“Muhterem Edip Özkale’nin aziz hatırasına”
I. Fotoğraf
Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısının buluşlarından biri olan fotoğraf (photograph: photo=ışık, graph=çizim), ışığın belirli kimyevî terkipler üzerindeki tesiri ile bir satıh üzerine görüntü meydana getirmek işi, bir cismin ışık ve kimyevî reaksiyon yolu ile bir satıh üzerinde görüntüsünü sağlamak işi olup, bir yandan geniş ve çeşitli sahalarda kullanılarak, süratle yayılmış, öte yandan teknik olarak gelişmiş, bu gelişme ile fizik ve kimya temelli yeni sanayi kollarının, yeni bir sanat dalının ortaya çıkmasına yol açmış, ayrıca bazı yeni buluşların doğmasını sağlamış veya bunlar için ilham kaynağı olmuştur.
Etimoloji ve tarifinin ortaya koyduğu üzere fotoğraf, biri fizikî diğeri kimyevî olmak üzere iki temel unsurun terkibinden meydana gelmektedir. Burada fizikî unsur olan optik prensipleri içinde bir cismin görüntüsünün sağlanmasının, fotoğrafa nisbetle, daha uzun bir geçmişi vardır. Teknolojik tarifine göre bir cismin görüntüsünün, ışığın fizikî özelliklerinden faydalanılarak elde edilmesi prensipi Aristo’ya kadar götürülebilir.
Eski çağların “camera obscura=karanlık oda”sı, fotoğraf makinalarının atasıdır denilebilir. Ufak bir delikten geçen ışınlarla, bu deliğin mukabilindeki satıhta bir görüntü meydana getirilmesine dayanan bu teknik eski çağlardan bu yana tatbik sahası bulmuş, özellikle de güneş tutulmalarının rasadında kullanılmıştır. Bu karanlık oda prensipinin bazı Selçuklu mimarisinde de kullanılmış olduğuna da işaret edilebilir. Meselâ Konya Karatay Medresesi’nin sahn tepesindeki açıklıktan ortadaki havuza akseden semânın bu görüntüsü ile ilm-i heyet tedrisatı ve rasadının yapılmış olması, tamamen camera obscura’nın bir tatbikatından ibarettir.
16. asırda, bir rivâyete göre 1548’de Danielo Batbao, bir başka rivayete göre 1550’de Cardano, karanlık kutu’nun deliğine bir mercek yerleştirmiş ve böylece karanlık oda’dan fotoğraf makinesine geçişin ilk adımı atılmıştır. Daha sonra, 18. asırda görüntünün aksettiği satıh buzlu camdan yapılmış, böylece görüntünün, âletin dışından görülebilmesi sağlanmış ve fotoğraf işi, elde edilen görüntünün tesbitine kalmıştır ki bu da ikinci temel unsur olan fotoğrafın kimyevî yönü ile ilgili çalışmaları gündeme getirmiştir.
Simyacıların, gümüş klorürün (AgCl), ışık tesiri ile değişikliğe uğradığından haberdar olduklarından bahsedilir. Ancak 18. yüzyıla kadar bununla ilgili bir tatbikattan bahsedildiğine, bildiğimiz kadarı ile rastlanmamaktadır. 18. yüzyılda (1727), Johann Heinrich Schulze, kireç ve gümüş nitrat (AgNo3) ile hassaslaştırılmış bir kâğıt üzerine şekilli bir kalıp koyarak bunu güneş altında bırakmış ve böylece kalıbın görüntüsünün elde edilmesine muvaffak olmuştur. Yalnız bu görüntüyü elde etmenin daha gerçek olabilmesi için bir 50 yıl daha geçmesi gerekmiş ve Carl W. Scheele, 1777’de bu görüntünün, amonyakta bir çeşit muamelesi ile sabitleşmesini bulmuştur. 1790’da Jacques Charles hassaslaştırılmış kâğıt üzerine insan silüetini tespite muvaffak olmuştur. Böylece 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında fotoğrafı meydana getiren fizikî ve kimyevî unsurlar, kendi başlarına bilinir hale gelmişlerdir. Bu unsurların biraraya gelerek gerçek fotoğrafın ortaya çıkışı 19. yüzyıla kalmıştır. 1802’de Wedgewood’un porselen üzerindeki resimlerin sağlanması için yaptığı başarılı, karanlık oda+ışığa karşı hassaslaştırılmış satıh yolu ile görüntü sağlama çalışmalarından sonra 1816’da Fransız Niepce tabiatın görüntüsünün bu yolla bir satıha nakli çalışmalarına başlamış ve 1822’de “points de vue=görüntü noktaları” elde etmeyi başarmış ve 1826’da gerçek resmi elde etmiştir. Aynı maksadla ayrı ayrı çalışmalar yapan Jacques Mande Daguerre ile Niepce 1829’da ortak olmuşlar ve buluşlarını piyasaya arzedecek seviyeye getirecek gelişmeler için yeni denemelere girişmişlerdir. 1833’te Niepce’nin ölümü üzerine, çalışmalarını yalnız devam ettiren J.M. Daguerre, nihayet Ocak 1839’da buluşunu Fransız İlimler Akademisi Bülteni’nde yayınlatacak kadar geliştirerek bu buluşa imzasını atmayı başarmıştır. Kendisinden sonra Daguerreotype adı ile anılan Daguerre’in buluşu, bir yandan yayılırken bir yandan da farklı kimyevî birleşimlerin kullanılması ile saatler süren ışıklanma süresi dakikalara inecek kadar gelişmiş, 1840’lar, bu noktaya gelmiş fotoğrafçılığın yayılması ve gelişmesi ile geçmiş, bu yılların fotoğrafçılarından İngiliz Henry Fox Talbot, daha pratik yeni bir tür fotoğrafçılığa imzasını atarken “Photograph” tabirini, bildiğimiz kadarı ile, ilk kullanan olmuştur.
1850 ve sonrası her bakımdan fotoğrafın kullanımının yayılması, hem fizikî hem de kimyevî teknolojinin tekâmülü ve bunlar etrafından yeni bir sanayinin kuruluşu ile geçmiş birçok yeni meslek ortaya çıkmış ve âdeta insanoğlu fotoğraf çağına girmiş, ayrıca basım işleri ve gazetecilikte de yeni bir devir açılmıştır. Renkli fotoğraf ile ilgili gayret ve çalışmalar da bu devirlere, hattâ daha öncesine kadar gitmektedir.[1]
Artık bugün fotoğraf, bir yandan günlük hayatın belgeden sanata, öte yandan sanattan teknolojiye ilmin ve araştırmanın yardımcısı veya maksadı olarak insanla beraber olmuş ve bu beraberlik dünyanın dört bucağına yayılmış bulunmaktadır.
II. Türkiye’ye Fotoğrafın Girişi
III. Selim ve özellikle II. Mahmud ve sonrasının İstanbul’u, Avrupa’yı takibe çalışan, Avrupa’dan haberdar olan bir İstanbul manzarası arzetmektedir. Avrupa’daki birçok şey, 18. yüzyıldan itibaren belirli muhitlerde de olsa, İstanbul’a gelmiş ve yerleşme imkanı bulmuştur. 19. yüzyılın gazetesi Takvim-i Vekayi’de ve buna mümasil diğer bazı yayınlarda, Avrupa’daki icatlar, buluşlar ve benzeri hususlarla ilgili haberleri, Avrupa yayınlarından tercüme sureti ile, hemen hemen aktüel olarak takip etmek mümkün gibi görünmektedir. Öte yandan İstanbul, hâlâ dünyanın büyük devletlerinden birinin başkenti ve özellikle Avrupalılar için Doğu’nun esrarengiz havasının teneffüs edilebileceği bir yerdir. Bazı Avrupalılar için ise ellerindeki yeninin pazarlanması için ilk düşünülecek bir merkez, bir pazar kapısıdır.
İşte bu hava içinde fotoğrafın ilk ulaştığı yerlerden biri olarak Osmanlı topraklarını ve bu arada İstanbul’u görüyoruz. Ağustos 1839’da Paris’te Daguerreotype’in tanıtılması üzerinden çok geçmeden bu buluşun Türkiye’de de tanıtıldığı anlaşılmaktadır. Bu konuda şimdilik elimizde olan en eski belge 28 Ekim 1839 tarihli Takvim-i Vekayi’deki yayındır. Bu yayında bu icadın tarihî seyri anlatılmakta, teknik özellikleri söz konusu edilmekte ve mucid M. Daguerre tanıtılmakta, ayrıca, İngiliz Talbot’dan da bahsedilmektedir, hattâ o tarih için bildiğimiz kadarı ile başka bir kaynakta zikredilmeyen renkli fotoğraftan da söz edilmektedir.
