Kırâat ilminin diğer İslâmî ilimler nezdinde müstesna bir yeri vardır. Kur’an’ı-Kerîm, bir çok ilim ve fennin müracaat ettiği kaynak durumundadır. Ondan istinbat ve iktibas yoluyla istifade edilmiştir. Kur’an’ın nazm-ı Celîli ile doğrudan alakalı olan yegâne ilim ise, ilm-i vücûh-i Kur’an’dır.
Kırâat ilminin Türkler arasında okunduğu ve okutulduğunda bir tereddüt yoktur. Hatta tedrîsi yaygın hale gelmeden önce, Mısır’a gidip, orada kırâat ilmini öğrenen kimselerin olduğu bize gelen haberler arasındadır. Ancak, olayın münferit olmaktan çıkıp, resmî olarak tedrîsine başlanması, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 96 yıl sonraya (798/1396) rastlamaktadır.
Sultan Bâyezîd zamanında Muhammed b. Cezerî Bursa’ya davet edilir. Bursa’da Ulû Camii Külliyesi inşâ edilince, burada Hûndî Hatûn Medresesi’nde Kur’an ve kırâat öğretimine başlar ve Osmanlılarda ilk “Daru’l-Kurrâ”nın temeli de atılmış olur. Kırâat ilmine ait te’lif eserler de verilmeye başlanır. Biz, bu çalışmamızda kısaca şu konulara değineceğiz:
- Te’lif Eserler
- Takip Edilen Tarîkler
- Öğretim Metodları
- Tedrîs Mahalleri
- Hâlen Takip Edilen Usûl ve Esaslar.
1. Te’lif Eserler
- İbn Cezerî’nin “en-Neşr fi’l-Kırâati’l-‘Aşr”, “Takrîbü’n-Neşr”, “Tahbîru’t-Teysîr”
- Abdullah b. Muhammed, (Yusuf Efendi Zade Abdullah): “el-İtilâf fî Vücûhi’l-İhtilaf”, “Risaletü’l- Meddât”
- ed-Dimyâtî, “İthâfu Fudalâi’l-Beşer fi’l-Kırâati’l-Erba’ati’l-‘Aşer”
- Abdülfettah Palûvî: “Zübdetü’l-‘İrfân”.
- Muhammed Emîn er-Rûmî: ‘Umdetü’l-Hullân fî İzâh-i Zübdeti’l-‘İrfân”.
Ayrıca daha küçük çapta olmak kaydıyla, “Mürşidü’t-Talebe”, “Kurratü’l-‘Ayn”, “Miftâhu’l-Kırâe” gibi eserler yanında, kütüphanelerde tanıtımı bekleyen bir çok yazmanın olduğu kanâatini taşıyoruz.
2. Takip Edilen Tarîkler
A. İstanbul Tarîki
Hicrî onuncu asrın ortalarına kadar, tedrîsâtta takip edilen tarîkler, büyük ihtimalle, ya seb’a- ‘aşere tarîki veya Teysîr ve Şâtibî tarzında isimlendirilmişlerdir. Onuncu hicrî asrın ortalarında Mısır’da büyük bir şöhrete ulaşmış Nâsırüddîn et-Tablâvî’yi (ö. 966/1559) görmekteyiz.[1] Tablâvî, tefsîrde, hadiste, kelâmda tasavvuf ve tıpta şöhret sahibi olduğu gibi, kıraâtta da büyük bir üne kavuşmuştur. Hatta bu konuda “Mürşîdü’l-Müşteğillîn fî Ahkâmi’n-Nûni’s-Sakineti ve’t-Tenvîn” adlı bir eserin sahibidir.[2]
Bu devirde Osmanlılarda Kanûnî Sultan Süleyman (Ö.974/1569) devletin başındadır. Sultan’ın emriyle Sadr-ı A‘zam Tavîl Mehmet Paşa, Mısır’dan Tablâvî’nin talebelerinden Ahmed el-Mısrî’yi İstanbul’a getirtir ve onu Eyûp Sultan Camii’ne imam tayin eder.[3] Ahmed el-Mısrî bu Camide ed- Dânî’nin “Kitâbü’t-Teysîr”i ile İbn Cezerî’nin “ed-Dürre”, “et-Tayyibe” ve “en-Neşr” isimli eserlerini esas alarak, vefat edinceye kadar kıraât okutmuştur.[4]
Ahmed Hilmi, “İstanbul Tarîki” isminin, bundan sonra duyulmaya başladığını şu cümleleriyle ifade etmektedir: “Üstad müşârun ileyhin (Ahmed el-Mısrî), yetiştirdiği telâmiz, Memâlik-i Osmaniyye’nin her tarafına dağılarak, ilmi talep edenlerin, vücûh kıraâtından istifade etmelerine vesile olmuşlardır. Hicrî 1000 tarihinden sonra, herkes arasında işbu Tarîk-i Teysîr, Tarîk-i İslâbûl namıyla iştihare başlamıştır”.[5]
Muhammed Emîn er-Rûmî, konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Hâzîk ve maharetli kurrâ arasında, gerek Kıraât-ı Seb’a ve gerekse Kıraât-ı ‘Aşere ve takrîbde iki tarîk telakki edilmiştir: Birincisine İslâmbûl Tarîki; ikincisine ise, Mısır Tarîki tesmiye olunur.”[6]
Bu izahlardan anlaşıldığına göre, daha önceden Teysîr tarîki diye adlandırılan tarîk, hicrî onuncu asrın ikinci yarısından sonra İslâmbûl Tarîki diye adlandırılmağa başlanmıştır.
