Özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nin en son oluşturulan eyâletlerinden birisi olan Kıbrıs Eyâleti’nde müslim ve gayrimüslim reâyânın aleyhinde olmak üzere çalkantılı bir süreç yaşanmıştı. Bu süreçte, ada tarihi boyunca etkilerini hissettirmiş olan deprem, veba, kuraklık, kıtlık ve çekirge istilâları (kaht u galâ ve istilâ-i cerâd) gibi felâketlerle birlikte (KBM.: 1/23; Cobham, 1908: 355), önemli rol oynamış başka faktörler de bulunmaktaydı. Bu faktörlerin en önemlilerinden birisi ise, on altıncı yüzyıldan itibaren dahilî ve haricî siyasî, ekonomik ve sosyal şartların bir sonucu olarak ortaya çıkmış, on yedinci yüzyılda gelişmiş ve özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı ülkesinin genelinde yaygınlık kazanarak etkisini en ağır şekilde hissettirmiş olan “desantralizasyon” süreciydi. Bu süreçte bağlı olarak merkezî Osmanlı hükümeti, ayân[1] denilen bazı yeni bölgesel güçlere taşradaki otoritesini büyük ölçüde “kaptırmış” veya bilerek “paylaşmış”tı. Bu sürecin etkisi Kıbrıs Eyâleti’nde özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında güçlü bir şekilde hissedilecekti. Söz konusu dönüşümün Kıbrıs’taki yansımalarının bir tahlili bu araştırmanın esas konusunu oluşturmaktadır. Böyle bir tahlil sonucunda, hem Türkler dönemi Kıbrıs tarihinin en iyi şekilde anlaşılabilmesi için ilgili dönemde imparatorluk genelinde etkili olmuş olan “desantralizasyon süreci” gibi önemli dönüşümlerin ihmal edilmemesinin, hem de “desantralizasyon” gibi ülke genelinde şahit olunmuş bir hâdisenin tam anlaşılabilmesi için eyâletlerde bu olayın hangi ölçüde ve nasıl yaşandığının tespitinin önemi bir kez daha vurgulanmış olacaktır.
I. On Sekizinci Yüzyılda Osmanlı Devleti
Kıbrıs’ta Türkler dönemi hakkında yakın zamanlara kadar ortaya konulan çalışmalar hakkında karşılaşılan sıkıntılı noktalardan birisi de şudur ki; Hill (1952/IV) de dahil olmak üzere, bu çalışmalarda, Kıbrıs tarihinin ana konuları incelenirken, bölgesel gelişmelere, yani aynı zaman diliminde Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen olaylara ve onlarla, eğer varsa -ki, her zaman olmuştur- bir Osmanlı eyâleti olan Kıbrıs’ta meydana gelenler arasındaki ilişkilere çoğu zaman dikkat edilememiştir. Hâdiselere, adadaki yansımalarına göre, daha doğrusu ada zâviyesinden, yani dar bir açıdan bakılmış gözükmektedir. Oysa ki, özellikle Kıbrıs Türk tarihinin esaslı bir şekilde ve daha anlamlı bir tarzda tasviri, en başta Osmanlı’yı, bununla birlikte de bütün Akdeniz dünyasını ve dünyayı etkilemiş olan zamanın siyâsî, sosyal ve ekonomik gelişme ve şartlarının iyi analiz edilmesine bağlı gözükmektedir. Bu nokta, söz konusu analiz meselesinde büyük çaba göstererek önemli sonuçlar elde etmiş olan Faroqhi (1994) tarafından ısrarla vurgulanan bir gerçektir.
Faroqhi’nin (1994: 10) tespit ve tavzih ettiği önemli bir husus da; on sekizinci yüzyılın, Osmanlı tarihinin bir “unutulmuş dönemi”ni oluşturmasıdır. Çünkü bu dönemle daha çok Balkanlı tarihçiler ilgilenmişlerdir. Ona göre bu durumun sebebi, Yunan, Sırp ve Bulgar millî hareketlerinin toplumsal zemininin bu dönemde oluşmuş olmasıydı. Anadolu ve Rumeli’nin Türkçe konuşulan vilâyetleri için böyle bir durum söz konusu olmadığından bu dönem ilgili araştırmacılara pek câzip gelmemiştir. Dolayısı ile on sekizinci yüzyıl, Osmanlı tarihi açısından tatmin edici ölçüde araştırılmamış bir dönem teşkil etmektedir.
Bu genel değerlendirmeden sonra on sekizinci yüzyıl Osmanlı tarihine bakıldığında, bu yüzyılın siyasî açıdan Osmanlı için ana hatlarıyla inişli çıkışlı bir dönem olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı 1711 ve 1739 yllarında toparlanmış ve Avrupalılara karşı zannedildiği gibi tükenmediğini göstermişken, 1717-18 ve 1768-1774 yıllarında ise tekrar bir bocalama içine girmişti.
Devletin on sekizinci yüzyılda göstermiş olduğu söz konusu istikrarsız gelişim günümüz tarihçilerini çeşitli tezler oluşturmaya bile itmiştir. Gibb ve Bowen’ın (1957/I) temsil ettiği bir gruba göre, Osmanlı’nın bu yüzyıldaki gerilemesi, “devşirme” bürokratların geçen yüzyıldan beri idârî mekanizmadan dışlanmasından dolayı idi. Hourani[2] ve Itzkowitz’in (1962) oluşturduğu karşı gruba göre de, doğuştan Müslüman olan bürokratlar, onsekizinci yüzyılda devlet idaresini ele geçirmekle “İmparatorluğa, on yedinci yüzyılın keşmekeşliği içinde kaybolmuş gözüken bir yön ve kuvvet vermişler, fakat meydana gelen bu canlanma, hükümetin bütün imparatorluk topraklarını eski devirlerdeki gibi kontrol edebilmesini sağlama noktasında çok geç kalmıştı (Issawi 1966: 25).