Takvim-i Vekayi: 28 Ekim 1838, Sayı 186
Avrupa cânibinden tevârüd eden gazete varakından müstahrec havâdisin tercümesidir:
Cümlenin ma’lûmu olduğu vechile teksîr-i ulûm ve ma’rifet ve tevfîr-i sanâyi’ ve hirfet kazıyyelerine i’tinâ ve dikkat ve istihsâl-i esbâb ve vesâ’îl-i ilmiyye ve istikmâl-i levâzım-ı fünûn-ı hikemiyyeye sarf-ı makderet olundukça an-be-an envâ‘-i sanâyi‘-i acîbe ve gûnâ-gûn fünûn-ı garîbe ihdâs ve ihtirâ‘ olunmakda ve tevessu‘-i dâ’îre-i menâfi’ ve ticârete bezl-i hâsıl-ı vüs’a ve dirâyet kılınmakda olup… Bu esnalarda dahi sarf-ı efkâr ü dikkat ve bezl-i nakdîne-i akl ü firâsetle bir san’at-ı garîbe dahi cilve-gir-i mir’ât-ı zuhûr olmuş ve san’at-ı mezkûrenin mûcidi Fransalu Mösyö Daguerre nâm bir ehl-i hüner bulunmuş olup mumâileyh tahsîl etmiş olduğu fünûn-i mütenevvi’a-i bedî’anın âsâr-i hikemiyyesinden olarak isti’kâs-ı şu’â’-i şems ile tersîm-i eşya tarîkini ihtirâ’ ve istihrâc eylemiş ve bu san’at-ı garîbenin sûret-gir-i âyîne-i husûl olmasına hafî ve celî yirmi sene mikdârı çaluşup çabalayarak nihâyet hezâr gûne tecârib-i kaviyye ile fi’ile getürmüş ve kuvve-i şu’â’-i şems-i münîr ile münakkaş olan eşkâl-i mahsûsayı cümleye irâ’e ve i’lân eyledikde keyfiyet bâis-i tahsîn-i firâvân olmuş olarak ancak san’at-ı mezkûrenin ber-vech-i tafsîl beyân ve tasrîhi tatvîl-i makâli mûcib olacağı mütâla’asıyla yalnız sûret-i i’mâl ve icrâsının bu mahalde zikr ü ta’rîfi münâsib görülmüşdür.ve eşyâ- yı mezbûrenin ber-minvâl-i muharrer eşkâl-i mahsûsası tabî’at-ı eczâ iktizâsınca karakalem ise de ba’d-ezîn kuvve-i ulûm ve ma’rifet ve vâsıta-i tecârib ve dikkatle elvân-ı mütenevvi’adan mürekkeb olarak tersîm ve teşkîli dahi mümkin olacağı muhtemelâtdan görünmekde…
Bundan iki yıl kadar sonra 15 Ağustos 1841 tarihli Ceride-i Havadis’deki bir haberde Daguerre basması (Daguerreotype) tekniğinden sonra, terim Türkçeleştirilerek, ateş yazması’nın (photographia) tarifi yapılmaktadır. Buradaki ifadeye dayanarak, fotoğraf kelimesinin 1841’de Türkçe’ye girdiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında dikkat çekici bir noktaya daha işaret edilmektedir. Bu haberde Mösyö Daguerre’in Daguerre, basmasını takdim eden “kitabı dahi İstanbul’a gelmiş ve tercüme edilmiş olmağla bilenlerin malumudur” denilmektedir.
Ceride-i Havadis: 15 Ağustos 1841, Sayı 47
Âlât-ı hendeseye ihtiyâc hiss etmeksizin ve tastîh ve taksîm ile vakit geçirilmeksizin bir mahallin resm-i mücessemini almak içün Avrupa’da (Daguerre) dedikleri zât bir âlât îcâd edüp Daguerre’in basması ma’nâsına (Daguerreotype) tesmiye etmiş ve mukaddemi kitâbı dahi İstanbul’a gelmiş ve tercüme edilmiş olmağla bilenlerin ma’lûmudur. Kaldı ki ol âlâtı ihdâs etdiği nakl olunan Mösyö Daguerre bu def‘a dahi yine (Fotoğrafya) nâmıyla ya‘ni ateş yazması unvânıyla bir alât dahi îcâd edüp bir an-ı gayr-ı münkasıma bir milyona taksîm olunup içinden bir kısmı alındığı takdîrce ol müddetin içinde bir mahallin veyâ bir ordunun şekl-i mücessemi ihdâs etdiği kâ’ide iktizâsıyla bir levha üstünde resim olmuş gözüküyor. Eğer belde ise kâffe-i ebniye ve sâ’îresinden başka bağ ve bağçesinde olan ağaçların yaprakları dahi birer birer fark oluyor imiş ve eğer ordu ise cümle mevcûdâtından fazla adamlarının lihyelerinde kılların keyfiyetleri dahi seçiliyormuş. İşte bu mâdde garîbe-i âlemden ise de henüz kâ’idesini meydâna koymamış olduğundan keyfiyet-i ameliyesi bilinmiyor ise de kuvvet-i elektrikaiyye ile olduğu ma’lûmdur.
Ceride-i Havadis’in bu haberinde bahsedilen tercüme hakkında, yeni ve açıklayıcı bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ayrıca bu konu üzerinde çalışanlar da sadece bu rivayeti nakletmişlerdir. Araştırmalarımızda bu tercümeyi gören kimseye rastlayamadık. Ancak fotoğraf tarihini konu alan bazı yayınlarda, M. Daguerre’in, buluşunun ilânından hemen sonra “Daguerrotype El Kitabı” yayınlandığını ve bu kitaptan, meselâ 3 ay gibi kısa bir sürede 9.000 nüsha satıldığı kaydediliyor.[2] Böylece bu yeni icad, yani fotoğraf, haber ve bilgi olarak, hemen Türk kamuoyunda yerini bulmuş ise de fiillen İstanbul’a gelişi, bir gazete ilânına göre, buluşun ilânından sonraki üçüncü yıldadır.
Ceride-i Havadis’in 17 Temmuz 1842 tarihli nüshasında, M. Daguerre’in çıraklarından M. Kompa (Compan?) adında birinin İstanbul’a geldiği, fotoğraf sanatını ücret mukabili teşhir ettiği, isteyenlere öğrettiği ve şahıs, grup veya manzara resmi çektiğinden ve fotoğraf için “iktizâ eden âlâtını dahi satacağından” bahseden bir haber ve bir ilân neşredilmiştir. Böylece fotoğraf fiilen İstanbul’a gelmiştir.
Ceride-i Havadis: 7 Temmuz 1842, Sayı: 95
Âlemin acâîb-i icâdâtından olan eşyânın biri dahi (Daguerreotype) dedikleri şeydir. İşbu âlâtı Fransa hüner-mendânından Mösyö (Daguerre) îcâd etmekle ana nisbetle Daguerreotype tesmiye olunmuşdur. Ressâmlar bir adamı resm edecekleri vakit anı birkaç günler kemâl-i sabr ü sükûnla karşularına oturdup def‘a-be-def‘a nazar ederek hayli zahmetlü resim ederler. Lakin bu âlâtla resm olunacak olduğu vakitde güneşde altı saniyede ve güneşsiz vakitde yarım dakîkada ol âlât vâsıtasıyla resm edüp bitirirler. Şöyleki, adamı bir ayine karşusuna oturup dürbin vâsıtasıyla matlûbun resmi âlât olan sanduğun içindeki bakır levha üzerine mün’akis olur. Şimdi Mösyö Daguerre’in şâkirdânından (Mösyö Kompa?) İstanbul’a gelmişdir ve Beyoğlu’nda (Belle Vue) dedikleri lostaryada eğleniyor. Bütün gün ol arada bulunup icrây-ı san’at ediyor. Husûsuyla Pazar günleri sâ‘at dokuzda başlayup adam başına onar guruşa olarak seyr içün gelenlere izhâr-ı ma’rifet eyler. Bundan başka ister ise bir adam ister ise bir mahal ve ister ise bir kaç adam olarak resmini çıkarır. Bir mahal dediğimiz farazâ Üsküdar’dan İstanbul’un görünmesi ve İstanbul’dan Üsküdar’ın resmi seyr olunması gibidir. Bir adamın ve birkaç adamın tasvîrinin yapılması yüz guruşdan yüzyetmişbeş guruşa kadar olup bir mahal resmi yüzyirmibeş guruşdan bin guruşa kadar cesâmetine göredir ve Mösyö Kompa (?) işbu san’atı tâlib olana ta’lîm edecek ve iktizâ eden âlâtını dahi satacakdır. İşte keyfiyeti bu vechile olduğu ma’lûm olmak içün i’lân olundu.
