Çevre, canlı ve cansız varlıkların karşılıklı etkileşimlerinin bütünü olarak tanımlanabilir. Çevrenin canlı öğeleri, insanlar, bitki örtüsü, hayvan topluluğu ve mikroorganizmalardan oluşmaktadır. Cansız öğeler ise, iklim, hava, su ve yeryüzünün yapısıdır. Cansız öğeler canlıları etkileyip, onların eylemlerini güçlendirirken, canlılar da cansızların konumlarını, yapılarını belirleyen etkilere sahip olmaktadırlar.[1]
Evrendeki canlı ve cansız bütün varlıklar çevresiyle sürekli bir ilişki ve etkileşim halindedir. İnsanın ruhi ve ahlaki yapısının çevre üzerinde önemli etkileri vardır. Çevre, insan eliyle gelişebileceği gibi çorak hale de gelebilir.[2] İnsan, yaşadığı ve diğer canlılarla paylaştığı doğal çevreyi korumak ve yaptığı tahribatı gidermekle yükümlüdür. Buna göre, önce insanı doğaya karşı duyarlı hale getirmek, bilgilendirmek ve doğru davranışları kazandırmak zorunluluğu vardır. Çevrenin korunması için ilmi, teknolojik, hukuki ve politik tedbirlerin yanında tesirli ve kapsamlı bir çevre eğitimi politikası da tespit edilmeli ve uygulanmalıdır.[3] Dengeli ve sağlıklı bir hayat sürdürebilmek, bir insanın çevresindeki canlılar ve eşyadan nasıl yararlanacağını ve zararlarından nasıl korunacağını bilmesi ve sorumluluğunu hissetmesiyle yakından ilgilidir.
Çevrenin korunması ve güzelleştirilmesi, insanı sevmek, düşünmek ve ona değer vermekle yakından ilgilidir. İnsana değer vermeyen bir kültür ve medeniyetin, çevreye değer vermesi, korumaya ve güzelleştirmeye çalışması düşünülemez.[4] Bu açıdan bakıldığında, “Yaratılanı, Yaratandan ötürü hoş görmek” prensibiyle hareket eden Türklerde hayvanlara, kuşlara ve ağaçlara karşı beslenen sevgi dini bir vazife derecesine ulaşmıştır. Zira Türkler canlı cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler. Güzel manzaralara, parlak denizlere, gölgeliklere, membalara, karlı dağ tepeleriyle çevrelenmiş muazzam ufuklara karşı beslenen temayül, bu milletin en büyük meylidir.[5]
Osmanlı Türklerinin çevreye yönelik çalışmaları özellikle kudretli olduğu devirlerde diğer milletlere örnek olacak niteliktedir. Bu çalışmaları kanunnamelerden, çeşitli vilayetlere gönderilen hükümlerden, vakfiyelerden ve Türkiye’de görev yapmış ya da seyahat etmiş yabancıların hatıralarından öğrenmekteyiz. Çalışmamızın temelini bu tür kaynaklar oluşturmaktadır. Burada bütün Türk Tarihi’ni ve belgeleri ortaya koymaktan ziyade, bir fikir vermesi için XVI-XVII. yüzyıllar ağırlıklı olmak üzere bazı örnekler verilmekle iktifa edilecektir.
Türklerde Ağaç ve Yeşillik Sevgisi
Çevrenin en önemli bölümünü teşkil eden ağaç ve yeşillikler insanlığın varolması ve varlığını devam ettirebilmesi için gerekli olan doğal kaynakların başında yer alır. Çevrenin yeşil bir bitki örtüsü ile kaplanması, huzurlu bir ortamın bulunması ve temiz bir hava, insanın bir çok yönden sıkıntılarını ortadan kaldırıcı psikolojik faktörlerdir.[6]
Bahçeler düzenlemek, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmek, bir zamanlar şehirli Türk insanının en büyük zevklerinden biri ve yeni yeni çiçek ve meyve türleri elde ederek bu türlere şairâne isimler vermek köklü bir gelenek olmuştur.[7] Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey hatıralarında Eski Türklerin bahçe ve ağaç meraklısı olduğunu dile getirmektedir.[8] Türkler, dünyanın doğal güzelliklerinin korunması, daha da güzel hale getirilmesi ve adeta cennet gibi yapılması için bir çok tedbirler geliştirmişlerdir. Onlar bu amaçla vakıf eserlerinin finansman ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için bağlık, bahçelik ve ağaçlık yerler bırakmışlardır. Sözgelimi Kara Osman oğlu Mehmed Ağa tarafından Bergama’da yaptırılan vakıf eserlerinin yaşatılabilmesi için gereken harcamaların, gelirlerinden karşılanmak üzere toplam olarak 2133 adet ağaç bulunan on iki muhtelif bahçeyi vakfettiği görülmektedir.[9] III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan İstanbul’da bir bahçe, Kıbrıs’ta bir çiftlik, Filibe’de sekiz bin baş koyun vakfetmiştir.[10]
Mevcut ağaçların bakımı ve sulanmasına yönelik olarak da vakıfların kurulduğunu Pere Jehannot’un hatıralarında görmekteyiz.[11] Comte de Bonneval, verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler bile görüldüğünü dile getirmektedir.[12] Guer ise bu hatıraları teyit ederek bunu yapanları “biraz kaçık” olarak nitelendirir.[13] Ancak, Comte de Bonneval ve Guer’in çılgınlık ve kaçıklık olarak nitelendirmelerine konu olan ağaçların bu şekilde sulanmalarının temini, Türklerin, çağdaş uygarlığın bile ruhunu henüz kavrayamadığı bir çevre bilincinin parlak örneklerini sergilemeleri açısından büyük önem arz eder.