On sekizinci yüzyıl Osmanlı tarihinde meydana gelen gelişmeler gerçekten her iki teze de destek verecek nitelikteydi. Anlaşıldığı kadarıyla her ikisinin de ortak yönü, bu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin durumunun daha da kötüye gitmiş olmasıdır. Bu olumsuz gidişatı durdurmak için en baştan beri, gerek devşirme ve doğuştan Müslüman idarecilerin, gerekse Osmanlı toplumunu temsil eden zamanın düşünürleri gelenekçi bir tavır takınacaklardı. Yani, sapıldığına veya bozulduğuna inanılan klâsik dönem düzenini yeniden restore etmek tek çare olarak düşünülecekti (Öz 1997). Çünkü, ortaya çıkan ortak kanaate göre, on sekizinci yüzyıla gelindiğinde, artık idarî, ekonomik, askerî ve içtimaî bütün müesseselerde belli birtakım normlar veya sabitelere ulaşılmış, yapılabilecek en mükemmel şeyler başarılmış ve ulaşılan çizginin ötesinde daha yapılabilecek bir iş kalmamış gibiydi. Yani İnalcık’ın (1993: 469) ifâdesi ile “kendi klâsik şekilleri içinde kalıplaşmış”lık söz konusu idi. Elbette böyle bir anlayış ve vaziyetin sonucu olarak, bütün Osmanlı kurumlarında zamanla bir “gevşeklik” (Ünal 1998: 67) ve yine aynı anlayışa bağlı olarak, “Lâle Devri” (1703-1730) ve sonrasında sergilendiği gibi, devlet ve toplum hayatında bir taklitçilik havası (Yediyıldız 1982: 44) hâkim olacaktı. Halbuki, Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’da birçok âyetlerle körü körüne taklitçilik yasaklanmıştı (Yediyıldız 1982: 44).[3]
Sosyal ve ekonomik yönden bakıldığında da, en azından onaltıncı yüzyılın sonlarına kadar Türklerin kurduğu kendine özgü devlet ve toplum düzeni sayesinde, Osmanlı Devleti Yakın Doğu’yu ve Balkanlar bölgesini hâkimiyeti altına almış gözükmekteydi (Ünal 1998: 3). Yücel’in (1988: IX) ifâdesiyle bu gelişme; “toprak mülkiyeti, iktisadî-malî hayat, kişilerin devlet ile ve kendi aralarındaki hukukî ilişkilerini ayrıntılı şekilde düzenlemiş…” kurumların iyi işlemesi veya işletilmesinin sonucuydu.
Bununla birlikte, on altıncı yüzyılın son çeyreğinde başlayıp, on yedinci yüzyılda yaygınlaşıp, menfî yönde etkisini iyice hissetttirmeye başlamış olan idarî, sosyal ve ekonomik krizler[4] on sekizinci yüzyılda neredeyse İmparatorluk genelini hükmü altına almıştı (Barkan 1970: 574-590; İnalcık 1973: 139; Yücel 1988: IX; Faroqhi 1994: 2).
“Fiyât Devrimi”, para ilişkilerinin genişlemesi, malî kapitalizmden endüstriyel kapitalizme dönüşüm, profesyonel ordular gerektiren yeni savaş teknolojileri ve benzeri gibi dünya ekonomisinde meydana gelen değişimler, özellikle Avrupalı devletlerle yapılan milletlerarası ticaretin hacim ve karakterinde meydana gelen yenilikler, çoğunlukla yenilgi ile sonuçlanan sonu gelmiyen savaşlar ve nüfusta ve buna bağlı olarak işsizlikte meydana gelen hızlı yükseliş (Tabakoğlu 1985: 235-246), yukarıda bahsedilen ve daha çok, insanın etik yönüyle ilgili denilebilecek unsurlarla birlikte, klâsik Türk devlet ve toplum düzenini (Ergenç 1995: 13) temelden sarsıntıya uğratan en önemli faktörler olacaktı.
Ülkede hüküm süren mevcut çok yönlü şartların etkisiyle ve savaş teknolojisinde meydana gelen yeni gelişmeler karşısında Osmanlı’nın klâsik tımar düzeni hızla önemini kaybetmişti. Buna bağlı olarak da tımarlı sipâhi sayısının giderek azalmasıyla, sonunda faydasız bir hâle gelmişti (Ünal 1998: 195-202). Türk-Müslüman unsurlardan ehliyetsiz kimselerin katılımı ile, bir zamanlar devletin en etkili vurucu gücü olan Yeniçeri birliklerinin kalitesi azalırken, sadece mensuplarının sayısı artmıştı. Bu genişleme de, şüphesiz merkezî hazinenin düzenli giderlerinin artması demekti.
Ekonomik ve askerî sistemlerdeki kötüleşmenin yanında, on altıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren İç Anadolu’da baş gösterdikten daha sonraki dönemlerde etkisini ülkenin daha geniş kesimlerinde hissettirecek olan toplumsal karışıklıklar karşısında Osmanlı toplumsal birliği de tehdit altında kalmıştı.
Orta Anadolu’da ortaya çıktıktan sonra hızlıca genişlemiş, zamanla bir eşkiyâlık mâhiyetine bürünmüş veya o şekilde algılanmış olan ve tarihlerde genel olarak “Celâlî hareketleri veya isyânları” şeklinde isimlendirilen söz konusu karışıklıklara katılan “Celâlî” zümreleri daha çok “levend” veya “gurbed tâifesi” ve “suhte” denilen topraksız ve işsiz gençlerden oluşmuştu. Ayrıca, devlet ve eşkiyâların empoze ettiği giderek artan vergi yükü altında iyice sıkışmış olan ve bu yüzden toprağını, “çift”, terketmek zorunda kalan[5] vergi mükellefi tebaa da, bahsi geçen “Celâlî hareketleri”nde önemli rol oynayacaktı. Zirâ, bunlardan bir kısmı dağlık arazilerde hayvancılığa başlayacak ve önemli bir miktarı da şehirlerde öğrenci olarak medreseleri veya taşra vâlilerinin başta, devletin izniyle, eşkiyâlık hareketlerine son vermekte ve sosyal düzeni korumakta kullanılmak üzere maaş karşılığında oluşturduğu ve silahlandırdığı “sekban bölükleri”ni[6] dolduracaklardı. Fakat, bunlar savaşta kullanılıp, savaştan sonra işsiz güçsüz ortada kalacaklardı. Medreseyi bitirenler istihdam edilemeyecekti. Mâiyetlerine paralı asker olarak girdikleri bazı vâliler onlara güvenerek on yedinci yüzyıl boyunca merkezî hükümete karşı isyân edecekti (Pamuk 1990: 121-122; Faroqhi 1994a: 586; Ünal 1998: 107- 110).[7]
Dolayısı ile, Osmanlı devlet adamları, giderek genişleyen, fakat etkinliğini yitirmeye başlamış olan devlet mekanizmasının işletilmesi için gereken harcamalarını karşılayabilmek üzere mevcut gelir kaynaklarının kapasitesini artırmanın yanında, bunlara yenilerini ilâve etmenin yollarını da bulmak zorundaydılar.
Bu hedeflere ulaşabilmek için zamanın Osmanlı yöneticileri birçok çare veya metot geliştirmişlerdi. Bunlardan birincisi, zengin devlet memurlarının ölümlerinden sonra mal varlıklarına el koyma, yani müsâdere ve Osmanlı madenî parasının ihtivâ ettiği kıymetli maden oranını azaltma ve paraları bir köşesinden kırpma yoluyla yapılan tağşîş, yani devalüasyondu (Yücel 1992: 8-11). Zamanın Osmanlı yöneticileri ikinci çare olarak, eskiden yalnızca savaş gibi fevkalâde durumlarda toplanan avârız, imdâdiye ve tekâlif vergilerini artık neredeyse düzenli olarak toplamaya başlayacaktı (Pamuk 1990: 127). Üçüncü metot, tımar sisteminin aleyhinde olmak üzere iltizâm usûlünün tatbik sahasını genişletmek, yani büyük oranda tımar sistemi çerçevesinde işletilen devlete ait gelir kaynaklarının mukataalara[8] dönüştürülmesi olacaktı. Bu, devletin gelir kaynaklarının bir veya üç yıl için yeterli sermaye sahibi olanlara satılması demekti (Öz 1997: 45).