Ancak burada, yukarıda bir yıl evvele ait, Daguerre’in kitabının tercümesine yeniden işaret gerekiyor. Eğer fotoğraf, gerçekten, İstanbul’a M. Kompa ile gelmiş ise, daha önce bu konudaki teknik mahiyette bir kitabın tercümesinin niçin yapıldığı sorusuna ciddî ve tatmin edici cevap bulmak gerekiyor.
1839’dan itibaren, yani Daguerreotype’in açıklanması ile beraber, bu tekniği öğrenen pekçok kişi, birbirinden farklı maksadlarla dünyanın dört bucağına “Daguerreotypist” olarak bu “tekniğin icrası” için dağılmış bulunuyordu. Bunlardan M. Kompa gibi bazılarının İstanbul’a geldikleri, bir müddet kalıp sonra bir başka yere gittikleri, gazete ilânlarından anlaşılmaktadır. Böylece bir yandan, daha önceki devirlerin ressamları gibi, çeşitli milletlerden fotoğrafçıların İstanbul seferleri devam ederken, öte yandan, daha fotoğrafçılığın ilk günlerinden itibaren Osmanlı Coğrafyası’nın fotoğraflanmakta olduğu görülüyor.
Parisli Noel Marie Paymal Lerebours’un ekibi, 1839 güzünde yola çıkarak Mısır, Filistin ve Beyrut’un ilk fotoğraf-manzaralarını, daha sonra “Excursion Daguerriennes: Vues et Monuments les plus Remarquables du Globe” adı ile 1840-1843 yılları arasında neşredilecek albüm serisi için tespit etti.[3] Daguerre’in buluşu İstanbul’da gazete haberi olarak neşredildiği zaman Lerebours’un ekibinden Joly de Lotebiniere çoktan Nil boyunda fotoğraf çekmeye başlamış, Mısır’ın ardından Filistin, Suriye, Lübnan ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde fotoğraflar çekmişti.[4] Bu tür teşebbüsler daha sonraları da devam edecek ve meşhur Yıldız koleksiyonunun teşekkülünde böyle alınmış fotoğraflar önemli bir yer tutacaktı. Goupil Fesquet’nin[5] öncülüğünü yaptığını söyleyebileceğimiz bu müteşebbislerin gayretleri ile 19. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının büyük bir kısmı ve buradaki hayat, çeşitli yönleri ile ve fotoğraf yolu ile tespit edilmiş bulunmaktadır.
Mösyö Kompa (Compan?) yolunu takip edip İstanbul’da fotoğrafçılık sanatını ve mesleğini icra edenler arasında Gerard de Nerval ve Ibeyan Carlo Naya’yı[6] görüyoruz. Carlo Naya’nın 1845’te İstanbul’da bir stüdyo açtığı ve 1857’de Ibeya’ya dönünceye kadar İstanbul’da fotoğrafçılık yaptığı kaydedilmiştir.
Ceride-i Havadis: 8 Haziran 1845, Sayı: 232
Bu def’a Paris’den Âsitâne’ye gelmiş olan Ressâm Naya fotoğrafya ta’bîr olunan insân sûreti tersîminde fevka’l-gâye mâhir ve aynıyla benzetmekde bilâ-kusûr olub hîn-i tasvîrinde güneşe dahi muhtâc olmayarak karşusundaki adamın sûretini birkaç sâniye zarfında çıkaracağı ve beher gün sabahleyin sâ’at onikiden ahşam sâ’at onikiye kadar icrâ edeceği resmin ziynet ve cesâmetine göre bahâsı altmış guruşdan yüz guruşa kadar olarak birkaç kişi berâber tasvîr olunduğu takdîrce pazarlık olunacağı ve merkûmun mahalli Beyoğlu’nda doğru yolda Moskov Sarayı karşusunda olmağla oradan sû’âl kılınacağı istek edenlere ihbâr olunmuşdur.
Ceride-i Havadis, 27 Aralık 1848, Sayı 416
Daguerreotype ta’bîr olunur usûl üzere bir kaç dakîka zarfında güneş kuvvetiyle ahz-ı resim eylemek san’atında mehâretli olan Naya nâm iki karındaş bu def‘a Dersa’âdet’e gelüb Beğoğlu’nda dört yol ağzında Rusya Sefârethânesi karşusunda vâki’ (Cerolemo) nâm kimesne hânesinde sâkin oldukları ve herkesin isteğine göre mücessem ve karakalem ve renkli ve ma’den veyahûd kağıd üzerinde ve birkaç kişinin dahi resmini birden ehven bahâ ile tasvîr edüb cesâmet ve zahmetine göre elli guruşdan yüz guruşa kadar akça ahz edeceği ve oraya gitmeyub kendü hânesinde resim çıkartmak isteyenler ile ayrıca pazarlık olunacağı ve bu Daguerreotype âlâtlarının ba’zısı satılık olub az vaktin içinde pek âlâ öğrenilmek üzere murâd edenlere ta’lîm edileceği ve yapılan tesâvîrden iyüce çıkmamış olanları gerüye verilebileceği i’lân olunmuşdur.
1843-45 yılları arasında çektiği sekiz yüzden fazla fotoğrafla Joseph-Philbert Girault de Prangey[7] İstanbul ve Anadolu fotoğrafları konusunda daima hatırlanacak isimlerden birisi olmuştur. Bir başka isim ise Maxime du Camp’dır. 1848’de Mısır, Filistin ve Suriye’ye yaptığı gezinin fotoğraflarını, yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Revue de Paris mecmuasında seyahat notları ile beraber yayınlamış ayrıca bunları bir albümde toplamıştır.[8]
Bu arada pek çok fotoğrafçının da benzeri gayretleri olmuştur. 1853-1856 yılları arasında iki buçuk yıl süren Kırım savaşı bir yandan harp fotoğrafçılığı gibi yeni bir meslek dalının doğmasına sebep olurken, öte yandan pek çok Batılı fotoğrafçının yolunu İstanbul’a düşürmüş ve yeni yeni İstanbul ve Anadolu albümlerinin meydana getirilmesine yol açmıştır. Bu harbin, Türkiye fotoğrafçılığı açısından mühim olan tarafı ise, 1856’da İstanbul’a gelen kimyager Rabach’ın, İstanbul’da gerçek profesyonel fotoğrafhaneyi açmasıdır.[9] Rabach’ın bu stüdyosunun ehemmiyeti, yerli fotoğrafçıların yetişmesinde öncülük etmesinde olmuştur. Fotoğrafçılık tarihinin büyük isimlerinden meşhur Abdullah Biraderler (Abdullah Freres) bu stüdyoda, Rabach’ın çırakları olarak yetişmişler, 1858’de Rabach’ın Almanya’ya dönüşü üzerine Rabach Stüdyosu da satın alınma sureti ile kendilerine kalmıştır.
Artık Osmanlılarda yerli fotoğrafçıların devri başlamıştır. Abdullah Biraderlerin büyüğü, daha sonra ihtida ile Abdullah Şükri adını alacak olan Wichen ve kardeşi Kevork fotoğrafçılıktan evvel minyatür ve resim ile iştigal etmişlerdir. Fotoğrafçılıktaki başarılarında bu yönlerinin de herhalde bir tesiri olduğu muhakkaktır. Bu iki kardeş, ustaları Rabach’tan kalan stüdyoyu geliştirmişler ve sanatlarındaki başarıları ile de fotoğrafçılığın tanınıp kabul görmesinde ve rağbet bulmasında önemli rol oynamışlardır. Stüdyo çalışmaları yanında İstanbul’daki kültür ve sanat eserleri ile günlük hayatı tesbite de çalışmışlar ve bu teşebbüsleri ile de bir bakıma Yıldız koleksiyonunun nüvesini hazırlamışlardır.
Abdullah Biraderlerin çalışmaları Saray’ca da takdir edilmiş ve 1862’de “Ressâm-ı Hazret-i Şehriyârî” unvânı ile devrin padişahı Sultan Abdülaziz’in fotoğrafçılığını da üstlenmişlerdir. Bu unvanı, Sultan Abdülaziz’den sonra Sultan İkinci Abdülhamid devrinde de muhafaza etmiş ve bu unvanın bir imtiyazı olarak fotoğraf kartlarının arkasında, bu ibare ile beraber Sultan’ın tuğrasını da bastırarak kullanmışlardır.