İstanbul Tarîki’nden iki meslek zuhur etmiştir:
- İtilâf Mesleği
Sadr-ı A’zam Tavîl Mehmet Paşa’nın (ö. 987/1579) Mısır’dan getirttiği, Ahmed el-Mısrî’nin vefatından sonra, reisü’l-kurrâ’lık, Evliyâ Efendi namıyla meşhur olan Muhammed b. C’afer’e intikal etti. Evliyâ Efendi’den sonra bu ünvan, Yusuf b. Abdurrahman’a, ondan sonra da, Muhammed b. Yusuf’a, bu zatın vefatından sonra da, oğlu Abdullah’a (ö. 1167/1754) geçmiş oldu. Hicrî 1006 tarihinde vefat eden Ahmed el-Mısrî ile bu zat arasında reisü’l-kurrâ’lık yapan üç kişiden hiç biri, meslek sahibi değildirler. İtilâf Mesleği’ni Ahmed el-Mısrî’den sonra dördüncü sırada yer alan Abdullah b. Muhammed kurmuştur.[7]
Aynı zamanda Buhârî şarihi olan Abdullah b. Muhammed, kırâat ilmine, “el-İtilâf fî Vücûhi’l- İhtilâf” ve “Risâletü’l-Meddât” gibi iki mühim eser kazandırmıştır. Kurduğu mesleğin ismine de “el-İtilâf” adlı eserinin ismini vermiştir.
Müellif bu eserinin mukaddimesinde şöyle diyor: “Bizim mesleğimizde, (kırâatın) ruhsat ciheti değil, ‘azimet ciheti ihtiyar edilmiştir”.[8]
İtilâf Mesleği’nde İbn Cezerî’nin “Tayyibetü’n-Neşr” isimli eserinin muhteviyatı göz önünde tutulmuştur.[9] Mesleğin kurucusu tarafından ifade edilen ‘azimet cihetinden kasıt da, budur. Bazı müellifler eserlerinde, sadece kırâat imamından ve onun râvîsinden gelen rivâyetlere yer vermişlerdir. Bazıları ise, imam ve râvîlerden sonra gelen rivâyetlere, başka bir deyişle tarîklere de yer vermişlerdir. İbn Cezerî’nin de, “Tayyibetü’n-Neşr’i” tarîklere büyük ölçüde yer veren eserlerdendir.
Tarîklere yer veren eserlerde, ihtilâflar daha çok olduğundan, tedrîsâtı güçlendirmekte, kırâat okutan ve okuyan kimseyi daha fazla mesâiye sevketmektedir. Dolayısıyla bu usûle ‘azimet yolu denilmektedir.
Abdullah b. Muhammed “el-İtilâf” adlı eserini te’lif ederken, diğer bazı kitaplarda olduğu gibi, usûl bahsini müstakil olarak ele almamış, doğrudan Kur’an’ın vücûhâtına geçmiş, her bir kelimedeki ihtilâfı ayrı ayrı anlatmıştır. İzah etmeğe çalıştığı konulara, İbn Mücahid’in, Mekkî b. Ebî Talib’in, İbn Ğalbûn’un, Kalânisî’nin, ed-Dânî’nin, Şâtibî’nin, İbn Cezerî’nin ve daha bir çok kurrânın eserlerinden deliller getirmektedir.
Diğer mesleklerle ihtilâf ettiği konular arasında şu husûslar yer almaktadır:
- “Tâ-i te’nis”te Kisâî’nin yaptığı imâlede,[10]
- “en-Nâs” kelimesinde Dûrî’nin yaptığı imâlede,[11]
- “Yünezzil” kelimesinde,[12]
- “Nahlukküm” kelimesinde,[13]
- “Hüve” zamirinden sonra gelen, “fetha”lı “vav” harfinde, Sûsî’nin yaptığı idğamda,[14]
- “Sâkin nûn” ve “sakin lâm” harflerinden sonra gelen “ta” harfini, “şedde”li okuyan Bezzî’nin kırâatında,[15]
- “Yü ‘azzib men…” kelimesinde İbn Kesîr’in yaptığı idğamda,[16]
- “Medd-i ta’zîm” ve “ta-i tavîle”de,[17]
- “Hâ entüm hâ ülâi” kelimelerindeki hemzelerin terki ve teshîl’i husûsunda,[18]
- “Ââl-âne” kelimesinde vakfedildiğinde.
Bunlardan başka, diğer mesleklerle ihtilaf ettiği husûslarda bulunmaktadır. Onları diğer meslekleri anlattıktan sonra, Mısır ve İstanbul Tarîkleri arasındaki farklılıklar kısmında vereceğiz. Verilen bu vecihlerdeki ihtilaflar, takdim, te’hir ve terk mahiyetindedir.
İtilâf mesleği zamanımızda pratikte varlığını sürdürmemektedir.
