Doç.Dr. Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU
Tarih boyunca Byzantion, Antonina, Konstantinopolis gibi değişik isimlerle anılan ve kaynaklarda “şehirler kraliçesi” olarak adlandırılan İstanbul, Roma, Bizans ve Osmanlı olmak üzere üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir kenttir. Bütün zamanlar süresince Doğu’nun ve Batı’nın hayran kaldığı bu şehrin en eski yerleşim yerlerinden biri olduğu bilinmektedir. Rivayete göre şehir milâttan önce 660-659 yılında Yunanistan’daki Megara’dan gelen ve bundan dolayı Megaralılar olarak adlandırılan kolonistler tarafından kumandanları Byzas’ın öncülüğünde Sarayburnu ve Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölgede kurulmuş ve Byzas’tan dolayı bu isimle anılmıştır.[1]
Belirtildiğine göre Megaralılar yola çıkmadan önce Delphi kâhinine giderek bir şehir kurmak istediklerini, bunu nerede kurabileceklerini sormuşlar, kâhin de onlara “körler ülkesinin” karşısında kurabileceklerini söylemişti. Kâhinin “körler ülkesi” olarak ifade ettiği yer Khalkedon (Kadıköy) bölgesiydi ve buraya daha önce gelerek yerleşen halkın, karşılarındaki bu güzelliği göremedikleri için körlükle itham edilmeleri sebebiyle bölge bu şekilde anılmaktaydı.[2] Şehir, 35 stadion, takriben 6300 m. uzunluğunda olduğu söylenen sağlam bir sur ile çevrilmiş ve surlar Byzas’a veya eşi olduğu söylenen Pheidalia’ya ithaf edilmişti. Son derece büyük taşlardan yapılmış ve birbirlerine madenî kenetlerle bağlanan surlar Eskiçağ’ın en güçlü yapılarından biri olarak kabul edilmekteydi.[3] Bu tarihten sonra şehir kısa zamanda gelişme kaydederek zenginleşmeye başladı. Bunda hiç şüphesiz ticaret yolları üzerinde bulunmasının, limana ve verimli topraklara sahip olmasının payı çok büyüktü. Bu refah doğal olarak dış güçleri hareketlendirdi ve şehir zamanla Traklar’ın, ardından da Perslerin saldırı ve işgaline uğradı. Milâttan önce 512 veya 513’de Pers Kralı I. Darius’un egemenliğine giren Byzantion, milâttan önce 500 yılında muhtemelen Pers hâkimiyetine karşı başlayan Ionia ayaklanması sırasında Ionialılar tarafından, milâttan önce 478’de Atinalılar tarafından zaptedildi. Milâttan önce 411’de Atina’dan ayrılan şehir, zorlukla da olsa tekrar toparlanabildi. Milâttan önce 340-339 yılında Makedonya Kralı II. Philippos tarafından hem denizden hem de karadan kuşatılsa da kurtulmayı başarabildi.[4]
Byzantion, muhtemelen milâttan sonra I. yüzyılda Roma İmparatoru Vespasianus (69-79) döneminde Roma’ya bağlandı. 123 yılında burayı ziyaret eden İmparator Hadrianus şehrin su ihtiyacının temin edilmesi ve bu amaçla tesisler yapılması emrini verdi. Şehir ilerleyen yıllarda İmparator Septimus Severus ile rakibi Pescenius Niger arasındaki mücadelede Niger’in yanında yer aldı. Ancak bu zorlu mücadeleyi Septimus Severus kazanınca Niger’i desteklediği için şehri cezalandırarak yakıp yıktı; hatta bununla da kalmayarak muhtemelen köy olarak Perinthos’a (Marmara Ereğlisi) bağladı. Fakat daha sonra şehrin stratejik önemini dikkate alarak yeniden imar edilmesini istedi. Herhalde imparatorun fikrinin değişmesinde oğlu Antoninus Bassianus’un (Caracalla) Byzantion lehinde gösterdiği tavrında etkisi vardı. Bundan dolayı Septimus Severus, Byzantion’un tam teşekküllü şehir olması için uğraş veren ve bunu ilk başlatan kişi kabul edilir. İmparator oğlunun görüşleri doğrultusunda bu kararı verdiği için şehre onun adını Augusta Antonina olarak vermeyi uygun görmüştür.[5]
İmparator Severus önce yıktırdığı surların yerine yenisini inşa ettirmek için çalışmalar başlattı ve şehrin surlarını Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yerden 300 veya 400 m. kadar daha batıya doğru inşa ettirdi. Bu surlar muhtemelen Galata Köprüsü’nün olduğu yerden başlayarak Çemberlitaş’a kadar gelmekte ve buradan Kadırga’ya doğru inmekteydi. İmparator daha sonra bugün Sultanahmet olarak isimlendirilen bölgeye Hipodromu yani Sirkus Maximus’u ve yine aşağı yukarı aynı bölgeye Zeuksippos Hamamı’nı inşa ettirdi. 203 yılında yapımına başlanan Hipodrom 20.000 kişilik olarak düşünülmüştü. Ancak her ikisi de imparatorun ölümü ile tamamlanamadan yarım kaldı. İmparator bundan başka adı daha sonra Mese adını alan iki tarafı sütunlu bir cadde yaptırdı. Günümüzdeki Divanyolu caddesi buraya tekabül etmektedir. Bundan başka bugünkü Ayasofya Kilisesi’nin önünde bulunan meydanın etrafının revaklarla çevrilmesini emretti ve şehre ayrıca bir tiyatro ile kynegion yaptırdı.[6]
Roma İmparatorluğu’nu 324-337 yılları arasında tek başına idare eden ve imparatorluk başkentini İstanbul olarak belirleyen Büyük Konstantinos’tu. Konstantinos, Roma’nın, başkent olma özelliğini yitirdiğini anladığından yeni bir başkent arayışına girişti. Burası hem doğudan Fırat boylarından hem de batıdan Tuna sınırından gelecek saldırılara karşı iki tarafa da cevap verebilecek bir yer olmalıydı. İmparator ilk başta selefi olan imparator Dioclatianus gibi İzmit’i seçmeyi düşündü ancak ana yoldan uzak olduğu için vazgeçti. Daha sonra doğduğu şehir Niş’i (Naissos) ardından Sofya’yı (Sardike) ve Selânik’i (Thessalonike) düşündü fakat olmadı. Bir ara aklından Truva geçti ve burada güzel ve muhteşem bir şehir planladı. Rivayete göre şehrin sınırlarını bizzat kendisi çizdi. Ancak gördüğü bir rüya üzerine burayı da bırakmak zorunda kaldı. Tarih yazarı Sozemenos’a göre imparator rüyasında Tanrı’yı görmüş ve Tanrı ona başka bir şehir aramasını söylemişti. Oysa imparatorun inşa emrini verdiği bu yerde şehrin kapıları bile tamamlanmış, hatta denizden görünür hale gelmişti. Bu rüya üzerine imparator buradan da vazgeçti ve en sonunda yine Tanrı’nın yol göstermesiyle coğrafî konumu kadar siyasî, askerî ve ticarî bakımdan merkez olma özelliğine sahip Asya ile Avrupa’nın birleştiği yerde bulunan Byzantion’da karar kıldı.[7]
Konstantinos’un göz koyduğu bu şehir o zamanlarda büyük bir ihtimalle 20.000 kişinin yaşayacağı büyüklükte bir yerleşim yeriydi. Şehrin inşasına muhtemelen 324 yılında başlandı ve alanı öncekinden dört kat daha genişletildi. İmparator kuracağı başkent için bütün imkânları kullanmaktan çekinmedi. Karadeniz kıyılarından kereste, Marmara adasından mermer getirtildi. Pek çok işçi, usta, kalfa ve mimar şehrin imarı için çalıştı. Hatta imparatorun 40.000 Got askerini işçi olarak çalıştırdığından bahsedilmekte ve şehri süslemek için Roma, İskenderiye, Efes, Atina ve Antakya’dan değerli sanat eserlerinin gelmesini sağladığı ifade edilmektedir. Rivayete göre imparator şehrin sınırlarını kendisi belirledi, hatta bazı güçler tarafından yönlendirildi. Elinde mızrak (veya asâ) olduğu halde maiyetiyle yürürken sanki önü sıra yol gösteren biri varmış gibi hareket etmekteydi. Etrafında bulunanlar bu kadar geniş bir alanın seçilmesi karşısında şaşkınlığa düşmüş ve imparatora, “Efendim, ne zaman duracaksınız” diye sormuşlardı. İmparator ise “önümde yürüyen durduğu zaman” şeklinde onlara cevap vermişti.[8]
