Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Vergi Sistemi Ve Bir Vergi Tahsil Yöntemi Olarak İltizam

0 20.952

Yrd. Doç. Dr. A. Mesud KÜÇÜKKALAY – Dr. Ali ÇELİKKAYA

1. Giriş

Osmanlı Devleti’nin iktisadi tarihi göz önüne alındığında, bu tarihin Osmanlı Devleti’nin pek çok başka tarih sektöründe olduğu gibi kendine özgü savrulma ve kırılmalarla ilerlediği dikkati çeker. Bu savrulma ve kırılmaların nedeni, devletin uygulamalarının coğrafi farklılaşmasından kaynaklandığı gibi aynı zamanda kurumların tarih sürecinde ilerlerken geçirdikleri ortaya çıkma (teşekkül), olgunlaşma, yerleşme ve çözülme gibi süreçlerinin de farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda tek bir Osmanlı iktisat tarihinden bahsedilemeyeceği ortadadır. Bu yargı kurumsal anlamda da geçerlidir. Kendine özgülük ise iki temel yaklaşımla değerlendirilmelidir. İlki, Osmanlıların gelenekçilik yaklaşımı ile kendilerinden önceki uygulamaları, kendi dini inançları ekseninde yeniden yorumlayarak ya da dini inançlarına uygun olanları olduğu gibi alarak kullanabilecekleri bir örnek deposu olarak görmeleridir. Kendine özgülük burada, Osmanlının tecrübi bilgileri kendine uyumlaştırmada etkin bir mekanizmayı kullanabilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. İkincisi ise, uygulanmasına karar verilen iktisadi politikanın, kurulması arzulanan iktisadi ve mali kurumun çağının gerektirdiği ve toplum-devlet ihtiyaçlarından kaynaklanan bir görünüm sergilemesidir. Osmanlı Devleti’nin izlediği vergi politikaları ve mali yapısı da saptanan bu ilkelerin etkisi altında kalmak suretiyle uygulama alanı bulmuştur. Bu nedenle söz edildiği gibi yine tek bir Osmanlı vergi sisteminden ve çağları kapsayan yeknesak bir Osmanlı mali yapısından da bahsedilemez. Ancak açılımlandığı şekli ile Osmanlı mali yapısı ve vergi sisteminin kendine özgülüğü söz konusudur. Bu özgülükte dikkati çeken en önemli şey ancak modern iktisat teorilerinin inceleme alanına giren ve kamuya ilişkin bir hizmetin, bir görevin vb.’lerinin özele devredilmesi olarak nitelenen özelleştirme kavramının Osmanlı Devleti’nde mukataa adı verilen bir uygulama ile pratiğe geçirilmesidir. Devlete ait bir gelir payının tahsili işi, inhisar (satış tekeli-monopol) haline getirilen herhangi bir kuruluşun işletme hakkı veya üretilen malı satın alma tekeli (monopson) oluşturma gibi özellikler taşıyan[1] mukataaların özele devredilmesi ise temelde iltizam, emanet ve malikane adı verilen üç yöntemle olanaklı olabilmekteyti.

Bazı geçiş dönemlerinde ise iltizam ve emanetin birlikte uygulandığı emanet ber vechi iltizam adı verilen ve söz konusu mukataanın niteliğinden dolayı karma bir yöntemin pratiğe geçirildiği bilinmektedir.

Bu sistemler Osmanlının idari yapılanmasının yanında, o dönemin ziraat ağırlıklı ekonomik yapısından, etkinlik sağlama düşüncesinden, çağın kendine özgü ulaşım sisteminin ortaya çıkardığı sorunları giderme düşüncesinden, gelirleri maksimize etmek amacından ve hatta kimi zaman bazı devlet görevlilerinin maaşlarının kaynağında tahsis edilebilmesi için benimsenmişlerdir.

Osmanlı vergi sistemi içinde iltizam, bugünkü deyimler ile vergi tahsilinin özelleştirilmesi anlamına gelmektedir. İltizamın modern iktisat teorisinin kavramları ile bire bir örtüşüyor olması (içerik ve uygulamaya yansıma açısından farklılaşma söz konusu olabi

lir) iktisat bilimindeki etkinlik sorunun Ortaçağ Osmanlısı’nda da çözülmesi gereken bir sorunsal olarak hissediliyor olduğunun ve bu sorunsalın giderilmesi için o zamanlarda kimi zaman çağını aşan çözüm önerileri getirildiğinin de bir kanıtı olmaktadır. Bu çalışma, öncelikle çok kompleks olan Osmanlı vergi sistemine toplu bir bakış açısı sağlamak ve ardından da bu kompleks yapının önemli bir parçası olan, devletin sonuna kadar uygulamasından vazgeçemediği iltizam usulünü özelleştirme perspektifinden inceleme orijinalliğine sahiptir. Dolayısıyla Türk tarihindeki bu uygulamanın bugün ile teorik ve pratik açıdan bağlarının kurulabilmesi için öncül argümanları sunmayı da amaç edinmektedir.

2. Genel Olarak Osmanlı Mali Yapısı ve Vergi Sistemi

2.1. Osmanlı Mali Yapısı

Osmanlı Devleti’nin tüm zamanlarını şematize edecek bir vergi sistemi oluşturmak, uygulamaların zamansal ve mekansal farklılaşmalarından dolayı oldukça zor gibi görünse de;[2] yine de üzerinde çalışma yapılamayacak derecede değildir. Nitekim, sancaklara ilişkin olarak gönderilen kanunnamelerde her sancağın iktisadi yapısına göre alınması gereken çeşitli vergilere değinilmekte, ayni bir verginin bile, sancağın fakir veya zengin oluşuna göre oran farklılaşmasına uğradığı görülmektedir. Bundan şu sonucu çıkarmak olanaklıdır ki, Osmanlı Devleti’nin idari bölünmesinin her bir parçasının yapısına en uygun şekilde özel olarak hazırlanmış bir vergi kanunnamesi vardır.[3] II. Mehmet öncesinde Osmanlı Devleti’nin vergiye yönelik uygulamaları da diğer uygulamalarda olduğu gibi veri yetersizliği sonucunda tam ve açık olarak aydınlatılamamakla birlikte genel anlamda bazı ipuçlarına ulaşmak olanaklı olmaktadır.

Örneğin pazar yerlerinde alınan pazar baclarının tekalif-i şer’iyyeden olmadığı ama gelenekler nedeniyle alınması gerektiğine, Osman Gazi tarafından, çevresinden töre olduğu yolunda gelen uyarılarla, karar verilen bu duruma Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman isimli kitabında rastlandığı gibi[4] parça parça da olsa temel bazı vergi isimlerine, vergi muafiyetlerine ve defterdarlık gibi vergi kurumlarına II. Mehmet öncesinde de rastlamaktayız.

Her ne kadar II. Mehmet dönemine kadar Osmanlı mali yapısı hakkında kapsamlı bilgiler bulunmasa da yine de yok derecesinde değildir. Orhan Bey zamanında Orta Anadolu doğrudan İlhanlılara tabi bulunmakla ve İlhanlı hazinesine vergi ödeyen uç vilayetleri (ucat) sayılmakla ve Z. V. Togan tarafından Orhan Bey’in devlet sistemi töre olarak ortaya konulmakla birlikte; H. İnalcık’a göre bu, durumu biraz abartmak olur. İnalcık’a göre döneme ait evkaf ve temliklere ait kayıtlar bunun abartısını göstermektedir. Orhan Gazi’nin oldukça gelişmiş bir merkezi idare cihazı ve orada şer’i ilkelere göre belgeler düzenleyen kişiler bulunmaktaydı. Söz konusu vesikalardan da anlaşılan, vergi esaslarının daha bu dönemlerde yerleşerek ortaya çıktığıdır.

1366 tarihinde Murat Bey Ahi Musa’ya verdiği vakıf beratında onu cem’i avarız-ı divaniden ve tekalif-i örfiden, ulakdan ve sekbandan ve cerahordan ve naibden ve salgundan muaf ve müsellem tutmaktadır. Burada sayılan vergi şekilleri ve hizmetler tamamen örfi niteliktedir. I. Beyazıt döneminde ise bu görünüm daha gelişmiş bir yapı görünümündedir.[5] Orhan Gazi ve I. Murat zamanında yapılan yeniliklerden en önemlileri idari teşkilatın kurulmaya başlanması ve arazi taksimatının yapılmasıdır. Sancaklara birer bey, kazalara birer kadı tayin olunurken, arazi, en fazla hizmeti geçenlere ve ülkeyi genişletme ve savunma işini üzerine alanlara tımar, zeamet ve has adıyla ayrılıp verildi. İlk defterdarın da I. Murat’ın son yıllarına doğru ya da I. Beyazıt zamanında tayin olmuş olması muhtemeldir. Amasya Tarihi yazarı H. Hüsamettin Efendi de bunu doğrulamakla birlikte bu doğruluk belgelenememiştir.

Ancak İ. Hakkı Uzunçarşılı Osmanlı Devleti’nde Merkez ve Bahriye Teşkilatı isimli çalışmasında verdiği bilgilerle Osmanlılarda XV. yüzyılın ilk yarısında, hatta XIV. yüzyılın sonlarına doğru defterdarlık ismiyle bir memuriyetin olabileceğinden söz etmiştir.[6] A. Tabakoğlu’na göre ise aslında Osmanlı vergi sistemi devletin kurulmasından itibaren şekillenmeye başlamış, gelişme döneminde ise devletin yapılanmasına uygun en ideal şeklini almıştır.

XVII. yüzyılda II. Viyana Kuşatması’ndan sonraki dönemleri, imparatorluğun gerileme dönemi olarak alırsak, bu döneme kadar, yalnızca vergi sisteminde değil tüm Osmanlı devlet sisteminde en küçük bir aksama olmamıştır.[7]

Osmanlı Devleti’nin uygulamaya koyduğu gerek mali teşkilatın ve gerekse vergi sisteminin kökenlerini Osmanlının gelenekçilik zihniyetinden hareketle kendinden önceki devletlerin uygulamalarında ve İslam dininin fıkhi ilkelerinde aramak gerekir. Ancak uygulamaların söz konusu kaynaklarla, ne derece uyum içinde olduklarının saptanması için belgelere dayanan kapsamlı bir teste tabi tutulmaları ihtiyacı da ortadadır.

Osmanlı Devleti’nin maliye teşkilatı gelenekçilik eksenli olarak ve ağırlıklı bir şekilde İlhanlı mali teşkilatından alınmıştır. İ. Hakkı Uzunçarşılı bu durumun, İlhanlı maliyecisi Hamdullah Müstevfi’nin Nüzhet-ül Kulüp isimli eserindeki örnekten ve Necmettin Cüveyni’nin Risale-i Felekiyye isimli eserindeki örnekler ile Osmanlı maliye defterlerindeki benzerliklerden elde edilebileceğini ifade etmektedir. Ek olarak, Osmanlıların, İlhanlıların kullandıkları maliye terimlerini de kullandığını ama teşkilatın ve terminolojinin zaman içinde genişlediğini söylemektedir.[8] Örneğin Osmanlıda kullanılan pazar, bacı ve tamga gibi kavramların İlhanlılarda da kullanıldığına W. Berthold’un bir çalışmasında rastlanmaktadır.[9] Z. V. Togan tarafından yapılan bir çalışmada, Ala-i Tebrizi’nin yazmış olduğu Saadetname isimli eserin 815 (1412) yılında Bursa’da Anadolu Türkçesi ile yazıldığı, dikkatli ve sarih yazıldığına göre İlhani-İran maliyesinde uzman biri tarafından kaleme alınmış olabileceği ve bu durumun Osmanlı hükümetinin Bursa döneminde istifa işlerinin İran Moğolları zamanında telif edilen eserlerden öğrenildiğini gösterebileceği ifade edilmektedir.[10] Abbasiler döneminde Farisi maliye usulü Suriye ve Mısır’da da yayılmıştı. Bu etki Tulunoğulları ve Fatimiler zamanında kuvvetlenmiştir. XI. yüzyılda Selçuklular büyük bir Türk devleti kurarken, Farisi yönetim usulü bu başarıda büyük ve etkili bir rol oynamıştır. Eyyubiler bu gelişmeyi daha da teşvik etmişlerdir. Memlûk İmparatorluğu’nda da maliye bürolarında Farisi usulü defter tutulması bu usulün varlığını ve hakimiyetini tartışmasız hale getirmiştir. Farisiler, XIII. ve XIV. yüzyıllarda İlhanlılarda, XV. yüzyıllarda da Tatar ve Türkmenlerde sivil yönetimi tam olarak ellerinde tutuyorlardı. Bu miras batıda, Rum Selçukluları aracılığı ile Osmanlılara geçiyordu. Doğuda Büyük Moğol İmparatorluğu ise yerli Hindu geleneklerinden etkilenmiş olmasına rağmen, gene bu usulün bir uzantısı sayılmaktaydı. Böylece Ortaçağ’la birlikte XVIII. yüzyıl ortalarına kadar Ön Asya üzerinde Fars kökenli, hayret edilecek derecede homojen bir mali muhasebe sistemi uygulanmıştı.[11]