1866 Milletlerarası Paris Fuarı’na katılan Abdullah Biraderlerin resimleri teknik ve estetik üstünlükte görülerek takdir edilir. Alâkalı çevrelerin böylece takdirini kazanan Abdullah Biraderler milletlerarası şöhrete ulaşırlar ve resmini çektikleri şahsiyetler arasına İstanbul’u ziyaret eden İngiltere Kralı VI. Edward, Alman İmparatoru II. Frederik, İtalya Kralı Victor Emmanuel, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph, İran Şahı Nasruddin Şah ile Mısır Hidiv ailesi ve Osmanlı şehzadeleri de katılır. Bunların yanında devirlerinin pek çok meşhur şahsiyetinin fotoğraflarını da çekmişlerdir.[10]
Abdullah Biraderler 1867’de iş yerlerini Beyazid’den Pera’ya naklederler. Rabach’tan satın aldıkları stüdyoyu, Osmanlı fotoğrafçılığında bir başka önemli isim olan ve kendi yanlarında yetişen Nikolai Andreumenos’a satarlar.[11]
Şehzadelere fotoğraf dersleri de verdikleri rivâyet edilen “Serfotoğrafî-yi Hazret-i Şahriyârî” Abdullah Biraderler İstanbul’dan başka, Mısır Hıdivi Tevfik Paşa’nın talebi üzerine 1886’da Mısır’da bir şube açmışlardır. Bu sebeble Mısır ile olan münasebetleri neticesi Kahire’ye gidip gelmeleri, orada bir müddet için de olsa kalmaları, Pera’daki stüdyonun ihmaline yol açar ve bu stüdyo da 1899’da, bir başka meşhur Osmanlı fotoğrafçısı Sabah’a satılır.[12]
Başarılı bir meslek hayatına sahip bu iki kardeş, Abdullah Biraderler meslekleri itibarı ile madalyalar almışlar, isimleri Devlet Salnamesine geçmiştir. Bu iki kardeşten büyüğü olan Abdullah Şükri 14 Temmuz 1902’de vefat etmiş, küçük kardeş ise 4 Nisan 1918’de ölmüştür.[13]
Abdullah Biraderler’in Saray fotoğrafçısı olarak yerini, yanlarında yetişen bir başka fotoğrafçı Febus Efendi[14] almıştır. Gene onların çıraklarından, daha sonra Saray fotoğrafçılığına kadar yükselecek ve fotoğrafçılığı, hareketli ve gürültülü günlük hayatın tesbitinde de kullanacak olan Aşil Samancı, Apollon fotoğrafhanesi kurmuştur.[15]
Osmanlı fotoğraf tarihinde haklı olarak mühim bir yere sahip isimlerden biri de Basil Kargopoulo’dur. Kargopoulo;[16] İstanbul’daki günlük hayatı, Niclaides, Michailidis ve Vafiadis ise mevcud veya inşa halindeki binaları tespit edip albümler hazırlamışlardır. Rahmizâde Bahattin Bey (Baha Ediz)[17] Giritte başladığı fotoğrafçılığı İstanbul’da Resne fotoğrafhanesi ile sürdürmüş ve ayrıca muhtelif yerlerde şubeler de açmıştır.
Fotoğrafçılık tarihinde mühim bir yeri olan Albert Kahn’in “Dünya Arşivleri” projesi çerçevesi içinde ve sahibinin iflası ile bu projenin akim kalmasından önce bu proje için çalışan 4 fotoğrafçı, Türkiye’den 1912-23 yılları arasında 1557 levha çekmişlerdir. Bunlardan Stephanie Passet 1912’de İstanbul’da 85, Auguste Leon 1913’te İstanbul’da ve Bursa’da 143, tekrar 1918’de Bursa’da ve son olarak 1922-23’te Frederich Gadmer 1306 resim ile “Dünya Arşivleri” projesini Türkiye kısmına katkıda bulunmuştur.[18]
III. Fotoğraf ve Saray Çevresi
Hem sanat hem de doküman olarak bir yandan profesyonel, öbür yandan amatör seviyede, cidden hemen ilk günden beri fotoğrafçılık Osmanlı dünyasında oldukça geniş bir tatbikat sahası ve Saray gibi bir hâmi bulmuştur. Özellikle Sultan İkinci Abdülhamid devrinde tespit ve tanıma vasıtası olmanın yanında aynı zamanda bir tanıtma aracı olarak da kullanılan fotoğrafçılık, yayın konusunda da alâkadan nasibini almış, ancak teknik araştırma ve sanayi alanının konusu olamamıştır. Bunun istisnası, bir matbaacı, Ahmet İhsan (Tokgöz) ile bir fotoğrafçı, Thodori Vafiadis[19] işbirliği içinde 1894’te gerçekleştirilen asit indirme usulü ile yapılan fotoğraf klişesi tekniği olup uzun yıllar ülkede tatbik edilmiştir.
Fotoğrafçılık başından beri Osmanlı Sarayı’nın yakın alâka duyduğu bir konu olmuştur. Bazı fotoğraf tarihçileri fotoğrafın Türkiye’ye girişini Paris’te tahsilde bulunan dört gencin, fotoğraflarını, kendilerini tahsil için Avrupa’ya göndermiş bulunan Serasker Hüsrev Mehmed Paşa’ya göndermeleri ve Paşanın da bu fotoğrafı Sultan’a göstermesi ile başlatırlar.[20] Saray’ın eskiden beri resme olan alâkası malumdur. Sultan İkinci Mahmud’un, üzerinde kendi portresi bulunan madalyaları hediye olarak verdiği ve yaptırdığı bir portresini Selimiye Kışlasında halka teşhir ettirdiği ayrıca bazı dairelere resmini astırdığı kayda geçmiş bir vak’adır. Bu konuda Vak’anüvis Ahmed Lütfi Efendi, Tarih-i Lütfi’de 1252 yılı vukuatı sırasında şöyle diyor:
Ta’lîk-i Tasvîr-i Hümâyûn
Tecdîd-i nizâmât-ı mülkiyye ve askeriyyeye i’tinâ olunduğu sırada alafrangaya dâir ba’zı şeylerin dahi icrâsı tasavvur olunmağa ve fi’iliyâtı ise görülmeğe başlamışdı. Bu cümleden olmak üzere ba’zı devâyir-i mülkiyye ve askeriyyeye tasvîr-i hümâyûn irsâl olundu. Tasvîrin resm-i ta’lîki içün şâyân-ı temâşâ mutantan alaylar yapıldı. Umerâ ve zâbitân-ı askeriyye nişân ve sırmalı ağır elbise-i resmiyyeleriyle ale’s-sabâh Hassa Müşîri Fevzi Paşa Sâhilhânesi’nde bi’l-ictimâ’ nev-resim sancaklı sandallardan gelen bir tabur asâkir-i bahriye ve iki tabur hassa üçer kıt’a top ve mükemmel muzıka ile Beylerbeyi Sarayı arkasında ve bir taburu Nuh Kuyusu Caddesi’ne ve iki taburu Mehmed Paşa Köşkü’ne ve Harbiye taburu derûn-ı kışlaya ve altı kıt’a top ve bir alay süvâri Haydar Paşa Sahrası fevkine ve bahriye taburu Bağlarbaşı’nda mükemmel top ve muzıkalarıyla berraber saf-beste-i selâm ve tevfîr ve Saray-ı hümâyûndan kışlaya kadar kırkar adım fasılalu süvâri ve piyâde karakollar muntazır-ı tasvîr oldukları hâlde umerâ ve zâbitân esb-süvâr ve hassadan altmışar nefer mülâzım ve çavuşlar mâşiyen pîşrev olarak ve tasvîri götüren fayton binek taşına yanaşdırılarak mahalline vaz’ ü ta’lîk ve Hassa Feriki Fethi Paşa ile Çirmen Mutasarrıfı Mustafa Nuri Paşa ve Hassa ve Mansûre müşîrleri faytonun önünde ve kurenâdan İzzet Bey ile Serasker Hüsrev Paşa arkasında olarak Selimiye Kışlası’na azîmet olunmuşdur. Zât-ı pâdişâhî alayın temâşâsı içün bahren kışlayı teşrîf eylemişdi. Esnây-ı râhdaki taburlara alayı muhâzi oldukda muzıkalarla resm-i selâm ve tâ’zîm icra olunarak kışlaya takarrübde vüzerâ ve umerâ atlarından inerek tasvîri ahz ile hazırlanan mahalle vaz’ olunduğunu ve kurbânlar kesildiğini müte’âkıb Hazret-i Hüdayi-kuddusu sirruhu’l-Hâdi-Şeyhi tarafından okunan du’âya meşâyih-i Sünbüliye’den ve meşhûr Yunus Efendi fâtîha ederek derhâl 21 aded top atılmış ve nevbet ateş olarak bir mikdâr ta’lîm edildikden sonra da tasvîrin önünden asâkir-i mevcûde geçirilmiş ve o ihtişâm Selimiye Kışlası’nın içi dışı kandillerle donadılmış ve havâyî fişenkler atılmışdır.
Birkaç gün sonra Bâb-ı âli’ye irsâl olunan tasvîr alayı dahi şâyân-ı temâşâ idi. bu tasvîri kurenây-ı hassadan Vassaf Efendi getirmişdir. Du’âsını meşâyih-i Sa’diye’den Hasırcızâde Süleyman Sıdkı Efendi etmiştir.