Bahçeler, bağlar ve ağaçlık alanlarla ilgili vakıfların varlığı Anadolu’da yeşil alanların ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Vakıfların dokunulmazlık özellikleri dikkate alındığında bu faaliyetlerin süreklilik arz ettiğini söyleyebiliriz.
Osmanlı döneminde, hayvanların otlatılması açısından önemli olması yanında, toprak üstü örtüsü olarak toprağı koruyan, suyu tutan, kaynak sularını toplayan ,ehlî ve vahşî hayvanlara barınak olan ve kirli havayı temizleyen yerler olarak hava kalitesinin korunmasına da katkıda bulunan yeşil kuşak olarak değerlendirebileceğimiz, koruma altına alınmış korular da söz konusudur. Osmanlı arşiv belgelerinde konu ile ilgili bir çok belge yer almaktadır. Bir hükümde İznikmid kadısına, Eşme, Dikme ve Sapanca dağlarında korudan gemiye yarar ağaç kesimi yasağının devam ettiği hatırlatılmaktadır.[14] Bir başka hükümde ise, sefer sırasında eskiden beri Otağ-ı Hümayun kurulan Ösek merkezinin şimdi halk tarafından tapulanıp bağ bahçe haline getirildiği, buraların zarar görmemesi için ordunun konaklamasına uygun başka bir yerin bulunması istenmektedir.[15] Diğer bir hükümde savaş için yola çıkıldığında halkın ekili tarlalarının ve çayırlarının çiğnetilmemesi ve kimseden karşılıksız bir şey aldırılmaması için askerlerin iyice zapt edilmesi öngörülmektedir.[16] Yine bazı kimselerin, ağaçların yaprak ve dallarını keserek hayvanlarına verdikleri, bu şekilde koruya zarar verenlerin yakalanarak cezalandırılmaları emri bulunmaktadır.[17] Ayrıca korulara davar sokulması, ağaçların kesilmesi ve bazı yerlerinin tarla haline getirilmesi yasaklanmakta, bu tür eylemlerin olmaması için tedbirlerin alınması ve halkın uyarılması emredilmekte, uyarıları dikkate almayanların cezalandırılmaları bildirilmektedir.[18] Bu ve benzeri hükümlerden çevreye zarar verenlerin cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır. Hasköy, Yanbolu, Kırkkilise, Ferecik ve Gümülcine kadılarına 24 Aralık 1565 tarihli hükümde, kazaları dahilinde bulunan Hâssa Şikâr korularında tüfek atılmasına, tazı ile av avlanmasına ve ağaç kesilmesine müsaade edilmemesi ve bunların yasaklanması istenmektedir.[19]
Bâzârcık kadısına 3 Ağustos 1571 tarihli hükümde, koruma altına alınmış dağlardan, defalarca uyarıldığı halde emre karşı gelerek odun kesen bir kimsenin cezalandırılmak üzere, yolda kaçmasını engelleyecek tedbirler alınarak İstanbul’a gönderilmesi emredilmektedir.[20] Ormanlardan ağaç kesilmesi devletçe yasaklanmıştır.[21]
Türklerde ağaçlara gösterilen sevgi ve alaka o dereceye çıkmıştır ki, aynı coğrafyada yaşayan Hıristiyan vatandaşlar, bu sevgi ve alakadan çekindikleri için kendi bahçelerindeki ağaçları bile kesemez olmuşlardır.[22] Raczynski “Türkler, evlerin temelini, etraftaki ağaçların durumuna göre atmaya alışık olduklarından, gölgeli ağaçlara çok değer veriyorlar”[23] demek suretiyle Türklerin çevrenin vazgeçilmez unsurlarından olan ağaç ve yeşilliğe nasıl bir bakış açısıyla yaklaştıklarını açıkça göstermektedir.
Bu tespitler, Türklerin düşüncesinde var olan bir başka hususu daha ortaya koymaktadır. O da, ağaçların kesilmesinin -yerlerine ev inşası için olsa bile- hoş görülmemesi, evlerin ağaçları kesmeye gerek kalmayacak yerlere yapılmasının öngörülmesidir. Brayer’in, Müslüman-Türklerin asırlardan beri gölgelerinde dinlendikleri çınar ağaçlarının Türkiye’de altı, sekiz ve hatta on adım çapına ulaştıkları[24] şeklindeki tespiti, bu geleneğin çok eskilere dayandığını göstermektedir.