Osmanlı Devleti’nde maliyenin ve bunun uzantısı olarak vergi toplamanın önemi ve yönetim yanındaki önem derecesi devletin politikalarını belirleyen temel bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda ortası olmayan iki açılı tartışmalar yaşanmaktadır. Bir uçta Osmanlı Devleti’nin reaya namı altında tanımladığı halk kitlelerinden azami fiskal geliri temin etmek için sömürüye varan uygulamaları pratiğe geçirdiğini iddia edenler; diğer bir uçta ise, devletin gelirlerini giderlerine oranla artırma çabası içinde olduğunu ama bunu sağlarken sömürünün söz konusu olmadığını fakat devlet egemenliğine dayanılarak vergilendirilmesi gereken kaynakların aşırıya kaçmaksızın vergilendirildiğini savunanlar konuşlanmaktadır. Bunun çözümü ancak Ö. L. Barkan’ın haklı uyarısı ile ideolojik önkabüllerin etkilerinden kurtulmakla olur.

N. Berkes Osmanlı’nın despot, yalnızca savaşmakla ve savaşın ekonomik getirileri ile geçinen, devletin asıl işinin fetih ve kahretmek olduğu, devletin harcamalarının da belirsiz olduğu, rasyonel bir maliye ve bütçe usulünün bulunmadığı ve en önemlisi devletin sınıf savaşında taraf olmayarak sınıflarüstü (ama kerim değil) bir statü ile tebeayı (N. Berkes burada tebeayı kontrol edilen bir ata, binicisini ise Osmanlı Devleti’ne benzetmektedir) sömürdüğünü ifade etmektedir.[12] S. Aksoy’un görüşü de benzerdir. O’na göre Osmanlı Devleti’nin tarımsal ve askeri ikili niteliğini O’nun gelirlerinin de içeride köylü sınıfını sömürmeye, dışarıda yabancı ülkeleri talan etmeye dayanması tayin etmektedir. Devletin bu tarımsal ve askeri temel nitelikleri onun örgütlenme şeklinde de etkin olmakta ve kesin olarak görülmektedir.[13]

H. Avni ise tımar kesiminden anlatımla reayanın nasıl sömürüldüğünü, nasıl angaryaya maruz kalarak cezalandırıldığını anlatmaktadır.[14] Ş. Pamuk daha esnek bir yaklaşımla Vergisel Üretim Tarzı kavramını Osmanlı, Çin, Hindistan ve bazı Ön Asya toplumlarının toplum kuruluşlarını tanımlamak için geliştirmiş ve bu kavramı feodal üretim tarzının uygulandığı döneme indirgeyerek bu tarzlarda ekonomik artığın aile emeği kullanarak tarımsal üretimi gerçekleştiren köylülerden ekonomi dışı güç ile çekilip alındığını ifade etmektedir.[15] S. Yerasimos da Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye isimli çalışmasında reayaya bir tarım işgücü fazlası gözüyle bakıldığını ifade ederken, uzun anlatımındaki kısa değinmelerle reayanın toprağa bağlı, gelir getiren, sınıf değiştirme şansı olmayan, mülkiyetsiz, devletin (vergi ödeyen) güdümünde olduğunu (pasif yapıda) anlatmaktadır.[16]

İlkin şunu açıkça belirtmek gerekir ki, hem toplumsal yapı itibariyle hem de insan hakları açısından Osmanlı Devleti’nin çağını çok aşan bir hukuk koduna sahip olduğu, uygulamadan binlerce örnekle doğrulanabilecek bir adalet anlayışını içerdiği ve devleti yönetenlerin (küçük istisnalar dışarıda tutulduğunda) bugünkü insanın dünya ve ekonomi bilincinden farklı ve ancak empati yoluyla belki anlaşılabilecek bir bilince sahip olduğu ortadadır.[17] Vergi toplama yapılanması konusunda, diğer uygulamalara bakarak ve devleti yönetenlerin yönetim felsefelerinden hareketle adaletli davranma eğiliminde olduklarını söylemek olanaklıdır. Ekonomik açıdan daralmanın söz konusu olduğu XVI. yüzyılda dahi bunun yerine getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.[18] Reaya ve tımarlı sipahi arasındaki her türden ilişki hukukun kontrolünde gelişmeye maruz kalırken Ö. L. Barkan’ın deyimi ile tımar uygulamasında izlenen ilkeler sonucunda kiracılığın sakıncaları hissedilmez bir boyutta idi.[19] Ayrıca köylü toplam gelirin yaklaşık %15’ini geçmeyen bir oranda vergi ödeme yükümlülüğüne tabi tutulmuştu.[20] Gerçekten Osmanlı iktisadi dünya görüşünün, zihniyetinin içinde karşımıza çıkan ilk değerlerden biri eşitlikçi eğilimin egemen bulunmasıdır. Eşitlik ile eşitsizliği iki kutup gibi koyarsak, Osmanlıların iktisadi alanda daha çok eşitlik kutbuna doğru temayül ve hareket ettiklerini, önemli olan temel değerleri arasında eşitlikçiliğin yer aldığını söyleyebiliriz. Dinin Tanrı önündeki eşitlik akidesinin sosyal-iktisadi alanda da geniş ölçüde yankısını bulduğunu söylemek olanaklıdır. Sistemin idamesindeki, yaşatılmasındaki stratejik rolüne bağlı olarak, elite tanınan sınırlı ayrıcalık dışında, ekonominin sektörlerinde hakim vektör olarak eşitlik, önemli bir konumda yer alır. Ziraat, madencilik, esnaflık hatta ticarette büyük farklılaşmalara meydan vermeyecek bir düzenlemeyi klasik dönemde, XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar devletin hem doğrudan müdahaleleri ile hem de meydana getirdiği kurumlar aracılığı ile dolaylı olarak sürdürmeye çalıştığı görülmektedir. Ziraat, madencilik, sanayi, ticaret ve esnaflıkta kaynakların bölüşümünde büyük farklılaşmaların oluşmaması esastı. Bütün bu sektörlerde üretim faktörlerinin mümkün olduğu kadar eşit veya eşitliğe yakın bir dağılım içinde kalması idealdi. Devletin üretim faktörleri üzerinde kurduğu kontrollerle bu durumu korumaya gayret etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ekonominin egemen sektörü olan ziraatte, toprağın üretici köylü aileleri arasında eşite yakın oranlarda bölüştürülmekte olduğunu, XV. ve XVI. yüzyıllardaki tahrirlerden açıkça anlamaktayız.[21]

Osmanlı mali yapısı fiskalizm adı verilen ve devlet gelirlerinin artırılması yanında giderlerin en aza indirilmesini hedef tutan bir politikanın altındaydı. M. Akdağ’ın biraz abartılı ifadesi ile devlet sanki bütün düzenini ülkede hiçbir faaliyet alanını ve varlıklı olan hiç kimseyi vergi dışında bırakmamak için kurmuş gibidir. Vergi, görevleri yapmak için değil, görevler vergi almak için bir araç olarak organize edilmişe benziyor. Nitekim bütün hükûmet kurumları birer vergi toplama dairesi ve buralarda görevli personel de tahsildar gibidirler. Bu şartlar altında Osmanlının vergi mevzuu hükümetin başlıca uğraş alanı olmuş, tarih boyunca Türk yönetiminin başarı derecesi de bu işlerin yolunda gitmesine/gitmemesine bağlı olarak değişiklik göstermiştir.[22] Şerif Mardin ise bu anlamda Osmanlının mali bir devlet olarak nitelenebileceğini, amacının ise kırsal ekonomiden alınan vergileri azamileştirmek olarak açıklanabileceğini ifade etmiştir.[23]

Bu konuda en kapsamlı açıklama yine M. Genç’in fiskalizm adını verdiği teorisine bağlanmalıdır. Osmanlı Devleti gerçekten de toprağı, emeği ve yığışım söz konusu olmamakla birlikte ülke içindeki kapitali kontrol eden merkezi ve mali bir devlet (merkezden yöneten değil) görünümündedir.[24]

Bu konuda M. Genç şöyle demektedir; “Sistemin yaşaması, onu yaşatacak güçlü bir organizasyonun devamı ile mümkün olabileceği için, devlet ve onun adına hareket edenlerin ekonomide kaynaklar üzerinde kesin söz hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Bu, tabii olarak, toplumda ihtiyaçlar skalasının en üst noktalarına yerleştirdikleri devlet ve temsilcilerinin, toplumun diğer katmanlarında olduğu gibi, sadece yaşamasını değil, aynı zamanda çok güçlü ve etkili olmasını sağlayacak ayrıcalıklı kaynak tahsisini de içeriyordu.[25] Bu nedenle fiskalizm ve fiskalist politikaların amacı hazineye ait geliri mümkün olduğu kadaryüksek düzeye çıkarmaya çalışmak ve ulaştığı düzeyin altına inmesini engellemekti. Hazine gelirlerinin esas fonksiyonu devletin yapması gereken harcamaları karşıladığı için fiskalizmin detaylı bir uzantısı olarak, harcamaları kısmaya yönelik politikaları da anmak doğru olur. Ana hedefi, gelirleri mümkün olduğu kadar artırmak olan fiskalizm, bu hedefe ulaşmada zorlukla karşılaştığı zaman harcamaları kısma yönündeki faaliyetler netice itibariyle, gelirlerin artırılmasına benzer bir etki yarattığı için, bu faaliyetleri de dolaylı bir uzantı veya negatif bir unsur olarak geniş anlamda fiskalizmin içinde değerlendirmek gerekir.”[26]

Çağın, ekonomik koşulları göz önüne alındığında; yani parasal ilişki ve mübadele hacminin düşüklüğü, verim yetersizliği, ulaştırma-nakil, iletişim zorluğu ve bugüne oranla geniş topraklar üzerinde nüfusun seyrekliği düşünüldüğünde devletin hemen hemen hiçbir sosyal yatırıma girişmediği halde gerekli orduyu beslemek, çalışanlarına ücretlerini ödemek ve kendi masraflarını karşılamak noktasındaki mali denetimi ve kaygısı ancak anlaşılabilir.