Devletin gerekli olan yeterli nakit parayı temin etmek için tatbik ettiği dördüncü uygulama, iltizâm[9] usûlüne çok benzeyen mâlikâne sistemiydi (Genç 1973: 231-283). Bu sisteme göre, mukata’alar bir veya üç yıllığına değil, “mu’accele” denilen bir peşin ödeme ve “mâl” denilen yıllık bir meblağ karşılığında ömür boyu (kayd-ı hayat) olmak üzere satılacaktı. Bu uygulama ile mâlikâne sahiplerinin, bir veya birkaç yıl sonra mukata’alarını devlete devretmeyecekleri için hem Müslim ve gayrimüslim reâyâyı korumaya, hem de mukataalarını geliştirmeye istekli olacaklarına inanılıyordu. Nakit para ihtiyacı Osmanlı devlet adamlarını beşinci bir mâlî tekniği uygulamaya zorlamıştı. “Eshâm sistemi” denen bu tekniğe göre mukataalar çok küçük parçalara veya hisselere taksîm edilecek ve herbirisinin yıllık vergi gelirleri toplam bir peşin ödeme karşılığında ömür boyu olmak üzere tâlip olanlara satılacaktı. Bu uygulama hisse sahipleri öldüğü zaman ölenin hissesinin devlete geri iâdesini öngörüyordu (Pamuk 1990: 131).
Doğrusu bu mâlî metotlardan hiçbirisi, giderek daha problemli bir duruma düşen Osmanlı ekonomisini sıkıntıdan kurtarmaya yeterli olmayacaktı. Sonu gelmeyen siyâsî ve sosyo-ekonomik krizler İmparatorluğu tedricen çöküşe götürecekti.
Ayrıca, yukarıda değinilen ve on altıncı yüzyıldan itibaren etkisini hissettirmeye başlayan şartlar altında, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Osmanlı’da ekonomik düzenin ve toplumsal yapının daha da bozulması ve sarsılmasında, yani Müslim ve gayrimüslim reâyânın dağılmasında (perâkende), bazı beylerbeyi, sancakbeyi, kadı ve nâibi, mütesellim veya voyvoda, mültezim ve diğer “ehl-i ‘örf”e mensup kimseler gibi suiistimalci devlet memurları en çok sorumlu kesim olmuştu (Tabakoğlu 1985: 223-227). Devlet otoritesinin mümessilleri olmalarına rağmen, Osmanlı sultanlarının yayınlamış olduğu “‘adâletnâme”[10] fermanlarını dikkate almayarak ellerindeki yetkilerini, birçok suiistimalleri, haksızlıkları işlemekte kullanmışlardı. Örneğin “iltizâm”la kendi tımarlarını başkalarına satmak, “salma” yoluyla “il üzerine devre çıktıklarında” halktan kanunsuz yiyecek, koyun veya başka şeyler talep etmek, “yem ve yiyecek”/”koyun ve kuzu taleb etme”, “tekâlif-i şakka” denilen fevkalâde vergiler yüklemek veya halkın zorunlu vergi veya hizmet yüklerinin ve cürümlerine karşılık kesilen cezalarının oranlarını yükseltmek, “ziyâde taleb”, gibi (Yücel 1988: XIII; Ünal 1998: 162). Bu durumun bir sonucu olarak da, devlet taşrada otoritesini büyük ölçüde kaybedecekti.
II. Osmanlı’da Ayânlık
On altıncı yüzyılın ikinci yarısından itibâren ortaya çıkan ve yukarıda değinilen siyâsî, ekonomik, sosyal, askerî ve demografik şartlar klâsik Osmanlı rejiminin temelden aksamasına ve tedrîcen inkisârına sebebiyet verecekti (İnalcık 1973: 47). Sonra, on yedinci yüzyıl boyunca, yine yukarıda değinilen şartlar altında, merkezî hükümet basamak basamak hem İstanbul’da, hem de taşrada otoritesinden önemli ölçüde kaybedecekti. On sekizinci yüzyıla kadar, ortaya çıkmış olan otorite boşluğunu dolduracak toplumsal siyâsî bir güç zuhur etmemişken (Pamuk 1990: 121-122), bu yüzyılda, yeni bir toplumsal güç, yani ayânlar ortaya çıkıp, özellikle devletin taşra teşkilâtını kontrol edecekti. Yeni bir toplumsal güç olarak ortaya çıkmış olan bu sınıf, ağırlıklı olarak askerî ve ulemâ emeklileri, zengin tüccâr veya büyük ve köklü âilelerin başları tarafından doldurulacaktı (Özkaya 1994: 113-124; Genç 1973: 251). On sekizinci yüzyılda Osmanlı’da ayânlık olayı, devlet tarafından belirli bir düzene göre tayin ve azilleri yapılan ve yetkileri ve yetki alanları belirlenmiş kişilerin temsil ettiği bir kurum hâline dönüşecekti (KŞS 21: 8/1, 9/1).
Ayânlar zaman içerisinde özellikle, devletin desteği altında eşkiyalığın önlenmesi için halkın oluşturduğu milis kuvvetlerin kontrolünü ve devletin, yaşanan ekonomik buhranı atlatmak, daha doğrusu giderek artan devlet giderlerini karşılayabilmek için gerekli olan nakit gelirleri artırmak ve yenilerini ihdâs etmek hususunda, geleneksel timâr sisteminin aleyhinde olmak üzere “iltizâm usulünü yaygınlaştırması”, “mâlikâne” ve “eshâm” gibi sistemlerini uygulamaya koyması sürecinde, vergi toplama yetkisi sağlayan mültezimlik, muhassıllık, mütesellimlik ve voyvodalık görevlerini elde etmekle, devletin temsilcileri ve taşra halkının gerçek vekilleri durumuna geleceklerdi (Tabakoğlu 1985: 224).
Kendisine karşı birçok yararlılıkları dokunmuş olmasına rağmen devlet, kendi otoritesinden önemli bir kısmını kaptırmış olduğu bu toplumsal güçle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren mücâdele etmek zorunda kalacaktı. Çünkü, bu sınıf mensuplarının büyük çoğunluğu hem kendilerini, mutlak olarak her zaman devletin menfaâtini kendi menfaâtlerine tercih etmek zorunda hissetmeyecek, hem de temsil ettikleri halka karşı birçok zulümlerde bulunmaktan kaçınmayacaktı. Devlete ve halka karşı irtikap ettikeri en yaygın “zorbalıkları”na, mütesellim, yani vergi toplayıcıları olarak “salyâne defterine fazla akçe eklemek”[11] ve toplanılan vergi veya gelirleri ilgili makama göndermemeleri ve mültezim olarak da, iltizâmen zaptettikleri yörede yaşayan halkı, “mürâbahâcılar”la anlaşarak farklı şekillerde soymaları örnek gösterilebilir (Özkaya 1994: 179-209).