Bağ ve bahçelerin en çok etkilendiği hususlardan birisi sanayi alanlarının bu bölgelere kurulmasıdır. Türklerin bu konuda da duyarlı olduklarını görüyoruz. Sözgelimi bir hükümde, imalat türü işler yapılırken halkın bağ ve bahçesine tecavüz edilip zarar verilmemesi, tecavüz edenlerin ise cezalandırılmaları için isimlerinin bildirilmesi istenmektedir.[25]
Bir başka hükümde de Uzunköprü’deki hassa çayırının ortasında bulunan değirmen arkının taşıp çayıra zarar verdiği bildirildiğinden, durumun araştırılması ve değirmenin zararının giderilmesi için ne yapılması gerektiğinin arz edilmesi emredilmektedir.[26] Yeşilliğin korunması için yaptırımlar yanında bir takım teşvikler de söz konusudur. Bu amaçla mevcut çayırların çevresinin hendekle çevrilip ağaçlandırılması ve bu hendeğin bakımının yapılması karşılığında bazı köylerin bir vergi türü olan avarızdan muaf tutulması ve bu konuda kimseye engel olunmamasına dair hükümler mevcuttur.[27] Yine hiç kimseye ait olmayan veya hazineye ait olan; önceden imar görmemiş, ziraat yapılmayan toprakları imar etmek; faydalı, kullanılabilir ve maksada uygun bir hale getirmek teşvik edilmiştir. Tarlasını işlemekten aciz kalarak terk etmiş olan kimsenin bu arazisine bir başkasının işlemek suretiyle sahip olabileceği bildirilmiştir. Klis Beyi Hüsrev Bey’e 13 Haziran 1566 tarihli hükümde, Klis’te Blay sahrası adıyla bilinen yerleri, vilayetin tahriri sırasında bazı şahısların kendi üzerlerine kaydettirdikleri ve otuz yıldır boş ve verimsiz bıraktıkları halde oraya gidip yerleşmek, etrafı imar ve ihya etmek isteyen kişilere engel oldukları, arazinin oralara gelip yerleşmek ve ziraat etmek isteyenlere tahsis edilmesi, üzerimizde kayıtlıdır diye engel olanların dikkate alınmaması istenmektedir.[28] Devlet kendi mülkü olan alanların korunmasına dikkat ettiği gibi, bazı devlet adamlarının özel mülk olan ağaçlara zarar verecek eylemlerde bulunmalarına da izin verilmemiştir. Örneğin Yusuf adlı bir şahsın, Nablus yakınlarında bulunan arazisindeki zeytin ve harnup (keçiboynuzu) ağaçlarının sancakbeyinin adamları tarafından kesildiği, yakıldığı ve arazisine ekin ekilerek zapt edildiği ve kendisine zulmedildiği yolundaki şikayeti dikkate alınmış, bu hususun teftiş edilmesi, durumun arz edildiği gibi ise kimsenin kendisine bu şekilde zulmetmesine izin verilmemesi emredilmiştir.[29]
Türklerde Hayvan Sevgisi ve Haklarını Koruma
Osmanlı Türklerinde canlı çevrenin vazgeçilmez bir öğesi olan hayvanların haklarının korunduğuna ve ihlal edenlere belirli cezalar tatbik edildiğine dair bilgilere sahibiz. Hayvan hakları, genelde onların yaşamlarına müdahale edilmemesi, fıtri yapılarına uygun işlerde çalıştırılmaları, kaldırabilecekleri kadar yük vurulması, gerekli yiyeceklerinin zamanında temini ve verilmesi, doğal ortamlarının ve üreme imkanlarının sağlanması, işkence ve eziyet edilmemesi, hasta oldukları zaman tedavi ettirilmeleri gibi çeşitli hususları kapsar.[30]
Türklerin hayvan hakları hususundaki hassasiyetlerini gösteren en önemli kurumlardan birisi hayvanlar için kurdukları vakıflardır. Anadolu’nun bir çok şehrinde cami avlusunda toplanan kuşların, güvercinlerin yemlenmelerine dair vakıflar bulunduğu,[31] kedilerle köpeklerin bakımları için vakfiyelere şartlar ve tahsisler konulduğu görülmektedir.[32] Türklerin diğer milletlerde pek görülmeyen bir uygulaması da evler yapılırken hayvanların susuz kalmaması için gerekli yerlere yalaklar konulması ve duvarlarda arabesklerle süslü küçük köşkler kurularak kuşlara yuvalar temin edilmesidir.[33]
Ölen bazı kimseler haftada birkaç defa köpek ve kedileri beslemek üzere mallarını bırakırlar, bu vasiyetlerini yerine getirmek için sadakatli ve dindar bir şekilde bunu yapacak fırıncı ya da kasaplara paralarını bırakırlar.[34]
Jean Thevenot iyi giyimli bir çok kimselerin sokakta yeni yavrulamış bir dişi köpeğin etrafına toplanıp üzerlerine basılmasın diye hep birden taş toplayarak küçük bir duvar ördüklerini gördüğünü[35] ifade etmektedir ki bu, Türk yurdunda her tabakadan insanın hayvanlara aynı derecede şefkat ve sevgiyle yaklaştığını ortaya koymaktadır. Ricaut ise, köpeklerin himayesi ve beslenmesi için hususi kanunların varlığından bahsetmektedir.[36]
Osmanlı Türklerinde hayvanlara büyük bir sevgi gösterildiği, onların bakım ve temizliğine büyük önem verildiği görülmektedir. Bir grupla birlikte Yıldız Sarayı’nın ahırlarını gezen Dorina L. Neave gördüklerini şöyle nakletmektedir: “Türk seyisleri büyük bir gururla ahırları gösterdiler ve bu hayvanlara karşı olan tabii sevgilerini, atların hayran olunacak kadar sıhhatli ve ahırların hayran olunacak kadar temiz olmasıyla ispatladılar”.[37]