Osmanlı vergi sistemi açılımlanmadan değinilmesi gereken bir diğer nokta bu sistem içinde yer alan ve tebeayı doğrudan etkileyen vergilerin kökenlerinin incelenmesidir. Bu inceleme esas itibariyle ne oranda şer’i olmaları ve olmamaları noktasında da toplanmaktadır. Genel bir yaklaşım olarak ve Osmanlıların kendilerini şer’i hukukla bağlı saymalarından[27] hareketle uygulanan vergilerin kökenlerini de İslam tarihindeki pratiklerde aramak artık teamül haline gelmiştir. Bu noktada M. Akdağ’ın Ö. L. Barkan’dan naklettiği söz, konunun inceleme yönünü belirleme açısından önemlidir. “Şu halde İslam devletlerinden herhangi birinin hukuk ve teşkilât nizamını tetkik etmiş olmak için umumiyetle yapıldığı şekilde, fıkıh kitaplarında çok eski zamanlarda tespit edilmiş olan ve ilahi olduğu için değişmez farzedilen nazari hukuk prensiplerinden akıl yolu ile yapılacak istidlallerle tarihi realiteyi canlandırmaya çalışmak gayretlerinden vazgeçerek, bu memleketlerde hakikaten tahlil edilmiş olan canlı hukuk ve teşkilat kaidelerini, her yerde ayrı ve vakıa gibi tarihi usullerle meydana koymak lazım gelir.”[28] Burada M. Akdağ bu nakille kendi haklı düşüncesini ortaya koymakta ve gerçek anlamda Osmanlı vergi sistemini çözebilmek ve anlayabilmek için uygulamalara bakmanın gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak aynı çalışmanın bu ifadesinden biraz ilerde Osmanlı vergi mevzuatını birisi İslam hukuku ve diğeri de örfi olmak üzere iki kategoriye indirgemiştir.[29] M. Akdağ yine bir başka çalışmasında Osmanlı vergi düzenlemesinin A. Selçuklularından etkilenmiş olabileceğini ifade ederek Türkiye’nin kuruluşundan beri tamamıyla Müslüman bir toplumu ifade etmekte olduğu için devlet kurumlarının ve bu arada vergi koyma usulünün İslami ilkelere göre kendinden önce gelmiş bulunan usullere benzemesinin tabii olduğu; ancak Anadolu’nun yeni şartları, bilhassa uzun bir zaman içinde Hıristiyan reayayı da idare etme durumu toplum yapısını eski İslam devletlerinden farklı bir hale koymuş bulunduğundan, vergi sisteminde de birtakım değişmelerin, icatların ve hatta başka toplumlardan alıntı yapılmasının zorunlu olduğunu ve öyle yapıldığını da ifade etmiştir.[30] Bu konuda V. Sayın’ın Tarih-i Mali’deki açıklaması konuyu aydınlatacak niteliktedir. “Düvel-i islamiyyenin kâffesi umur-i maliyyelerini esas itibariyle şeriat-ı islamiyye ve ahkam-ı fıkhiyye dairesinde tertib ve varidat-ı devleti tekalif-i şer’iyye ile te’min eylemişlerdir. Binanaleyh tekalif-i şer’iyyeyi ve ahkam-ı fıkhiyyenin ta’yin ettiği usül-i idare-i maliyyeyi medhal-i tarihiminde icmal etmemiz lazımdır.”[31] Bu örnekleri artırmak mümkün olmakla birlikte çalışmanın asıl inceleme amacına ulaşma noktasında yeter görünmektedir.

2.2. Osmanlı Vergi Sistemi

Osmanlı Devleti’nde vergiler en genel anlamda dört başlık altında toplanmaktadır. Tekalif-i şer’iyye, tekalif-i örfiyye, tekalif-i divaniyye ve vergi olarak kabul edilmesi güç olmakla birlikte M. Akdağ hediyeleri (Selçuklu dönemlerinin peşkeşlerini) bu gruba dahil etmekte ancak bunların hazineyi ilgilendirmediği için vergi sayılmayacağını ifade etmektedir.[32] Osmanlıda vergi anlamında olmak üzere resm, teklif, bac ve adet gibi terimler kullanılmaktadır. Arapça kökenli olan resm terimi değişik anlamlar içermekle beraber vergi yerine de kullanılır. Resm herhangi bir maldan devlet adına tahsil edilen vergidir. Bu anlam ile çoğulu rusumdur.

Tekalif ise şer’i hukuk ve devlet adına mükelleflerden alınan vergi kavramı yerine kullanılan bir terimdir. Bu içerik ile çoğulu genellikle tekalif gelir. Tekalif-i şer’iyye, tekalif-i örfiyye gibi. Aynı zamanda bu kelime külfet yüklemek anlamına da gelmektedir. Osmanlıda vergi kelimesi yerine ençok bu kavram kullanılmaktadır. Alım-satım vergisi olarak değerlendirilebilecek olan bac ile adet kavramları daha az hatta nadiren kullanılmaktadır.[33]

İslam Peygamberi döneminden Tanzimat’ın ilanına kadar, bütün Müslüman devletlerinde ve dolayısıyla Türk devletlerinde esas kabul edilen vergi sistemi aynıdır ve temelde İslam hukukunun fıkıh kitaplarında ifadesini bulan mali hükümlerden oluşmaktadır.

Ancak İslam hukukunun bu konuda ulül-emre tanıdığı bazı yetkiler nedeniyle, örf ve adete dayanan vergiler hususunda bazı isim ve miktar farklılıkları da söz konusudur. Fıkıh kitaplarında anlatılan/incelenen tekalifte ise farklılık göze çarpmamaktadır.[34]

Şer’i hukuka bağlı olarak alınan vergiler zekat, öşür ve haraç başlıkları altında toplanmaktadır. Zekatı daha çok devlet hazinesi ile ilişkili olmadığından sosyal yardımlaşma anlamında değerlendirmek gerekir. Öşür veya aşar vergisi arazisi miri olan eyaletlerde bulunan tımar, mukataa ve vakıf arazilerinden değişik oranlarda tahsil edilen (ama genelde 1/10) bir ürün vergisidir. Zirai ürünleri vb.’lerinin zekatı olarak da değerlendirilebilecek olan öşür aynı zamanda mülk arazisinden de tahsil edilmektedir. Ki bu durumda toprakları nitelik itibariyle öşürlü olarak nitelemek gerekmektedir.

Bir de savaş yoluyla alındıktan sonra gayr-i müslim ahali elinde bırakılan yahut gayr-i müslim ahali ile sulh yapılarak islam ülkesine ilhak edilen arazilerden (ki bunlar da miri olarak değerlendirilirler; ancak yapı itibariyle haraci arazidirler) alınan harac-ı ruus ve harac-ı arazi söz konusudur. İlki söz konusu yerlerdeki gayr-i müslimlerden alınan baş vergisi olup cizye olarak bilinmektedir. İkincisi olan harac-ı arazi ise arazinin verimliliğine göre 1/10’dan 1/2’ye kadarlık bir oranda alınan, adına aşar da denilen (önceki öşürle bunun isim dışında bir benzeşmesi yoktur) harac-ı mukaseme ve haraçlı arazinin dönümü üzerinden yılda birkaç akçe olarak alınan harac-ı muvazzaf olarak ikiye ayrılmaktadır. İşte Osmanlı Devleti’ndeki vergilerin büyük bir bölümünü bu yapılanma içinde düşünmek gerekir. Bunun dışında yalnızca örften kaynaklanan bir başka grup verginin de varlığı söz konusudur.[35] Üçüncü önemli vergi çeşidi ise avarız-ı divaniyye veya kısaca avarız adı verilen olağandışı vergilerdir. Bunlar başlangıçta savaş harcamalarını finanse etmek için konmuş, XVII. yüzyılın ortalarından itibaren ise olağan vergiler haline gelmiştir. Avarız yükümlülükleri nüzul, sürsat, iştira[36] olarak ayni ve avarız gibi nakdi vergilerdir. Fakat ayni yükümlülükler de, nüzul, sürsat ve iştira bedeli olarak zamanla nakdiye dönüşmüştür.[37] Osmanlı Devleti’ndeki tüm vergileri şer’i hukuka aykırılık teşkili söz konusu olmadan bu üç şablon içinde düşünmek doğru olur. Tımar içinde alınan vergileri dahi bu şablon içinde değerlendirmek gerekir.[38] Ancak Y. Cezar’ın saptaması burada konuyu daha açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Y. Cezar’a göre, Osmanlı vergi sistemini şematize edebilmek için öyle bir sürü değişik vergi adı arasında bocalayıp, kaybolmaya pek gerek yoktur. Osmanlı geleneksel dönemine ait vergiler genelde üretim ve tüketim (mal ve hizmet tüketimi / alış veya satış olayı) vergileri türüne girerler. Yani vergi ya üretim ya da satış aşamasında alınır. Doğrudan gelirin veya ücretin vergilendirilmesi yoktur. Gayri müslimlerden alınan cizye ise, bilindiği üzere ayrı bir kategori oluşturur ve baş vergisi niteliği taşır. Bilindiği üzere, kırsal kesimde karşımıza çıkan adet-i ağnam da bunun bir diğer versiyonudur. Ancak, bunların yanısıra Osmanlı vergilerinin değinilmesi gereken bir diğer önemli özellik spesifik vergiler olmasıdır. Bilindiği üzere, bu tür vergiler advalorem denen türün tersine değer üzerinden değil miktar üzerinden tahsil edilirler.[39]

Osmanlı Devleti kurulduğu sıralarda hazineye gelen gelir hemen hemen cizye gelirleri, komşu beylerden alınan maktu vergilerle, ağnam, fethedilen bölgelerden hazineye kalan toprakların aşarı ve gümrük gelirleri ile ganimetlerin 1/5’inden (pençek) ibaret görünmekteydi. Bunlardan en önemlisini ganimetlerden elde edilen gelirler oluşturmaktaydı. Bir de mahkemelerde hakimlerin miras, senet ve sair işlemlerde kendi ücretleri karşılığı olarak aldıkları harçlar bulunmaktaydı. İlk gelir Bursa’nın fethinde tekfurdan alınan 30.000 duka altındır. Masraflar ise gelire göre oldukça azdır. Devlet erkanı kendine tahsis edilen arazinin ürünüyle geçinir ve maaş almazdı. Devletin temel masrafı askerlere tahsis olunan ulûfe ile ilim adamı ve önde gelenlere tahsis olunan günlüklerden ibaretti. Devlet giderleri de yine fethedilen yerlerden ayrılan bölgelerin ayni gelirleri ile saptanırdı. Gelir fazlası, cami, medrese, yol, han, hamam, köprü gibi inşaatlara harcanır, gösteriş için harcamalara yer verilmezdi.[40] Bu durum devletin siyasi örgütlenmesi ve ekonomik performansındaki ve ekonomik kurumlaşmasındaki gelişmeler sonucunda değişime uğramıştır.

Osmanlı vergi düzeni gelir beyanına bağlı değil, tahakkuk yapıp vergi borcunu daha baştan yükümlüye bildirmek biçiminde idi.[41] Reaya tarımsal ürününden ne miktarda vergi vereceğini bilmekte, pazarda alınıp satılan mallardan ne miktarda vergi alınacağı belirlenmiş olup pazar yerinde tahsil olunmaktadır. Tuzla, maden, gümrük gibi yerlerin kiraya verilmesi demek olan mukataalardan ne miktarda vergi alınacağı yapılan sözleşmeyle baştan saptanmış, gayr-i müslimlerden alınan cizye vergisi tutarı yılın başında belirlenmiş ve yükümlüye bildirilmiştir. İşte böyle bir vergi düzeninde, borcunu ödemeyen yükümlüden daha başlangıçta belli olan alacağının gecikmesi durumunda devreye girecek olan bir kurum (başbakikululuğu) bile oluşturulmuştu.[42]

Osmanlı Devleti vergi sistemindeki bu yapılanma ve özelliklere uygun ve dönemin gereklerinden kaynaklanan vergi tahsil yöntemleri de kullanılmıştır. Bir kere devletin vergiye tabi olan tüm kaynaklarından toplanan gelirler merkeze aktarılmamakta, uygulanan idari organizasyonun ve tarım ekonomisinin gereği olarak ve nakil zorlukları da göz önünde bulundurularak taşra ordusunun ve merkez dışında bulunan yöneticilerin de maaşları vergi gelirleri ile direkt olarak ilişkilendirilerek bürokrasi işlemleri en aza indirilmektedir. Bütçelerin temel gelir kalemlerini mukataa, cizye ve avarız gelirlerinin oluşturduğu bütçelerin tımar ve vakıf sisteminin dışındaki akımları kayıt altına aldığı ve mahsup işlemi ile hazineye girmeden belli bir harcamaya bazı gelir kaynaklarını tahsis ettiğini düşünürsek, merkezin toplanan vergi gelirlerinden yüzde olarak kendine ayırdığı payın fazla olmadığı ortaya çıkar. Bir de buna modern bütçelerde büyük yer tutan kamu yatırım harcamaları için gerekli olan gelirin Osmanlıdaki gereksizliği eklenmelidir. Nitekim, altyapı yatırımları ile eğitim, sağlık vs. yatırımlar ve bunların işletilmeleri hazineden para çıkışı ile değil, bazı vergi muafiyetleri ile bir kısım halk ve özellikle vakıflar eliyle finanse edilerek yürütülmekteydi.[43]