III. Kıbrıs Ayân ve Eşrâfı
Yüzyılın ikinci yarısında Kıbrıs’ta imparatorluk genelinde olduğu (Genç 1973: 251) gibi, Türk yönetici sınıfına mensup olup, devlete ve halka sıkıntı kaynağı teşkil etmiş olan başka bir unsur da, kendilerine açıktan mültezim denilmemekle birlikte, gerçekten büyük mültezimler olan muhassıllar ve müsellimlerden başka, daha küçük çaplı iltizâm işleriyle meşgul olup, kendilerine gerçekten mültezim denilen kimselerin oluşturduğu toplumsal ve ekonomik zümreydi. Bunlara alt-mültezimler de denilebilir. Bu kimseler de aldıkları gelir kaynaklarını yerliden başkalarına satabilmekteydi.
Alt-mültezimler denilen daha düşük dereceli aracıların iki önemli sosyo-ekonomik kaynağı olduğu anlaşılmaktadır: Bunlardan birincisi, Rum-Türk bütün ada nüfusunun devlete vermekle yükümlü olduğu yıllık vergiyi bizzat toplamakla yükümlü Muhassılllar veya Müsellimler de -kendilerine adada vâli de denilmekteydi-, Sadrazam’dan zaten iltizâm yoluyla satın almış oldukları bu görevlerini yine iltizâm yoluyla adanın yerli halkından hali vakti yerinde olan ileri gelenlere satmaktaydılar (Cobham 1908: 351).
Alt-mültezimlerin ikinci kaynağı, İstanbul’da ikâmet etmekte olmakla birlikte, Kıbrıs’ta hass, zeamet ve timâr sâhibi olan yüksek rütbeli yöneticilerin -vezirler gibi- veya bazı “ehl-i ‘örf” mensuplarının ve “mâlikâne”, “mukata’a” sahipleri veya büyük “vakıf” kurucularının[12] da aynı şekilde, bu gelir kaynaklarının yönetimi için, kendilerine vekâleten, “voyvoda”, mütevelli” “câbî” vb. gibi isimlerle anılan ve ada toplumunda söz sahibi mümtaz kişileri istihdam etmeleri sonucu ortaya çıkacaktı. İstanbul’da kalmayı tercih eden söz konusu yüksek rütbeli yöneticiler kendilerine ait gelir kaynaklarını, iltizâm yoluyla, yani açık artırma ile belli bir peşin veya taksitli ödeme karşılığında yeterli ekonomik güce sahip kimselere ve onlar da yerliden başkalarına satacaklardı. Bu şekilde de, kendilerine “mültezim” denilecek olan bu aracı unsurlar arasında, gelir kaynaklarının ve onlarla bağlı olan yerli halkın aleyhinde olmak üzere, çoğu zaman hiyerarşik bir düzen bile meydana gelecekti.[13] Netice itibariyle, adanın gelir kaynaklarının iltizâm ve benzeri malî usûller yoluyla en son devredildiği yerli halktan belli ölçüde ekonomik ve toplumsal güce sahip kişilerin oluşturduğu zümreye ait belgelere de yansıdığı şekliyle “Kıbrıs a‘yân ü eşrâfı” denilecekti.
Kıbrıs ayân ve eşrâfı ada halkının önde gelenlerinden oluşmaktaydı. Bir kısmı büyük mültezimler olarak ara sıra muhassıl veya müsellim, çoğunluğu da alt-mültezimler veya küçük çaplı mültezimler olarak “voyvoda”, “mütevelli”, “câbî”, “kadı nâ’ibi” olabilen bu mümtâz kimseler, daha çok “ehl-i ‘örf” ve “‘ulemâ”dan olup, görev sürelerinin bitiminde doğdukları memleketlerine dönmek yerine, uzun yıllar görev yaptıkları, alıştıkları ve yerlilerle yaptıkları evlilikler sayesinde iyice kök saldıkları adada kalmayı tercih eden yüksek rütbeli tekâüde ayrılmış (emekli) devlet memurlarından, (ağa/efendi) oluşmaktaydı. Bizzat kendilerinin veya kendileri için başkalarının kullandığı unvanlar bu durumu en açık şekilde göstermektedir:
“Miralây-ı sâbık Hacı Mehmed”, “Kethüdâ-yı sâbık Hüseyin”, “Ağa-yı Yeniçeriyân-ı sâbık” veya “Sâbıkan Kıbrıs Defterdârı Es-seyyîd İsmail Efendi” (KBŞ: 1/5, 12, 14, 16, 54, 58; KBM: 1/4, 14).
Kıbrıslı zimmî reâyâ temsilcileri ve önde gelenleri de Kıbrıs ayân ve eşrâfı arasında yer alabiliyordu. Meselâ, “sâbık Rum Tercümânı” ve “Tuzlalı sâbık Kocabaş” gibi. Bunlar da “mültezim” olabilmekteydiler (KBM.: 1-14, 39). Mültezim olarak hrıstiyan seçkinleri bir hayli büyük çiftliklere bile sahip olabilmişler ve sâkinleri Rumlardan veya belli sayıda zimmî nüfus içeren bölgelerin devlete ait vergilerini (emvâl-i mîrî) toplama yetkisini uhdelerine alabilmişlerdi (KBM.: 1/4; D. KBE.: 20559-60).
Genelde askerî ve ilmiye sınıflarına mensup emekli yüksek rütbeli devlet memurlarından müteşekkil Kıbrıs a’yân ü eşrâfı, yukarıdaki önemli görevleri elde etmek ve yıllarca bu önemli görevlerde bulunmuş olmanın verdiği bir avantaj olarak İstanbul nezdinde kazanmış oldukları itibârları, uzun yıllar içerisinde elde ettikleri maddî birikimleri ve yerlilerle kurmuş oldukları akrabalık ilişkileri sonucu kazanmış oldukları geniş mahallî çevreleri ve nüfuzları sayesinde bu dönemde, yani on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında gerçekten yeni ve etkili toplumsal ve ekonomik bir güç, bir sınıf olarak ortaya çıkmıştı. Başka bir deyişle, ayânlık olayı, bu döneme gelindiğinde Kıbrıs Eyâleti bazında da kurumsallaşma sürecini tamamlamış gözükmüştü.