Konstantinos, şehri düşmanlara karşı korumak için kara tarafını Marmara’dan Haliç’e kadar uzanan bir surla çevirtti. Bu surlar büyük bir olasılıkla Samatya’dan (Rabdos) başlamakta, Cerrahpaşa’dan geçerek Çukurbostan’dan (Makios) Bayrampaşa deresine (Lykos) yani Vatan caddesine inmekte ve Cibali yakınında son bulmaktaydı. Bu surlar eski surlardan aşağı yukarı 3 km. kadar daha batıda yapılmıştı. Yeni başkente saray, senato binası, Hipodrom ve Forum yapıldı. Birbirinden hoş pek çok sanat eseriyle süslenen şehir 11 Mayıs 330’da kırk gün süren eğlenceler sonunda resmen açıldı. Başkent, Yeni Roma (Nea Roma), İkinci Roma (Secunda Roma) veya kurucusuna izâfeten Konstantinopolis olarak adlandırıldı.[9] İmparator şehri Roma’ya benzetmek için elinden geleni yaptı. İstanbul, Roma belediye teşkilâtına göre düzenlendi ve ikisi sur dışında olmak üzere on dört bölgeye ayrıldı. Blakhernai ve Galata (Sykai) bölgeleri sur dışında bırakıldı. On dördüncü bölge olan Blakhernai sonradan V. yüzyılda Theodosios surları içine alındı.[10]
İmparator az olan nüfusu artırmak için çok uğraş verdi. Özellikle senatör ailelerin Roma’dan İstanbul’a gelmesini sağlarken, başka şehirlerden insanların da buraya gelmesini emretti. Şehirde bulunanlara ve gelenlere yiyecek tedarikinde bulundu.[11] Konstantinopolis’in yönetim biçimi de Roma’ya benzetildi. Şehir aynen Roma’da olduğu gibi “prae-fectus” (vali) tarafından idare edildi. Bu valiler yani Konstantinopolis ve Roma valileri, imparatorluk valileri olan “praefectus praetorio”lardan sonra bütün devlet memurları içindeki en yüksek dereceli görevlilerdi. Vali aynı zamanda senatonun da en yüksek temsilcisi kabul edilirdi. Askerî kıyafet giymeyen sıradan bir Roma vatandaşı gibi toga giyen vali, bu haliyle toga taşıyan tek devlet memuru olma özelliğine sahipti. Yeni başkentin valisi sonraları eparkhos adını alarak şehrin hayatında önemli rol oynayacaktı. Konstantinopolis’in adalet mekanizması ona teslim edilmiş; asayişin temini de onun emrine verilmişti. Ayrıca şehre ait ekonomik ve ticari hayat da valinin kontrolü altında bulunuyordu.[12]
İmparator tarafından yaptırılan ve Palatium Magnum olarak adlandırılan Büyük Saray I. bölgede inşa edilmiş olup, bugün Sultan Ahmed Camii’nin bulunduğu yerden Marmara kıyısına kadar yaklaşık 100.000 m2’lik bir alanı içine almaktaydı. Etrafı duvarlarla çevrili bu alanın içinde çeşitli binalar, bahçeler, hamamlar, kütüphaneler, kiliseler, yönetim mekânları, hapishane ve sütunlu revaklar bulunduğundan başlı başına bir şehir görünümü vermekteydi. Bu kompleksin ilk binaları olan Daphne, Magnaura ve Khalke ile on dokuz divanlı Triklinos, Büyük Konstantinos tarafından yaptırılmıştı ve her gelen imparatorun ilâve binalarıyla büyümeye devam etti.[13] Tören salonlarının da bulunduğu bu komplekste yabancı devlet adamları ve elçiler kabul edilir ve onlara imparatorluğun haşmetinin gösterilmesine çalışılırdı.[14] Saray en büyük hasarı İmparator Iustinianos zamanında 532 yılında meydana gelen Nika isyanı sırasında aldı ve bu ilk binalar kullanılamaz derecede zarar gördü. Bunun üzerine İmparator Iustinianos bunların tekrar yapılmasını emretti. Büyük Saray imparatorluğun debdebesini ve görkemini gösteren en büyük yapılardan biri olarak varlığını XI. yüzyılın sonlarına kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra önemini kaybeden Büyük Saray’ın yerine genelde Komnenos hanedanı zamanında Blakhernai Sarayı tercih edildi.[15]
Septimus Severus zamanında yapımına başlanan ancak bitirilemeyen Hipodrom ise Büyük Konstantinos tarafından yeniden ele alındı ve daha da genişletilerek kapasitesi 20.000’den 80.000’e çıkarıldı. Büyük Saray’ın kuzeybatısında inşa edilen Hipodromun uzunluğu takriben 500, genişliği ise 117 m. olup, basamak basamak yükselen sıralara sahipti. İlk başlarda ahşap olarak yapılan oturma sıraları daha sonra mermerden inşa edildi. Hipodrom’un kuzey taraflarında atların ahırları ile gösteriler için malzemelerin saklandığı yerler bulunmakta, altında ise özel olarak yapılmış bölümler yer almaktaydı. Buralarda görevliler ile başka yerlerden getirilen hayvanlar kalmaktaydı. İstanbul’daki hipodromda Roma’da uygulanan vahşet görülmemekteydi. Hipodrom’un ortasında uzunlamasına duran duvar Spina olarak adlandırılmaktaydı ve bu spina dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş sanat eserleri ile süslenmişti. Meselâ Yılanlı Sütun ile Dikilitaş (Obelisk) bunlardan bir kaçıydı. Yılanlı Sütun’un şehri akrep ve yılanlardan koruduğuna inanılırdı. İmparator Büyük Konstantinos tarafından hipodromda Kathisma denilen imparatorluk locası yaptırıldı ve bu loca spiral bir merdivenle Büyük Saray’a çıkabilmekteydi. Hipodrom çok yönlü kullanılabilen bir alan olmakla beraber en çok atlı araba yarışları ile tiyatro gösterileri için kullanılmaktaydı. Girişin serbest olduğu hipodromda oyunlar, imparatorun elinde tuttuğu beyaz bir mendili yere atması ile başlamaktaydı. Atlı araba yarışları Mavi, Yeşil, Kırmızı ve Beyaz denen gruplar tarafından gerçekleştirilmekteydi; ancak zaman içinde bu gruplardan sadece Mavi ve Yeşiller kaldı. Bu iki grup ilerleyen dönemlerde siyasi bir hüviyet kazanarak halkın dinî, siyasî ve sosyal anlamda duygularının tercümanı oldu. Maviler, İstanbul’un zengin ve soylu kesimini, Yeşiller ise toplumun daha alt gruplarının tüccar ve zanaatkârları temsil etmekteydi.[16] Bu iki grubun kavgaları yüzünden başkent kimi zaman büyük sıkıntılar yaşamıştı. Nitekim İmparator Anastasios zamanında 498 yılında meydana gelen yangın Hipodrom’da yarışları izleyen imparatora tutuklu arkadaşlarının serbest kalmasını isteyen Yeşiller’in taş atması yüzünden başlamış ve Konstantinos Forumu’na kadar her şeyin yanıp kül olmasıyla sonuçlanmıştı.[17] Hipodrom bu yarışlar dışında zamanla törenlerin tertip edildiği ve siyasi olayların yaşandığı bir yer olmaya başladı. Halk yönetime karşı tavrını en fazla hipodromda gösterebilmekte, yeni imparatorun tahta çıkışını burada toplanarak onaylamakta veya imparatorun tavrına buradan itiraz edebilmekteydi. Hipodrom en şiddetli vahşeti İmparator Iustinianos zamanında Nika isyanı sırasında gördü. 532 yılındaki bu isyanda kaynaklara göre 30.000-40.000 arasındaki isyancı hipodroma kapatılarak katledildi.