İşte Osmanlı Devleti’nde merkezi hazineye ait olan gelirlerin tahsilinde devlet, döneme uygun tahsil yöntemi geliştirmiş ve bunları uygulamıştır. Devlet için vergilendirmenin (vergi tahsilinin) genelde iki yolu vardır. Bunlardan birisi maaşlı memur kadroları ile vergilendirme yapılması, diğeri ise vergilendirme görevinin özel teşebbüs gibi hareket eden kişilere belirli şartlarda devredilmesidir. Bu iki metot devletin kullanabileceği mekanizmaların iki ideal şematik kutbudur. Uygulamada ise bu iki kutup arasında değişik şekiller her zaman için mevcut olmuştur. Osmanlılar emanet ve iltizam usulü diye adlandırdıkları bu iki metodun her ikisini de kullanmışlardır.[44] Tanzimat dönemine kadar bu iki usül birlikte geniş bir uygulama alanı bulmuş, ancak ağırlıklı olarak iltizam usulü tercih edilmiştir (Özellikle gümrük vergisinin tahsilinde tek bir gümrük değil, birkaçı bir arada hatta bazen dalyan, pencik vb. mukataalar da eklenerek iltizama verilmiştir. Bir gümrüğün iltizama verilmeden önce hasılatının tam olarak bilinmemesi, iltizama çıkarıldığında istenen rakamı bulamaması ya da arızi bazı sebeplerden dolayı bir gümrüğün gelirlerinin azalması durumunda ise emanet usulü kullanılmıştır). Ömür boyu verilen iltizamlar malikane olarak adlandırıldığı gibi, yarı emanet yarı iltizam yoluyla, şahsında devlet memurluğunu barındıran kişinin hem maaşlı bir memur hem de işletmenin kâr ve zararından sorumlu bir kişi olarak tahsil yapması söz konusu olmuştur (Emanet ber vechi iltizam).

3. Osmanlıda Vergi Tahsilinde İltizam: Vergi Tahsilinin Özelleştirilmesi

Osmanlı Devleti kendi mali vaziyetinin gerektirdiği şekilde ve kendine kaynak sağlayabilecek olan ticari, sınai veya zirai bir işletmeyi mukataa haline getirebilir veya bunun gelirini önceden değinilen yöntemlerden birini kullanarak tahsil edebilirdi. Mukataa Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarından beri kullanılagelmekte olan bir ıstılahtır. Eski tahrir defterlerinde bunun yerine maktu, maktua, kat’ olundu gibi deyimlere de rastlanmaktadır. Vergi miktarını, bazen icar bedelini, kesmek ve kesişmek anlamında olan mukataa va’zetmek deyimi, bazen doğrudan doğruya vergi tarhetmek anlamına geliyordu. Bunun açık bir örneğini Tarih-i Ebu’l Feth’de görmekteyiz. Dursun Bey İstanbul’un imarından bahsederken, İstanbul’un nasıl şenlendiğini ve mamur olduğunu anlatır ve sonra çıkan bir emre göre şahıslara temlik olunan binalara mukataa va’zolunduğunu yani vergiye bağlandığını bildirir. O sırada bizzat Dursun Bey, Amcası olan Bursa Sancak Beyi Cebe Ali Bey’le bu işe memur olduğunu anlatır. Kelime burada tamamen vergi tarhetmek anlamında kullanılmaktadır. Yoksa bir gelir kaynağının belirli süredeki gelirini maktu bir şekilde tevcih ve iltizam anlamına henüz ulaşmamıştır. Bu çeşit vergi sonradan yalnız hasılatı değişebilen bağ, çiftlik, değirmen, şehir ve kasabalardaki gümrük, pazar ve saire resimlerine konu olmuştur. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, bir yeri mukataaya vermek işi yalnızca devlet tarafından değil, şahıslarca da yapılmakta idi.[45]

Bu uygulama Osmanlıdan önce İslam döneminde, Abbasilerde ve hatta Roma’da da uygulama alanı bulmuştur. Her ne kadar A. Mez iltizam usulünün Halife El-Mutadid (279-289/892-901) zamanında ilk defa olarak teşebbüs edilen devlet istikrazı amacıyla teşkil edildiğini ifade etmiş olsa bile[46] H. İnalcık Osmanlılarda görülen havale ve iltizam usullerinin bütün ayrıntısı ile İslam dünyasında görüldüğünü belirterek Lokkegaard’dan da örnekler vermektedir. Aynı şekilde Lokkegaard bu sistemin kaynağını yakın doğuda Helenistik çağa kadar geri götürmektedir.

Abbasi maliyesi de ikta ve iltizam usulüne dayanmakta idi. Abbasiler Lokkegaard’a göre, gelir gider dengesini her an gösterebilen bir sisteme, yani bütçeye sahip değildirler. Devlet maliyesinin mültezimlerin ödemelerine bağlı kalması maliyede sık sık buhranlara yol açmakta idi. Gerçi bir ihtiyat hazinesi olarak, Osmanlılarda görüldüğü gibi, bir iç hazine mevcuttu. Fakat buna el atmak bir vezir için maliyedeki başarısızlığını itiraf demekti.[47] İslam tarihine bakıldığında özellikle zekat toplama işlerinde ve vergi kaynaklarının önceden saptanması işlerinde memurların gönderildiğine rastlanmaktadır. İslam Peygamberi bazı bölgelere doğrudan merkezden vergi tahakkuk ve tahsil memurları gönderdiği halde bazı bölgelerde bu işleri mahalli idarecilere bırakmış ve merkezden, toplanan bu vergileri alarak Medine’ye getirmek üzere memurlar göndermiştir. Bazen de aynı bölgenin vergi gelirlerini tahsil için merkezden memur gönderirken (zekat gibi) aynı bölgenin cizye gelirlerinin tahsilini mahalli idarecilere bırakmıştır.[48]

Zekat memurlarının halk arasına gönderilmesi işi hükümetin görevidir. Ebu Hureyre’den Buhari ve Müslim’de nakledilen bir hadiste İslam Peygamberi’nin zekat toplamak üzere Ömer’i memur olarak gönderdiği kaydedilmektedir. Memur gönderilmesinin nedenleri arasında zekat miktarının net olarak (İslama uygun) hesaplanması ve ödemekten kaçınanlardan bunun tahsil edilebilmesi anlayışı hakimdir.[49] Ayrıca mükelleflerden tahsil edilecek vergileri önceden tahmin etmekle görevli birtakım tahmin memurlarının da (haris-harrâs) bulunduğu ve bunların gerek Hz. Muhammed gerekse sonrası dönemde görev yaptıkları bilinmektedir.[50]

Hz. Muhammed devrinden sonraki halifeler devrinde ve daha ileriki devirlerde tahsil bakımından muhtelif usuller mesela, iltizam (kabale-location) sistemi, teşebbüs, havale gibi yeni usuller de uygulama alanı bulmuştur.[51] İltizam müessesesi Arapça’da kabale ve zaman kelimeleri ile karşılanır. Her ikisi de bir garanti karşılığı verilmiş bir ruhsat fikrini tazammun eder. Kabale sistemi İslam tarihinin ilk dönemlerine kadar götürülebilir. Mısır’da bulunan Arapça papirüslerdeki kabal tabiri muhtemeldir ki, aynı kavramı ifade etmektedir. Irak’ta İslam idaresinden önce vergi iltizamlarının artırmaya çıkarıldığını Miskavahyi işaret etmiştir. Helenistik çağda olduğu gibi vergi ödeyenlerle hükümet arasındaki birçok hallerde mültezimi görmekteyiz. Ebu Yusuf kendi çalışmalarında iltizama yer vermiştir. Bununla beraber O doğrudan doğruya tahsil usulünün devlet için daha kârlı olduğundan, iltizama tercih eder. İltizama verildiği zaman da mültezimlerin emir veya imam adına bir memur tarafından kontrol edilmesini tavsiye eder. Fakat yine de mültezimin iltizam üzerindeki mutlak otoritesini tasdik eder.[52]

İltizam uygulamasına Roma İmparatorluğu’nda da rastlanmaktadır. Roma’da tahsil edilen vergilerin en önemli özelliği zorunlu olmasında idi. Bu bakımdan da vergilerin tahsili için bir örgüte ihtiyaç duyulmuştur. Roma’da iltizam sistemi uygulamasına imparatorluğun ilk yıllarından itibaren rastlamaktayız. İmparatorluğun kuruluş yıllarında vasıtasız vergiler (tributa) içinde yer alan tributum soli ve tributum capitis’in tahsili başlangıçta iltizam sistemi ile gerçekleştirilmiştir. Devlete ait vergileri kendi nam ve hesabına tahsil etme hak ve imtiyazı devlete mal ve para olarak belirli miktarda bir aidat ödemeyi kabul eden ve publicains adı ile anılan mültezimlere bırakılmaktaydı.[53] Aynı şekilde Mısır’da uygulanan bir vergi toplama şekli olarak iltizam yine göze çarpmaktadır.[54]

Osmanlı Devleti’nde ise bir tahsil yöntemi olarak iltizam uygulamasına ne zaman başlandığı kesin olmamakla birlikte bunu Hammer II. Mehmet dönemi olarak belirlemektedir. Hammer II. Mehmet dönemi Veziri Rum Mehmet Paşa zamanında mukataa usulünün sisteme dahil olduğunu, II. Mehmet’in ise bunu bizzat kendisi hayal ettiğinden (düşündüğünden) kıymetli bulduğunu yazmaktadır.

II. Mehmet’in İstanbul’a getirilen nüfusa koymuş olduğu kira karşılığı vergi tarhı taşraya geri dönmelere neden olduğundan Lala Şahin Paşa’nın uyarısı üzerine lağvedilmiştir. Lakin Rum Mehmet Paşa’nın sadareti zamanında o vergi Mehmet Paşa tarafından tekrar ihdas edildi ve ziraat yapılan araziye de genelleştirildiğinden, bu tarihte birkaç defa anılacak olan mukataa, yani kırsal arazide iltizam usulünün ihyası yine onun idaresi zamanında olmuştur.[55] XVI. yüzyılın sonuna doğru an tahvil, an vechi iltizam ve ber vechi emanet deyimleri çok sık geçmektedir. Bu durum şüphesiz, merkezi hükümetin iltizam sistemine ne denli bağlandığını göstermektedir. H. İnalcık’ın yuvarlak olarak ileriye sürmüş bulunduğu 1580’li yıllarla da deyimlerin kullanım sıklığının artması az çok uygun düşmektedir.[56]

Osmanlı Devleti’nin idari bölüşüm olarak eyaletler şeklinde örgütlenmesi ve soyut mülkiyeti (rakabe) devlete ait olan miri topraklarda tımar sistemini uyguluyor olması; buna ek olarak, merkezin, elinden geldiğince ekonomik kaynakları bizzat topladığı bölgelere tahsis etme gayreti içinde bulunması, merkezin harcamaları için ayrılmış bulunan gelirlerin toplanmasında yeni uygulamaları gündeme getirmiştir.

Nitekim Osmanlı düzeninde, daha kuruluş dönemlerinde beliren ve devletin büyümesi ile paralel olarak gittikçe önem kazanan öyle bir faaliyetler bölümü vardı ki, bunları tımar sistemi içine yerleştirmenin imkanı mevcut değildi.