(Hâtıra) ezmine-i sâlife ahkâm ve ahvâline vukûf ve ıttılâ’ ile tahsîl-i ma’ârif ve sanâyi’ edilmesi içün âsâr-ı kadîmeye i’tibâr muktezây-ı hikmetdir. Bu hikmet sırrına mebnidir ki zâten hürmeti ma’lûm olmasıyla berâber Mani[21] ve Behzad[22] misillü musavvırîn eslâfın âsâr-ı sanâyi’-i bedî’aları olan tesâvîr-i müressemeyi nihâde-i levha i’tibâr ile ihtiyâr-ı kâbûl-i hürmet ahlâfın husûl-i ma’lûmâtına ve eslâfın bekâ-i nâmına bir hizmettir. İsimden müsemmâya ve resim ve tasvîrden ma’nâya intikâl gareziyle ba’zı zevâtın tasvîrlerini ahz ve hıfz eylemek târîhce ve zabt-ı insânca büyük bir menfa’atdir. Sultan Mahmud Hân hazretleri misillü bir müceddid-i devletin bekây-ı nâm ü şânı içün timsâl-i maznû’nu hıfz bi-aynihi zikr olunan kâ’ide-i hikemiyyeye ri’âyetdir ve niyet bu niyetdir. Yohsa ma’âzallahü te’âlâ ta’abbüd ve tecessüm ma’nâsı değildir.
Bu mütâla’a-i hikemiyyeye mebni olmak gerek ki Ebû’l-feth ve’l-megâzi Fatih Sultan Mehmed Hân Gazi hazretleri Ayasofya içindeki melek sûretlerini ibkâ buyurmuşdur. Mamâfih cemî’ vakitde bu misillü ahkâm-ı ledüniyye kulûb-ı havâss ile kâ’îm olub inde’l-avâm öyle te’vîle muhtâc olacak memnû’âtın icrâsından tevakki dahi aynı hikmet olduğu âzâde-i kayd-ı tersîm ve işâretdir. Tasvîr-i pâdişâhînin sûret-i irsâl ve ta’lîkinde icrâ olunan tekellüfât-ı resmiyye ve inşâd kılınan medâha-i tasvîriyyenin derecât-ı te’vîliyyeyi tecâvüzü halkça çirkin görünerek ol vakit epeyce i’tirâzâtı mûcib olduğu misillü Arabistan taraflarında dahi sûy-ı te’sîri görülmüşdür. Sultan Mahmud Hân hazretleri âzim-i gülşen-sarây-ı âhiret oldukda bu tasvîrler pûşîde-i setr ü ihfâ edilmişdir. Sonraları ahz-ı tasvîr fenni ilerüleyerek resim çıkartmak moda hükmüne girmiş du’â ve senâ ile ta’lîk olunmadığından mir’ât- ı kulûb-ı sâfiye erbâbını o derece dûçâr-ı iğbirâr etmemişdir. Hoca Münib Efendi’nin Siyer-i Kebîr tercümesinde bu bahse dâîr tafsîlât vardır.
Ahmed Lütfi Efendi, cilt 6, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul 1302, s.50-52
1863’te Sultan Abdülaziz kendi fotoğraf portresini, Prusya İmparatoriçesi Agusta’ya göndermiştir.[23] Daha sonra Sultan İkinci Abdülhamid, başta Amerikan Kongre Kütüphanesi (1881) ve İngiltere’de Britanya Müzesi Kütüphanesi (1894) olmak üzere, Osmanlı ülkesini tanıtıcı albümleri bazı ülkelere gönderdiği gibi, bir kısım şahıslara da hediye olarak vermiştir.
Daha sonraları fotoğrafın iyice yaygınlaşmasını takiben, teb’anın da bu sanatla iştigali ile fotoğrafçıların en iyilerine “ressâm-ı şehriyârî”, “fotoğrafî-i hazret-i şehriyarî”, “ser-fotoğrafî-yi hazret-i şehriyârî” gibi ünvanların verilmesi, Murad Efendi ile başladığını bildiğimiz şehzadelerin fotoğrafçılık dersi alması gibi noktalar Saray’ın bu meseleye verdiği önemin işaretleridir.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, Osmanlı topraklarının dinler ve medeniyetler tarihi içindeki ehemmiyeti ve bilhassa İstanbul, birçok yönden pek çok Avrupalı fotoğrafçı için cazibe noktası teşkil etmiş ve bunların çoğu İstanbul’dan geçmeyi itiyad haline getirmişlerdi. Bunlardan bir kısmının eserleri günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır Bunlardan Kırım harbi sırasında gelen ve 1881’de ölümüne kadar İstanbul’da kalan James Robertson oldukça şöhretlilerden biridir.[24] İrlandalı arkeolog John Shaw Smith’in üç İstanbul fotoğrafından ikisi 1852 tarihlidir.[25] Bu ilk grup seyyah fotoğrafçılardan Fransız mimar Alfred Normand 1852 Ocağı’nda İstanbul’da bulunmuş ve 16×21 boyutunda İstanbul fotoğrafları çekmişti; hemen arkasından bir başka Fransız, Ernest de Caranza da muhtelif İstanbul manzaralarından müteşekkil 55 fotoğraflık bir albümü Sultan Abdülmecid’e takdim etmiş ve “Fotoğrafî- i hazret-i şehriyârî” unvanı kendisine tevcih edilmiştir. Caranzo, çektiği İstanbul fotoğraflarını Brüksel (1856) ve Paris’de (1857) sergilemiştir.
Böylece Saray’a albüm takdim eden yabancı fotoğrafçılar arasında Jules Sandoz ve G. Berggren[26] bilhassa dikkat çekmektedirler. Saray’ın çeşitli şekillerde tezahür eden yakın ve destekleyici alâkası; bu tekniğin bazı resmî müesseselerde kullanılmasında rol oynamış, bir başka ifade ile piyasadaki ticarî fotoğrafhanelere paralel olarak resmî müessese fotoğrafhanelerinin kurulmasını sağlamıştır. Harbiye ve Bahriye Nezaretleri ile Ordu Kumandanlıkları, Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn, Dârülaceze ve Hamidiye Etfal Hastanesi, bünyelerinde fotoğrafhane kurulan bu kurumların başında gelmektedir. Bu müesseseler içinde bilhassa askerî olanlar fotoğrafın ülke çapında tanınıp bilinmesinde ve yayılmasında büyük rol oynamıştır.
Fotoğraftan önce, Hendesehanelerde, camera obscura’nun kullanılmakta olduğu bilinmektedir. 1805 tarihli bir belgeye göre bu âletten iki adedi, İngiltere’den 800 kuruşa satın alınmıştır.[27] Mühendishane mezun ve mensupları için camera obscura’dan Daguerrotype’a geçmek herhalde pek zor olmamıştır. Avrupa’daki teknik gelişmeleri imkânları içinde takip edip bunların transferinde öncü rol oynayan Mühendishanenin bu konuda ihmal içinde kaldığı herhalde söylenemez. Nitekim Osmanlı fotoğrafçılık tarihinin öncüleri ve başarılı isimleri arasında mühendishane mezunları hemen göze çarpmaktadır.[28]
Mühendishanelilerin yanında Harbiye menşe’li asker fotoğrafçıları da zikretmek gerekmektedir. Bunların alâka ve gayretleri ve Sultan İkinci Abdülhamid’in bu meseleye verdiği ehemmiyetle, askerî teşkilat içinde ve mühendisler eliyle de yurdun her köşesinde şahıslar, binalar, genel manzara ve imar faaliyetlerinin durumlarının ve gelişmelerinin tespit ve raporu için fotoğraf kullanılmıştır. Hicaz Demiryolu inşası gibi bir faaliyeti, hemen hemen 15-20 kilometresi “bir merhale, bir kare fotoğraf” olarak safha safha elimize ulaşan fotoğraflardan takip etmek mümkün olmaktadır. Devlet adamlarından bazılarını da aynı şekilde fotoğraflar vasıtası ile seneler-rütbeler sürecinde takibedebilmek mümkün olmaktadır.