İmparator Konstantinos tarafından yaptırılan ve Mese caddesinin sonunda bulunan Konstantinos Forumu gerek kendi dönemi gerekse sonraki dönemler için en orijinal yapılardan biri oldu. İmparatorun bugünkü Çemberlitaş’ta inşasını emrettiği Forum, zemini mermerle kaplanmış iki sıra sütunlu revaklar ve doğu-batı yönlerinde iki mermer kemerle biçimlendirilmişti. Forum’da Helana’nın heykelinden başka fil, aslan ve domuz heykelleri bulunmaktaydı. Büyük Konstantinos Forum’un orta yerine Roma Apollon Tapınağı’ndan 50 m. yüksekliğindeki porfir sütunu getirtmiş ve bunun üzerine heykelini koydurmuştu. İmparator burada Helios (güneş tanrısı) olarak tasvir edilmiş ve imparatorun başı yedi ışından bir hale ile çevrelenmişti. Sağ elinde bir mızrak sol elinde ise küre bulunmaktaydı.[18]
İmparator Büyük Konstantinos Ayasofya’nın önünde bulunan meydanı yeniden düzenlemiş ve annesi Helena adına buraya bir heykel diktirmişti. Bundan dolayı burası Augusteion Meydanı olarak anılmaya başlandı. VI. yüzyılda başkentin en önemli yerlerinden biri kabul edilen Augusteion, insanların buluşma yeri ve aynı zamanda çarşı ve pazarlara yakınlığı ile dikkat çekmekteydi.[19] Sonraki dönemde buraya İmparator Iustinianos’un yaldızlanmış bronzdan yapılmış atlı bir heykeli dikildi. Bu heykelde imparator Romalı başkumandan giysileri içinde, başında miğferi ile zırhlı olarak durmakta, sağ eliyle doğuyu, dönemin rakip imparatorluğu olan Sâsânîleri işaret etmekte, sol elinde ise bir küre tutmaktaydı.[20] Augusteion Meydanı’nın güney tarafında bulunan ve İmparator Septimus Severus tarafından yapımına başlanan ancak tamamlanamayan Zeuksippos Hamamı Konstantinos tarafından bitirilerek heykellerle süslendi. Hamamın yapımında çok değişik renkli ve güzel mermerler kullanıldı. Ancak bu hamam 532 yılındaki Nika isyanı sırasında büyük zarar gördü.[21]
Başkentin kuruluşu sırasında İmparator Konstantinos şehir halkının su ihtiyacını karşılamak için, Istranca dağlarından, Byzantion’a kadar uzanan takriben 250 km. uzunluğunda bir su kemeri yaptırmaya başlamıştı. Ancak bu su kemerinin tamamlanışı onun ölümünden otuz altı yıl sonra, İmparator Valens (364-378) döneminde 373 yılında gerçekleşti. Günümüzde Bozdoğan Kemeri olarak bilinen bu su kemeri o dönemde Valens Kemeri (Valens Aqueduct) olarak adlandırılmıştı.
Büyük Konstantinos döneminde 325 yılında İznik’te (Nikea) bir konsil toplandı. Bizzat imparatorun başkanlık ettiği bu konsilde Hristiyanlığın iman esasları belirlendi. Halkının gözünde Büyük Konstantinos’un Tanrı tarafından bu göreve getirildiğine ve evrensel bir güç olduğuna inanılmaktaydı. Zira Bizans’ın geleneklerinde imparatorun Tanrı tarafından seçildiği ve bu göreve onun tarafından getirildiği inancı hâkimdi ve bu inanç imparatorluğun sonuna kadar devam etti.[22] Konstantinos ile birlikte eski yönetim sisteminden tamamen farklı yeni bir dönem başlamıştı. Ancak onun 337 yılında ölümünden sonra başa geçen oğulları babaları kadar başarılı olamadı. Üç oğlundan en büyüğü olan Konstantios diğer kardeşlerinin erken ölümü ile imparatorluğu yönetmeye başlayınca hem iç hem de dış sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. Bununla birlikte babası kadar olmasa da başkentin gelişimine katkıda bulundu. Mesela İmparator Konstantinos döneminde yapıldığı belirtilen Ayasofya Kilisesi aslında Konstantios zamanında inşa edilerek 15 Şubat 360 tarihinde açıldı. Birinci tepe üzerinde ahşap çatılı bir bazilika şeklinde yapılan bina 404 yılında Patrik Ioannes Khrysostomos’un sürgünü esnasında hasar gördü.[23] Konstantios’un halefi İmparator Iulianos da Marmara kıyısında muhtemelen 362 yılında bir liman yaptırdı. İmparator II. Iustinos (565-578) bu limanı daha da genişleterek eşi Sophia’nın adını vermiş ve bundan dolayı bu liman Sophia Limanı olarak anılmıştı.[24]
379-395 yılları arasında imparatorluğu idare eden Theodosios, Hıristiyanlığın imparatorluğun resmî dini olmasını sağladı ve 381 yılında İstanbul’da toplanan II. Genel Konsil ile İznik kararları aynen kabul edildi. Bu şekilde “doğru inanç” yani Ortodoksluk doğmuş oldu. İmparator Theodosios döneminde artık İstanbul tam bir başkent haline dönüşmeye başladı. Bu dönemin şüphesiz en değerli eseri Hipodrom’daki Spina’ya dikilen Obelisk yani Dikilitaş oldu. Theodosios, imparatorluğun batı tarafında imparator ilân edilen Maximus’a karşı kazandığı başarıdan dolayı bunun dikilmesini istemişti. Obelisk dört köşeli bir mermer kaide üzerinde durmakta ve bu kaide üzerinde imparator ve ailesi ile ilgili kabartmalar, saraya ve hipodroma dair bölümler ve çeşitli oyunlar tasvir edilmektedir. Ayrıca Hipodrom’da yapılan araba yarışlarını gösteren kabartmalar da bulunmaktadır.[25]
İmparatorun kendi adına şimdiki Beyazıt Meydanı’nın olduğu yere yaptırdığı ve Forum Tauri diye bilinen Forum da yine dönemin göze çarpan eserlerindendi. Bu yapı büyük bir ihtimalle Gotlar’a karşı kazanılan zaferden sonra inşa edilmeye başlanmıştı. Roma’daki Traianus Forumu’na göre planlanan bu Forum’un batı tarafında kemerli bir kapı ve güneyinde bazilika bulunmakta, Forumda yer alan ve 393 yılında dikildiği sanılan sütunun üzerinde imparatorun gümüş kaplama tunç bir heykeli yer almaktaydı.[26] Theodosios döneminde şehrin nüfusunun arttığı görüldü. Bunda herkesin kendi imkânlarına göre ev yapmasının rolü olduğu gibi vergilerin mâkul duruma çekilmesinin ve imparatorun buğday depolarını yeniletmesinin de etkisi vardı ve imparator Horrea Aleksandrina ve Horreum Theodosianum ambarlarını yaptırmıştı. Bu vesile ile daha önce ağır vergilerden kaçarak şehirden uzaklaşan halkın tekrar geri dönmeye başladığı görüldü. Şehrin yeni bir sur yapımına ihtiyacı olduğu özellikle 384 yılından itibaren çok açık bir şekilde kendini hissettirse de böyle bir şeye girişilmesinin zamanı olmadığı anlaşıldı.[27]
Theodosios’un 395 yılında ölümü ile vasiyeti üzerine devlet, oğulları arasında idarî bakımdan ikiye ayrıldı. Honarios ülkenin batısını Arkadios ise doğusunu idare edecekti. Her ne kadar imparatorluğun sadece idarî bakımdan ikiye ayrıldığı, devletin bütünlüğü düşüncesinin sürdüğü ifade edilse de bu kesin bir ayrılık oldu ve bundan sonra imparatorluğun iki tarafı hiç birleşemedi.