Avdan hoşlanmayan Müslüman Türkler, hayvanların doğal yaşamlarına müdahale edilmesini hoş görmezler. Çıkarılan kanunlarla da avcılık belirli kurallara bağlanmıştır. Bu amaçla belli dönemlerde av yasağı konulmuş ve bunun gerçekleşmesi için de bütün tazılar kamulaştırılmıştır.[38] Hayvanların yalnız öldürülmesini değil, bilhassa etleri yenilmesi caiz olmayanların hürriyetlerinden mahrum edilmesini bile canice bir gaddarlık sayarlar. Hatta bit ve tahta kurusu gibi hayvanların tırnak üstünde öldürülmesini bile vahşet saydıkları için, parmaklarının arasında bir iki kere ovaladıktan sonra ölüp ölmediğine bakmayarak atıverirler. Hayvanları hürriyetlerine kavuşturmak üzere kuşçulardan kafes içinde kuşlar satın alıp onları derhal salarak hürriyetlerine kavuştururlar.[39]
Kendilerinden yararlanılan evcil hayvanlara eziyet edilmesine izin verilmez. Bazı hükümlerde at, katır veya deve gibi hayvanlara sahipleri tarafından haddinden fazla yük taşıtılmasının engellenmesi öngörülmektedir.[40] Hatta Sultan Murad, birisinin, kendisi kenarda bir şeyler yerken yularından tuttuğu buğday yüklü atını yük altında beklettiğini görünce kızmış, atın yükünü sahibine yükletmiş ve önüne koydurduğu otları at yiyinceye kadar öylece bekletmiştir.[41]
Vezir Sinan Paşa’ya 4 Temmuz 1571 tarihli hükümde, hacılara verilmek üzere hazırlanan peksimetlerin gemilere yüklenmesi için develerle taşınması, ancak bu hayvanların fazla yük koyularak mecalsiz bırakılmamaları emredilmektedir.[42]
Guer, Şam’da olduğu gibi çeşitli şehirlerde Türk eserleri arasında sadece hastalanan hayvanların tedavisine yönelik olarak hizmet veren hastaneler de bulunmaktadır.[43]
Türklerde Temizlik
Türklerde, şehir, kaza ve köylerde, şehrin maddi ve manevi temizliğini sağlama görevlerini üstlenen hususi memurlar vardır. Bunlara subaşı denilmektedir. Bu görevliler sadece tayin edilmekle kalınmamış, uymaları gereken esasları belirleyen bir nizamname hazırlanmıştır.[44] Bu nizamname, bugünkü çevre anlayışı açısından önem arz eden uygulamalar içermektedir.
Tarihin ilk çağlarından itibaren insan kendi atıklarının ortadan kaldırılması sorunuyla karşılaşmıştır. Endüstri çağından önce şehirlerden akarsu, göl ve denizlere verilen atıklar ve arazi üzerinde belirli yerlere dökülen çöpler bu suların ve arazilerin doğal olarak kendilerini temizleme güçlerini aşacak miktarı pek geçmiyordu.
Türklerin yaşam tarzlarında çok temiz oldukları, temizlik ve ibadet hususlarında çok titiz davrandıkları bir gerçektir.[45] Onların temizliği, tamamen dini vecibelerinin bir sonucudur. Temizlik, sadece basit sıhhi endişelerden değil, onların bütün ahlaki ve dini tabiatlarının gizli menbalarından kaynaklanmaktadır.[46]
Türklerin ayakkabılarını eşiklerin dışında çıkarmaları sıradan bir adet veya hayati bir moda sonucu değil, evi temizliğin mabedi telakki etmelerindendir. Değer verdikleri bu mekanlara ancak bütün pisliklerden sıyrılarak girerler.[47] Bundan dolayı Türk evlerinde hiçbir zaman gübre, süprüntü ve çamur görülemez. Kahveler, dükkanlar, mağazalar, imalathaneler, hamamlar gibi herkese açık yerler de aynı vaziyettedir. Edirne Çevre Temizliği Nizamnames’inde, hamam ve oteller gibi umuma ait yerlerin temizliğine dikkat edilmesi emredilmektedir.[48] Haseki Gülnuş Valide Sultan 22 Ekim 1679 tarihli vakfiyesinde vakfettiği şifa evinin temizlik işlerini yapmak üzere bir kişinin görevlendirilmesini istemektedir.[49]
Kanuni Dönemi’nde çıkarılan 1539 tarihli Edirne Çevre Temizliği Nizamnamesi’nde, evlerin ve dükkanların çevrelerinin temiz tutulması, görülen pisliklerin o çevre halkına temizlettirilmesi emredilmektedir.[50] Bir çok ülkede bilinmiyorken, Türkiye’de ayrıca umumi hela binaları kurulmuş ve bunlar son derece temiz tutulmuştur.[51] Kudüs beyine ve kadısına 31 Ağustos 1565 tarihli bir hükümde ziyaret ve ibadet adı altında sırf gezinti maksadıyla Mescid-i Aksa’ya gelen bazı kadınların galiz bir şekilde etrafı pislettikleri, görevlilerin bunların pisliklerini temizlemekte zahmet çektikleri; kapıcıların görevlerini yapmadıkları için etraftaki evlerde oturanların yemek artıklarını buralara döktükleri, Sahratullah etrafındaki odalarda kalan bazı Hintlilerin de gece tuvalet ihtiyaçlarını buralarda giderdikleri şikayet olunduğundan, bundan sonra bu gibi kutsal mekanlarda ve kabirlerde şer’i şerife aykırı iş ve uygulamalar yapılmasına müsaade edilmemesi ve buraların temiz tutulması; ayrıca bu emrin, bir sonraki kadı tarafından da uygulanabilmesi için sicile kaydedilmesi emredilmektedir.[52] Antoine Galland’ın Edirne’de Selimiye Cami civarında takdire layık bir temizlik içinde güzel bir şekilde sıralanmış pabuçlar, kunduralar ve diğer meşin ayakkabılarla dolu dükkanların zevkle seyredildiği tespiti,[53] Türklerin temizlik işini kanunlarda bırakmayıp hayat felsefesi haline getirdiklerini göstermektedir.