- Sofî Mesleği
Bu mesleğin kurucusu, Kastamonulu Ahmed es-Sofî’dir.[19] Ahmed el-Mısrî’nin talebelerinden olan Evliyâ Efendiden sonra, reîsü’l-kurrâ’lık iki yoldan devam etmiştir. Bunlardan birisini, diğer mesleği anlatırken söylemiştik. Mevzuu bahs ettiğimiz bu mesleğin şeceresinede Evliyâ Efendi’den sonra, reîsü’l-kurrâ olarak Şa’bân isminde bir zatı görüyoruz. Bundan sonra da, Muhammed isminde, Çelebî İmam diye meşhur olan birisi yer almaktadır. Çelebî İmamdan sonra şecere üç yolda devam ediyor ki, bunlardan birisi de, bu mesleğin kurucusu olan Ahmed es-Sofî’dir.[20]
Ahmed es-Sofî’nin bu mesleğe dair te’lif edilmiş bir eseri yoktur. Ahmed Hilmi’nin “Sırat-ı Müstakîm” Mecmuasındaki makalesinden ve Muhammed Emîn’in, “Zübdetü’l-‘İrfân” isimli esere yazdığı şerhde, bu zata ait rivâyetlerinden, kırâatta, ruhsat cihetini ihtiyar ettiğini anlıyoruz. Esâsen Evliyâ Efendi’den sonra reîsü’l-kurrâ’lık makamının ikiye ayrılması da, bunun bir delili olmaktadır. Çünkü bilhassa İbn Cezerî’nin “Tayyibetü’n-Neşr” eserini te’lifinden sonra, râvîlerden sonra gelen tarîklerin, kırâat-ı ‘aşere ile birlikte ayrıca tedrîs edildiği göze çarpmaktadır. Ahmed es-Sofî’nin mesleğinde bu tarîkler yer almamaktadır.
Bu meslek, İtilâf Mesleği’ne nazaran daha çok yaygınlaşmış olup, halen tedrîsteki yerini korumaktadır. Günümüzde Haseki Kurslarında, İstanbul Tarîki bu meslekle yürütülmektedir.
Sofî mesleği de, İtilâf Mesleği’nde zikrettiğimiz husûlarda öteki mesleklerle ihtilaf halindedir. Diğer ihtilaflar ayrıca, Mısır ve İstanbul Tarîkleri arasındaki farklılıklar kısmında zikredilecektir.
B. Mısır Tarîki
Ahmed el-Mısrî’nin, İstanbul’da kırâat okuttuğu yıllarda (onuncu hicrî asrın ikinci yarısı), Nasıru’d-Dîn et-Tablâvî’nin (ö. 966/1559) diğer talebesi, Şehazetü’l-Yemenî, Mısır’da Şatibî’nin, “Hırzü’l-Emânî” isimli eserini esas alarak, kırâat okutmağa başlamıştır. Bu vesileyle de, bu tarîke Mısır Tarîki denmeğe başlanmıştır.[21]
Ahmed Hilmi: “İstanbul Tarîki’ne mensup kurrâdan bir kısmı, hacca gittiklerinde Mısır’a da uğrayıp, Mısır Tarîkî’ni de tedrîs etmişlerse de, İmparatorlukta bu tarîkin şüyûu, hicrî 1088 tarihinden sonra olmuştur”, diyor.[22] Bu tarihte İstanbul’a reîsü’l-kurrâ Ali el-Mansûrî getirilmiş, bu zat, İstanbul’da kıâatını infirâd usûlüyle okutmağa başlamıştır.[23]
Mısır Tarîki’nde on kırâatın tedrîsi, Şatîbî’nin “Hırzü’l-Emânî” isimli eseriyle, İbn Cezerî’nin “ed- Dürre” isimli eserleri esas alınarak yürütülmüştür.
İstanbul Tarîki’nde olduğu gibi, Mısır Tarîki’nde de iki meslek zuhur etmiştir:
- Mutkin Mesleği
Bu mesleğin kurucusu, Muhammed en-Neîmî’dir. Kırâat ilmine dair “el- Mutkin” isminde bir eser te’lif etmiştir. Mısır’dan İstanbul’a getirilen Ali el-Mansûrî’den sonra reîsü’l-kurrâ’lık iki yoldan devam edegelmiş, Hüseyin Erzurûmî yoluyla bu mesleğin sahibine ulaşmıştır.[24]
İstanbul Tarîkî’nin İtilâf Mesleği’nde olduğu gibi, Mutkin Mesleği’nde de kırâatın ‘azîmet ciheti ihtiyar edilmiştir.[25] Muhammed en-Neîmî, bu mesleğe dair te’lif ettiği eserinin mukaddimesinde, eserini te’lif gayesinin, “bu millete kolaylık te’min etmek olduğunu” zikrediyor.[26]
Mutkin Mesleği’nin bir çok noktada İtilâf Mesleği’ne muvafakat ettiğini görüyoruz. Bunun sebebi de, hiç şüphesiz her iki mesleğin de râvîlerden sonra gelen tarîklere yer vermiş olmalarıdır.
İtilâf Mesleği gibi, bazı noktalarda diğer mesleklerle ihtilaf halinde bulunan Mutkin Mesleği, günümüzde tatbikatını kaybetmiş görünmektedir. Şumnulu Abdurrahman Hilmi tarafından bu mesleğe ait, “Mürşîdü’t-Talebe” nâmiyle bir eser daha yazılmıştır. Bu meslek, kırâatın azîmet cihetini esas aldığından, pratikte fazla yer bulamamış ve halen bu meslekle tedrîsat yapılmamaktadır.
- ‘Atâullah Mesleği
Mısır’dan İstanbul’a hicrî 1088 tarihinde kırâat okutmak için getirilen, ‘Ali el-Mansûrî’den sonra, kırâat tedrîsinin iki yoldan devam ettiğini söylemiştik. Bunlardan birisinde Mutkin Mesleği zuhur etmişti. Diğer yolda ise, ‘Ali el-Mansûrî’den sonra dördüncü sırada yer alan, ‘Atâullah el-Mansûrî’nin kendi adıyla kurmuş olduğu meslek zuhur etmiştir.