Bu konuda sahip olduğumuz arşiv kaynakları arasında, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına ait olup, hem Osmanlı geneli, hem de Kıbrıs Eyâleti bazında ayânlık olayı, yani toplumsal menşelerine yukarıda değinilen ayânların tayin ve azil usülleri, sorumlulukları, diğer mahalli yetkilere karşı pozisyonları, suistimalleri ve suistimallerine karşı alınacak tedbirler hakkında çeşitli bilgiler muhtevî karakteristik bir belge bulunmaktadır.[14] Söz konusu belge; hicrî 17 Şevvâl 1198/24 Ağustos 1784 tarihli olup, “…Anadolının sağ kolı yemîn ve yesâriyle nihâyetine varınca vâkî‘…” olan “vüzerâ-yı ‘azâm … ümerâi’l-kirâm … mîr-i mîrân-ı kirâm … mevâlî-yi fihâm … sâ’ir kuzât ve nevâ’ib ve bi’l- cümle zâbitân ve a‘yân-ı memleket”e hitâben, “a‘yânlık maddesi” hakkında daha önce (H. 1193/M. 1779) sâdır olan fermânla belirlenen hususlar ve bunlarda görülen sapmaların giderilmesini “tenbîh” maksadıyla kaleme alınmış ve “mu‘cebince ‘amel” olunması istenilen ve sadrazam çukadârlarından El-hâc Ebubekir tarafından Kıbrıs’taki yetkililere ulaştırılan bir “sûret-i hatt-ı hümâyûn” kaydıdır (KŞS 21: 8/1, 9/1).
Belgenin genel bir tahlili sonucunda dikkat çekici şu gibi noktalar tespit edilmiştir: En başta “a‘yânlık maddesi”nin Osmanlı’nın en azından on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında en önemli idarî, malî ve toplumsal bir meselesi olduğunu hem belgenin, yani fermânın muhatabı olan kişiler ve unvanları, hem de belgenin aşağıda özetle değinilecek olan genel içeriği göstermektedir. Kıbrıs Eyâleti vâlisi ve kadısı da, bu konuda ciddî “tenbîh” ve tehditlere-fermânla belirlenen düzene muhalefet edenler için “her kim olur ise bi-lâ imhâl haklarından geleceğim muhakkak olmağın” (KŞS 21: 8/1) denilmektedir-muhatap olan onlarca yetkili arasında bulunmaktaydı.
Belgeden bu dönemde Osmanlı’da ayânlık olayının kesin olarak kurumsallaşmış olduğu anlaşılmaktadır. “A‘yânlık maddesi” için hicrî 1198 tarihli elimizdeki hatt-ı hümâyûndan önce de, meselâ H. 193 tarihinde bir fermân yayımlandığı ve bu fermânla ayânların nasıl ve kimlerden tayin olunacağının kurallarının tespit olunduğuna dair kayıt bulunmaktadır (KŞS 21: 8/1).
Hicrî 1193 tarihli fermâna göre, işin “nizâm”ı şöyleydi; “memâlik-i mahrûse”deki bütün belde ve kazâlarda, ayân tayini artık daha önce olduğu gibi “emr-i ‘âlî ve vâlî buyruldısı” ile olmayacaktı. Vâliler ve hâkimler o tarihten sonra (H. 1193) herhangi birisine ayânlık için buyruldı ve mürâsele vermeyecekti. Bunun yerine, her kazâ veya belde halkı “mehâsin-i etvârı” ile bildikleri birisinin kendilerine ayân tayin olunması için dilekçe (istidâ‘) vereceklerdi. Kadılar halkın belirlediği ve arzuhâl ile istediği kişinin gerçekten bu işe uygun olup olmadığını samimice tespit ettikten sonra sadrazamlığa resmî yazı ile (i‘lâm) durumu bildirecek ve sadrazamlık da o kişi hakkında kesin bir kanaâta vardıktan sonra “izin mektûbı” verecekti. Bu düzenin dışında hiç bir şekilde ayân tespit ve tayini mümkün olmayacaktı. Kısaca, hicrî 1193 tarihli düzenleme ile, ayânların tayini konusunda vâlilerin aday gösterme hakkı kaldırılıp, inisiyatif halka verilmiştir. Halk artık kendi ayânını kendisi belirleyecekti.
Yine belgenin devamından (KŞS 21: 8/1), ayân tayini konsunda hicrî 1193 tarihinde belirlenen düzene uyulmadığı anlaşılmaktadır. Vâliler, sadrazamlıktan gelecek “izin mektûbı” olmaksızın “a‘yân nasbına cür’et” ederek, halktan normal vergiler gibi “a‘yâniyye nâmıyle” akçe tahsil etmeye devam etmişlerdi. Hatta bazen, bir eyâlet veya bir sancak zaruret gereği bir iki defa bir iki vâlîye verildiğinde her gelen vâlî “a‘yânlık” konusunda halktan para toplamak için hicrî 1193 tarihli fermâna muhalif olarak “a‘yân ‘azl u nasbı”, yani gereksiz yere eski ayânları azledip, yerlerine başkalarını tayin etmekteydi. Bu şekilde de ezilen “fukarâ ve zu‘afâ” olan halk olacaktı.
Merkezî hükûmet yayımladığı hicrî 1198 tarihli fermânla (KŞS 21: 8/1) yukarıda belirtilen ayânlık konusundaki usûlsüz uygulamaları önlemeye çalışmıştı. Vâlilerin sadrazamlıktan izin almaksızın ayânlığı bahane ederek gizliden ve açıktan halktan İstanbul’a “a‘yânlık ‘arzı mesârifi ve i‘lâm harcı” vb. isimler altında para toplamaları kesinlikle yasaklanmış ve buna cesaret edenler için “her kim olur ise bi-lâ imhâl haklarından geleceğim muhakkak olmağın” denilmiştir. Ayrıca, belgede eyâletlerde vâlilerin ve hâkimlerin yardımıyla “a‘yânlık iddi‘â iden zalemeler”in kendi çıkarları için birbirleriyle sık sık mücadele ettikleri, vâlilere verdikleri meblağları “fukarâ”dan aldıkları ve bu şekilde arada kalan halkın ezildiğinin tespit edildiği bildirilmektedir.
Hicrî 1198 tarihli fermân kaydında (KŞS 21: 8/1) ayrıca, hicrî 1193 tarihli fermânla belirlenen prosedüre uygun olarak yapılmaya çalışılan ayân tayinlerinde de bazı sıkıntıların olduğu ve bunların nasıl giderileceği de belirtilmektedir. Bu konuda; izin alındıktan sonra “memâlik-i mahrûse”deki bütün belde ve şehirlerde, halk, kendi işlerini idare için kimi ayân seçerse, ittifâk hâlinde toplu dilekçe (‘umûmî ve ittifâkî ‘arz u mahzarlar) ile, bu kişinin kimliği, kişiliği, saygınlığı, güvenilirliği ve ayânlığa uygunluğu gibi hususların İstanbul’a resmî yazı ile bildirilmesi (inhâ) gereğine, bu şekilde merkeze yapılan bir bildirimle bir kişinin hemen ayân olmuş sayılmayacağına, “halk (memleketlü) tarafından seçilmiş ve merkeze bildirilmiş” diyerek ayân adaylarına hemen itibar edilmemesine ve izin verilinceye kadar hiçbir ayân adayının tayininin muteber olmayacağına dair kayıtlar bulunmaktadır.