İnsanların her an gelip geçtiği yolların, tenezzüh ve dinlenmek için oturdukları, temiz hava almak için gezip dolaştıkları yerlerin küçük ve büyük abdest bozulması suretiyle kirletilmemesi, buna dikkat etmeyenlerin uyarılması da istenmektedir. Edirne Çevre Temizliği Nizamnamesi’nde çevreyi kirleten esnafın artık maddeleri ve pis sularını, tamamen boş yerlere ve şehir dışına taşımaları mecburiyeti hükmü yer almakta; insanların yaşadığı yerlerin ölmüş hayvan ve sair çöplüklerden temizlettirilmesi, bu yasaklara uymayanların, ölü hayvanın başının kesilip boyunlarına takılarak şehir içinde teşhir edilmesi öngörülmektedir.[54] İstanbul kadısına 27 Ocak 1566 tarihli hükümde, İstanbul’da oturan Yahudilerin, mahallelerinde koyun ve sığır keserek şehri kirlettikleri bildirildiği, bunun önlenmesi için kendilerine Yedikule Salhanesi’nde bir dükkan tahsis edilip hayvanlarını burada kesmelerinin sağlanması emredilmektedir.[55]
Bursa kadısına yazılan 24 Aralık 1565 tarihli bir hükümde, Gökdere’de bulunan değirmene gelen insanlara ait at, katır vs. hayvanların pisliklerinin değirmen suyunun aktığı arkın kenarına boşaltıldığı için değirmen suyunun çevreyi kirlettiğinin tespit edildiği, bu durumun önüne geçilmesi ve kimsenin kanuna aykırı iş yapmasına izin verilmemesi istenmektedir.[56] Bir diğer hükümde yıldırım düşmesi sonucu bir kulesi zarar gören Avlonya kalesinin temizlettirilmesi ve tamir ettirilmesi bildirilmektedir.[57] Piyale Paşa’ya 1 Kasım 1565 tarihli hükümde gemilerin iskele ağzına safralarını boşaltmalarına müsaade edilmemesi istenmektedir.[58] Bir başka hükümde ise limanların iyice temizlettirilmesi emredilmektedir.[59]
Gelişi güzel yerlere tükürülmemesi, balgam atılmaması, bilakis bunların kimseye gösterilmeden gömülmesi Türklerde bir yaşam biçimidir. İnsanların yollarına, gezip dolaştıkları yerlere onlara zarar veren, rahatsız eden şeyleri atmamak, mevcut rahatsızlık verici şeylerin ise kaldırılıp zararsız hale getirmek de böyledir.
Türklerdeki hayrat ve hasenat duygusu, kimisinin nehirler üzerinde köprüler yaptırmasına, kimisinin de yolları tesviye etmelerine, temizletmelerine ve kaldırım döşetmelerine sebep olur. Üsküdar İhsaniye Mahallesi’nden Ahmet Şemsettin Bey’e ait 13 Şubat 1832 tarihli vakfiyede, Üsküdar’da tamir ve onarıma muhtaç olan kaldırımlar için gerekli harcamaların yapılması istenmektedir.[60] Paralarıyla hayrat yapamayanlar ana-yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak hayır işlerler ve bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar.[61] Yolların ve meydanların temizlik ve bakımı çeşitli hükümlerle belli bir yasal çerçeveye oturtulmuştur. İstanbul kadısına yazılan 19 Aralık 1585 tarihli hükümde At Meydanı ile Bayezid Meydanı’nın temizlettirilmesi hususu dile getirilmektedir.[62] İstanbul’dan Edirne’ye kadar yol üzerinde bulunan yerleşim birimlerinin kadılarına 24 Eylül 1571 tarihli hükümlerde, yeteri kadar adam tedarik edilerek yolların tertemiz yapılması, batak vs. yerlere ağaçtan köprüler kurulması ve birbirine yakın olmak üzere yolculara kolaylık sağlayacak alametler (trafik işaretleri) konulması emredilmektedir.[63]
Türkler, kuyuların, su yolları ve kanallarının pisliklerden korunabilmesi için etraflarının koruma altına alınmasına dikkat etmişlerdir. Silivri kadısına 17 Mayıs 1571 tarihli hükümde, su yollarının geçtiği yerlerde iki tarafından üçer arşın (yaklaşık 2-2,5 metre) ve üst yanından bir arşın olmak üzere toplam yedi arşın boş yer bırakıp hiç kimseye bağ, bahçe ve ağaç diktirmemesi, çukur, bina vs. yapılmasına izin vermemesi emredilmektedir.[64] Haslar kadısına yazılan 12 Mart 1572 tarihli hükümde ise, su yollarının üstünde ziraat yapıp bağ bahçe dikenlerin her yıl verdiği zarar hatırlatılarak, su yollarının iki tarafından dörder arşın ve üstünde birer arşın boş yer bırakılmasının temin edilmesi istenmektedir.[65] Ayrıca su merkezinin üstünde bulunan köy ahalisi, suyu temiz tutmak ve daima ona nezaret etmekle mükellef kılınmışlar ve bunun karşılığında her türlü vergiden muaf tutulmuşlardır.[66]
Bu açıklamalardan, su havzaları ve kanalları çevresinde insan sağlığını tehdit edebilecek hiçbir faaliyete müsaade edilmediği anlaşılmaktadır. Konu insan sağlığı ve suların temiz tutulması olunca, gerek endüstriyel ve gerekse evsel atıkların ve dökülen çöplerin sebep olduğu kirliliklere Türklerin müsaade etmedikleri açıkça görülür.