‘Atâullah Mesleği’nde Mutkîn Mesleği’nin zıddına, kırâatın ruhsat ciheti ihtiyar edilmiştir.[27] Yani râvîlerden sonra gelen tarîklere yer verilmemiştir. Bu mesleğin ihtiyar ettiği kırâat vecihlerini ihtiva eden eserler arasında, Abdulfettâh Pâlûvî’nin Zubditu’l-İrfân isimli eseriyle, bu esere şerh olarak yazılan Muhammed Emîn’in “Umdetu’l-Hullân” isimli eseri günümüzde ders kitabı olarak okunmaktadırlar.
Zubdetu’l-İrfân isimli eserde, usûl bahsi kısaca ele alınmış, sonra vucûhât’ın izahına geçilmiştir. Kırâat ihtilafları izah edilirken, Şâtıbî’nin ihdâs ettiği rumûzâttan istifade edilmek yoluna gidilmiştir.
Zubdetu’l-İrfân’a şerh olarak yazılan Umdetu’l-Hullân isimli eserde, Mısır ve İstanbul Tarikleri arasındaki ihtilaflara geniş biçimde yer verilmiştir.
‘Atâullâh Mesleği’nin de, diğer mesleklerle ihtilaf ettiği bazı vecihler mevcuttur. Bunların bir kısmını İtilâf Mesleği’nde zikrettik. Mütebâkisini ise, Mısır ve İstanbul Tarîkleri arasındaki farklılıklarda izah etmeye çalışacağız. ‘Ataullah Mesleği kırâatın ruhsat cihetini esas aldığından pratikte daha fazla uygulama alanı bulmuş ve halen bu meslekle tedrîsat sürdürülmektedir.
- İstanbul ve Mısır Tarîkleri Arasındaki Farklılıklar
Her iki tarîk arasındaki farklılıklar, ed-Dânî’nin “Kitabü’t-Teysîr”i ile Şâtibî’nin “Hırzü’l-Emânî” isimli eserlerine istinad etmektedir. Mezkûr eserlerden “Kitabü’t-Teysîr”in İstanbul, “Hırzü’l-Emânî”nin ise, Mısır’da tedrîsata esas tutulmalaları, bu beldelerin isimleriyle şöhret bulmalarına vesile olmuşlardır.
İki tarîk arasında, bir kısım vecihlerin takdim ve te’hiri veya birinin okuttuğunu diğerinin okutmaması gibi, bazı farklılıkların olduğu bir gerçektir. Bunlar umumiyetle, Besmele’nin vakf ve vaslında med, kasr, sıla, nakl, tahkik, sekte ve benzeri husûsların bir cümle içerisinde cem’ olmaları halinde ortaya çıkmaktadırlar. Bu farklılıkları başlıklar halinde kısaca vereceğiz:
- İsti‘âze ve Besmele arasındaki farklar.
- Cemi’ zamiri.[28]
- Medler.[29]
- Medd-i munfasıl ile cemi’ zamirinin bir cümlede bulunmaları.[30]
- Harekeli hemzenin harekesini kendinden önceki sakin harfe nakli (hemze-i munekkere).[31]
- Sonunda yâ harfi bulunan kelimelerin, medd-i bedel ile aynı âyet içerisinde bulunmaları durumu.[32]
- Medd-i bedel önce, “yâ”lı kelimenin sonra gelmesi durumu.[33] h- Harf-i lîn önce, Medd-i bedel’in sonra gelmesi durumu.[34]
- Medd-i bedel’in önce, Harf-i lîn’in sonra gelmesi durumu.[35]
- İki Medd-i bedel bir âyette bulunup, biri vasl diğeri medd-i ârız olarak vakf edilmeleri durumu.[36]
4. Öğretim Metodları
Sadr-ı evvelde konunun tabiki mükâtebe (yazı) ve müşafehe yoluyla yapılmaktaydı. Bu iki usûl günümüze kadar tatbik edilegelmiştir. Ne varki, sadr-ı evveldeki mükâtebe Kur’an ayetlerinin inzal olundukça yazışa geçirilmesi şeklindeydi. Günümüzde ise, kendilerinde kırâat ihtilafı bulunan kelimelerin defterlere geçirilmesi ve ayrı ayrı bellenmesi şeklinde olmaktadır. Müşafehe ve hıfz usûlü ise, semâ, arz ve edâ şeklinde tatbik edilmektedir. Şimdi bu konuları daha teferruatlı biçimde ele almaya çalışacağız.