Arkadios zamanında görülen en önemli olaylar şehirde çıkan yangınlardı. 12 Temmuz 400 tarihinde Gotlar yüzünden meydana gelen yangında özellikle Büyük Saray çevresi büyük zarar görürken,[28] İstanbul Patriği Ioannes Khrysostomos’un sebep olduğu yangının etkisi başkent için daha büyük oldu. Khrysostomos ve İmparatoriçe Eudokia arasındaki mücadele ve bu nedenle patriğin sürgüne gönderilmesi başkentte tepkilere yol açmış ve halkın sevgisini kazanmış olan Khrysostomos lehinde gösterilerin yaşanmasına sebep olmuştu. Bunun üzerine patrik geri getirildi; ancak yine imparatoriçe ile aralarında sorunlar ortaya çıktı. Buna başka sebepler de eklenince patriğin kesin olarak sürülmesine karar verildi. 404 yılında cereyan eden bu olaydan sonra halk ayaklandı ve şehri ateşe verdi. Bu yangında aralarında Ayasofya’nın da olduğu pek çok bina zarar görürken başkent de büyük yıkıma uğradı.[29]
Arkadios’tan sonra iktidara gelen oğlu II. Theodosios dönemi siyasî olayların çokça yaşandığı bir dönemdi. Hun Hakanı Attila’nın imparatorluğa karşı seferleri bu dönemde yaşandı ve imparatorluk hem Hun korkusu hem de uzun süredir duyulan ihtiyaç sebebiyle surların yapımına başladı. Bu işi Prefektus Antemius üstlendi. Yeni sur, Konstantinos surlarından 1.5 veya 2 km. daha dışa ve batıya doğru alınmıştı. Surların yapımı muhtemelen 447’deki Attila’nın tehdidinden önce bitirildi. Ancak 26 Ocak 447’de meydana gelen korkunç depremde yeni surlar büyük bir hasara uğradı ve yıkıldı. Attila’nın tehdidi devam ettiği için imparatorluk bir an önce tedbir aldı ve muhafız kuvvetleri komutanı Kontantinos Cyrus iki ay içinde surun yıkılan yerlerini onarmayı başardı.[30] 5650 m. uzunluğunda olan ve Marmara’dan Haliç’e kadar uzanan kara surları üzerindeki en önemli kapılardan bazıları, Belgrat-kapı, Yaldızlıkapı (Porta Aurea veya Altın Kapı), Topkapı, Edirnekapı ve Eğrikapı’dır. Bunların içinde şüphesiz en çok bilineni Yaldızlıkapı oldu. Zira bu kapı kapıların en büyüğü idi ve batıdan gelen Via Egnatia (Draç-Okhrida-Vodena-Selânik-Silivri’den geçerek İstanbul’a giden yol) yoluna açılmaktaydı. Üç kemerli olarak inşa edilen kapı mermer bloklu iki kule arasında yer almakta ve ortadaki giriş kısmı altın yaldızla kaplanmaktaydı. Surun günlük geçişe mahsus olan diğer kapılarına mukabil bu Yaldızlıkapı sadece askerî ve dinî törenlerde, imparatorun ve ordunun zafer alayları ile şehre girişinde kullanılırdı. İmparatorlar bu kapıdan giriş yaptıktan sonra Mese caddesi yoluyla Ayasofya’ya gelirler buradan da Büyük Saray’a ulaşırlardı.[31] Meselâ Komnenos hanedanının meşhur hükümdarı Manuel Komnenos (1143-1180) Macarlar’a karşı giriştiği savaşta başarılı olunca başkente Yaldızlıkapı’dan giriş yapmış ve Ayasofya’ya kadar bu yoldan ilerlemişti. Bizans tarih yazarı Niketas’ın kaydına göre imparatoru ve zafer alayını görmek için bu bölgeye gelen halka daha iyi izleyebilmeleri için yolun her iki tarafına iki ve üç katlı ahşap tribünler inşa edilmişti. İmparatorun önünde bembeyaz dört at tarafından çekilen bir araba yürümekte ve bu araba altın ve gümüş yaldızlarla süslenmiş durumdaydı. Arabanın üzerinde “Tanrı’nın annesi” olarak isimlendirilen Hz. Meryem tasviri bulunmakta, arabanın ardından imparatorun akrabaları, senatodan yüksek devlet memurları ve imparatorun sevgisine mazhar olmuş yüksek unvan sahipleri ile diğerleri yer almaktaydı. İmparator Manuel ise bunların arkasından süslü imparator kıyafetleri içinde ve bir atın üzerinde ilerlemekteydi. Manuel doğruca Ayasofya’ya giderek Tanrı’ya şükür duasında bulunmuş ve buradan da sarayına geçmişti.[32]
II. Theodosios devrinin diğer bir olayı da İmparator Büyük Konstantinos zamanından beri var olan üniversitenin imparatorun 27 Mart 425’de yayımladığı ferman ile genişletilerek yeniden düzenlenmesi oldu. Üniversite muhtemelen Theodosios Forumu’na yakın bir yerde bulunmaktaydı. Dersler amfiteatr şeklindeki salonlarda yapılıyordu. Bu yüksek okulda otuz bir profesör ders vermekteydi. Yirmi yaşına kadar olan tahsil süresi sonunda okulu bitirenlere diploma verilirdi. Burada görev yapan profesörlerin özel ders vermeye hakları yoktu. Bunlar bütün çalışmalarını ve zamanlarını yüksek okuldaki dersleri için harcayacaklardı. Hocaların maaşları devlet tarafından ödenmekteydi. Bunların mal ve mülkleri vergiden muaftı. Ayrıca mahkeme huzuruna da çıkarılamazlardı. Yüksek okul kısa zamanda bütün imparatorluğun ilim merkezi haline geldi. Nika isyanı sırasında okulun binaları yandı fakat İmparator Iustinianos tekrar inşa ettirdi. 7. yüzyılın başında İmparator Phokas zamanında kapatılan üniversite İmparator Herakleios devrinde yeniden açıldı. Ancak bu defa okulun yönetimi kilisenin elinde olduğu için laik öğrenimden ziyade bir medrese görünümü aldı. 9. yüzyılda ise yüksek okul İmparator III. Mikhail (842-867) zamanında tamamen Grekçe öğrenim ile yeniden düzenlendi. Dönemin en önemli hocalarından biri olan Leon bu kurumun başkanlığını yapmakta ve aynı zamanda matematik ve felsefe dersleri vermekteydi. İstanbul Patriği Photios’un da burada ders verdiği bilinmektedir.[33]
II. Theodosios zamanında şehir en geniş haline gelmiş hatta planı dahi belirlenmişti. II. Theodosios’un 450 yılında ölümünden sonra imparatorlukta iç ve dış sorunlar devam etti ve nitekim İmparator Zenon zamanında (474-491) imparatorluğun Batı kısmı 476 yılında Germen kavimlerinin saldırısı sonucu yıkıldı. Doğu tarafı ise bu tehlikeden kurtulmayı başararak Doğu Roma İmparatorluğu veya bilinen adıyla Bizans İmparatorluğu şeklinde 1453 yılına kadar devam etti. II. Theodosios’dan sonra gelen imparatorlar başkent şehircilik ve gelişim açısından önemli bir yere geldiği için sadece anıtsal eserler ve savunma amaçlı çalışmalar yapmakla yetindiler. Meselâ Markianos zamanında (450-457) dikilen ve bugün Kıztaşı adıyla anılan Markianos Sütunu praefectus Tatianus tarafından imparatora ithafen dikilmiştir ve günümüzde Fatih’te Malta semtinde bulunmaktadır. Mermer bir kaidenin üzerinde yer alan sütunun üzerinde muhtemelen imparatorun heykeli yer almaktaydı.[34] İmparator Anastasios zamanında ise (491-518) Silivri’den Karadeniz’e kadar uzanan ve “uzun sur” veya “Anastasios Suru” olarak adlandırılan sur inşa edilmişti. Rivayete göre İmparator Anastasios özellikle Bulgar tehlikesini bertaraf edebilmek için uzun surun yapılmasını emretmişti.[35]