Yine aynı yerde, bir belde veya kazâ ahâlisinin birkaç ayân adayı arasında gruplara bölünmesi durumunda takip edilecek yöntem de belirtilmektedir. Böyle bir durumda, belde veya kazâ halkından veya hariçten “hüsn-i hâl” sahibi olan, vilâyet halkına hayrı, iyiliği dokunmuş ve kazânın işlerini yürütmeye iktidarı olan “âher münâsib” birisinin ayânlık için tespit ve tayininin sadrazamlık tarafından yapılması ve ayân olacak kişinin eline vâlî ve hâkim aracılığıyla izin ve ruhsatı içeren “kâ’ime ve mektûb” verilmesi karara bağlanmıştı. Belirlenen usûl dışında hiçkimsenin ayân tayin olunmaması ve usûle uygun olarak tayin olunanların da vâliler tarafından açgözlülük ve başka nedenlerden dolayı azledilmemeleri, aksi hâlde bu gibi yanlışlıklara cesaret edenlerin en ağır şekilde cezalandırılacağı, usûlsüz ayânlık iddi‘âsında bulunanlar veya usûlüne göre tayin olunanlardan “vâlî ve hâkime akçe virdik ve masrâr ittik deyü defter-i tevzî‘a a‘yâniyye nâm u tâm ile kendü nefisleri içün akçe idhâl kasdında” olanların derhal İstanbul’a bildirilmesi ve bir şekilde usûlsüzlüğü tespit olunan “a‘yân makûleleri”nin en uygun şekilde cezalandırılmaları gereği vurgulanmıştır (KŞS 21: 9/1).
Belgenin son kısımlarında tespit edilen birkaç nokta daha vardır. Bunlardan birincisi, mahallî yetkililere, ayân tayinin tamamen “himâyet-i ra‘iyyet” için olup, “serdârlık” vb. askerî tâifesinin müdahale edecekleri bir konu olmadığı bildirilmektedir. Onlardan (vâli ve hâkim), şartlarına uygun olarak ayân azl ve tayininde askerî sınıf mensuplarının hiçbir şekilde karıştırılmaması, fuzuli karışmak isteyen olursa, bağlı oldukları ocaklarına (birlik) bildirilmesi ve derhal ocakları marifetiyle men edilmelerinin sağlanması istenilmektedir. İkincisi, vâli ve hâkimlerin her mahalde ayânlık konusunda belirlenmiş olan “nizam”ın korunması için ihtimam göstermeleri gereği hatırlatıldıktan sonra, ayânlara da görevleri ve dikkat edecekleri hususlar yeniden bildirilmektedir. Bu çerçevede onlardan hâllerini ve amellerini fermânda (KŞS 21: 8/1, 9/1) belirlenen kriterlere uydurmaları istenilmekte ve “zulümden ve zulme vesîle olmaktan tehâşî ve mücânebet” ederek, kazâları ahâlîlerinin;. evâmir-i şerîfem mûceblerince üzerlerine edâsı lâzım gelen tekâlifi ve umûr-ı mühimmeyi kemâl-i hakkâniyyet ve nısfet üzre tahsîl ve idâre itdirüb ve tevzî‘ husûsında dahî şürût-ı istikâmetle tesvîyeye dikkat idüb mesârif-i sahîha-yı mühimmeden mâ‘adâ nefsiniz içün veyahud fukarâyı mü (v) ekkil ittihâz iden zâlimler içün vâlî-yi memlekete evâmir-i şerîfe ile tahsîs kılınandan mâ‘adâ vâlîler ve sancâk mutasarrıfları içün defter akçesi nâmı ve nâm-ı âher ile kâdîlar ve nâ’ibler içün tevzî‘ defterine bir akçe bir habbe zamm idhâl olınmamasına mezîd ikdâm ve dikkat ve sizleri dinlemeyüb ve evâmir-i şâhâneme imtisâl itmeyüb fukarâdan bi-gayr-i hakk akçe almak ve tevzî‘ defterine mesârif-i sahîhadan mâ‘adâ akçe idhâlini cebr itmek misüllü evzâ‘a cesâret idenleri der-‘aliyyeme i‘lâm itdirmege dikkat ve eger i‘lâm i‘tâsında tereddüd olınur ise kazâlarınızın müftî ve ‘ulemâ ve vücûh-ı ahâlî ve re‘âyâsının bi’l-ittifâk mahzarları ve kendü tahrîrâtınız ile hakîkât-ı keyfiyyeti oldığı gibice der-sa‘âdetime bildirmege ihtimâm ve bu vechile vikâye-yi nizâm ve himâyet-i ‘ibâd-ı melik-i ‘allâma sa‘yi mâ-lâ-kelâm eyleyesiz .denilerek dikkat edecekleri hususlara vurgu yapılmaktadır.
Elimizdeki belgenin (KŞS 21: 9/1) son bölümünde ifâde edilen kayda değer üçüncü bir nokta da, ayânların, yukarıda belirtilen mutat masrafları ve kendi istihkakları olan parayı halka tevzî ederken ve bunları, bir nüshasını İstanbul’a gönderdikleri tevziât defterlerine kaydederken yaptıkları bazı usûlsüzlüklere dikkat çekilmesidir. Bu konuda belgede şu kayıtlar bulunmaktadır:
… işbu tenbîhât-ı şâhânemin icrâsında kangı mahalde rehâvet ve muhâlefet oldığı bilinmek için her kazânın mesârif defterleri dikkat ü kat sicillâtdan ihrâc ve der-‘aliyyeme celb ve imrâr-ı nazâr-ı dikkat olınacağı ve hilâf-ı tenbîhe kangı kazânın defterinde mesârif-i gayr-i sahîha bulınır ise ol kazânın a‘yânı hakkında bi-lâ imhâl tertîb-i cezâdan gayri mu‘amele olınmayacağı muhakkak olmağla ânâ göre hareket ve himâyet ü siyânet-i ahâlî ve re‘âyâya ez-dil ü cân ikdâm ve gayret eylemeniz bâbında fermân-ı ‘âlî-şânım sâdır olmışdır …
Biraz ayrıntılı şekilde üzerinde durduğumuz ve Osmanlı genelindeki durumu da belli ölçüde yansıtan bu karakteristik belgenin dışında elimizde, ayânlık olayının Kıbrıs bazında nasıl cereyan ettiğine şahitlik yapan başka belgeler de mevcuttur. Aşağıda atıfta bulunulacak olan bu belgelerden de anlaşıldığı kadarıyla, özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Kıbrıs Eyâleti’nde, en başta bizzat devlet otoritesinin temsilcileri durumunda olan bazı devlet memurlarının görevlerini ve yetkilerini değişik şekillerde kötüye kullanmaları sonucu özellikle taşrada meydana gelen otorite boşluğunu bu zümre, yani Kıbrıs ayân ve eşrâfı dolduracaktı.