İlmi, ehlinden almanın iki yolu vardır: Birincisi müşâfehe, ikincisi de tasnif edilen kitapları mütâlaa etmek.[37]
Şâtıbî (ö: 790/1388), müşâfehe usûlünün diğer usûle nazaran daha faydalı olduğunu kaydediyor.[38] Çünkü müşâfehe usûlünde, hoca ile talebe karşı karşıya bulunmakta ve ilim bu şekilde tahsil edilmektedir. Bazı meseleler vardır ki, öğrenci onu bir kitapta okur, hıfzeder, kalbine yerleştirir; fakat anlayamaz. Ne zaman hoca bu meseleyi ona izah ederse, o zaman anlar. İlim böylece hocanın huzurunda elde edilmiş olur. Bu şekilde anlama, ya siyak-sibak ile veya talebenin anlamakta güçlük çektiği meselenin, açıklanmasıyla olur.[39] Yahut da, alışılagelmeyen bir tarzda ilim elde edilir. Ne var ki bu, talebenin kendisine öğretilen bilgilere olan ihtiyacı ortaya koymasıyla, hocanın huzurunda iken, Allah’ın hibesiyle olur.[40]
İkinci usûl, ilmi kitaptan almaktır.[41] Hz. Peygamber tarafından bu iki usûlün (müşâfehe ve kitabet) uygulandığını biliyoruz.[42] Burada şu husûsu açıklamakta fayda görüyoruz: Bizzat hocanın açıklamasını gerektirmeyen konularda, kitaplardan büyük ölçüde istifade etmek mümkündür. Fakat bu husûs, kıraât ilminin bir çok meselelerinde, faydalı olmaktan uzaktır. Hatta konuyla ilgili olarak tasnif edilmiş olan kitaplarda dahi, “bunu hocanın ağzından al öğren” şeklinde tavsiyelere rastlamak mümkündür.[43]
Hoca talebeye kıraât öğretirken, hangi usûlleri takip edecektir? Bu usûllerin neler olduğunu göstermek, konumuzu açması bakımından faydalı olacaktır.
Kıraât taliminde, hocanın ağzından duymak ve ona dinletmek şeklinde iki usûl şuyu bulmuştur. Bunlar sema ve arz usûlleridir. Suyûtî bu iki usûlün, muhaddisler tarafından da, zikredildiğini kaydediyor.[44] Daha sonraları bu usûller birleştirilerek yeni bir usûl daha ortaya atılmıştır ki, buna edâ usûlü denilmektedir. Bu usûlleri sırası ile ele alacağız.
A. Sema
Sema, işitmek ve dinlemek manasına gelmektedir. Kur’ân talimi, Hz. Peygamber’in hayatında sema ile başlamıştır. Hz. Peygamber, Kur’ân’ı, Cebrail’den sema yoluyla almıştır. Zerkânî, Kadr suresinin ilk ayetindeki, “enzelnahü”dan maksadın ne olduğu husûsunda, Beyhaki’den (ö: 458/1066) şu izahı nakletmektedir: “Allah Telanın ‘Biz onu Kadr gecesinde indirdik’ kavlinin manası: (Allah daha iyi bilir) Biz Kur’ân’ı, Melek’e işittirdik ve ona anlattık, ona işitebildiği şekilde inzal ettik” demektir. Zerkânî açıklamanın devamında diyor ki: “Bunun manası şudur: Cebrail, Kur’ân’ı Allah’tan semaen almıştır”.[45]
Zerkânî’nin bu açıklamasına göre, sema usûlüyle talim, Kur’ân henüz Hz. Peygamber’e intikal etmeden önce başlamış, daha sonra Hz. Peygamber’in hayatında devam etmiştir.
Cebrail’in Hz. Peygamber’e vahyi getirmesi esnasında, Peygamber’imizin acelecikten uzak kalması gerektiği, Kıyame suresinde (16. ayet) şöyle bildirilmektedir: “Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için (Cebrail vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla depretme”. Said b. Cübeyr’in İbn Abbas’tan nakline göre; vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber dudaklarını hareket ettiriyordu. Bu ayet de bu sebebe binaen inmiştir.[46]
Fahruddin Râzî (ö. 606/1209), Hz. Peygamber’in bu esnada acele edişinin, unutma korkusu ve hıfzetme arzusundan ileri geldiğini kaydediyor.[47] Kurtubî de (ö. 671/1272) tefsirinde aynı görüşü ileri sürmüştür.[48]
Sema usûlüyle sürdürülen tedriste, talebenin etrafla ilgisinin kesilmesi ve hocasını mutlak bir teslimiyetle dinlemesi gerekmektedir. Nitekim Kıyame suresinin, 16. ayetinin makabliyle ilgisi yoktur deyip, Kur’ân’da fazlalık veya noksanlık iddiasında bulunanlara karşı; Fahreddin Râzî’nin ikna edici bir cevabı olmuştur. Onun bu husûstaki tesbiti şöyledir: “Bu husûsta durum şunun gibidir: Hoca talebesine bir şey anlatmak istiyor, talebe ise, sağa sola dönüyor. Hoca ona ders esnasında sağa sola dönme diyor”.[49] Sonra bu dersteki vakıa bu haliyle nakledilince; 16. ayetin kendinden önceki ayetle ilgisi bulunmadığı halde, orada niçin gelmiş olduğu apaçık ortaya çıkar.[50]
Râzî’nin bu açıklamasından, 16. ayetin sema usûlüyle ders işlenmesi husûsuna büyük ölçüde açıklık getirdiği anlaşılmaktadır.