Ev Yerlerinin Seçimi, Şehir ve Şehirleşme
Şehir planlamaları, gündelik hayatın çalışma, dinlenme, ibadet gibi çeşitli veçhelerinin bir bütünlük kazanmasına imkan hazırlamalıdır. Bu anlayış birbiriyle iç içe geçmiş yakın ve çok yönlü kullanıma elverişli mekanlar açarak, insanların çalışmayı ve dinlenmeyi bir arada gerçekleştirmeleri, bir yanda gündelik nafakalarını kazanırken, bir yandan da -yine bir arada yürüyen- ilim ve ibadetle hem kafalarını, hem de ruhlarını olgunlaştırmalarına imkan hazırlar. Zira Türk-İslâm mimarisi ve şehirciliği, mimariyle doğal çevresi arasındaki bütünleşmeyi sürekli olarak vurgulamıştır.
Osmanlı-Türk geleneğinde gelişi güzel şehirleşme ve ev inşasına meydan vermeme gayretleri görülür ki bunları bugünkü anlamda çevre duyarlılığı olarak değerlendirebiliriz. Şehirleşme ile ilgili düzenlemeler hakkında çeşitli hükümler olmakla birlikte ilgili faaliyetler genellikle vakıflarca yapılmıştır. Bu vakıfların faaliyetleri arasında yol, kaldırım, köprü, kanal, kemer, kuyu, bent, çeşme ve bunların tamiri; şehirlerin yol, su, temizlik hizmetleri; şehrin çeşitli yerlerinde bahçeler, halkın dinleneceği güzel parklar kurulması bulunmaktadır.[67]
Gelişi güzel, plansız ve programsız yerleşim ve şehirleşmeyi önlemeye yönelik bir takım hükümler de mevcuttur. İstanbul’da bir bina yaptıracak olan kimse mutlaka mimarbaşıdan ruhsat almak zorundadır. Mimarbaşılar bendler ve suyolları inşaatına ve kaldırımların tamiratına da nezaretle sorumludurlar.[68] 4 Kasım 1847 tarihli bir belgede boş meydanlar, özellikle cami civarında bulunan boşluklar üzerine bina inşa edilmemesi, yol kenarlarına tertip, düzen ve temizliği bozacak işkembeci ve lokantacı dükkanları yaptırılmaması, bu yerlere inşaat için izin isteyenlere ruhsat verilmemesi kararlaştırılmıştır.[69] Özellikle sınır boylarında küçük şehir niteliği taşıyan kalelerle ilgili hükümlerde bunun örneklerini görmekteyiz. Akkirman sancağı beyine, Bender kadısına ve Bender Kalesi dizdarına 12 Mart 1566 tarihli hükümde, kale damlarından akan suların geçeceği yollar üzerine haneler inşa olunarak suyun mecrasının kesildiği bildirildiğinden, kale içinde evi olmayan hisar erenlerine, harap olup sahiplerinin içinde oturmadığı hanelerin verilmesi, mazgalların üstüne ev yaptırılmaması hususunda gereken tedbirlerin alınması emredilmektedir.[70] Şam beylerbeyine ve kadısına 24 Eylül 1560 tarihli hükümde ise mezkur boş yerlerin ne kadar ev yapmaya müsait olduğu, etrafının imar edilip edilemeyeceği, maliyetinin ne kadar olacağı gibi hususların araştırılması istenmektedir.[71]
Bursa kadısına 2 Ekim 1565 tarihli hükümde, Ulu Camii ile ilgili olarak, dışarıda şadırvan yapmaya uygun yer olup olmadığının ayrıntılı olarak arz edilmesi istenmektedir.[72] Ağrıboz beyine 12 Nisan 1572 tarihli hükümde ise, kale dışında varoşlarda gelişigüzel yapılan ev ve dükkanların oluşturduğu çöplüğün kaleye zarar verdiğinden söz konusu yapılaşmanın kaldırılması, kaldırmamakta direnenlerin yakalanarak cezalandırılmaları emredilmektedir.[73]
Bilinçsizce yapılan imar faaliyetlerine engel olunduğu, işlerin belli ölçü ve plan dahilinde yapılmasına gayret edildiği de görülmektedir. Bağ ve bahçe sahiplerinin bahçelerinin genişletilmesi amacıyla Arda ve Meriç nehirlerinin yatağına tecavüz etmeleri üzerine, nehrin yerini değiştirip çevreye zarar verir hale gelmesine neden oldukları bildirildiğinden, bahçe sahiplerinin bahçelerine kattıkları yerlerin tekrar nehir yatağına katılarak nehrin eski haline getirilmesi ve suyun bozması ihtimali bulunan yerlerin de gerekli tedbirler alınarak bu tehlikeden korunması istenmektedir.[74] Sıcak su kaynaklarının bulunduğu ve bir zamanlar mamur olduğu anlaşılan bir yerin şenlendirilip vatan haline getirilmeye ve imar edilmeye uygun olup olmadığı sorulmaktadır.[75] Böylece gelişi güzel plansız yerleşime ve imara izin verilmediği anlaşılmaktadır.
Yerleşim birimlerinin tespit ve seçiminde konunun uzmanlarından yararlanılması da söz konusudur. Mora beyine 24 Mart 1566 tarihli hükümde kaleye zarar verecek şekilde evler yaptırıldığına dair şikayetler bulunduğundan, bilirkişilerle adı geçen mahalle gidilerek gerekli keşfin yapılması ve inşa edilen evler kaleye zarar veriyorsa yıktırılması emredilmiştir.[76] Yemen beylerbeyine 23 Mayıs 1566 tarihli hükümden, Yemen’in sahil ve dağlarında bulunan kalelerden çoğunun harap vaziyette olduğu hususundaki ihbarların doğru olup olmadığının mimarlara incelettirildiği anlaşılmaktadır.[77] Bu durum bilgi ve tecrübe sahibi olan kimselerin görüşlerinden yararlanılmaya çalışıldığını göstermektedir.