Günlük olayları fotoğrafla tespit etmek işi, Sultan İkinci Abdülhamid’in bilhassa ehemmiyet verdiği bir konu olmuştur. 1856 Kırım Harbi, yukarıda zikredildiği üzere “fotoğraflanan” ilk harb özelliğini taşımaktadır, fakat işaret edilmelidir ki bu harpteki fotoğraf, özel teşebbüsün, basının, ticarî gâyeli faaliyetidir. Öte yandan 1897 Türk-Yunan harbinin her harekâtı, her faaliyeti, irade-i seniyye ile vazifelendirilen, yani devletin vazife verdiği fotoğrafçılar eliyle “tespit” edilmiştir.[29]
Askerler, bilhassa haritacılar Osmanlı fotoğrafçılığında, yayından sanata, haklı olarak özel bir yere sahip olmuşlardır. Fotoğrafçılık konusunda Osmanlı Türkçesinde ilk telif eseri meydana getiren Yüzbaşı Hüsnü Bey (1844-1896), Servili Ahmet Emin Bey (1845-1892) ve Üsküdarlı Ali Rıza Paşa (?- 1907) bildiğimiz ilk asker fotoğrafçılardır.[30] Bunlardan Üsküdarlı Ali Rıza Paşa, Harbiye Nezareti Fotoğraf Dairesi’nin reisliğini de yapmıştır. Bu cümleden olarak devrimiz asker fotoğrafçılarından, Ircica Fotoğraf Arşivi’ni kuran ve bilgiye dayalı yorulmaz bir emekle diğer koleksiyonlar yanında Yıldız Koleksiyonu’nun da tanzim ve tarifini yaparak bu değerli koleksiyondan araştırıcıların istifadelerini sağlayan kataloğu gerçekleştiren, emekli Harita Albayı Edip Özkale (948 HRT-2) Bey’in rahmetle zikredilmesi hiç şüphesiz memnuniyetle ifa edilecek bir vazifedir.
IV. Fotoğraf ile İlgili Bazı Arşiv Notları ve Neşriyat
Fotoğrafçılık; bir taraftan tatbikat olarak ülkede yayılıp muhtelif maksadlar ile kullanılır ve bunun dünya çapında yerli sanatçı ve ustaları yetişirken, diğer yandan da başka benzeri teknik ve sanatla ilgili konulara nispetle azımsanmayacak miktarda tercüme ve telif yayına da konu teşkil etmiştir. Bu konuya eğilenlerin hemen hepsi, yukarıda da geçtiği gibi çoğu zaman kaynak zikretmeden Ceride-i Havadis’in 26 Cemaziyelevvel 1257/15 Ağustos 1841 tarih ve 47 sayılı nüshasındaki haberde bahsedilen Daguerre’in kitabını ilk eser kabul etmektedirler. Bu haberde “.Avrupa’da Daguerre dedikleri zat, bir âlet icad edip Daguerre’in basması mânâsında Daguerrotype tesmiye etmiş ve mukaddimi[31] kitabı dahi İstanbul’a gelmiş ve tercüme edilmiş olmakla bilenlerin malumudur” denilmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu tercümenin henüz izine rastlanmamıştır.
Fotoğraf bahsindeki bu ilk neşriyat bilgisine böylece işaretten sonra, Osmanlı arşivindeki bazı kayıtlar ve Osmanlı basınından bazı kesitler ile fotoğraf konusunun, eğer böyle söylemek caiz ise, kamuoyundaki durumunu kısaca ve bazı başlıklar altında ortaya koymaya çalışalım. Bu kısa notlar, yalnız Türkiye için değil, aynı zamanda dünya Fotoğrafçılık tarihi için de önde gelen koleksiyonlardan biri olan Yıldız Koleksiyonu’ndaki bir kısım fotoğraflar haklarında, ayrıca koleksiyon içinde veya dışında fotoğrafın Osmanlı dünyasında kullanılışı hakkında aydınlatıcı, açıklayıcı olacağı kanaatindeyiz. Osmanlı matbuatı, fotoğrafı kullanmanın yanında fotoğraf konusuna oldukça çeşitli yönlerini de ihtiva edecek şekilde yer vermiş görüntüsü veriyor. Matbuatta yer alan bazı bahislerin ayrıca arşiv belgeleri ile de desteklenmiş olduğu, hem basından hem de arşivden rastgele derlediğimiz bazı bilgiler ile ortaya çıkmaktadır.
Gazetelerde, Yıldız Koleksiyonu’nda sık rastlanan, muayyen eşyalara ait albümlerin mahiyetini açıklayan bazı haberlere rastlanmaktadır. Meselâ Sabah Gazetesi’nin 11.8.1890 tarih 414 numaralı nüshasında “Hazîne-i hümâyûn’daki âsâr-ı atîkanın ve Silâhhâne’deki esliha-i atîkanın Abdullah Biraderlerce fotoğraflarının alınmasına dair irâde sâdır olduğu” haberi neşredilmiştir. Aynı gazetenin 15.2.1893 tarih ve 1326 numaralı nüshasında “ambarlardaki eski silâhların muâyene ve fotoğrafla tespiti ile iki albüm teşkili” haberi yer almıştır.
Yukarıdaki örnekte görülen menkul eşya yanında, gayr-ı menkul sınıfına dâhil olanlar için de benzeri tespitlerin yapıldığının haberlerine rastlamak mümkündür. Sabah gazetesi 26.3.1892 tarih ve 1134 numaralı nüshasında o zamana kadar “tesis ve inşa olunan emâkin-i emiriyye ve âliyye ve cevâmi ve mesâcid-i şerîfe’nin fotoğraflarının ahzı” haberini görüyoruz. Bu gazetenin, bu kerre 17.3.1907 tarih ve 6268 numaralı nüshasındaki bir haber bir evvelki haberlerin bütün memleket sathı için cârî bir faaliyet olduğunu ortaya koymaktadır. Bu haberde “Malatya sancağında bulunan âsâr-ı nâdire-i atîkanın fotoğraflarının Dersaadet’e Maarif Nezareti’ne gönderildiği”nden bahsedilmektedir.
Zikrettiğimiz ikinci haberdeki “iki albüm” ve son haberdeki “Dersaadet”e Maârif Nezareti’ne gönderildiği ifadelerinden hareketle, bütün ülkedeki menkul, gayr-i menkul kültür eserlerinin, bir program içinde “fotoğrafla tespiti”, “fotoğrafının ahzı” veya “alınması” ile yani bir çeşit envanter dökümü yapılarak hazırlanacak iki albümden birinin Merkeze, Dersaadet’e-Maârif Nezareti’ne gönderilerek bir arşiv teşkilinin ele alındığı anlaşılmaktadır. Yıldız Koleksiyonundaki “eşya” fotoğraflarını ihtiva eden albümler ile, hemen bütün ülkeyi başta mimarî eserleri olmak üzere ortaya koyan manzara fotoğraflarının mevcudiyet sebebini de böylece açıklamak herhalde mümkündür.
Bu kanaatimizi doğrulayan bir haberi Servet-i Fünûn’un 22.2.1911 tarih, 112 numaralı nüshasının 128. sahifesinde buluyoruz. Bu habere göre “Tophâne-i Âmire’deki esliha-i atika’nın fotoğraflarından hazırlanacak iki adet albümün birinin muhafazaya, diğerinin arz” edilmesinden bahsedilmektedir. Bu durum yukarıda ortaya konan kanaati doğrulamaktadır.
Çeşitli faaliyetlerin, bilhassa neticelerini, ne olduklarını veya hangi halde bulunduklarını, fotoğraflardan müteşekkil albümler ile, bir çeşit rapor halinde arz etmenin yaygın bir şekilde kullanıldığı kanaatine varmak pek yanlış görülmemektedir. Bizi bu kanaate götüren bilgileri gene matbuatta ve arşivde buluyoruz. Sabah gazetesinin 5.7.1890 tarih ve 378 numaralı nüshasında “Paris-Saint Barba Mektebi’nin fotoğraflarından müteşekkil bir albümün”; aynı gazetenin 7.1.1907 tarih ve 6363 numaralı nüshası ile Servet-i Fünûn’un 24.6.1891 tarih ve 234 numaralı nüshasındaki “Dahilî ve haricî fotoğrafları ile Darülaceze’nin tanıtıldığı bir rapor” matbuatta yer almıştır. Gene aynı mahiyette olmak üzere, Sabah gazetesinin 9.4.1894 tarihli 1855 numaralı nüshasında “Ziraat ameliyat mekteblerinin ebniye-tarla ve nümûne bahçelerinin fotoğraflarının çekilerek albüm meydana getirilmesi”nden bahsedilmektedir.
Ayrıca bazı arşiv vesikaları da bu kanaatin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Meselâ “Mekke’de inşâ edilen ebniye-i emiriye ve askeriyenin fotoğraflarının arzı” (Dahiliye 1255/77072, 1014/1303h/5), “Balıkesir’de inşâsı tamamlanan ve resm-i küşâdı yapılan depo ve saat kulesinin fotoğraflarının gönderildiği” (Sadaret-Hususî Maruzat XI. Dosya 410, sıra 52); “Yanya’da inşâ ettirilen saat kulesinin fotoğraflarının takdimi” (Yıldız Tasnifi-Sadaret-Hususî Maruzat-XI. cild, Dosya 421, sıra 1); “Selânik’te açılan arteziyen kuyusu ile çıkarılan suya ait” fotoğraflar (Sadaret-Hususî Maruzat-Dosya 307, sıra 25), bazı hususların Saraya fotoğrafla arz edildiğinin belgeleridir. Sabah gazetesinin 12.11.1893 tarihli 1598 numaralı nüshasında, Sayda’da bulunan lahidlerin fotoğraflarının arzını haber vermektedir. Bu fotoğraflar koleksiyonun 91533 numaralı albüm muhteviyatı olup Osman Hamdi Bey’in yaptığı kazı çalışması ve bulunan lahidlerin İstanbul’a nakli için yapılan vapura tahmil ameliyesine aittir. Bunlara (Yıldız Tasnifi-Kısım 12, evrak 151/3) ‘deki Yanya, Hamidiye Kız Rüşdiye Mektebi’ne ait 33 fotoğraflık albüm de ilâve edilebilir.