Suyuti: “Kıraâtı hocadan dinlemek, üzerinde durulmağa değer bir husûstur. Çünkü sahabe-i kiram Kur’ân’ı Hz. Peygamberden bizzat almışlardır. Fakat kurrâdan hiçbiri, kıraâtı Hz. Peygamber’den almamışlardır. (…) Kur’ân kıraâtının edâsında muteber olan harflerin telaffuzudur. Bu konuda sahabe-i kiramın fesahatı, arap diline olan hakimiyetleri, Kur’ân’ın kendi lügatleri ile nazil olması, Hz. Peygamber’den duydukları gibi, kıraâtı edâ etmede onları kudretli kılmıştır” diyor.[51]
Hocanın okuyup talebenin dinlemesi usûlüne (sema) sahabe, tabiin ve etbau’t-tabiin devirlerinde başvurulduğu gibi, bundan sonraki devirlerde de zaman zaman başvurulmuştur. Fakat bu usûlün en etkili olduğu zamanlar, ilk devirler olmuştur. Sehâvi bu konuda şöyle diyor: “Emr-i evvelde, kurrâ Hz. Peygamber’e uyarak, hocanın talebeye kıraâtı okuması şeklinde tedrisatı yürütmüşlerdir. Allahın emrettiği şekilde Cebrail, Hz. Peygamber’e Kur’ân’ı okuyor; Hz. Peygamber’de, yine Allahın emrettiği şekilde Müslümanlara tilavet ediyordu.[52]
İslamın ilk devirlerinde kıraâtın daha çok sema usûlüyle yürütüldüğünü, Aliyyü’l-Kari’nin (ö. 1014/1605) şu ifadesinden de anlamak mümkündür: “Kıraâtı hocalardan alma iki çeşittir. Bunlardan biri kıraâtı hocaların lisanından işitmektir. Bu mütekaddimunun yoludur”.[53]
Sema usûlünü, ferdi olarak uygulayanlar olduğu gibi, toplu olarak uygulayanlar da bulunmuştur. Ancak bu durumda talebelerin durumlarının, hoca tarafından bilinmesi icab eder. İmim Kisai’nin böyle bir usûl uyguladığını biliyoruz.[54] Suyuti, İbn Cezeri’nin de Kahire’de böyle bir yola başvurduğunu kaydediyor.[55]
B. Arz
Arz lügatte, bir şeyi bir kimseye göstermek, ibraz ve izhar etmek manasına gelmektedir.[56] Kıraât ıstılahında, talebenin hocasına, kıraâttan takip ettiği rivayet ve tariki okuması manasında kullanılmıştır.
Talebenin okuyup, hocanın dinlemesi şeklinde sürdürülen bu usûl de, sema usûlü gibi, Hz. Peygamberin tatbikatına dayanmaktadır. Suyuti, “Kıraâtı hocaya dinletme âdeti, Hz. Peygamber’in her sene Ramazan ayında Kur’ân’ı, Cebrail’e arzetmesine dayanır” diyor.[57] Bu usûl, selef ve halef tarafından eskiden beri kullanılagelmiştir.
Ebu Hureyre’nin rivayetine göre, Hz. Peygamber vefat ettiği yıl, yirmi gün i’tikafa girmiş ve Kur’ân’ı, Cebrail’e iki defa arzetmiştir.[58] Arza’dan maksat, Hz. Peygamber tarafından yapılan Kur’an zaptının, kontrol edilmesidir. Sahabeden bir kısmı Kur’ân’ı, Hz. Peygamber’den işitmiş ve ona arzetmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, bizzat Hz. Peygamber’den işitmiş olanlara arzetmişlerdir. Bu hal tabaka tabaka devam etmiştir. Yani sahabe Hz. Peygamber’e, tabiin sahabeye, etbau’t-tabiin de tabiine arzetmişler ve İslam ümmetinde bu usûl varlığını kaybetmeden süregelmiştir.
Aliyyü’l-Kari’in bu usûlle ilgili açıklaması ise şöyledir: “Kıraâtı hocalardan almanın diğer bir yolu, onların huzurunda okumaktır. Bu da müteahhirinin takip ettiği bir usûldür”.[59]
Bu usûlün işleyiş tarzı hakkındaki bir iki rivayeti buraya almanın uygun düşeceği kanaatindeyiz. Sübki (ö: 771/1369), Ebu’l-Hasan ed-Dârekutni’nin (ö: 385/995) ders işleme tarzı hakkında, şu rivayeti nakletmektedir: “Talebesi ona dersi okur, eğer talebe bir hata ederse, ‘sübhanallah’ der veya düzeltme kasdıyla bir ayet okurdu”.[60] Bu usûlde maksat, dersin ahengini bozmamak ve talebeyi kendi hazırlığı ile çözümleyici kılmaktır.
Suyuti, kıraâtın vakf ile cem ediliş şartlarını sayarken dördüncü şart olarak zikrettiği, “ademü’t- terkib” de şöyle demektedir: “Kâri (Kur’ân okuyan) bir kıraâtı okuduğunda, ikinci bir kıraâta geçmeden önce, ilk okuduğu kıraâtta mevcut olan vecihleri tamamlaması gerekir. eğer böyle yapmazsa, hoca ona eliyle işaret eder, şayet talebe bu işareti anlayamazsa, hatırlayıncaya kadar bekler. Bununla beraber, talebe hatırlamaktan yine âciz kalırsa, hoca ona unuttuğu vechi hatırlatır”.[61]
Arz usûlünde kendi imkanlarıyla başbaşa kalmakta, her türlü itidadı denemekte, ancak bundan sonra hatırlatma yapılmaktadır. Suyuti’nin bu izahından öyle anlaşılıyor ki, ders esnasında talebe tarafından bir yanlışlık yapılınca, şu dört husûs sırasıyla takip edilmektedir:
1. El ile işaret 2. Niçin geçtiğini sorma 3. Talebe fevt ettiği vechi hatırlayıncaya kadar bekleme 4. Bu üç husûsta da, aciz kalan talebeye hocanın hatırlatması Sema ile arz usûlleri hakkında, “hangisi daha evladır?” şeklinde bir takım sualler akla gelmiştir. Aliyyü’l-Kâri, “hıfza daha yakın olduğundan (imkan verdiğinden) arz yolunun daha evla olduğunu” zikrediyor.[62] Bu tesbitin yerinde olduğu kanaatindeyiz. Çünkü talimde esas olan talebeye kıraâtı öğretmektir. Bu da talebenin derse hazırlanması ve onun doğrusunu-yanlışını tesbit edip, düzeltecek olan hocasına sunmasıyla olacaktır.