Köy ve şehir yerlerinin kapasitelerinin de dikkate alındığı görülmektedir. Böylece belli yerlerde çevreyi kirletecek boyutlarda nüfus yoğunluğu engellenmiş bulunmaktadır. Harap bir köyün imar edilebilmesi için vergiden muaf 120 hanelik bir kontenjanın ayrıldığı, bu miktardan fazlasının vergi muafiyetinden istifade ettirilmemesi hususunda gereği istenmektedir.[78] Malazgirt sancağında bulunan harabelerin imar edilebilmesi için, dışardan kimseler olmamak şartıyla hak sahiplerine tımar olarak verilmesi istenmektedir.[79] Bu durum, yerleşim alanlarının belli bir plan dahilinde olduğunu ve böylece aşırı yoğunlaşmanın önlendiğini göstermektedir.
Şehirlerin merkezi planlarında ve özellikle yollar konusunda bir takım ölçüler belirlenmiştir. Medine-i Münevvere kadısına ve Şeyhü’l-Harem’e hitaben yazılan 29 Nisan 1566 tarihli bir hükümde, Medine yakınlarındaki bazı köylerin yakınlarından geçen Mısır ve Şam hacılarının kullandıkları yolun köylüler tarafından kazılan hendeklerle daraltılması sebebiyle hacıların ve diğer yolcuların zor durumda kaldıkları bildirildiğinden, meselenin incelenerek umumi yolun kullanılmasını engelleyen bu gibi durumların ortadan kaldırılması istenmektedir.[80] 1539 tarihli temizlik nizamnamesinde, araba sahiplerinin arabalarını ev ve dükkanların önüne değil, özel park yerlerinde durdurma mecburiyetinde oldukları bildirilmektedir.[81] Şam beylerbeyi ile Ba’albek ve Hımıs kadılarına hitaben 10 Ağustos 1565 tarihli hükümde de umumi yola tecavüz ettikleri bildirilen kişilerin durumlarının araştırılması ve gereken işlemlerin yapılması emredilmektedir.[82] Bu uygulamalar bugünkü çevre anlayışı açısından da büyük önem arz etmektedir.
Ferhad Paşa’ya yazılan 2 Ağustos 1559 tarihli yazıda, İstanbul surları içine ve dışına genel yol olarak tahsis edilmiş dört arşınlık (yaklaşık üç metre) bölgeye mevcut emirlere muhalif olarak yapılaşmaya izin vermemesi, yapılanları yıktırması bildirilmektedir.[83]
Surların yakınında iki kattan daha yüksek ev ve çardak yapılması, evlerin ikinci katlarında dışarıya çıkıntı verilmemesi bazı hükümlerde yer almaktadır[84] ki, bu şehrin belli bir plan dahilinde olduğunu göstermesi yanında temiz havayı sağlaması açısından da önemlidir.
Üretim ve tüketim safhasında eşyanın gereğinden fazla israf derecesinde ve yersiz bir şekilde kullanımı çevre sorunlarını artıran başlıca nedenlerden biridir. Hem üretilmiş malları hem de dünyanın kaynaklarını ölçülü ve dengeli bir şekilde kullanmak ve tüketimini ona göre düzenlemek gerekir. Osmanlı fermanlarında bu gerçeğe işaret edilmekte, insanlar yersiz ve gereksiz fazla harcamalardan sakındırılmaktadırlar. Şam kadısına ve nazırına 15 Kasım 1565 tarihli hükümde, Şam’da gereksiz yere bir çok masraf yapıldığı haber alındığından, bundan sonra Arap defterdarının izni olmadan mutad harcamaların dışında hiçbir harcama yapılmaması istenmektedir.[85]
Üretilen malların en fazla fayda getirecekleri bir zamanda tüketilmeleri gerekmektedir. Mülk sahipleri mallarını israf ederek toplum zararına kullanamazlar. Zira kaynakların israf ile tüketilmesi çevre bozulmalarına neden olmakta ve bundan da bütün canlılar zarar görmektedir. Kratova ve Samakov kadılarına 2 Kasım 1565 tarihli bir yazıda, İslavişte ve Kösnice nahiyeleriyle Samakov ovasında ekinlerin tarlada kaldığı, bir kısmının çürüdüğü ve bir kısmının da çürümeye yüz tuttuğu haber alındığından, bunun sebebinin etraflıca araştırılıp bildirilmesi istenmekte,[86] böylece israfın nedeni ve çözüm yolu için adım atılmış olmaktadır. Yemen beylerbeyine 23 Mayıs 1566 tarihli hükümde ise, Yemen’in sahil ve dağlarında bulunan kalelerden çoğunun harap vaziyette olduğu hususundaki ihbarların doğru olup olmadığının mimarlara incelettirildiği, neticede yirmi kadar topraktan yapılan kalenin tamir edilmezlerse ileride daha fazla masrafa yol açacakları bildirildiğinden, durum arz edildiği gibi ise tamire muhtaç kalelerden gerekli olanların israfa kaçmadan tamir ettirilmesi emredilmektedir.[87]
Çevre sorunlarının azalmasında her türlü iş, hareket ve eşyanın güzel bir şekilde ve fakat israfa kaçmadan, gereği nasılsa öylece sağlam ve dayanıklı yapılması önemli hususlardan birisidir. Türklerin bu hususa büyük önem verdikleri görülmektedir. Bazı hükümlerde her yönüyle mükemmel, dayanıklı, sağlam bir kale yaptırması ve bunları yaparken de israftan kaçınılması;[88] bazı hükümlerde de israf derecesinde ve haksızlıkla edinilen mallar ile bina yapan zanlıların israf ve zulümlerine engel olunması ve verdikleri zararların tazmin ettirilmesi emredilmektedir.[89]
Meşru kabul edilen maddelerin günün gereklerine göre ihtiyaçtan fazla tüketimi de israftır. Aza kanaati milli bir anane haline getirmiş olan eski Türkler midelerini çok doldurmadıkları gibi boş da bırakmazlar, karma karışık yemekler yemezler, besleyici maddeleri tercih ederler. Sabahları hafif bir kahvaltı ile iktifa ettikten sonra öğle vakti yalnız meyve yerler, ikindi vaktini hafif şeylerle geçirirler ve ancak akşamları muntazam yemek yemeye rağbet ederler.[90]
Binaların gereksiz olarak inşa edilmesine ve süslenmesine, zayıf veya yavrulu hayvanların kesilmek suretiyle alınan verimin düşürülmesinden gereksizce katliam noktasına varan bir ölçüde avlanmalarına, malların bozulup zayi edilmesinden yeme, içme ve giyinmeye kadar daha pek çok konuda israftan sakınıldığı, bilakis mutedil olmaya teşvik edildiği görülmektedir.
