortaya koyuyor. Tabii ki burada halk arasında gündelik yaşamda kullanılan kısmın çok daha fazla olduğunu tahmin zor değildir. Nitekim 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılan bir araştırmada Suriye Arapçasında 3000 sözcük bulunduğu (Halasi Kun tezi) belirtilmiştir. Buna karşılık Saussey gibi sadece 600 olduğunu iddia edenler de vardır. Aynı şekilde Mısır Arapçasında 300, Cezayir’inkinde 400 Irak’ınkinde 246 Türkçe sözcük bulunduğunu ileri sürenler var. Kanımızca bu farklılık sadece edebi eserlerin dikkate alınmasından ileri geliyor. Halk düzeyinde bunun çok daha fazla olduğu kesindir. l7. yüzyılda Fransa hükümeti Tunus’daki Garp Ocağı’na mesajlarını Arapça olarak yolladığında oradaki Fransız konsolosu hükümetini “Buraya sadece Türkçe gönderin” diye uyarmıştır. Günümüzde, Türkçenin tamamen tasfiye edilmesinin üzerinden doksan yıla yakın bir süre geçtikten sonra yapılan bir araştırma Libya Arapçasında 850 kadar Türk kökenli sözcük bulunduğunu ortaya koymuştur.
19. yüzyılda Balkanlıları etkileyen bağımsızlık ve milliyetçilik akımları dillerini sadeleştirme zorunluğu dolayısıyla Türkçenin en azından resmi kullanımda tasfiyesini gündeme getirdi. Doğal olarak Avrupa dillerinden gelen sözcük ve terimler hızla benimseniyordu. Oluşum Türkçenin kendisi için de bahis konusuydu. Buna karşılık resmi dil niteliği taşımayan Arapça yeni kavramları benimsemekte sıkıntı çekiyordu. Daha 1859’da ünlü Lübnanlı düşünür Butrus al-Bustani bu sıkıntıyı: “Arapça eski fikirleri ifadede hayli zengin olmakla birlikte modern gereksinmeleri karşılayacak deyimlerde çok kısır” diye ifade etmişti. İbrahim al Yazıcı da ona katıldığı gibi Lübnanlı bir gazeteci de “fakir bir dil” haline gelmesinden yakınıyordu. Bu noktada Türkçenin Arapça üzerinde oynadığı rolü Ami Ayalon “Arap Orta-Doğusunda Dil ve Değişme” isimli eserinde şöyle anlatıyor:
“Eksiklerini karşılamak için Arapçanın başvurduğu çarelerden biri Türk deneyiminden yararlanmaktı. İmparatorluğun yöneticileri olarak Türkler, Avrupa politik fikirleri ve uygulamalarını daha önce benimsemiş ve bunlardan doğan sorunları karşılamaya yönelmişlerdi. Bu sebepledir ki Türkiye’nin terminoloji icatlarından pek çoğu Arap siyasal sözlüğünde yer aldı. (…) Ayrıca Türkçe sadece Arapça sözcüklerin yenileşmesi için değil, yabancı deyimlerin ödünç alınması için de hazır bir örnekti. Yabancı fikirlerin yorumlanması için -her zaman tamamen olmasa da- uygun ve güvenli bir yöntemdi. Kabul gerekir ki hiçbir yerli deyim bir ‘parlamento’yu ‘barleman’ ödünç sözcüğünden daha kesin şekilde belirliyemezdi;’konsolos’un karşılığı ‘kunsul’dan başkası olamazdı. Türk yazarlar bu tekniğe yoğun şekilde başvurdular. Fransızca ve İtalyancadan, daha az ölçüde de İngilizceden ödünç aldılar. Araplar ise hem dilin kutsallığı hem de şekil uyumu açısından daha sınırlı kaldılar.”
Türklerin çağdaşlaşmaya yönelişinde diğer İslam toplumlarından daha hızlı bir temponun gerçekleşmesinde, yeni yapılaşmanın çabuk anlaşılmasına yarayacak bir dil evriminin varlığı hissediliyor. İlk Türkçe gazetenin 1828’de çıkışından 1868’e kadarki kırk yılda çıkan Türkçe gazeteler üzerinde yaptığım bir taramada 400 kadar Batı kökenli sözcükle, eski deyimlerin yeni bir anlamda kullanıldığını saptamıştım. Daha kapsamlı bir araştırmanın bunu daha da zenginleştireceğine inanıyorum.
Diğer Diller
Çevre toplumlardan Macarcada, Gürcücede Türkçe sözcüklerin varlığı biliniyor. Özellikle Gürcücenin güney lehçesinde bunların sayısının Azerilerle ilişkilerin de etkisiyle bol olduğu belirtiliyor.
Osmanlı cemaatleri içinde en içe kapalı olanın Yahudiler olduğu ve kendi içlerindeki dil sorunlarının da etkisiyle Osmanlı’nın son yüzyılı dışında fazla alıntı yapmadıkları anlaşılıyor.
Araştırmacı-Yazar / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 509-514