Arz usûlünde de, sema usûlünde olduğu gibi, birden fazla talebenin ders alması mümkün görülmüştür. Suyuti bu konuda şöyle diyor: “Şayet kıraât öğrenenlerin durumu hoca tarafından biliniyorsa, hocanın birden fazla talebeyi dinlemesi caizdir. Alemüddin es-Sehâvi, Kur’ân’ın muhtelif yerlerinden olmak üzere, kıraât talimi yapan iki-üç talebeyi, aynı anda dinliyor, her birine yaptığı hataları söylüyordu. Hocanın, istinsah veya kitap okuma gibi başka işlerle meşgul iken, kıraât dinlemesi de caizdir”.[63] Fakat bu husûsun kıraât bilen herkes tarafından uygulanması pek mümkün gözükmemektedir. Zîrâ Sehâvi gibi kimseler, kıraât, rivayet ve tarikleri birbirinden rahatça ayırt edebilecek seviyeye ulaşmış alimlerdir.
C. Edâ
Edâ lügatte, yerine getirme manasındadır. Kıraât ıstılahında ise, tilavet esnasında harflerin hakkını vermek, gereği gibi okumak şeklinde mütalaa edilmiştir. Aliyyü’l-Kâri ise, tilavet ile edâ arasında fark bulunduğunu söylüyor: “Tilavet ara vermeksizin Kur’ân okumak, edâ ise, kıraât hocanın ağzından çıktığının akabinde, onu hocanın huzurunda tekrar etmektir”.[64]
Abdussabur Şahin, kıraâtın aşere ashabından alınış yollarını sayarken, arz ve sema yanında, edâ usûlünü de zikrediyor.[65] Bu ifadeden anlaşıldığına göre, edâ usûlü daha ilk devirlerde mevcuttur. Biz bu husûsu biraz değişik şekliyle, Hz. Peygamber’in taliminde görmekteyiz. Şöyleki Hz. Peygamber, Kur’ân’ı, Cebrail’den semaen alıyor sonra ona arzediyor. Yani mukabele usûlü uygulanıyor.
Hz. Peygamber zamanında uygulanan mukabele usûlüyle, sonradan edâ adıyla şuyu bulan usûl arasındaki fark şundan ibarettir: Hz. Peygamber, Kur’ân’ı, Cebrail’den semaen alıyor, sonra ona arzediyor. Edâ usûlünde ise, kıraâtı hocanın ağzından alma ve ona arzetme, kısa fasılalar halinde gerçekleşiyor. Aliyyü’l-Kâri’nin bu husûstaki açıklaması şöyledir: “Edâ (kıraât) hocanın ağzından çıkar- çıkmaz almak ve onu, hocanın huzurunda okumaktır. Yoksa kendi kendine almak değildir”.[66] Bu izahtan anlaşıdığına göre, edâ usûlü, sema ve arz usûllerinin bir arada tatbik edilişidir.
Edâ usûlünde kısa fasılalarla gerçekleşen kıraât alma-verme işi, derse başlanıldığı ilk günlerde, daha etkili bir şekilde yürütülmektedir. Derslerin ilerlediği, talebenin ıstılahlara alışkanlık kesbettiği zamanlarda ise, hoca eskisi kadar konuları tekrar etmemektedir.
Zikri geçen usûller dışında, kıraâtın ferden veya cem’an öğretilmesi husûslarını bundan sonra ele alacağız. Hangi usûlle tedrisat yürütülürse yürütülsün, dersin başlangıcında, Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e salat ve selam getirilmesi, sahabeye ve onların yolunda olanlara, Allah’ın rızasının talep edilmesi umumiyetle uyulan güzel bir âdet olarak görülmüştür. Derse başlanırken önce sesi güzel olan birisine, Kur’ân’dan bir kısım okutturulması, ders veren ve dinleyenlere, dersin takrir edildiği beldeye dua edilmesi, yine bu husûsta uyulan güzel âdetlerden sayılmıştır.[67]
4. Kıraâtların İfrad ve Cem’i
Kıraât tarihine baktığımızda tedrisin, infirad ve indirac olmak üzere iki şekilde yapıldığını görmekteyiz. Tarihsel olarak ilk önce infirad usûlü, hicri beşinci asırdan sonra ise indirac usûlü tatbik edilmeye başlanmıştır.
A. İnfirad Usûlü
İnfirad, yalnız olma, yanında kimse bulunmama anlamlarına gelmektedir. Kıraât ıstılahında ise, kıraâtları ayrı ayrı okuma, rivayetleri birbirine karıştırmadan okuma, her rivayet için ayrı hatim indirme şeklinde tarif edilmiştir. Bu usûl Hz. Peygamber döneminde hem Kur’an tilavetinde hem de öğretiminde uygulanmaktaydı. Bu tatbikat beşinci asra kadar bu şekilde devam etti. Zor ve aşırı sabır isteyen bir metot olması hasebiyle söz konusu asırdan itibaren yavaş yavaş terkedilmeye başlandı. Ama buna rağmen tamamen terkedilmedi. İbn Cezeri bu zor ve çok zaman isteyen metotla bir çok kurrânın kıraât talim ettiğini belirtmekte ve meşhurlarının isimlerini zikretmektedir.