527 yılında Bizans’ın başına geçen Iustinianos imparatorluğun en ilgi çekici siması oldu. İmparatorun devleti eski görkemli günlerine döndürme isteği ve bu gaye için yaptığı çalışmalar dikkat çekti. Kaybedilen devlet topraklarını geri almak için seferlere girişen imparator Kuzey Afrika’da Vandallar’a, İtalya’da Ostrogotlar’a ve İspanya’da Vizigotlar’a karşı başarılar kazandı. Dönemin en önemli ve aynı zamanda hem başkent hem de imparatorluk açısından en tehlikeli olayı, 532 yılında İstanbul’da görülen Nika isyanı oldu. Başkent 532 yılının Ocak ayında büyük bir isyanla sarsıldı. Âsilerin parolası “NİKA” yani zafer idi. Ayaklanma bütün şehre yayıldı. Her taraftan ateşe verilen şehirde büyük yangınlar meydana geldi. Büyük Konstantinos’tan bu tarafa her gelen imparatorun katkısı ile gelişip büyümekte olan İstanbul bu isyanla âdeta yok oldu. En güzel binalar, en âbidevî sanat eserleri çıkan yangınlarla ortadan kayboldu. İmparator Iustinianos Hipodrom’da halka hitap ederek onları yatıştırmaya ve isyanı durmaya çalıştı, ancak sonuç vermedi. İmparator çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilemezken ve kaçmayı planlarken onu bu düşünceden eşi Theodora vazgeçirdi. Iustinianos eşinden aldığı cesaretle önemli kumandanlarından Belisarius ve Narses’i isyanı bastırmak için görevlendirdi. Bu iki kumandan kesin, kararlı ve kurnaz bir siyaset ile ayaklanmayı bastırmaya çalıştılar. 30.000-40.000 arasındaki isyancı Hipodrom’da vahşice öldürüldü. Altı gün süren, imparatorluk başkentini alt üst eden ve binlerce kişinin ölümü ile neticelenen isyan güçlükle de olsa bastırıldı.[36]
İmparator Iustinianos’un kendisine olan güvenin gelmesinde, yapacağı işler ve uygulayacağı politikalarla yeni bir dönemin başlamasında Nika isyanının çok büyük rolü oldu. Zira imparator bundan sonra süratle toparlanarak iç ve dış politikalarını belirledi. İlk yaptığı iş başkentin yeniden inşası için çalışmaları başlatması oldu. Yangın esnasında tahrip olan her şeyin onarılmasını veya yeniden yapılmasını emretti.[37] İsyan sırasında şehirde çıkan yangında Ayasofya da yanmıştı. İmparator çok geçmeden elinde bulunan bütün imkânları kullanarak ve hiçbir masraftan çekinmeyerek binanın yapılması için emir verdi. Bunun için dönemin meşhur iki mimarı Trallesli Anthemios ve Miletli Isidoros görevlendirildi. Bu iki mimar beş yıllık bir çalışma sonunda (532-537) Ayasofya’yı inşa etti ve bu eser günümüze kadar geldi.[38]
İstanbul, tarih boyunca görülen en tehlikeli veba salgınlarından birisini İmparator Iustinianos zamanında 542 yılında yaşadı. Üstelik bu salgın sadece İstanbul ve civarına değil neredeyse bütün dünyaya yayılmış ve sonraki 200 yıl boyunca da aralıklarla kendini göstermişti. Bu sebeple Pandemi yani kıtalar arası bir salgın olarak kabul gördü. Vebanın yıkıcı etkisi başkentte özellikle ilk üç ayda kendini göstermiş, ilk başlarda ölenlerin sayısı günde 5.000 iken sonraları 10.000 rakamının üzerine çıktığı görülmüştü. Hatta salgın esnasında imparatorun kendisi de bu hastalığa yakalandığı için çoğu yazar 542 yılındaki vebadan Iustinianos vebası olarak bahsetmektedirler.[39]
Iustinianos’un ölümünden sonra halefleri onun kadar iddialı olamadılar. Özellikle İmparator Tiberios (578-582) ve Mavrikios zamanında (582-602) Balkanlar’da Avarlar imparatorluğu zor durumda bıraktılar. Hatta hanları bayan idaresinde harekete geçerek en önemli şehirlerden biri olan Sirmium’u ele geçirdiler. Onların bu imparatorluğa yönelik hasmane tavırları bundan sonraki süreçte de devam etti ve özellikle İmparator Herakleios zamanında Avarlar’ın Sâsânîler’le iş birliği içinde başkenti kuşattıkları görüldü. 626 yılı Haziran ayında Sâsânîler bütün Anadolu’yu geçerek İstanbul önlerine kadar geldiler ve Kadıköy ile Üsküdar arasında karargâh kurdular. Bundan bir ay kadar sonra da Temmuz 626’da Avarlar İstanbul’u kuşattılar. Ağustos ayının ortalarına kadar süren ve Bizans’a korku dolu anlar yaşatan Avar kuşatması ne yazık ki başarısız oldu. Sonuçta Avarlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Onların bu çekilmesinden sonra müttefikleri Sâsânîler de ümitsiz bir şekilde karargâhlarını boşaltıp geri dönmeye başladılar. Böylece büyük umutların bağlandığı kuşatma bir şey elde edilemeden sona ermiş oldu.[40]
VII. yüzyılda başlayan İslâm fetihleri gerek İmparator Herakleios’u (610-641) gerekse haleflerini zor durumda bıraktı. Bu ilerleyişten başkent İstanbul da payını aldı. Emevîler döneminde müslüman Araplar’ın 668-669, 674-678 ve 717-718 yıllarında üç İstanbul kuşatması vuku buldu. İlk kuşatma yiyeceklerin bitmesi ve çekilen açlık yüzünden başarılı olamadı ama bu kuşatmadan en çok akılda kalan Hz. Muhammed’i Medine’ye hicretinden sonra evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin hastalanarak vefat etmesi ve surların dışında bir yere gömülmesi oldu.[41] 674-678 kuşatması da başarısızlıkla sonuçlandı ve müslümanlar Bizans imparatoru ile otuz yıllık bir anlaşma yapmak durumunda kaldılar.[42] 717-718 kuşatması da müslüman gemilerinin Bizans askerleri tarafından Grek ateşi ile yakılması, kış mevsiminin çok sert geçmesi ve güçlü surların da etkisiyle başarılı olamadı.