Bunlar arasında Vakit gazetesinin 2.4.1879 tarih ve 2031 sayılı nüshasındaki bir haber dikkat çekicidir. Bu habere göre “âsâr-ı atîka’dan addolunan bir taşın üzerindeki şekil ve yazının fotoğrafının Maarif Nezareti”nce istendiği ifade edilmektedir. Birçok açıdan dikkat çekici olan bu haberden artık fotoğraf henüz kırk yaşlarında iken, İstanbul’da tam mânâsıyla bir belge, haber ve bilgi kaynağı ve vasıtası olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Yâni artık fotoğraf bir “enformasyon” kaynağıdır. Bunun bir başka örneğini, (Yıldız Tasnifi-Sadaret, Hususî Maruzat, Dosya 254, sıra 94, tarih 29.5.1309 H) vesikada görüyoruz. Bu vesikaya göre “İstanbul’a gelen İsveç ve Norveç harp gemilerinin dahilen ve haricen fotoğrafları ile mürettebata ait fotoğraflarının” arz edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Bu arada (İrâdeler 20/6-14, 1268 H tarihli Hariciye, sıra Nu. 4195, sa 115)’de “Fransız Mekteb-i Tıbbiyesi başcerrahı tarafından hâk-i pây-i hümâyûn’a takdim kılınan resimler” söz konusu edilmiştir. Buradaki resimlerin fotoğraf mı, yoksa çizim ve şekiller mi olduğu pek belli değilse de, her halükârda artık 1851’lerde göze hitap eden malzemenin vesika olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Fotoğrafın istihbarat maksadlı kullanılışının artık 1890’larda yaygınlaştığı ve bu türlü kullanılmaya karşı tedbir düşünülme safhasına gelindiğini (Yıldız Tasnifi IV, Sadaret-Hususî Maruzat, Dosya 248, sıra 54) işaretli ve 18.11.1308 tarihli bir vesikada açıkça görülmektedir. Bu vesikaya göre Nikolayev Başşehbenderliği, Karadeniz’de iskandil yapacak olan Bambori adlı vapurdaki mükemmel kamera ile “sahillerimizin fotoğrafının çekileceği” hususunu Merkeze bildirmektedir.
Sabah gazetesinin 20.3.1310H ve tarihli (1890 M) 1128 ve bunu müteakip 1131 numaralı nüshalarında yer alan iki habere göre bütün talebelerden ikişer adet fotoğraf alınarak bunların Saraya arzedileceği bildirilmektedir. Aynı meâlde Takvîm-i Vekâyi’nin 21.9.1331H (1912 M) tarih ve 1562 numaralı nüshasının 3. sahifesindeki bir yazıya göre Darülfünun imtihanlarına müracaatta fotoğrafın da eklenmesine dair bir yazı ile artık fotoğrafın kimlik teşhisi, hüviyet tespitinde kullanılır olduğu anlaşılmaktadır. Şahısların fotoğrafları ile alâkalı olarak bir başka bahis ise hapishanelerdeki mevkufların, sanık veya mahkumların fotoğraflarının alınmış olmasıdır. Bu fotoğrafların ne maksadla alındığı, nasıl kullanıldığı hakkında şimdiki bilgilerimize göre bâriz bir malumat bulunmamakta, ancak böyle bir faaliyetin olduğu, koleksiyondaki resimler yanında Sabah gazetesinin 1890 tarih ve 1182 numaralı nüshasındaki bir haberden de anlaşılmaktadır.
İstanbul’da, herhalde diğer vilâyetlerde de, manzara resmi çekmenin izne tabi olduğunu, bunun takibinin zabıtaca yapıldığını, iki arşiv belgesi ile bir gazete haberinden anlıyoruz. Sabah gazetesinin 19.5.1312H-6.9.1310R (1894) tarihli ve 1895 sayılı nüshasında “İstanbul’daki latîf mevkilerin fotoğrafı için izin talebinde bulunan Nikolaki Enderyamano’ya” bu iznin verildiği haberi yer almaktadır. (Yıldız Tasnifi IV, Sadaret, Hususî Maruzat, Dosya 241, sıra 50)’deki 14.4.1308H (1890 M) tarihli vesika, Febus Fotoğrafçılarından Pol Tarkul’a, Kâğıthane ve Boğaziçi’nin fotoğraflarının ahzı için izin verildiğine, kendisine zabıtaca mani olunmamasına dâirdir. Gene Arşiv’den (İrade-i Hususiye, Dosya 378, Dosya 30) işaretli ve 10.4.1325H. (1907 M) tarihli bir vesikada “Rus teb’asından Mösyö Zendin için, Dersaadet’te fotoğraf çekmek ve resim yapmak üzere izin verilmesi”nden bahsedilmektedir. Bir başka izin konusu da (Yıldız Tasnifi-Sadaret-Hususî Maruzat, Dosya 263, sıra 55), 15.10.1310H (M. 1892) tarihli vesikada rastlıyoruz. Bu vesikaya göre Gülmez Bidareler, Şikago Sergisi’ne gönderecekleri fotoğraflar için izin talebinde bulunmuşlardır. Şikago Sergisi ile ilgili bir diğer haberi Servet-i Fünûn Dergisi’nin 30.10.1309 R (1893M) tarihli 148 numaralı nüshasının 288. sahifesinde görüyoruz. Bu habere göre Şikago Sergisi esnasında bir Milletlerarası Fotoğraf Kongresi akdedileceği bildirilmektedir. Bir diğer sergi haberine ise 1.1.1312 H., 23.4.1310 R (1894M) tarihli ve 140 numaralı Maarif Mecmuası’nda rastlıyoruz. Bu haberde 1898 Milano Fuarında fotoğrafçılık için de bir yer ayrılacağı bildirilmektedir.
Fotoğraf albümlerinin, devlet başkanları arasında teati edilen hediyelerden olduğu da bir arşiv belgesinden anlaşılmaktadır. (İrade-i hususiye, Genel 246, Hususi 16) işaret ve 6 Rebiül-âher1325 (1907 M) tarihli bir vesikadan, Saksonya Kralı’nın, kendi teb’asından Dr. Mösyö Avrili’nin İstanbul mimârisine dair fotoğraflardan müteşekkil bir albümü, Halife hazretlerine sunduğu anlaşılmaktadır.
Fotoğraf ile alâkalı olarak Osmanlı matbuatında rastaldığımız alâka çekici bir haber ise “Fotoğraf vergisi” hakkındadır. Takvim-i Vekâyi, 1.12.1288H. (1871M) tarih ve 1452 numaralı nüshasında “Fransa’da senede yüzelli milyon (kare) fotoğraf resmi imâl olduğu ve (Fransız) hükümetince fotoğrafa vergi” konulacağını bildiren kısa bir haber neşr edilmiştir. Bundan yirmi sene kadar sonra bu def’a Devlet-i aliyye’nin “fotoğraf ve her nevi tesâvire mahsus bir pul tab’iyle, bunlardan cüz’i bir resim istıfâsından” bahseden bir yazı 18.2.1308 R tarih ve 966 numaralı Sabah gazetesinde yayınlanmıştır.
Fotoğrafçılık ile iştigal edenlerin cemiyet teşkil ettiklerine dair bir haberi Sabah gazetesinin 2292 numaralı ve 8.10.1311 R (1895 M) tarihli nüshasında görüyoruz. Bu haberde kısaca “Selânik’te fotoğrafçılık, ressamlık ve sanayii nefise ile iştigal eden bir cemiyet-i mahsusa teşekkül ettiği” bildirilmektedir.
Meslekî teşkilâtlanmanın, daha sonraları devlet eliyle teşvik ve hattâ zorlamalara rağmen bugün bile bu konuda varılan nokta malum iken 1895’te böyle bir “Cemiyet-i mahsusa” teşekkülü ve bilhassa fotoğrafın cemiyetin adından anlaşıldığı üzere, güzel sanatların (sanayii nefise) bir unsuru addedilmesi dikkat çekicidir ve kanaatimizce devamı ve tesirleri açısından başlı başına bir araştırma konusudur. Bizim kullanma imkânı bulduğumuz arşiv malzemesinde bu konuda başka bir kayda rastlayamadık. Ancak fotoğrafçılık bahsinin, bir müessese olarak yerleşmiş olduğunu gösteren çeşitli haber ve yazılara, matbuatta artık rastlanmaktadır. Bunlardan dikkati çeken bazılarına işaret edelim.