Esas itibariyle merkeze bağlı bürokrasi ile yine merkezin emrinde bulunan, talimli, meslekten bir ordunun yüklendikleri bu faaliyetleri, geniş devletin yüzlerce kilometre uzakta bulunan yerlerinden toplanacak ayni vergileri doğrudan doğruya ve münferit tarzda tahsis ederek yürütmek olanaksız olduğu için vergilerin nakden alınması veya nakde çevrilerek merkezi bir hazineye intikal ettirilmesi ve oradan bu faaliyet gruplarına maaş şeklinde ödenmesi zorunluluğu bulunmaktaydı. Osmanlının bu zorunluluğa cevap olmak üzere tımar sisteminin dışında ihdas ve inkişaf ettirdiği ikinci yöntem iltizam usulü olmuştur.[57]

İltizam, devlete ait mallardan bazılarının tahsili, kefil gösterilmek ve bedeli muayyen taksitlerde ödenmek üzere alınması anlamında kullanılan bir deyimdir. Buna göre çoğulu iltizamat olup, bu tür bir taahhüde girmiş olan kimselere ise mültezim denmekteydi.[58] Tımar bölgelerinde tahrir işlemi tamamlandıktan sonra tespit edilen vergi gelirleri genelde üç bölüme ayrılmaktaydı. Bir kısmı dirlik sahiplerine tahsis edilirken, bir kısmı vakıf hissesi olarak vakıflara bırakılıyor, diğerleri ise devlete ait gelir getirmek üzere ve kısaca mukataa olarak isimlendirilecek olan havass-ı hümayun adı altında merkez hazinesine alınıyordu. İltizam ve emanet işlerini yürüten kurum hazine-i amire idi. Devlet mukataa gelirlerinin hazinede toplanmasını sağlamak için her bir mukataayı devlet merkezinde ya da mukataanın bulunduğu kadılıkta müzayedeye çıkarıyordu. Müzayede esnasında hazineye en fazla fiyatı teklif eden, bir kısmını peşin vermeyi kabul eden iltizamı alıyordu. İltizamın alınma süresi üç yıllık tahvil adı verilen sürelerle sınırlı tutulmaktaydı. Peşinat miktarının fazla oluşu tercih nedeni idi. Zira iltizamdan güdülen temel amaç, bir an önce hazineye peşin para girişini sağlamaktı. Devletin her türlü cari harcamaları hazine-i amirece yapılmasından dolayı buna şiddetle ihtiyaç bulunmaktaydı. Müzayededen sonra devlet ile mültezim arasında bir sözleşme yapılıyordu. Bu sözleşmeye her iki tarafın talep ve taahhütleri tek tek kaydediliyordu.[59] Bununla beraber söz konusu iltizamın kaynağında, örneğin dış ticaretin gelişerek gümrük gelirlerinin artması gibi bir rant oluştuğunda ve mukataa bedelini artıran olduğu takdirde, eski mültezimin yeni bedeli kabul etmemesi halinde tahvil süresinin sonu beklenmeden mukataa, artırana devredilirdi. Devir işlemi tahvilin başında olmuşsa yeni iltizam içinde önceki tahvil süresi söz konusu olurdu. Buna karşılık tahvil sonuna doğru yapılan artırmalarda mültezimlerin tahvilden kalan süreyi ikinci bir tahvil ile birleştirdikleri olurdu. Mukataanın yeni bir mültezime devri sırasında iltizam bedelinin tahvilin gün sayısına bölümüyle bulunan rakamın mültezimin tasarruf ettiği gün sayısı ile çarpımı mültezimin iltizam borcunu oluştururdu. Buna kısta’l yevm üzere hesaplama denilmekteydi. Yeni mültezim tahvilin geriye kalan günlerini yeni iltizamın kısta’l yevmi üzerinden hesaplardı. Bir tahvil süresi içinde aynı mukataanın artırma sonucunda defalarca el değiştirdiği görülmüştür. Konjonktürün elverişsizliği durumunda mültezim zarar edebilir, iltizam bedelini ödeyemezdi.

Olağanüstü şartlarda farklı işlem yapılması için itirazi kayıt koymamışsa bir indirimden de yararlanamazdı. Bu durumda kendi ve kendi gibi kefilleri de, kefil oldukları tutarlar için müsadere ve hapis edilirlerdi.[60] Maliyenin binlerce mukataadan oluşan vergi kalemleri yalnız İstanbul’da değil, aynı zamanda her mukataanın bulunduğu bölgede sürekli bir rekabet içinde tutulan taliplerin kadıya ya da mahallin en büyük maliye yetkilisine (defterdar, muhassıl vb.) yaptıkları başvuru ile muamele başlardı. Aday bu başvuruda ödeyeceği meblağı, ne kadarını peşin ödeyeceğini, kefillerine ait liste ile her bir kefilin taahhüt ettiği meblağı ve kabulünü, istediği diğer şartları belirtirdi. En uygun şartlarda en yüksek meblağı teklif eden adayın vergilendirmeyi başarabilecek ve teklif ettiği meblağı ödemeye yeterli mali gücü olduğunu belirledikten sonra, kadı, kefillerin taahhüt ettiği kefalet meblağını ödeme gücüne sahip olup olmadıklarını anlamak üzere evlerine kadar giderek bizzat müşahede edip güvenilir şahitlerin de ifadeleri ile kaydettikten sonra arz tezkiresini hazırlar ve merkeze yollardı. İstanbul’da gerekli inceleme yapılarak teklif kabule uygun görülürse iltizam mukavelesi oluşmuş sayılır ve bütün verileri içeren bir berat hazırlanarak gönderilirdi. Ardından mültezim vergilendirme işine başlayabilirdi. Mültezim ödeyeceği tutarın bir yıllığına karşılık gelen bölümünün genellikle %5 ile %50’si arasında değişen bir bölümünü bir çeşit kefalet akçesi niteliğinde hazineye peşin olarak öderdi. Bu ise mültezimin hazineye verdiği bir çeşit faizsiz kredi anlamına gelmekteydi.[61] Teorik olarak üç ile on iki yıl arasında tasarlanan mukavele süreleri XVI. yüzyıl boyunca fiilen çok daha kısa olarak gerçekleşti. Toplumun bütün kesimlerine açık tutulan yoğun rekabet ortamında mukavele süreleri kısalırken iltizam bedelleri de tırmanarak yükseldi ve iltizam sektörü hızla genişledi. Bu rekabet ortamında emanet usulü de silinme derecesinde daraldı. Bu tarihlerden itibaren XIX. yüzyılın ortalarına kadar emanet usulü giderek çok nadir hallerde ya ilk defa tesis edilen bir mukataa için müzayedeye esas alınacak gelir kapasitesini belirlemek gerektiği veya iltizamla almaya istekli ve gereken düzeyde meblağı ödemeye razı mültezimler bulunamadığı yahut da iltizama verildiği halde mukavele süresi içinde fevkalade değişmeler sonucu mukataanın gelirinde büyük ölçüde azalma beklendiği için mültezimin işi bırakmak zorunda kaldığı durumlarda geçici olarak başvurulan istisnai bir metot haline gelmeye başladı.[62] İleride bahsedilecek olan iltizam uygulamasının olumsuz yönleri ve devletin içinde bulunduğu mali baskılar sonucunda iltizam sisteminde malikane uygulaması gündeme gelmeye başladı.[63] Malikane usulü denilen ve 1695 yılında uygulamaya konulan bu sistem Osmanlı maliye tarihinin tüm XVIII. yüzyılını etkileyen en önemli gelişmedir. Zamanın başdefterdarı tarafından hazırlanan esaslar dahilinde 24 Cemaziyelevvel 1106’da (10 Ocak 1695) yayınlanan bu fermanın amacı; sık sık değişen mültezimlerin mümkün olduğu kadar fazla kâr sağlamak uğruna tahrip ettikleri vergi kaynaklarını ihya ve idame etmek üzere değişmez bir mültezimin tasarrufuna bırakmaktı. Diğer bir ifade ile, tımar ve iltizam usulü kaynaştırılmış olmaktaydı. Bununla birlikte, malikane usulünün uygulanmasındaki temel amacın merkezi hazinenin nakit paraya olan ihtiyacının karşılanması olduğunu söyleyebiliriz.[64] Ama sistemin ihdas edildiği XVII. yüzyılın sonlarında devleti bu yola sevkeden başka motifler de bulunmaktaydı. Uzun savaş yıllarının sonunda bütçe açıkları kapatılamaz hale gelmişti. Masraflar hızla artarken, gelirler, onları takip etmek şöyle dursun, kısmen savaş yüzünden, kısmen de XVII. yüzyılın, Osmanlı Devleti’ni de içine alan geniş ve yaygın uzun vadeli ekonomik durgunluğun etkisi ile de gerileme göstermişti. Bu durumda iltizam usulünde yapılan değişiklik, devlet bakımından, bir grup olarak mültezimlerin gelecek yıllarda kazanacakları muhtemel gelecek kârları, adeta kapitalize ederek peşinen aynı gruba, şahıs tasrihi ile tahsis etmekten ibaret bir çeşit iç borçlanma idi. Bu operasyonla devletin üstlendiği tek önemli risk, kayd-ı hayat şartı ile satılan vergi kaynağının, satış sırasında beklenenden daha yüksek gelir getirecek şekilde gelecek yıllarda gelişme göstermesi hali idi.[65] Malikane sahiplerinin zamanla zengin birer bürokrat sınıfı olarak kalmaları sonucunda başlangıç döneminde olumlu etkileri görülen malikane sisteminin etkileri tersine işlemeye başlamıştı. Malikaneler ikinci ve üçüncü elden mültezimlere devredilmeye başlanmış ve mali sistem üzerindeki vergi yükü hızla artış eğilimi içine girmişti. Malikane artık hem halka hem de hazineye zarar verecek bir konumda idi. Malikane sistemi madenlerden, esnaf kethüdalığına, tuzlalardan damga resmine kadar, cizye ve avarız hariç, devletin vergi aldığı bütün faaliyetlere yayılmıştı. Bununla birlikte bütün kesimlerde malikane sistemi tımar sisteminin güvenliğini diriltemediği gibi iltizamın sakıncalarını da sürdürmüştü.[66]

Nizam-ı Cedid hareketi ile başlayan ilk müdahaleler ile devlet ölenlerin malikanelerinin söz konusu olduğu mukataaları yeniden satışa çıkarmayarak (hukuki rejime de uygun olarak) bütün aracı güçleri ve taşradaki ikinci elden iltizam sahibi ayanları ortadan kaldırmak ve bunları tekrar bölge yöneticilerine iltizama vermek suretiyle devletin gücünün temsilciler aracılığı ile artmasını amaçlamaktaydı. 1811-1839 döneminde bütün mukataalar merkezden tayin edilen vali, mütesellim ve voyvodolara iltizam verilerek idare ettirildi. Bu dönemde emanet metodu da zaman zaman denenmekle birlikte esas itibariyle iltizam usulü egemen vergilendirme formu olarak kaldı ve bu form merkezleştirmenin bir aracı olarak kullanıldı.[67]

Tanzimat ile birlikte bütün topraklarda 1/10 olarak sabitlenen öşür, toprak verimlerinin farklılığından dolayı bir vergi kaybına yol açmaktaydı. Öte yandan 1840 tarihinde iltizam kaldırılarak vergi gelirleri her bölgeye tayin edilen muhassıllar eliyle toplanmaya başlanmıştır. Bu uygulama öşür gelirlerinin düşmesine neden olduğundan 1842 yılında yeniden iltizam sistemine dönülmüş ve aşar gelirleri kazalar itibariyle iki yıl süreyle yeniden iltizama verilmeye başlanmıştır. Ancak kısa sürede iltizam sisteminin tarım kesimi üzerindeki yıkıcı etkileri dikkate alınarak, öşür gelirlerinin daha uzun bir süreyle iltizamının mültezimlerce, çiftçilerin üretim çabalarının desteklenmesi açısından yararlı olacağı düşüncesiyle 1846 yılından itibaren öşür gelirlerinin devlet görevlileriyle, zengin kişilere teker teker ya da ortaklaşa olarak beş yıl süre ile iltizama verilmesi kararlaştırılmıştır. Beş yıllık sürenin bitiminden başlayan Kırım Savaşı sırasında ihtiyaç duyulan hububat için 1852-1854 arasında bazı bölgelerin öşür gelirleri devlet adına (emanet); bazıların da kısmen para ve kısmen ürün alınmak üzere iltizama verilmesi uygun görüldü. Kırım Savaşı’ndan sonra ise tekrar iltizama dönüldü. İhale ve artırma yöntemleri ile ilgili ayrıntılı bir nizamname hazırlandı. Bu nizamname 1860 yılına kadar uygulanmıştı.[68] İltizam sisteminin kaldırılamayışı Tanzimat sonrasında da mali yapıda önemli sayılabilecek bir gelişme olarak görülemez. Gerçi iltizam sisteminin uygulamasında değişiklik yapıldı; eskisi gibi artık valilere ve taşra yöneticilerine verilmiyordu. Memurlar her yerde maaşa bağlanmıştı. Ancak vergi kaynaklarının tespitinde hiçbir yenilik yoktu. Açıktır ki Duyun-u Umumiyye kurulana kadar Osmanlı yönetimi vergi kaynaklarını ne gerçek miktarlarıyla tespit edebilmiş, ne de ihtiyacı olan vergileri düzenli olarak toplayabilmiştir. Pazara açılmakta güçlük çeken bir kırsal üretimin ve denetlenmesi zor küçük sanayi üretiminin yaygın olduğu bir ekonomik sistemde yetersiz maliye kadroları ile de iltizamın kaldırılması olanaksızdı.