B. İndirac Usûlü
İndirac, dahil olma, arasına sıkıştırma manalarına gelmektedir. Istılahda ise, rivayetleri bir araya cem ederek okuma manasına kullanılmıştır. Bu usûl, beşinci asra kadar devam eden ve çok sabır ve zaman isteyen infirad usûlünün kullanımının azalmasından sonra başlamıştır. Bu usûlün kim tarafından geliştirildiği bilinmemektedir. İbn Cezeri de, Kurrâdan hiç kimsenin bu asırda cem konusuna değinmediğini belirtmektedir. Zîrâ bu asır Dani, İbn Şeyda, Hüzeli vs. gibi kıraâtta meşhur olmuş kimselerin asrıdır. Ama buna rağmen cem konusuna, söz konusu alimler kitaplarında yer vermemişlerdir. İndirac usûlünün ortaya çıkış sebepleri ile ilgili şu husûslar tesbit edilmiştir. Hocaların himmetinin azalması, talebenin gayretinin azalması, insan meşguliyetinin çoğalması, herşeyi çabuk öğrenme hırsı ve yüksek rakamlara varan hatimlerin sayısı.
C. İndirac Usûlünün Uygulanmasında Ortaya Çıkan Mezhepler
İndirac usûlünün doğuşu ile birlikte, onun uygulanmasıyla ilgili görüş ayrılıklarının da ortaya çıkması tabiidir. Safakusi, kıraâtı cem etme husûsunda üç mezhebin zuhur ettiğini belirtmektedir:
- Mısırlıların ve Mağriplilerin mezhebi (Harfle Cem).
- Şamlıların mezhebi (Vakf’la Cem).
- Bu iki mezhebi birleştirenlerin yolu.[68]
İbn Cezeri, cem husûsunda üçüncü mezhebin kendisi tarafından ortaya atıldığını belirtmektedir.[69] Bununla birlikte Osmanlılarda ve halen günümüzde kıraât taliminde İndirac usûlüne ait üçüncü mezhep, yani harfle cem ile vakfla cemin bileşimi olan usûlün tatbik ve takip edildiğini söyleyebiliriz. Bu usûlün çok yaygın olarak kullanılmasının sebebi diğer usûllere göre daha kolay ve pratik olması, okuyanı bıktırmamasıdır.
Kıraâtı, cem etme usûlü tatbik edilirken bir takım şartlar ileri sürülmüştür. Bu şartların ihlali halinde, okunan Kur’an’ın manası bozulacağından özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir. Belirlenen bu şartlar şunlardır:
- Riâyetü’l-Vakf (Vakfa riayet, vakfı gözetme),
- Riayetü’l-İbtida (Vakıftan sonra tilavete başlama husûsuna riayet),
- Ademü’t-Terkib (değişik imamların kıraâtını birleştirmemeye riayet),
- Hüsnü’l-Edâ (Tecvidli ve tahkikli okumaya riayet),
- Riayetü’t-Tertib (İmamların sırasına riayet).[70]
Az önce de belirttiğimiz gibi tilavet yapılırken, mananın bozulmaması için bu şartların özellikle gözetilmesi gerekmektedir.
5. Tedris Mahalleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi Osmanlı’da ilk “dâru’l-kurrâ” Bursa’da faaliyete geçmiştir. Maddeler halinde sıralamak gerekirse, meşhur daru’l-kurrâları şöyle sıralayabiliriz:
1- Bursa’da Hundî Hatûn Mektebi
2- Yine Bursa’da Ulû Cami’in sağına ve soluna yerleştirilen Vaz’iyye ve Esediyye Medreseleri
3- Daha sonra İstanbul’da inşa edilen bazı medrese ve külliyeler içerisinde yer alan “Daru’l- Kurrâ”lar:
- Mollâ Gürânî Daru’l-Kurrâsı
- İskender Kethudâ Daru’l-Kurrâsı
- Kanûnî devrinde tedrisata açılan Tire Daru’l-Kurrâsı
- Eyup’ta Sokullu Mehmet Paşa Daru’l-Kurrâsı
- Fatih Sadullah Sadî Çelebî Daru’l-Kurrâsı
- Üsküdar Atik Valide Daru’l-Kurrâsı
- Sultan Ahmet Daru’l-Kurrâsı
- Tokat’ta Hatûniye Medresesi,[71]
Evliyâ Çelebî, İstanbul’da mevcut bütün selâtîn ve merkez camilerin yanlarında birer mektep ve daru’l-kurrâ olduğunu kayadeder. Biz, şunu zikretmekte fayda görüyoruz: Camiler ve mescitler, kuruluşundan günümüze kadar bu güzel hizmete mekân olmuşlardır. Bu da, şüphesiz Hz. Peygamber’in sünnetine güzel bir biçimde ittiba etmekten ibarettir. Rasûl-i Ekrem’in mescidindeki suffe bu hizmete ayrılmıştır.
Cami dışında daru’l-kurrâlar ve daru’l-huffazlar tesis edilmiş olsa bile, camiler ve mescitler, bu hizmetten hali kalmamışlardır. Hatta camilerde şeyhu’l-kurrâlıklar ihdas edilmiştir. Ülkemizde daru’l- kurrâlar, sadece Bursa, İstanbul, Tokat ve Amasya gibi merkezlere mahsus kalmamış, diğer şehirlerde de bu hizmet devam etmiştir. 1970’li yılların başında Diyanet merkezinde açılan kurs ile bu hizmet, ülkemizde resmî biçimde yeniden faaliyete başlamış daha sonra İstanbul’da Haseki Eğitim Merkezi’ne taşınmıştır.
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 385-392