Servet-i Fünûn’un 14.7.1311 M 1895R tarih ve numaralı nüshasında bir örneğini gördüğümüz şekilde başta bu dergide olmak üzere zaman zaman fotoğraftan bahseden “Fotoğraf musahabesi” başlığı altında toplanan yazılara rastlanmaktadır. Bunların yanında Fotoğraf müsabakalarının da gündemde yer aldığını görüyoruz. 28 Mart 1312 R (1896 M) tarih ve 265 numaralı Servet-i Fünûn’da (Sayfa 66) fotoğrafçılığın ehemmiyeti ve buna bağlı olarak Servet-i Fünûn’un tertip ettiği bir “Fotoğraf müsabakası”na dair yazı buluyoruz. Matbuatın fotoğraf müsabakası konusuna alâka gösterdiğini görüyoruz. Bir de yurt dışındaki faaliyetlerden Akşam gazetesinin 30 Teşrinevvel 1920 tarihli ve 705 numaralı nüshasında Fransız Cumhurbaşkanı’nın resminin/fotoğrafının çekilmesine dair bir müsabaka haberi yer almaktadır.
Fotoğrafın bir sanat olduğunu ortaya koyan bir başka tatbikata ait haberi Şura-yı Ümmet gazetesinin 21.1.1325 R (1909 M) tarihli 206 numaralı nüshasında rasladığımız bir ilânda, Yadigâr-ı Millet Vapuru’nun birinci mevki salonuna asılacak fotoğraf konusunda görüyoruz. Akşam gazetesinin 1-2 1922 M tarih ve 1208 numaralı nüshasında ise “Fotoğrafçılık ve sinemacılık bahislerinin parlak geleceği”ni ele alan bir yazı neşredilmiştir.
Bu arada Servet-i Fünûn’un 14 Eylül 1311 tarih ve 237 numaralı nüshasından, İngiltere’de fotoğrafı mevzu alan bir gazetenin neşredilmekte olduğunu, Fransa’da ise iki müellifin renkli fotoğraf mevzuunda bir kitap neşretmiş olduğunu görüyoruz.
V. Yıldız Fotoğraf Arşivi
Yukarıda işaret edildiği üzere Osmanlı Sarayı ve bilhassa II. Abdülhamid Han fotoğraf konusu ile yakından alâkadar olmuşlar ve çeşitli yönleri ile fotoğraftan faydalanma imkânı aramışlardır. İlk devri, bir bakıma Abdülaziz Han Devri’ni yabancı fotoğrafçılar devri kabul edebiliriz. Bu devir aynı zamanda yerli fotoğrafçıların da yetişme devridir. Kanaatimizce II. Abdülhamid Han Devri ise bir yandan yerli fotoğrafçılar devri olduğu gibi, bir başka cihetten de bilhassa devletin fotoğrafı azamî şekilde kullanma gayretinde olduğu bir devir olarak mütalaa edilebilir. Yukarıda, bazı arşiv belgeleri ve gazete haberlerine dayanılarak, fotoğrafın, Saray tarafından, istihbarattan envanter çıkarmaya, muharebe safahatının takibinden hüviyet tespitine, çeşitli faaliyetlerin raporlarında tevsik ve tanıtım faaliyetine kadar pekçok sahada kullanılmış olduğuna işaret edilmişti. Bu yaklaşımın tabiî bir neticesi olarak Yıldız Sarayı’nda çok değerli bir fotoğraf koleksiyonu meydana gelmiştir.
Yıldız Sarayı Koleksiyonu veya Abdülhamid Albümleri adları ile tanınan bu koleksiyon; Yıldız Sarayı Kütüphanesi’ndeki diğer malzeme meyanında, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi koleksiyonuna dahil edilmiştir. İslâm Konferansı Teşkilâtı, Tarih, Sanat ve Kültürü Araştırma Merkezi (Ircica) Genel Direktörü Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ısrarlı takip ve gayretleri neticesi; merkezin adına yapılan müracaatı Üniversite Yönetim Kurulu’nca olumlu karşılanmış ve hazırlanan bir protokol ile bu koleksiyonun; biri Ircica, diğeri İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne verilmek üzere iki takım reprodüksiyonu yaptırılmıştır.
Ircica, merhum Edip Özkale’nin idaresinde bir çalışma grubu teşkil etmiş, Üniversite mensuplarınca hazırlanmış bilgi listeleri ve albümlerden tespit edilen bilgilerden de yararlanılarak, bu önemli enformasyon kaynağının tasnif ve araştırıcıların hizmetine sunulmasını sağlamıştır.
Yalnız Türkiye değil, dünya fotoğrafçılığı için de değerli olan bu önemli koleksiyon hakkında muhtelif hacimde ve çeşitli dillerde bir miktar neşriyat vardır, ancak kanaatimizce bunlar bu koleksiyonun tanıtılması için yetersizdir. Burada hemen ifade etmekte fayda mülâhaza ediyoruz, bu koleksiyonun paralelinde ele alınmasını doğru bulduğumuz Osmanlı veya Türkiye fotoğrafçılığı konusundaki başta değerli araştırıcılar Özendes ve Öztuncay’ın ciddi araştırma mahsulü çalışmaları olmak üzere, mevcud malzemeye nisbetle pek mahdud sayılabilecek neşriyat da bize göre konuyu tamamıyla kapsamaktan uzaktır.
Bu koleksiyon, Ircica’da yapılan ilk tespite göre, mükerrerler dahil 962 albümde toplanmış 38599 kareden meydana gelmiştir. Bu karelerin ikibin kadarı gravür, az bir mikdarı basılı fotoğraf büyük bir kısmı aralarında mükerrerler de bulunsa orijinal fotoğraflardan meydana gelmektedir. Bu fotoğrafların takriben bin kadarı sonradan elle renklendirilmiştir.
Tespitlerimize göre 1862-1917 zaman dilimini kapsayan bu fotoğrafları kanaatimizce başlıca:
- Çeşitli yerleşim birimleri
- Muhtelif mimarî eserler, çeşitli binalar
- Sınaî, sıhhî, ziraî müesseseler, demiryolu inşaatı ve eğitim ve benzeri kurumlar
- İmar faaliyetleri, demiryolu ve köprü inşaatları
- Şahıslar
- Örf ve âdetler
- Bazı faaliyetlerin raporları
- Envanter ve demirbaş tesbitleri
- Seyahatlere ait tespitler
- Muhtelif eşyaya ait imalat ve satış katalogları
- Başlıca atlar olmak üzere çiftlik ve haralardaki hayvan resimleri
- Silâh katalogları
- Gemi fotoğrafları
- Muhtelif fotoğraflar
olmak üzere çeşitli başlıklar altında toplamak mümkündür.
Coğrafî dağılım ise, ağırlık İstanbul ve Osmanlı toprakları olmak üzere Amerika’dan Japonya’ya hemen hemen bütün dünyayı ihtiva etmektedir.
Fotoğrafçı veya fotoğrafhane olarak ilk tespitlere göre varılan adet 263 olup bu sayımda aynı şahısa ait olduğu bilinen farklı unvanlı imzalar tek sayılmıştır.
Netice
Osmanlı-Türk Fotoğrafçılık tarihi, münferid araştırmaların ortaya çıkardığı muhteva zenginliği ve vesika kıymetleri gözönüne alındığında henüz yeterince araştırılarak günümüz alâkalılarına sunulabilmiş değildir. Anadolu fotoğrafçılığı ise hemen hemen hiç araştırılmadığı gibi günümüze gelebilmiş koleksiyonların da bilindiğini söylemek pek doğru olmayacaktır.
Bir örnek olarak Konya’yı verirsek, Foto Behçet ve Foto Abdullah’ın, belki onbinlerce fotoğrafının akibeti meçhuldür. Günümüzde “Konya kültürünü tesbit ve koruma”yı şahsî vazife bilen Hasan Çopur Beyefendi ve başka merkezlerde benzerlerinin gayretleri ve bu gayretlerin koordinasyonu çok değerli malzemeyi kullanılma sahasına çıkaracaktır.
Bu arada işaret edilmesi gereken bir diğer konu ise başta İstanbul-Harbiye Askerî Müzesi olmak üzere Genelkurmay’ın alt ünitelerindeki koleksiyonların, mümkünse bir bütünlük içinde değerlendirilmesidir.
Kanaatimizce mevcut koleksiyonların bilinip tanınması ve bunlar üzerinde aydınlatıcı ve dakik çalışmalar ve araştırmalar ile Osmanlı fotoğrafçılığı gerçek hüviyeti ile ortaya konulabilecektir.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 933-943