Avrupa devletlerinde XIX ve XVIII. yüzyılın gerisinde kalan modern maliyeye bir geçiş dönemi sayılan iltizam sistemi, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gelir ve gider düzenlemesini sağlayabilecek en uygun mali sistem olarak kaldı. XIX. yüzyılda Osmanlı maliyesinin bu alanda yaptığı tek olumlu değişiklik iltizam yolu ile zenginleşip taşrada devlet otoritesine başkaldıracak güçlü yöneticilerin varlığına son vermesidir. Tanzimat’tan evvel sancak paşaları ve güçlü ayanlar, vergi gelirlerinin ihalesi demek olan iltizamı ele geçirmişti. Artırmalar İstanbul’da defterdar önünde yapılırdı. Ama vergi gelirleri açık artırmaya çıkarılan sancağın mütesellim veya paşasının verdiği meblağı artıracak hiçbir mültezim çıkmazdı. Çünkü mültezimin vergiyi toplamak için sancak yöneticisinin askerlerine ihtiyacı vardı. Çok kere paşa iltizamı bölgedeki başka mültezimlere devrederdi. Köylerden elde edilen gelirlerle taşra yöneticileri eyaletlerde güçlenmiş, bağımsız otorite kurmaya başlamışlardı. Tanzimat yönetimi iltizamı valilere ve diğer yöneticilere yasakladı; ayrıca iltizama konu olan miktar ve kalemleri sınırlayarak mültezim zümresinin gücünü azalttı. Bunun sonucu olarak aşar mültezimleri toplumsal hayata girdi. Kısaca Tanzimat’tan sonra iltizam usulünün düzenlenmesi, köylülerin hayatında bir değişiklik yaratmamış ancak mali merkeziyetçiliğe doğru bir adım atılmıştır. Bu dönemde bazı yerlerde iltizamın iyi işleyişi 1880’den sonra kurulan ve bazı vergi gelirlerine el koyan Duyun-u Umumiyye’nin idaresi ile mümkün olabilmiştir.[69]

Duyun-u Umumiyye’den sonra Ankara hükümetinin almış olduğu mali önlemlerin başında bu teşkilat ile anlaşarak, bu teşkilatı vergi toplama işinin yerine getirilmesinde kullanması gelmektedir. Bu uluslararası teşkilat kendi menfaatleri doğrultusunda Kuvayi Milliye’nin hakim olduğu Anadolu topraklarında topladığı vergileri kendi vergi toplama maliyetini düştükten sonra, bir makbuz karşılığında, Kuvayi Milliye’nin kendi teşkilatına zarar vermemesi koşuluyla Ankara hükümetine teslim etmeyi, faizlerini ana paralarıyla birlikte geri almayı da taahhüt ediyordu.[70]

Alınan tüm önlemlere, gelişmelere rağmen dünya konjonktürü ile, devletin diğer sektörlerindeki, insan unsurundaki, siyasi mekanizmasındaki, dış ticaretindeki çözülmelerle de ilişkilendirilebilecek olan iltizam sistemindeki çözülmenin önüne geçilemedi. Revizyonlar, yeni uygulamalar ve konjonktüre uyum çabaları içinde ilerleyen iltizam sistemi Osmanlının son yılına kadar uygulama alanı buldu. Tam olarak uygulamadan kaldırılması ise ancak Cumhuriyet döneminde 17 Şubat 1925 tarihinde aşarla birlikte söz konusu olacaktı.

İltizam uygulaması tüm dezavantajlarına (ya da bu yöndeki gelişmelere) rağmen Osmanlı Devleti’nde geniş uygulama alanı bulmuş ve bu alan gittikçe genişleyen bir görümün sergilemiştir. Osmanlıların iltizamı benimseyerek uygulamalarında dönemin ekonomik yapısı kadar Osmanlı devlet anlayışının da etkisi olduğu muhakkaktır. Aşağıdaki tabloda bu uygulamanın olumlu ve olumsuz yönleri muhtelif kaynaklardan derlenmek suretiyle oluşturulmuş ve toplu halde sunulmuştur.

4. Sonuç ve Değerlendirme

Osmanlı Devleti bugün için, Türk tarihi dikkate alındığında, statik olmayan, kendine özgü ve ekonomik yapılanmanın ve iktisadi ilkelerin bizim algıladıklarımızın dışında ve ondan farklı olarak nasıl pratiğe geçirilebileceğini sunan bir model olarak gözükmektedir. Bu anlamda tıpkı Avrupa ekonomik gelişmesinin köklerinin eskilere (örneğin Antik Yunan) uzanmasında olduğu gibi, bizim bugünkü tarihsel durumumuzun kökenlerini de Osmanlıda ve hatta O’nun da öncesinde aramak gerekmektedir. Buralarda bir medeniyetin bilinci ve bu bilincin niteliklerinin bu güne ışık tutan ipuçları gizlidir.

Osmanlı mali teşkilatını ve vergi yapısını onun ekonomik gelişmeler karşısında saptaya gelmiş bulunduğu karar alma mekanizmasında ve dünya görüşünden ayırmak olanaksızdır. İnsan-madde- evren dengesine dayalı; ekonomik gelişmeyi ve hatta bizzat ekonominin kendisini ulaşmaya çalıştığı hedefler sıralamasında arka sıralara iten; amaçlarına ulaşma hırsından çok amaçlarının ve bu amaçlara giderken kullandığı araçların kendi dünya görüşlerinin meşruiyetlik sınırlarına dahil olup olmadığını gözeten; adaleti gözeterek devletin egemenlik paradigmasını iktidar seçkinleri adına ve lehine değil de halk için kullanan; ayrıntıya boğulmak yerine basit ve sade çözüm yolları ile sonuca ulaşma arzusu güden ve sonuçta bir hukuk kodu ile, bu hukuk kodu her ne olarak belirlenirse be lirlensin, kendini ve tebaasını şematize eden bir Osmanlı Devleti’nde mali yapının tüm veçhelerini de bu unsurlar içine dahil etmek gerekir. Bu anlamda klasik iktisat tarihi yaklaşımlarının alışkanlık haline getirdiği üzere Osmanlıyı övmek ya da yermek noktasında tarihe sıkışmış mikro örnekler derlemek yerine O’nun ve O’nun sisteminin döneme, coğrafyaya ve konjonktüre endekslenmiş yapısal senkronunu çözmek gerekir. Yine bu anlamda Osmanlıyı anlatmak yerine Osmanlıyı anlamanın da önemi ortadadır.

Osmanlı mali teşkilatı ve bunun tüm unsurları gelenekçi yaklaşımla Osmanlı öncesinde uygulanmış ve Osmanlının dini inançları ve dünya algısı ile çelişmeyen uygulamaların bir bileşkesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı Devleti bu bileşkeyi kendi katkıları ile zenginleştirmek yoluyla konjonktürel bir uyum mekanizmasını da tüm çağları boyunca işletmiştir.

Osmanlı mali yapısı ve vergi sistemi ile en çok uyum içerisinde bulunan unsur yine Osmanlının devlet anlayışı ile ilgilidir. Devlet ve bu devletin egemenlik paradigması Osmanlı yöneticilerinin üzerinde durdukları en önemli unsurdur. Büyük ve hacim olarak geniş boyutlara ulaşmış değil ama egemenliği bilinen ve kabul edilen bir devlet, Osmanlıda temel hedeflerden birisi olmaktadır. Bu hedefe ulaşmada yöntem, devletin kendisini hacim olarak değil fakat varlık olarak hissettirmesinin sağlanmasında yatmaktadır. Söz konusu felsefe bağlamında Osmanlı Devleti tüm toprakları, iş gücünü ve dönemin kendine özgü sermayesini kontrol altında tutmuş; A. Tabakoğlu’nun belirttiği gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engellemiş ve egemen olduğu dönemin tüm koşullarının gerektirdiği şekilde ekonomik arenada ağırlıklı bir şekilde düzenleyici olarak bulunmuştur. Tüm toprakların mülkiyeti (%90’a yakını) kendine ait iken Ö. L. Barkan’a göre bunu hiç hissedilmeyecek bir boyutta tutması; tımar kesiminden toplanan vergilerin yine tımar kesiminde sarf edilmesi (hatta bununla ordunun büyük ve önemli bir bölümünün de finanse edilmesi); bu günün terminolojisi ile söylersek pozitif dışsallık taşıyan tüm kamusal yatırımları vakıflara terk etmesi; bütçelerin gelir ve gider kalemlerinin sayısal azlığından izlenebilen ve kontrol edici küçük-etkin devlet mantığından kaynaklanan uygulamalardır. Merkezi bütçelere ait olan gelir rakamları ancak devletin kontrol edicilik görevinin bir maliyeti olarak algılanabilir. Kontrol ediciliğin hukuku işletme ve ulusal güvenliği sağlama boyutları saklıdır.

Osmanlı Devleti’nin bu devlet mantalitesinin en güzel yansıması kendine ait gelirlerin toplanmasının özele devredilmesi anlamına gelen, yine modern terminoloji ile özelleştirme olarak niteleyebileceğimiz iltizam uygulamasında görmek olanaklıdır. Burada yine iktisat tarihçisinin, şayet elinde somut bir delili yoksa, hisleriyle soracağı sorulara vereceği / araştıracağı yanıtlar ona yol gösterecektir. Osmanlı Devleti vergi tahsilinde neden özelleştirme yolunu seçmiştir? Pek çok organizasyona kayda alınmış bir ekonomiye ve çağının iktisadi yapısına hakim bir bilince sahip olmasına rağmen mali teşkilatı içinde neden vergilerin tahsiline yönelik bir departman kurmamıştır?

Kendi egemenliğine karşıt tüm bölgesel güçlerle hiç açık bırakmadan mücadele eden Osmanlı Devleti, pek çok ayrıntıyı göz önünde bulundurmasına rağmen, iltizam uygulamasının gelecekte bölgesel güçlere yol açacağını gözden mi kaçırmıştır?

Bir kere bu uygulamanın Osmanlı Devlet anlaşışından kaynaklandığını kesinlikle kabul etmek gerekir ki, bu duruma yukarıda değinildi. İkincisi ve belki de yine birinci anlayışın bir uzantısı olabilecek şekilde Osmanlının izlediği gelirleri ençoklama ve giderleri en aza indirme politikasında aranmalıdır. Bir diğer neden ise çağın koşullarının Osmanlının önüne en rantabl alternatif olarak iltizam uygulamasını getirmesidir ki, Osmanlı da bunu değerlendirmiştir. Elbette ki, metalist para sisteminin uygulandığı dönemlerde ortaya çıkan değerli maden hareketliliğinin yol açtığı sonuçlar; büyük imparatorluk sınırları arasında etkin ulaşımı ve nakil sağlayacak ulaşım olanaklarının ortaya çıkardığı zorluklar; zirai ağırlıklı ve kimi nakdi olarak kimi ayni olarak alınan vergilerin merkeze gelerek tekrar dağılmasındaki bürokratik zorluk; merkezi bir maliye teşkilatı aracılığıyla merkeze ait vergi gelirlerinin toplanmasının ortaya çıkaracağı yüksek maliyet (ki bu harcamaların minimize edilmesi düşüncesi ile de çelişir) ile bütçelerde uygulanan mahsup etme politikası iltizam sistemini benimsenmesinde rol oynayan diğer güçlü nedenlerdir.