Kıbrıs ayân ve eşrâfı zamanla bazen büyük mültezimlik denilebilecek muhassıllık ve mütesellimlik mevkîlerini, çoğunlukla da diğer küçük çaplı mültezimlik görevlerini ve bunlarla birlikte birçok idârî, beledî, âsâyişle ve zaman zaman adanın haricî tehditlere karşı muhafazası ile ilgili yetkileri ele geçirdikleri için, bu dönemde devletin yardımını arayacağı ve kendine muhatap kabul edeceği bir pozisyona gelmişlerdi. Bu durumu, devletin bu dönemde, bahsi geçen konularda yayımladığı resmî belgelerde, doğrudan muhatap durumundaki adlî, askerî ve mülkî yetkililerin unvanları arasında onlarınkine de yer vermesi açık şekilde göstermektedir
(KBM: 1/22-23, 28, 40, 53; KBŞ: 1/5, 8, 35): “‘Umûmen ‘ulemâ ve sülehâ ve e’imme ve hutebâ ve zü‘emâ ve çorbacıyân ve sâ’ir a‘yân ü eşrâf…” veya:
Lefkoşa Nâ’ibine ve Eyâlet-i Kıbrıs’ta vâkî‘ kazâların kuzât ve nevâ’ibine ve Kıbrıs Muhassılı zîde mecduhuya ve zikrolunan kazâların a‘yân ve zâbitân ve vücûh-ı memleket[15] ve bi’l-cümle iş erlerine hüküm ki.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında, zaman zaman devlete gerçekten önemli hizmetleri görülmüş olan Kıbrıs ayân ve eşrâfının, gerek nadiren muhassıllık veya mütesellimlik, gerekse genelde küçük çaplı mültezimlik, mütevellîlik, voyvodalık, câbîlik veya kadı nâibliği gibi iltizâmen elde ettikleri makamlarda birer devlet memuru olarak görev ifâ ederlerken “şer’a ve kânûna muğâyir” olarak halkın perişân olup, dağılmalarına sebep olacak şekilde hak ve yetkilerini kötüye kullandıklarına da şahit olunacaktı (KŞS 21: 8/1). Zirâ, İltizâm olayında, yani açık artırma ile bir gelir kaynağının belli bir süre veya kaydı hayat şartı ile (“ber-vech-i mâlikâne” KBM: 1/9 veya “eshâm” KBM: 1/50) satılmasında, gelir kaynaklarının en yüksek fiyâtı teklif edene verilmesi esastı. Dolayısı ile mültezimlerin ahlâkî durumlarına her zaman dikkat edilecek diye kesin bir kural yoktu. Mültezimler de genelde, gelir kaynaklarını satın alırlarken, patronlarına yaptıkları peşin ödemeyi kendilerine tanınan kısıtlı sürede fazlası ile çıkarıp, kâr elde etmek isteyecekti. Onlar için gelir kaynağının ve ona bağlı üreticilerin, yani köylülerin içinde bulunduğu şartlar ikinci plânda kalacaktı. Bu durumu şu belge (KBŞ: 1/17, H. 25. 12. 1191) açık şekilde göstermektedir:
Kıbrıs cezîresinde medîne-i Tuzla kazâsına muzâfe Arpera nâm karyede vâkî‘ mülkiyet üzre mutasarrıf olduğum çiftlik ve bağçe derûnunda mevcûd devâbb ü mevâşî ve sâ’ir eşyâsı bedel-i mahsûl-i ma‘lûme ile bundan akdem ‘Abdü’l-bâkî Ağâ iltizâmında iken birkaç sene mukaddem mûmâ- ileyh iltizâmdan fekk ve ma‘rifet-i şer‘le ber-vech-i meşrûh çiftlik-i merkûm ve bağçe-i mezkûrın mevcûdı olan tohumlık ecnâs-ı hayvânât ve devâbb vü mevâşî ve sâ’ir eşyâsı tahrîr ve ber-mûceb-i defter müste’cir-i âher ‘uhdesine iltizâm ve eşyâ-yı mezbûre yedine teslîm ve ol dahî tefevvüz ü tesellüm eyleyüb lâkin bu vakte değin i‘mârlarında tekâsülden mâ‘adâ ebniyelerinin harâbiyetine ve tesellümî olan eşyânın itlâf ve izâ‘atına bâdî olduğına binâen müste’cir-i merkûmın dahî ‘uhde-i iltizâmından fekk ve âhere iltizâmı iktizâ eylemeğin.
Bir taraftan, bu dönemde Kıbrıs’ta devletin, askerî konular da dahil olmak üzere birçok konuda yardımını aradığı bir güç duruma gelmişken, bir taraftan da, bu arada elede ettikleri yetki ve imtiyâzları kullanarak halkın perişan ve dağılmaları (perâkende vü perîşân) pahasına, en kısa sürede en yüksek kârı elde etmek isteyen Kıbrıs ayân ve eşrâfının en çok tatbik ettiği haksızlık yolları (zulm ü te‘addî), “hilâf-ı kânûn ve defter” veya “şer‘ ve kânûna muğâyir” olmasına rağmen, kanunsuz teftiş gezilerine çıkarak (il üzerine devre çıkmak) veya rastgele yerlerde mahkeme (icrâ-i ahkâm-ı şer‘îyye) kurarak bu esnâda halktan ücretsiz yiyecek içecek vs. (yem ve yiyecek taleb etmek) istemek, vergi oranlarını artırmak (kânûndan ziyâde akçe/penbe ve ipek almak/taleb etmek), kanunsuz vergi yükü yüklemek (şartlama, teşrîfîyye, kudumîyye, mübâşiriyye, zâhire-bahâ, sarây döşemesi ve ayrıca bir de tekâlif-i şâkka vs.), başkasının malını zapt etmek (fuzûlî zabt) veya rüşvet almaktı (KBŞ: 1/12, 15, 20, 26, 39, 42-43, 45-46, 49, 54; KBM: 1/8, 15, 21).