726-843 yılları imparatorlukta tasvir kırıcılık veya ikonoklazma (ikonoların kırılması) hareketinin görüldüğü yıllardı ve bu hareket her alanda kendini hissettirmişti. Dinî resimlerin kutsallığına ve bunların önünde ibadete karşı çıkan tasvir kırıcılık hareketi 726 yılında III. Leon’un (717-741) yayınladığı bir fermanla başladı ve bu hareketin ilk devresi VI. Konstantinos adına ülkeyi idare etmekte olan İmparatoriçe Irene’nin 787 yılında tasvirlere ibadeti yeniden canlandırmak için konsil toplaması ile sona erdi. Ancak 813 yılında tahta çıkan V. Leon’un tekrar tasvirlere düşman olmasıyla başlayan ikinci dönemi 843 yılında II. Mikhail adına devleti yöneten Theodora zamanında tasvirlere ibadetin yeniden başlaması ile son buldu. Bu hareket nedeniyle imparatorluk özellikle de başkent çok sıkıntı yaşadı. Tasvir kırıcılık öncesi şehirde görülen tiyatro, toplantı mekânları gibi yerler bu hareket yüzünden zarar görmüş, Hipodrom bile bu durumdan etkilenerek eski parlak günlerinden çok şey kaybetmişti. Şehrin kendine özgü duruşunu değiştiren bu hareket sonrası başkent kendini toparlamaya çalıştı.[43]
Bu toparlanma aslında tasvir kırıcı hareketin ikinci döneminden itibaren yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. İmparator Theophilos (829-842) çoktandır ara verilen eser yapımı ve onarımını yeniden ele aldı. Meselâ Küçükyalı civarında Bryas Sarayı’nın yapımına izin verdi. Kaynakların bildirdiğine göre imparator Araplar ile mücadelesi esnasında Bağdat’a Abbâsî sarayına elçi olarak hocası Synkellos Ioannes Grammatikos’u göndermiş ve hocasının Bağdat sarayı anlatımlarından çok etkilenen imparator Abbâsî sarayının bir benzerinin bu mevkide yapılmasını emretmişti.[44] Theophilos’un ölümünden sonra yerine geçen oğlu III. Mikhail dönemindeki en önemli olay Ruslar’ın ilk defa İstanbul önlerine kadar gelerek şehri kuşatmaları oldu. İmparatorluk, haklarında hiçbir bilginin olmadığı bu kavimden zorlukla da olsa kurtulabildi. Fakat bu kesin bir kurtuluş olmadı; zira Ruslar bu tarihten sonra sıklıkla İstanbul önlerine kadar gelerek imparatorluğu güç durumda bıraktılar.[45]
I. Basileios ile (867-886) başlayan Makedonya hânedanlığı zamanında ise başkentte manastırların yapımı hız kazandı ve 907 yılında Konstantinos Lips Manastırı (Fenârî Îsâ Camii) inşa edildi. Ayrıca şehrin su yollarının yenilenmesi de bu hânedan döneminde gerçekleştirildi.[46] Başkentin nüfusunda da yavaş yavaş artış görüldü. Bu yapılanma ve yenilenme döneminde İstanbul yine depremlerle sarsılmaya devam etti. 9 Ocak 869 tarihinde görülen büyük deprem başta Ayasofya olmak üzere pek çok binanın yıkılmasına sebep oldu.[47]
İmparator I. Basileios’tan sonra tahta çıkan oğlu VI. Leon (886-912) iyi eğitim almış, yazar ve hatip olarak isim yapmış çok yönlü bir imparatordu. Belki bu hali dolayısıyla kendisine “ hakîm” veya “bilge” denilmekteydi. Onun zamanında imparatorluk ilmi, kültürel ve ekonomik hayatta ilerlemeler kaydetmeye devam etti. İstanbul’daki esnaf ve meslek sahiplerinin loncaları hakkında bilgi vermek için yazılan Eparkhos Kitabı (valinin kitabı) bu dönemin ürünüydü. Bu kitaba göre X. yüzyılda başkentte noterler, kuyumcular, bankacılar, parfüm satıcıları, mumcular, sabuncular, dericiler, kasaplar, balıkçılar, fırıncılar vb. adı altında yirmi iki adet lonca bulunmaktaydı. Loncaların satış yaptıkları dükkânları genelde Konstantinos Forumu ile Lausus Sarayı arasında uzanmaktaydı. Meselâ bakırcıların (chalcopratai) dükkânları Ayasofya Kilisesi’nin batı kapısı tarafında; ekmek fırınları (artopoioi) Konstantinos Forumu ile Theodosios Forumu arasında Mese üzerinde yer almaktaydı. Büyük Saray ile Konstantinos Forumu arasında kuyumcu dükkânları bulunmaktaydı. Bakkallar (saldamarioi) dükkânlarını halkın ihtiyaçları söz konusu olduğundan şehirde istedikleri yerde açabilirlerdi. Başkent İstanbul’un ekonomisi daha önce belirtildiği gibi şehrin valisi “eparkhos” tarafından denetlenmekte, ticaret ve sanatla uğraşanlar da loncalar halinde teşkilâtlanmaktaydı.[48]
Bizans’ta işlenecek olan mallar kontrol altında tutulur, özellikle başkente dokuma işlerinde kullanılmak için gelen pamuk ve kenevir; Suriye’den gelen ipekli kumaş ile Ruslar’ın Karadeniz kıyılarına kadar getirdiği altın, gümüş, bal, bal mumu ve kürklerin satışı sıkı bir şekilde düzenlenirdi.[49]
Bizans’ın en önemli ekonomik gücü ipekti. İpek Bizans için çok değerli olup ihracatı bile yasaklanmıştı. İlk başlarda ipek Çin’den gelmekteydi. Ancak İmparator Iustinianos zamanında keşiş kılığındaki casuslar sayesinde ipek böceği İstanbul’a getirildi ve burada ipek endüstrisi kuruldu. Hatta başkentte İpek örücüleri, ham ipek satıcıları gibi sadece ipekle uğraşan beş lonca bulunmaktaydı.[50] İpek imparatorlukta çok önemli sayıldığından hediyelik olarak bile ülke dışına çıkmasına izin verilmezdi. İpek dışında keten ve yünlü kumaş dokumacığı da ileri safhada idi.[51] Ayrıca gümüş işleme de önemli olup, imparator için gümüş eşyalar imparatorluk atölyelerinde yapılmaktaydı.[52]
VI. Leon’un oğlu VII. Kontantinos (913-959) tarafından Bizans’ın her anlamda gelişmiş durumu daha da ileriye götürüldü. Siyaset ve devlet işlerinden ziyade ilimle uğraşmayı tercih eden VII. Konstantinos diplomasi, siyaset ve askerlik alanlarında kıymetli eserler kaleme aldı. İmparatorun De Ceremoniis ve De Administrando Imperio adlı eserleri Bizans saray hayatı ve yönetimi ile ilgili çok değerli bilgiler içermektedir.