Osmanlıda uzun zamandır uygulanmakta olan iltizam, geleneksel düzenin çöküşüne yol açmamıştır. Başlangıçta ticari vergileri ve padişaha ait arazilerden toplanan aşar vergisini toplamak için uygulamaya konan bir mali metot olarak, iltizamın uygulama alanının XVII. yüzyıldan sonra genişlemesi, ülke içi ekonominin daha fazla ticarileşmesinin ve savaş usullerinin değişmeye başlamasının bir sonucuydu. Özellikle Avrupa’da yapılan savaşlarda, piyadenin, baruta sahip ordularda öncelikli hale geldiği dikkate alınırsa, Osmanlı yönetiminin, reayanın köyden kaçması ve eşkıyalığın artması nedeniyle, ekilen arazi azaldığı zaman, bu toprakları yeniden tımarlı sipahinin sorumluluğuna bırakma noktasında artan bir isteksizlik duyması şaşırtıcı olmasa gerekir.[71]

Yeniçağ Avrupa ekonomisine endekslenen liberal devlet anlayışını ve bu anlayıştan kaynaklanan özelleştirme uygulamasını Osmanlının da pratiğe geçirdiğini ifade etmede bir sakınca bulunmamaktadır. Arkalarında yatan düşünsel neden her ne olursa olsun; farklı medeniyetlerin benzer politikaları benimsemelerini ve uygulamalarını tarihi bir realite olarak kabul etmek gerekir. Bu konuda Ariel Salzmann “Gerçekten de kanaatimce, ne eski rejim altındaki iltizam sistemi, ne de XX. yüzyılın sonlarındaki özelleştirme, birbirinden bağımsız tarihsel olaylar olarak anlaşılabilir. Aksine bütün bunlar, sanayinin, jeopolitiğin ve dünya mali sisteminin değişen talepleri muvacehesinde, devlet kurumlarında dönüşüme ve yeni sosyo-politik anlaşmalara yol açan yeniden dağıtımcı politikaların tekrar gündeme geldiğini teyit etmektedir” demektedir.[72] Ancak burada L. Güçer’in haklı uyarısını da göz ardı etmemek gerekir. Nitekim L. Güçer, emanet ve iltizam terimlerinin modern çağın idare hukuku ve devlet işletmeciliğinin içerdiği anlamlarla dikkate alınmasının tehlikeli olabileceğini vurgulayarak; emin-emanet, mültezim-iltizam terimlerinin Osmanlıların idari ve mali literatüründe belirli bir kaynaktan devletin toplamayı umduğu geliri sağlamak şartı ile bir teşebbüsü ya da işletmeyi elinde bulunduran kapital sahibinin durumunu anlattığını belirtmektedir.[73]

Sonuç olarak vergi tahsili gibi devletin en önemli egemenlik göstergelerinden birinin Osmanlıda özelleştirilmiş olmasının günümüz için önemli ipuçları sakladığı kesindir. Bugünün bakış açısı ile, vergilerin toplanmasındaki büyük maliyetler, vergi idaresinin vergi denetiminde istenen etkinliğe ulaşamaması, mali örgütlenmenin içinde bulunduğu olumsuz koşullar (teşkilat yapısı, personel şeması ve teknolojik olanaklar gibi) geçmişte yaşanan özelleştirme deneyimine (iltizam) dikkatlerin yeniden odaklanmasına neden olmuştur. Nitekim özelleştirmenin ilk adımı olarak 3568 Sayılı yasa ile vergi denetimi bir çeşit özele devredilmiştir.[74] Bundan sonra yapılacak olan Türk Mali Sistemi içindeki diğer bazı unsurlarda özelleştirmenin vergi sisteminin etkinliğini arttırmaya katkı sağlayıp sağlayamayacağının, gerek bilim adamları tarafından yapılacak kapsamlı çalışmalarda gerekse vergi idaresi tarafından yapılacak kapsayıcı etütlerle ortaya konmasıdır. Nitekim bu tartışmalarda Türkiye ekonomisi için yarar bulunmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. A. Mesud KÜÇÜKKALAY – Dr. Ali ÇELİKKAYA

Osmangazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 878-892


Dipnotlar:
[1] Ahmet TABAKOĞLU, Türk İktisat Tarihi, Dergah Yayınları, 5. Baskı, İstanbul-2000, s. 185.
[2] Osmanlılarda vergilerin bölgesel olarak farklılık göstermesi ve Osmanlı vergi sisteminin gelenekçi yaklaşımla kendinden önceki devletlerde uygulanan bazı vergileri kullanmasını F. Köprülü, Osmanlının fethettiği bölgelerdeki uygulamaları ve halkın alışageldiği yapıları hemen ortadan kaldırmayarak sürdürmesi ile açıklamaktadır. Bu açıklamaya Osmanlı Devleti’nin hayat bulduğu coğrafi yapı ve etnik unsurlar eklendiği zaman çeşitliliğin nedeni daha net olarak anlaşılacaktır. Bkz. F. KÖPRÜLÜ, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Ötüken Yayınları, İstanbul- 1981, s. 91-92.
[3] Şinasi ALTUNDAĞ, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma”, AÜ. DTCF. Dergisi, C. 5, S. 2, (Mart-Nisan-1947), s. 190-191.
[4] Aşıkpaşazade, Tevarih-i Ali Osman, İstanbul-1332, (1913), s. 19-20. Ayrıca bkz. A. Vefik SAYIN, Tarih-i Mali, Maliye Bakanlığı Yayınları, Yay. No. 2000 / 356, Ankara-2000, s. 5.
[5] Halil İNALCIK, “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi Sultani Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, AÜ SBF Dergisi, C. 8, S. 2, (Haziran-1958), s. 108-109.
[6] M. Zeki PAKALIN, Maliye Teşkilatı Tarihi 1442-1930, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu Yayını, No. 1977-180 / 1, s. 8-9.
[7] Ahmet TABAKOĞLU, “Gerileme Dönemi Başlarında Osmanlı Mali Teşkilatı”, Marmara Üniv. İİBF Dergisi, C. 1, S. 1, (İstanbul-1984), s. 255.
[8] İ. Hakkı UZUNÇARŞILI, “Osmanlı Devleti’nin Maliyesinin Kuruluşu ve Osmanlı Devleti İç Hazinesi”, Belleten, C. 42, S. 165-168, (1978), s. 69.
[9] W. BARTHOLD, “İlhanlılar Devrinde Mali Vaziyet”, (Çev. Abdülkadir B. ), Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, Evkaf Matbaası, C. 1, (İstanbul-1931), s. 138.
[10] Z. Velidi TOĞAN, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, Evkaf Matbaası, C. 1, (İstanbul-1931), s. 15.
[11] Yaşar BÜLBÜL, “Klasik Dönem Osmanlı Muhasebe Sistemi”, Divan İlmi Araştırmalar, S. 6, 1999 / 1, s. 155’den: Water HINZ, “Das Rechnungswesen Orieantalischer Reichsfinanzamter im Mittelalter”, Der Islam, 29, (1949-1950), s. 4. Y. Bülbül aynı çalışmasında Osmanlı mali sisteminin etkileşim zincirini açıkladıktan sonra şöyle demektedir: “Hem büyük Selçuklular’ın hem de Anadolu Selçuklu Türkleri Devleti’nin mali idaresi Farisi uzmanların işbirliği ile kuruldu. Arapça kurallara ve kelimelere de bol bol yer veren Farsça, büro dili olarak bu devletlerin hizmetinde yer aldı… Bu açıktır ki, bir ihtiyacın sonucudur. Osmanlı Devleti, yüzyıllardır denenmiş ve başarılı olmuş bu uygulamalarla önce Selçuklular sonra da İlhanlılar döneminde zaten iç içeydi, bu yüzden kullanmakta hiç tereddüt etmedi.” Bkz. S. 156-157.
[12] Niyazi BERKES, 100 Soruda Türkiye iktisat Tarihi-1, Osmanlı Ekonomik Tarihinin Temelleri, Gerçek Yayınevi, İstanbul-1969, s. 12-28-29 ve 40.
[13] Suat AKSOY, 100 Soruda Türkiye’de Toprak Meselesi, Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul-1971, s. 21.
[14] Hüseyin AVNİ, Reaya ve Köylü, Tan Matbaası, İstanbul-1941, s. 39.
[15] Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul-1997, s. 21.
[16] Stefanos YERASİMOS, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, C. 1, Gözlem Yayınları, İstanbul, s. 250 ve 290.
[17] Bu yargıyı, bu çalışmanın kapsamı içinde açıklamak ve örneklemek hacim ve içerik yönünden olanaklı değildir. Tarih ve iktisat tarihi çalışan hemen herkesin vakıf olduğu tarihsel bilgileri burada tekrarlamak da gereksiz görünmektedir. Bu anlamda pek çok yerli ve yabancı yazarın da saptaması bulunmaktadır. Yine de bu konuda okuyucuya 1985 yılında İstanbul’da Boğaziçi Yayınları tarafından basılan Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları-Osmanlı İmparatorluğu Dönemi isimli kitapçığı ve N. Sevinç’in çalışmasının bir bölümünü konuya giriş niteliğinde olabilmesi açısından öneriyoruz. Bkz. Necdet SEVİNÇ, Osmanlının Yükselişi ve Çöküşü, Hamle Yayınları, 5. Baskı, s. 87-104.
[18] Bu konuda bir örnek için bkz. Josef BLASKOVICS, “Osmanlılar Hakimiyeti Devrinde Slovakya’daki Vergi Sistemi Hakkında”, AÜ. DTCF, Tarih Enstitüsü Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 7, 12-13, (1973), s. 89-118.
[19] Ö. L. BARKAN, “Türkiye’de Toprak Meselesinin Tarihi Esasları”, Türkiye’de Toprak Meselesi-Toplu Eserler I, Gözlem Yayınları, (İstanbul-1980), s. 127-128.
[20] TABAKOĞLU, Türk İktisat Tarihi, s. 195.
[21] Mehmet GENÇ, “Osmanlılarda Zanaat-Ahlak-İktisat İlişkisi”, Söyleşi, Yapı Kredi Yayınları, (İstanbul-1994), s. 110.
[22] Mustafa AKDAĞ, “Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi Devrinde Esas Düzen”, AÜ DTCF Tarih Enstitüsü Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 3, S. 4-5, (Ankara-1965), s. 143.
[23] Şerif MARDİN, “The Transformation of an Economic Code”, The Political Economy of Income Distribution in Turkey, (Der. E. ÖZBUDUN-A. ULUSAN), Holmes and Meier, New York-1980, s. 29.
[24] Bkz. A. Mesud KÜÇÜKKALAY, Coğrafi Keşifler ve Ekonomiler-Avrupa ve Osmanlı Devleti, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya-2001, s. 84’deki şekil. Bu konuda H. İnalcık Osmanlının Ortadoğu’daki temel devlet ve toplum anlayışından hareketle Osmanlı iktisat zihniyetini devletin nihai amacının; yöneticinin gücünü pekiştirmek ve genişletmek olduğu ve buna ulaşmanın yegane yolunun zengin gelir kaynakları edinmek olduğunu ikrar ettiğini belirtmektedir. Bu ise üretici sınıfları müreffeh kılan şartlara bağlıydı. O halde devletin asli işlevi bu şartları ayakta tutmaktır… Ve devletin toplumdaki ekonomik işlevlerini yerine getirirkenki tek amacı mali ve siyasi çıkarları üstün tutmaktı. Bkz. Halil İNALCIK, “Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Ekonomisi”, Tarih Risaleleri, (Der. Mustafa ÖZEL), İz Yayıncılık, (İstanbul-1995), s. 52-53. Ayrıca Osmanlı’da sermaye yığışımının kasıtlı olarak belirli kimselerin elinde toplanmasının engellenerek halka yayıldığı konusunda bkz. Çerçeve Dergisi, “Osmanlı’da Devlet-Toplum ve Ekonomi”, (M. Genç-A. Tabakoğlu-A. Davutoğlu İle Söyleşi), 700. Yılında Osmanlı Dünyası Özel Sayısı, Y. 8, S. 25, (Ocak-2000).
[25] GENÇ, “Osmanlıda Zanaat-Ahlak-İktisat İlişkisi”, s. 109.
[26] Mehmet GENÇ, “Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün İlkeleri”, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, (İstanbul-2000), s. 50.
[27] Bkz. İNALCIK, “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi-Sultani Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, s. 319; Bernard LEWIS, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1998, s. 12; Cevdet TÜRKAY, “Osmanlı İmparatorluğunda Vergi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, C. 10, S. 56, (1972), s. 16. Osmanlıda bir fetva makamı olan şeyhülislamlığın rolünün büyük oluşu, devletin uygulamalarındaki bu yargıyı ve tabiyeti doğrulamaktadır. Bkz. Hamdi MERT, “Osmanlı İdaresinde Şeyhülislamlık Müessesesi ve Önemi”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S. 59, s. 62.
[28] Mustafa AKDAĞ, “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”, Belleten, C. 13, S. 51, (Temmuz-1949), s. 537-538.
[29] AKDAĞ, “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”, s. 538-539.
[30] Mustafa AKDAĞ, Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi I, Cem Yayınları, İstanbul-1995, s. 406. Aynı yargı için ayrıca bkz. Ö. L. BARKAN, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilat ve Müesseselerinin Şer’iliği Meselesi”, İ Hukuk Fak. Mecmuası, C. 11, S. 3-4, (1945), s. 203-224.
[31] SAYIN, s. 5. Osmanlı Devleti’nde vergilerin kökenlerinin şer’iliği konusunda ayrıca bkz. Halil İNALCIK, “İslam Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, Osmanlı İmparatorluğu-Toplum ve Ekonomi, Eren Yayıncılık, (İstanbul-1996), s. 15-29.
[32] AKDAĞ, “Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi Devrinde Esas Düzen”, s. 143-144.
[33] Ziya KAZICI, Osmanlılarda Vergi Sistemi, Şamil Yayınevi, İstanbul-1977, s. 46-47.
[34] Ahmet AKGÜNDÜZ-Sait ÖZTÜRK, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yayınları, İstanbul-1999, s. 436.
[35] Bu konuda bir örnek için bkz. TÜRKAY
[36] Nüzul, Osmanlı ordusu sefere giderken konaklayacağı yerde  halkın   kendisi için hazırlamakla zorunlu olduğu yiyecek ve mühimmat; sürsat, ordunun konaklayacağı bölge civarında halktan, parası kimi peşin kimi sonradan ödenmek üzere alınan zaire ve benzeridir. İştira ise yine ordu sınıra varıncaya kadar satın alınan zaire ve benzerlerine işaret eder.
[37] TABAKOĞLU, Türk İktisat Tarihi, s. 188.
[38] Bir tımar içinde alınan vergiler konusunda ayrıca bkz. M. Ali KILIÇBAY, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Gazi Üniversitesi Yayınları, Yayın No. 8, Ankara-1982, s. 364-372.
[39] Yavuz CEZAR, “Osmanlı Vergi Sisteminden Darboğazlar ve Sistemi Yenileştirme Yönünde Ortaya Çıkan İlk Gelişmeler”, İktisat Dergisi, S. 394, (Ekim-1999), s. 47-48.
[40] Ziya KARAMURSAL, Osmanlı Mali Tarihi Hakkında Tetkikler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, TTK. Basımevi, Ankara-1989, s. 1-2.
[41] Bu anlamda Osmanlı tahrir (sayım) geleneğini geliştirmiş ve bunu uygulamıştır. Ayrıntılı bir örnek olarak bkz. Lacos FETEKE, “Türk Vergi Tahrirleri”, (Çev. Sadrettin KARATAY), Belleten, S. 11, S. 42, (Nisan-1947), s. 299-328.
[42] Oktay GÜVEMLİ, “Başbakikulu: Osmanlı’da Devletin Vergi Gelirlerini Artırmakla Görevli Bir Devlet Memuru”, Vergici ve Muhasebeci ile Diyalog Dergisi, S. 3, (1997), s. 5-6.
[43] Ahmet TABAKOĞLU, “Osmanlı Ekonomisinde Kalkınmanın Finansmanı II”, İktisat ve İş Dünyası Dergisi, Y. 1, S. 6, (Kasım-Aralık-1992), s. 50.
[44] Mehmet GENÇ, “İltizam”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 12, (İstanbul-2000), s. 154.
[45] Tayyip GÖKBİLGİN, “XVI. Asırda Mukataa ve İltizam İşlerinde Kadılık Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi, 10-14 Kasım 1948, TTK. Basımevi, (Ankara-1952), s. 434-435.
[46] A. MEZ, “Ortazaman Türk İslam Dünyasında Maliye”, Ülkü, S. 49, (Mart-1937), s. 50-51. Mez bu durumu şöyle anlatmaktadır: Hazinede sıkıntı vardı ve vergi toplama şeklinin va’zına kadar bir hayli zaman geçti ve halbuki son derece sınırlar koymak şartı ile her gün 7000 dinara ihtiyaç duyulmaktaydı. O zaman yeni şeyler bulmakla yetenekli iki memur bu parayı havale ederek karşılığında Babilyon mıntıkalarının vergi gelirlerini kabul etmek hususunda bir maliye adamını iknaya razı oldular. Özellikle yeni ve kurnazca olan bu önlemlerden dolayı halife veziri çok sevindiler.”
[47] İNALCIK, “İslam Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, s. 28.
[48] Celal YENİÇERİ, İslam’da Devlet Bütçesi, Şamil Yayınevi, İstanbul-1984, s. 58.
[49] Yusuf el-KARDAVİ, İslam Hukukunda Zekat, C. 2, Kayıhan Yayınları, İstanbul-1984, s. 59.
[50] YENİÇERİ, s. 58-60.
[51] Salih TUĞ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, No. 5, İstanbul-1984, s. 97.
[52] İNALCIK, “İslam Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukayesesi”, s. 28.
[53] Coşkun Can AKTAN, “Osmanlı İltizam Sistemi”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 71, (Nisan-191), s. 74’den: Henry LAUFENBURGER, Vergiler ve Tarihi, (Çev. Ragıp HANYAL), Kardeş Matbaası, Ankara-1964, s. 57. Roma’nın bu durumunu H. Heaton II. Pön Savaşı sonrasında imparatorluğun bozulan ekonomik-zirai yapısını tasvir ederken kullanmış ve devletin önde gelenlerinin sağladığı ayrıcalıkları anlatırken onların iltizamları da (farming taxes) kapatarak buralardan rant sağladıklarını, MS. 123 yılında ise yasalaşan bir kanun ile mültezimliğin eyaletlerden vergi toplamaya başladığını, ama sonralardan mültezimlerin eyalet valileri ile işbirliği içine girerek bunu bir iş haline getirdiklerini ifade etmiştir. Bkz. Herbert HEATON, Economic History of Europe, Harper and Row Ltd. , London, s. 44-47.
[54] http//coursesa.matrix.msu.edu/~fisher/hst373/readings/glassory. htm.
[55] J. Von HAMMER, Büyük Osmanlı Tarihi, C. 2, Medya Ofset, s. 93-94.
[56] Salih ÖZBARAN, “XVI. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda İltizam-Yemen, Basra, Lahsa Eyaletlerindeki Uygulamalardan Örnekler”, II. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, 21-25 Ağustos 1989, TTK. Yayınları, (Ankara-1990), s. 456.
[57] Mehmet GENÇ, “Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Hacettepe Üniv. Yayınları, (1975), s. 232.
[58] M. Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. 2, MEB. Yayınları, İstanbul-1993, s. 57.
[59] M. Ali ÜNAL, “XVI. Yüzyıl Sonlarında Bir İltizam Sözleşmesi”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. 6, Ege Üniv. Ed. Fak. Yayını, (İzmir-1991), s. 59-60.
[60] Ahmet TABAKOĞLU, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı    Maliyesi, Dergah Yayınları, İstanbul-1985, s. 123.
[61] GENÇ, “İltizam”, s. 155. Ayrıca bkz. KAZICI, s. 136-137. Fethi GEDİKLİ, “Osmanlılarda İltizam ve Mukataa, Çerçeve Dergisi, Y. 4, S. 15, (Ağustos-Ekim-1995), s. 147-150.
[62] GENÇ, “İltizam”, s. 155.
[63] Malikane uygulaması namı altında Osmanlının ilk dönemlerinden beri uygulanmakta olan kayd-ı hayat şartı ile tevcih edilen topraklara atfedilen malikane ile buradaki malikanenin farkını vurgulamak gerekir. Buradaki malikane iltizamların kayd-ı hayat şartı ile verilmesini ifade etmektedir.
[64] Eftal BATMAZ, “İltizam Sisteminin XVII. Yüzyıldaki Boyutları”, Tarih Araştırmaları Dergisi, AÜ DTCF , C. 18, S. 29, (Ankara-1997), s. 41.
[65] Mehmet GENÇ, “XVIII. Yüzyıla Ait Osmanlı Mali Verilerinin İktisadi Faaliyetlerin Göstergesi Olarak Kullanılabilirliği Üzerine Bir Çalışma”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Y. 2, C. 2, S. 10, (Şubat-1981), s. 38-39.
[66] TABAKOĞLU, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, s. 135.
[67] GENÇ, “İltizam”, s. 157.
[68] Tevfik GÜRAN, Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi: Bütçeler ve Hazine Hesapları 1841-1861, TTK. Basımevi, (Ankara-1989), s. 14-15. İlk olarak 3 Kasım 1839’da Gülnane Hatt-ı Hümayunu’nda alat-ı tahribiyyeden olup, hiçbir vakitte semere-i nafiası görülmeyen iltizamat usul-i muzırrası’nın kaldırılacağı ifade edilmişse de gerekli teşkilatın yokluğu, dönemin ekonomik niteliğinin zirai ağırlığı ve teknolojik olanakların yetersizliğinin bulunması, iltizam sektörüne egemen olan grupların baskısının bulunması, bütçe gelirlerinin yıl sonuna uzaması gibi nedenlerden başarılı olunamayınca tekrar iltizam sistemine dönüldü.
[69] www.derinanadolu.com/01-04-12-duyun.2htm/30.4.2001.
[70] Necdet EKİNCİ, “İmparatorluktan Cumhuriyete Türk Mali Politikasına Bakış”, Belleten, TTK. C. CLV, S. 214, (1991), s. 778. Ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz: Bedri GÜRSOY, Muharrem Kararnamesinin 100. Yılı, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişimi, AÜ SBF Türkiye Ekonomi Kurumu, (Ankara-1982), s. 271.
[71] Ariel SALZMANN, “İmparatorluğu Özelleştirmek: Osmanlı XVIII. Yüzyılında Paşalar ve Ayanlar”, Osmanlı Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, (Ankara-1999), s. 228.
[72] SALZMANN, s. 228. Paralel bir görüş için bkz. Peter D. BYRNE, “Vergi ve Gümrük İdaresi Alanında Özelleştirme Üzerine”, (Çev. M. Yaşar AKÇAY), Vergi Sorunları Dergisi, S. 82, (Temmuz- 1995), s. 26-39. Byrne’da iltizam sistemini vergi tahsilatına özel sektör katılımının bir örneği olarak görmektedir.
[73] Lütfi GÜÇER, “XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Tuz İnhisarı ve Tuzların İşletme Nizamı”, İÜ İkt. Fak. Mecmuası, C. 23, No. 1-2, (1962-1963), s. 108-109.
[74] 3568 Sayılı yasal düzenleme ile gelir ve kurumlar vergisi beyannamelerinin yeminli mali müşavirlerce tasdik edilmesini bir anlamda vergi denetiminin özelleştirilmesi olarak kabul eden bir görüşün detayları için bkz: Zeki Cengiz AYDIN, “Vergi Denetiminin Özelleştirilmesi”, Yaklaşım Dergisi, Y. 3, S. 28, (Nisan-1995), s. 95-99. Bu çalışma denetimin özelleştirilmesinin vergi kayıp ve kaçağını önlemede etkili olacağını ifade etmektedir. Buna göre tasdik sorumluluğunu taşıyan yeminli mali müşavirler, beyannamelerini tasdik ettikleri mükelleflerin vergi kaçırmalarına müsaade etmeyecekleri gibi, bu kişilerle ilişkisi olanların da beyanlarına olumlu etki sağlayacaklardır.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.