İlgili dönemde adada yaşanan sosyo-ekonomik keşmekeşte Kıbrıs ayân ve eşrâfının rolü gerçekten büyük olmuştu. Çünkü, onlardan, ahlâken zayıf yapıda olan ve herhangi bir gelir kaynağını iltizâm eyleyen bir mültezimin, enflasyonist bir ortamda yapacağı şey, ne pahasına olursa olsun kendi gelir kaynaklarından ve bunlara bağlı köylülerden onların kapasitelerini düşünmeden insafsızca âzamî şekilde istifâde etmeye çalışmak olacaktı. Meselâ bir mahzarda (KBŞ: 1/8, H. 1179/M. 1765), bu türden bir mültezim olduğu anlaşılan ve mukâtaasını altı yıl önce, sâbık ve merhum Sadrazam Abdullah Paşa’nın İstanbul’da sâkin küçük oğlu Mehmed Sa’îd Bey’in vekil tayin ettiği, daha doğrusu mültezimi Harem Kethüdâsı Abdullah Ağâ’dan iltizâm eyleyen El-hâc Alî’nin baskılarına dayanamayan Karpas Kazâsı sâkinlerinden bir kısım zimmî nüfus, onun görevden alınmasını ve karyelerinin “emrü fermânları ile bir ehl-i insâf ve ra‘iyyet-perver ve mütedeyyin bir kimseye iltizâm.” edilmesini istemektedirler.
Aynı belgeden (KBŞ: 1/8), Kıbrıs ayânlarının mültezimlikleri esnâsında yaptıkları haksızlıklardan başka, halkı maruz bıraktıkları zulümlerinin duyulmaması için birbirlerini kolladıkları da şu şekilde anlaşılmaktadır:
İsm-i mâl ıtlâk olunur nesnemiz kalmayub ve ehl ü ‘ıyâl-i evlâdlarımıza ta‘arruz ile ‘ırzlarımız pâ- yi mâl ve beyne’n-nâs rüsvây vü bed-nâm kaldıklarımızdan birkaç def’a mahallinde Kıbrıs muhassıllarına mezbûrlardan iştikâ murâd eylediglerimizde a‘yândan mezbûrın mu‘îni ve hâmîsi el- hâc ‘Abdu’l-bâkî Ağâ bizleri zecrenle (zecrile) tahvîf ve men’-i ekîd ile iştikâdan men’ ve der-’aliyyeye gelüb iştikâ itmek murâd eylediğimizde bir ferdi karyelerimizden taşra salıvirmeyüb bu def‘a da dört ‘aded karye re‘âyâları fukarâları der-‘aliyyeye irsâl içün bu dört nefer kullarını intihâb ve cümle taraflarından vekâlet ile ve Rûmî mektûblarıyla ber-takrîb ‘Arabistân yakasına geçüb bir neferimiz esnây-ı tarîkda hasta kalub bu üç nefer kulları vekâletligimiz ile der-‘aliyyeye gelüb mektûblarımızı Harem-kethüdâsı ‘Abdu’l-lâh Ağâ’ya ibrâz eylediğimizde.
Bütün gayretlerine rağmen Kıbrıs ayân ve eşrâfından birçoğunun yaptığı yolsuzluk ve zulümler Kıbrıslı tebaa tarafından zaman zaman İstanbul’a arzuhâl edilmiş ve zamanın merkezî hükûmetleri bu kimselerle mücadele etmek durumunda kalmıştı. Bu çerçevede, Muhassıl El-hâc Abdülbâki Ağa 1785 yılında Müslim ve gayrimüslim reâyânın şikâyetleri üzerine görevinden azledilip, Yafa’ya (Filistin) sürgüne gönderilmiştir (KBM.: 1/40; KBŞ.: 1/29, 31). Muhassıl Ali Ağa yine Müslim-gayrimüslim ada ahâlisinin şikâyetleri üzerine ve tahkikat neticesinde 1786 yılında görevinden uzamlaştırılmakla kalmamış, ayrıca görev süresince biriktirdiği varlığına el konulup, kendisi de “‘ibreten li’s-sâ’ire” Mağusa kalesine kapatılmıştır (KBM.: 1/44, 50-51). Zimmîlerin temsilcilerinden olup, Kıbrıs Divân (Muhassıl) Tercümânı da olan Aci Yorgaki veled-i Yanni, Hıristiyanlar tarafından “hilâf-ı şer ‘vergileri hususunda zulm ü te‘addî” etmek, bir zimmînin “hakk-ı ‘irsiyyesini fuzûlî zabt” eylemek vb. suistimal ve yolsuzluklarından dolayı İstanbul’a şikâyet edilmesi üzerine tutuklanmış ve muhâkeme olunmak üzere İstanbul’a irsâl olunmuştu (KBŞ.: 1/25, 29, 31).
Sonuç
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Kıbrıs Eyâleti’nde bir toplumsal güç olarak etkisi tam olarak hissettiren Kıbrıs ayânlığı ile aynı dönemde ülke genelinde şahit olunan ayânlık olayı arasında birçok yönden paralellikler tespit edilmiştir. Kıbrıs’ta da ayânlık olayı, iç ve dış gelişmlerin etkisi altında on altıncı yüzyılın sonlarında ülke genelinde hissedilmeye başlayan, on yedinci yüzyıl boyunca genişleyerek devam eden, on sekinci yüzyılda ağırlığını tam hissettiren ve idarî, malî, askerî ve toplumsal krizler, çalkantılar ve çözümsüzlüklerle dolu geçen bir sürecin ve geleneksel düzenin bozulduğu ve yeni bir düzenin de tutturulamadığı bir ortamda, durumu kurtarmak üzere iltizâm sisteminin yaygınlaştırılması ve ülke gelir kaynaklarının çoğunlukla mukataaya dönüştürülmesi gibi ortaya atılan malî usûllerin de bir normal sonucu olarak ortaya çıkmış, gelişmiş ve on sekizinci yüzyılda, özellikle ikinci yarısında da artık kurumsallaşmış gözükmüştü.
Ayânlar Kıbrıs’ta da, bir taraftan bahsi geçen süreçte merkezde ve taşrada otorite kaybına uğramış olan devletin, askerlik, vergi tahsili, asayişin sağlanması gibi eskiden kolay kolay kimseyi karıştırmadığı birçok aslî görevini yürütmekte neredeyse bir ortak olarak yardımını aradığı bir güç olarak gözükürken, bir taraftan da devletin ve halkın çıkarlarını değil yalnız kendi menfaatlerini düşünen ve bu yolda yaptıkları yolsuzluklar ve haksızlıklarla devlet ve toplumun karşısına ciddî şekilde mücadele edilmesi gereken bir sorunlu bir zümre olarak çıkmışlardı. Bu çalışmada buraya kadar incelenen belgeler söz konusu sürecin, ortaklığın veya güç bölüşümünün ve mücadelenin en açık şekilde şahitliğini yapmaktadır. Aynı belgeler, bir zaman diliminde adada yaşananların çoğunlukla ada şartlarından kaynaklanmayıp, dışarıdan, yani dünyanın diğer kısımlarından ve özellikle Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanan daha geniş çaplı gelişmelerinin mahallî renklerle de karışarak ada çapında bir yansıması olduğunu da göstermektedir.
Doğu Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / KKTC
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 710-719