VII. Konstantinos’un vefatından sonra yerine geçen oğlu II. Romanos’un (959-963) erken denebilecek bir yaşta hayatını kaybetmesi ile taht oğulları Basileios ve Konstantinos’a kaldı. Bunlardan Basileios, İmparator II. Nikephoras Phokas ve Ioannes Çimiskes’ten sonra tahta çıkabildi ve dedesi ile babasına lâyık bir evlât olduğunu kanıtladı. İmparatorluğu hem içte hem de dışta iyi bir duruma getirerek sınırları Adriyatik’ten Kafkaslar’a kadar genişletmeyi başarabildi. Bundan başkent İstanbul fazlasıyla payını almış ticarî, ekonomik ve kültür alanındaki ününü daha da ileri götürmüştü. Dönemin en önemli dâhilî olayı Bardas Phokas’ın isyanıydı ve âsinin hedefinde başkent İstanbul’u ele geçirmek vardı. İmparator II. Basileios’un, Ruslar’dan aldığı yardımla Bardas Phokas tehlikesi bertaraf edilebildi ve İstanbul bu sayede büyük bir tehlikeden kurtuldu.[53] II. Basileios’un bu başarısı ne yazık ki halefleri tarafından devam ettirilemedi. İlerleyen yıllarda doğuda Selçuklu Türkleri, batıda Normanlar, kuzeyde Peçenek, Uz ve Kumanlar imparatorluğun en önemli dış tehdit unsurları olmaya başlamışlardı. Bu sorunlara 1032, 1033, 1036, 1038 ve 1041 yıllarında yaşanan şiddetli depremler ile 1040 yılının Ağustos ayında görülen yangın eklendi ve başkent ciddi yıkımlarla karşılaştı.[54] Ayrıca İstanbul kilisesi ile Roma kilisesi ilk defa 1054 yılında birbirinden ayrıldı ve hiçbir zaman da birleşemedi.
X. Konstantinos Dukas (1059-1067) zamanında Selçuklular’ın doğudan ilerlemesi devam ederken Bizans, Türkler’den en büyük darbeyi İmparator Romanos Diogenes zamanında (1068-1071) 26 Ağustos 1071’de meydana gelen Malazgirt Savaşı ile aldı ve bu savaş ile Türkler’e Anadolu kapıları ardına kadar açıldı. Bu tarihten sonra Türkler’in Ege ve Marmara kıyılarına, hatta Kadıköy ve Üsküdar’a kadar uzayan akınları başlamış oldu. Bizans’ı içine düştüğü bu durumdan Komnenoslar hânedanının ilk temsilcisi Aleksios kurtardı. 1081-1118 yılları arasında hüküm süren Aleksios Bizans’ın en önemli imparatorlarından birisi olarak tarihe geçti. Aleksios bir yandan Selçuklular, bir yandan Tuna’nın güneyine kadar toprakları ele geçirmiş bulunan Peçenekler, diğer yandan da İtalya bölgesinde Normanlar’la uğraştı. Ayrıca imparatorluğu döneminde I. Haçlı Seferi ve 1101 Haçlı Seferi ordularını ağırlamak zorunda kaldı. Birbiri ardından İstanbul’a ulaşan I. Haçlı Seferi orduları gerek imparatorluğu gerekse halkı çok tedirgin etti. Bu tedirginliğin ne kadar haklı olduğu kısa sürede anlaşıldı. Zira I. Haçlı Seferi reislerinden Aşağı Lorraine dükü Godefroi de Bouillon Bizans’a öfkesini askerleriyle başkente saldırmakla gösterdi. Godefroi 2 Nisan 1097’de Blakharnae Sarayı yakınındaki sur kapısını ateşe verdi. Ancak bu teşebbüsü imparator tarafından engellendi.[55] İmparator Aleksios’un oğlu II. Ioannes ve torunu Manuel dönemlerinde imparatorluğun sorunları hiç bitmedi. Manuel döneminde yine Haçlılar imparatorluk için sorun teşkil etmeye devam etti. İmparator, Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan ile dostane ilişkiler kurdu ve bu ilişkilerin sonucu olarak sultan 1162’de İstanbul’a geldi. Bizans tarih yazarı Kinnamos’un kaydına göre inci, safir ve çok kıymetli taşlarla süslenmiş olan altın tahtında mor kıyafeti ile oturmakta olan imparator Sultan Kılıçarslan’ı saygıyla karşılamış ve kendisiyle bir anlaşma imzalamıştı.[56]
1180 yılında ölen Manuel‘in halefleri onun gibi başarılı olamadılar ve Komnenoslar hânedanı 1185 yılında sona erdi. Bu hânedan zamanında imparatorluğun Marmara kıyılarındaki Büyük Saray’dan uzaklaşarak Haliç kıyılarına geldiği ve burada inşa ettirilen Blakhernai Sarayı’nda yaşamayı tercih ettikleri görüldü. Bu durum diğer sivil ve dinî binaların da genelde söz konusu bölgede yoğunlaşmasıyla sonuçlandı. l087 yılında İmparator Aleksios’un annesi Anna Dalassena tarafından inşa ettirilen Pantepoptes Kilisesi ile (Eski İmaret Camii) Zeyrek’te bulunan Pantokrator Kilisesi (Zeyrek Camii) döneme ait dikkat çeken eserlerdendi.[57] Pantokrator Kilisesi’ni İmparator Ioannes Komnenos’un eşi Eirene başlatmış ancak vefatı üzerine imparator tarafından tamamlatılmıştır. Bizans tarih yazarı Kinnamos bütün hayatını kendisinden bir şeyler isteyen insanlara yardım için harcadığını belirttiği Eirene’nin, Pantokrator (Yüce Îsâ) adında bir manastır kurduğunu ifade etmektedir.[58] Pantokrator Kilisesi’nin elli yataklı bir hastanesi ile cüzzamlıların tedavi gördüğü bir yeri bulunmaktaydı. Diğer bir Bizans tarihçisi Niketas Khoniates, İmparator Manuel Komnenos’un Alman asıllı eşi Eirene’nin ölümüyle ilgili bilgi verirken, İmparator Manuel’in muhteşem bir törenle eşini, babasının yaptırdığı bu kiliseye defnettiğini kaydeder.[59] Yine Niketas, İmparator Manuel’in de öldükten sonra bu manastıra gömüldüğünü bildirir.[60]
II. Isaakios Angelos ile birlikte (ll85-ll95) imparatorlukta Angelos hânedanı başladı. Bu döneme damgasını vuran en önemli olay hiç şüphesiz İstanbul’un Haçlı istilâsına uğramasıydı. 23 Haziran 1203’te İstanbul’a gelen Haçlılar İstanbul’un güzelliği karşısında âdeta büyülendiler. Başkente yönelik l7 Temmuz l203’te hem karadan hem de denizden olmak üzere iki taraflı bir saldırıya geçtiler. Ancak Bizanslılar’ın çabası onları kısmen durdurunca bu sefer de Blakhernai’dan (Ayvansaray) Evergetes Manastırı’na (Balat) kadar olan alandaki her şeyi ateşe verdiler.[61] Bunu onların çıkardığı l9 Ağustos’taki ikinci yangın takip etti ve bu yangından aralarında Ayasofya Kilisesi’nin de olduğu pek çok bina zarar gördü. Bundan sonra Haçlılar 6 Nisan ve l3 Nisan l204’de şehre saldırıda bulundular ve l3 Nisan’daki saldırı ile şehre girmeyi başardılar. Niketas’ın “…değerlilerin en değerlisi olan yüce şehir” diye taltif ettiği İstanbul, aynı gün yani l3 Nisan l204’de Haçlılar’ın eline geçti.[62] Haçlılar genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden binlerce kişiyi öldürürken, kadın ve kızlara da insanlık dışı muamelelerde bulundular. Bizans’ın olası bir saldırısından korktukları için üçüncü defa İstanbul’u ateşe veren Haçlılar üç gün boyunca şehrin yağmalanmasına da izin verdiler. Bununla ilgili olarak Niketas, “ … Kana susamış, kibirli, doymak bilmez, kalbi kin dolu insanlardı. Hiç insanlık göstermeden herkesten para, mal ve eşya aldılar ve Romalılar’a kullanacak hiçbir şey bırakmadılar” demekte; Haçlılar’ın yaptığı zulmü Kudüs’ün fethi sırasında müslümanların asla yapmadıklarını, Latinler’e karşı merhametli bir şekilde davrandıklarını ifade etmektedir.[63]
Haçlılar, evlerden başka kiliseleri, sarayları, kütüphaneleri de yağmaladılar ve en nâdide, en değerli eserlerin kimini parçalayıp attılar kimini ise ülkelerine giderken beraberlerinde götürdüler. Meselâ Ayasofya’daki çok değerli halı ve ikonaları çalmışlar, Ayasofya’nın kapılarını söküp parçalara bölerek yanlarına almışlar ayrıca gümüşten yapılmış sunağın incisini de gasbetmişlerdi. Şehirdeki bronz heykeller eritilirken, kilise ve saraylardaki mozaikler sökülüp alınmıştı. Böylesine büyük ve zengin bir şehir karşısında kendilerinden geçen Haçlılar taşıyabildikleri her şeyi yanlarına almışlardı. İstanbul’dan kaçırılan en değerli parça meşhur dört at heykeli oldu.[64]
Üç gün süren yağma sonucunda toplanan ganimeti Haçlılar, aralarında bölüştüler. Bundan sonra bir imparator seçmeleri gerekmekteydi ve bunu da en kısa süre içerisinde gerçekleştirdiler. Venedik Doge’u Enrico Dandolo’nun desteği ile Flandre Kontu Baudouin imparator seçildi. Ardından aralarında Bizans topraklarını paylaşmaya başladılar. Bu hazin durum elli yedi yıl sürdü ve nihayet VIII. Mikhail Palailogos’un, 1261 yılının Temmuz ayında İstanbul’a girerek şehri ele geçirmesi ile sona erdi. Bu tarihten sonra Bizans’ta yeni bir dönem ve aynı zamanda yeni bir hânedanlık, Palaiologoslar hânedanlığı başladı. Bu dönemde şehrin gelişimi sürdü ama hiçbir zaman eskisi gibi olamadı. Palaiologos hânedanı da Komnenoslar’ın yaşadıkları bölgelerde yerleşmeyi uygun buldu. Buralarda bir taraftan dinî ve kamu binaları yapılırken, diğer taraftan da eski yapıların onarımı sürdü. Bu döneme ait en önemli dinî yapılar arasında Edirnekapı’daki Khora Manastırı Kilisesi ile (Kariye Camii) Çarşamba’daki Pammakaristos Manastırı (Fethiye Camii) söylenebilir.[65]
Bizans İmparatorluğu bu süreçte içte ve dışta pek çok sorun ile mücadele etmek zorunda kaldı. İmparatorluğu en çok uğraştıran yine Türkler’di. Osman Gazi’nin (1302-1324) liderliğinde kurulan Osmanlı Beyliği Bizans’a karşı ilk büyük başarısını 1302 yılında göstermiş ve Bapheus (Koyunhisar) savaşında Bizans’ı yenilgiye uğratarak zamanla Güney Marmara’da pek çok kaleyi ele geçirmişti. Bu ilerleyiş Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi (1324-1362) ve halefleri zamanında da devam etti. İlk defa 1359 yılında İstanbul surları önünde görünen Osmanlılar bu tarihten itibaren Bizans’a yönelik baskıları daha da artırdılar. En büyük gayeleri İstanbul’u ele geçirmekti ve bu da Fâtih Sultan Mehmed ile (1451-1481) gerçekleşecekti. Sultan var gücüyle İstanbul’u almak için çalışmalara hız verdi. Önce Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi; ardından da süratle kuşatma hazırlıklarına girişti. Bizans’ın son imparatoru XI. Konstantinos Dragazes de Doğu ve Batı kiliselerini birleştireceği sözü ile yardım alabilmek için Batı’ya başvurdu. Bir taraftan surları tamir ettirirken bir taraftan da erzak stoku yapılmasını emretti. Kuşatma hazırlıklarını bitirerek İstanbul’u hem karadan hem de denizden abluka altına alan II. Mehmed imparatora barış teklifinde bulunmayı da ihmal etmedi. Ancak imparator bu teklifi reddetti ve bundan sonra Bizans başkentinde korkulu bir bekleyiş başladı. Yüzyıllardır söylenen kehanetler akıllara gelmekte ve morallerin daha da bozulmasına sebep olmaktaydı. Anlatılanlara göre imparatorluk Byzantion’u başkent yapan Konstantinos ve annesi Helena örneğinde olduğu gibi yine annesi Helena olan Konstantinos isminde bir imparator zamanında yok olacaktı. Şimdiki imparator aynen bu tarife uymaktaydı. Bundan başka şehirde acayip olaylar cereyan etmekte bu da hayra yorulmamaktaydı. Meselâ tam dolunay esnasında ay tutulmuş ve şehir üç saate yakın bir süre karanlıkta kalmıştı. Sonrasında başlayan yağış ve fırtına ise başkenti perişan etmiş ve bunu yoğun bir sis tabakası izlemişti. Bu esnada devam eden Türk taarruzu ise şiddetini artırmaktaydı. Surlar sultanın döktürdüğü büyük toplar sayesinde öylesine şiddetle dövüldü ki Topkapı bölgesindeki kısımda gedikler açıldı. 29 Mayıs’ta gerçekleşen genel taarruz sonucu Türkler şehre hücum etti ve şehir, aynı gün Türkler’in eline geçti. Böylece Bizans İmparatorluğu Konstantinos Dragezes ile sona ermiş oldu.[66] Yüzyıllardır pek çok milletin ele geçirmek için uğraştığı “şehirler kraliçesi” İstanbul, bundan sonra Türk hâkimiyetinde başkent olmayı sürdürecek ve Osmanlı Devleti ile devam edecekti.
Doç.Dr. Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı.
Dipnotlar