Çevre Güzelliği
Çevrenin önemli bir özelliği, güzelliği veya çirkinliği ile göze hitap etmesidir. Bu yönüyle çevrenin güzelleştirilmesi, yani estetik bir yaklaşımla değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Zira çevre kirliliğinin bir boyutu da görüntü kirliliğidir.
İnsanlar, yemek, içmek, barınmak vb. gibi fizyolojik ihtiyaçlarını giderirken hep çevresini de güzelleştirme ihtiyacını hisseder. Her insan fert olarak gücü nispetinde dünyayı güzelleştirmeye çalışır.
Ağaç ve yeşillik, toprak, su ve havanın korunması, şehirleşmede belli bir düzene uyulması, temizlik vb. bir çok hususla ilgili söz ve uygulamalara da çevreyi güzelleştiren faaliyetler olarak bakılabilir. Türklerin estetik anlayışlarının doğaya yansıyış şekillerinin canlı bir tasvirini Galland’ın anılarında görmekteyiz: “(Boğaz içinin Asya sahilinde bulunan) Hünkar iskelesi denen mevki latif bir yerdir ve oldukça dar bir ovada gölgeleri insanı dinlenmeye davet eden meşe ağaçları, çınarlar, serviler, dişbudak ağaçları, ıhlamur ağaçları, karaağaçlar ve daha başka ağaçlar görülür. İri ve geniş dallı bir ıhlamur ağacının yakınında ve gayet güzel bir çayır nihayetinde ise bir çeşmeden kol kalınlığında bir su aktığı görülüyordu”.[91] Thevenat “yükseklik ve genişliklerinin mütenasip ölçüler içinde olduğu fevkalade güzel hanlar gördüm” demektedir.[92] Lady Craven, bir ağaç bulunan yerde ev yapacak olurlarsa, damlarının en güzel zîneti saydıkları bu ağaca kâfi gelecek bir açıklık bıraktıkları tespitinde bulunarak Türklerin doğayla nasıl bir uyum içinde olduklarını ifade etmekte, haklılığını ispat etmek için de bir bacanın güzel bir ağaçlıkla karşılaştırılmasını önermektedir.[93]
Du Loir, bütün Türklerin çok temiz ve sakallarının iyi taranmış[94] olduğunu ifade etmekle onların düzenli olmaya ve güzel görüntüye verdikleri önemi vurgulamış olmaktadır. J. B. Tavernier de Türk mutfaklarının çok temiz, mutfak takımlarının da güzellik ve parlaklık itibariyle eşsiz, gerek sofra takımlarının, gerek yemeklerinin azami nispette tertemiz olduğunu dile getirmektedir.[95]
Osmanlı Türklerinde, yollardan insanlara eziyet veren her türlü şeyin kaldırılması, insanların yollarını ve gölgeliklerini hela edinmenin yasaklanması, çarşılarda düzensiz yerleşimlerin engellenmesi ve bu şekilde inşa edilen binaların yıktırılması, avluların temiz tutulması, dilenciliğin ve sarhoşluk veren şeylerin kullanımının yasaklanması gibi çevrenin güzel görünmesini sağlayacak bir çok hususa büyük önem verildiği görülür.[96]
Sonuç olarak söylemek gerekir ki, Osmanlı Türkleri, İslam’ın geleneksel çevre anlayışını en çok yaşayan İslam milletleri arasında yer almaktadır. Bu çalışmada ifadesini bulan görüşlerin bir çoğunun Kur’an ayetlerinden veya Hz. Muhammed’in hadislerinden alınan ilham ile ortaya konulduğunu söyleyebiliriz.[97]
Müslüman Türklerde çevre bilinci, doğal güzellikleri olduğu gibi koruma, bağ, bahçe ve ağaç yetiştirmek suretiyle yeşillendirme; hayvanların gıda, temizlik ve doğal ortamlarının korunması; şehirlerin uygun yerlere ve planlı olarak kurulması; her türlü temizliğe riayet ve en güzeli ortaya koyma çabası şeklinde tezahür etmiştir. Günümüz çevre anlayışının Türk töre ve adetlerinde, sosyal ve içtimai hayatında, kültür tarihinde mevcut olduğu açık bir şekilde görülmektedir.
Özümüzde varolan bu çevre anlayışı ve ahlaki değerlerin tekrar hayata geçirilmesi suretiyle, çevre sorunlarının giderilmesinde mesafe alabilir ve bu konuda diğer uluslara da örnek olabiliriz.
Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 589-597
Kaynaklar: