Modernleşme kavramını çok değişik açıdan ele almak mümkün olmakla birlikte, burada modernleşmenin Osmanlı toplum ve devlet yapısında nasıl geliştiği ele alınacaktır. Devlet kurumlarındaki bozuklukların başlangıçta basit bir iki düzenlemeyle veya kimilerine göre kanun-i kadimin layıkıyla uygulandığı takdirde düzeleceğine, devlet kurumlarının düzelmesi için o sıralarda Batı’dan alınacak hiçbir şey olmadığına düşünen devlet adamları, savaş alanlarında Osmanlı ordularının yenilmesiyle gerçekten ciddi bir şeylerin yapılması gerektiğine inanmaya başladılar. Bunun için Avrupa’ya raportörler göndermeye, Avrupa’dan uzmanlar getirtmeye ve modernleşme hareketlerinde daha aktif rol almaya başladılar. Bu aktif rol, Osmanlı devlet adamları ve aydınlarına Batı’yı daha yakından tanıma fırsatı edinmelerine, bu da kimi aydın ve devlet adamlarının Batı’dan etkilenmelerine yol açtı. Batı’nın kaydettiği gelişme sayesinde gözleri kamaşan Osmanlı aydını ve devlet adamları ilerleme, modernleşme treninin kaçmak üzere olduğu zehabına kapılmaya başladılar. İşte bu panik aydını yanlışa itti. Onun aslında kendisine ait olmayan ön yargılar kazanmasına yol açtı. Osmanlı aydını ve devlet adamı kendince bu acelede samimiydi ve bir an önce Batı’yı takip edip devletine eski gücünü kazandırmanın yollarını arıyordu.[1] Sadece Batı’yı takip etmenin bir ön yargı olduğunun bile belki de farkında değildi. Hatta bu ön yargılarına direnen muhalefeti de, sadece kendisine muhalefet eden bir grup olarak görmekten öte, ülkesinin ilerlemesini, gelişmesini istemeyen uslanmaz, iflah olmaz, körü körüne Batı’ya muhalif bağnazlar grubu, hatta ülkesine kastetmiş vatan hainleri olarak görmek yanlışlığına düşmekten kurtulamadı. Halbuki onlar ne vatan haini, ne uslanmaz bir güruh idiler. Onlarda aynı onlar gibi vatanlarının iyiliğini istediğini düşünen başka bir ekipti. Osmanlı aydını bu durumu ayırt edemedi ve ön yargısının altında yığıldı kaldı.
Peki ön yargı tek taraflı mı idi? Hayır; ön yargı muhalefet denen muhafazakar grupta da vardı. Onlarda Devlet-i Aliyye’nin kurtuluşunun, yine kendi kanunlarına dönüşle olacağına inanıyorlardı. O kanunlar bir zamanlar kendilerini süper güç yapmıştı. Peki o halde bu kanunlara muhalefet nedendi? Eğer cehaletten değilse, ihanettendi öyleyse. İşte bu da muhafazakârların ön yargısıydı. Bu noktada birilerinin araya girip bunları bir türlü göremedikleri kendi ortak değerlerinde buluşturması gerekiyordu. Belki de kimseyi beklemeden bunu kendileri yapmalıydı. Gerçekte aynı kültürel coğrafyayı soluyan bu iki grubu, birbirinden ayrı cephelerde tutan, taşıdıkları ve tartışmaya açmadıkları ön yargılarıydı.
Toplumda Oluşan Karşılıklı Ön Yargılar
Morgan’ın ön yargılar hakkındaki görüşleri ilginçtir. Ona göre ön yargılı kişiler sadece görmek istedikleri şeyleri görürler.[2] Bu önemli bir sorundur. Çünkü karşılıklı olarak gruplar birbirlerinin ortak yönlerini değil de karşısındakini suçlu ve haksız duruma düşürmek amacıyla, o grubun zaaf sayılabilecek yönlerini ortaya çıkarmaya çalışacak, bu da o grubun rahatsız olmasına neden olacağından dolayı, bir araya gelme beklentisinin gerçekleşmesi bir yana, belki de aralarındaki husumetin daha da artmasına neden olacaktır. Bu noktada Morgan, ön yargıları besleyen önemli bir kaynağın yine kendilerinin neden olduğu sonuçlar olduğunu söyler. ön yargılı tutumlarla Morgan çoğu kez, hedef aldıkları grupların önüne birtakım engeller koyularak ön yargılı kişilerin beklentilerine uyacak birtakım sonuçların doğmasına çalışıldığını anlatmaktadır. Morgan bunun için şu örneği verir. Beyazlar, zencilerin cahil olduklarına inanır ve bunu savunurlar. Bunu savunurken de zencilerin okullara gidip eğitim almalarını engellemeye çalışırlar ve burada bir kısır döngü başlar. Beyazların, zencilerin cahil oldukları konusundaki ön yargıları haklılık kazanmış olurken zencilerinde “beyazların zencilere düşmanlığı” konusundaki ön yargıları haklılık kazanmış olur. Halbuki bu durum gerçeği yansıtmamaktadır. Zenciler cahil değildir ve zencilerin eğitim almalarına engel olmayan diğer beyazlar da düşman değildir. Olaya yaklaşırken bu açılardan bakmak gerekir; ancak bu gergin ortamda maalesef her zaman sağduyulu yaklaşım sergilenememektedir.[3]
Öte yandan Beyazların yaptığı bu nevi hareketler ön yargıları ve buna bağlı olarak krizi derinleştirir, toplumda çatışmalar devam eder ve bu karışık ortamdan dolayı hiçbir grup amacına ulaşamaz. Bu noktada toplumda var olan grupların amaçlarını gerçekleştirebilmeleri, diğer grupların onlara sağlayacağı izne ve bunun sonucu oluşacak rahat bir ortama bağlıdır. Bu da bu grupların bir araya gelme çabalarının sonucuyla oluşacaktır. Eğer fertler gerçekten ön yargısız ve yalın, karşıdakini anlamaya çalışıyorsa ön yargılarından kurtulup bir buluşma sağlayacaklardır.
Psikologlar uzun yıllardan beri, ön yargılardan kurtulmanın, onları değiştirmenin tek yolunun gruplar arasında doğrudan temas sağlama olduğunu düşünmektedirler. Fakat gruplar arası temas konusunda yapılan çalışmalardan pek tutarlı sonuçlar çıkmamıştı. Mesela II. Dünya Savaşı’nda, zenci ve beyazların aynı savaş birliklerinde kaynaştırılması, ırksal ön yargıların değişmesi açısından uzun süre iyi sonuçlar veriyormuş gibi görünmüş, ancak zenci sayısının eskiye göre oldukça fazlalaştığı yıllarda, orduda ırksal kökenli birçok huzursuzluk ortaya çıkmıştı. Öte yandan karışık konut projelerinin sonuçlarını inceleyen bir araştırmada, ırksal ön yargılarda bir azalma olduğu saptanmıştı. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. ön yargıları azaltabilmek için ön yargı içerisindeki grupları bir araya getirmek yetmemektedir. Bunun için bir araya getirilen grupların, sıcak bir şekilde iletişiminin sağlanması da gerekecektir.[4] Bu şekilde doğru bir iletişim için de şu beş şeye dikkat etmek gerekmektedir.
Tanışıklık: Grupların ön yargılarının değişmesi için, öncelikli olarak birbirlerini iyi bir şekilde tanımaları gerekir.
Göreli Statüler: Aynı sosyal statü iletişimi kolaylaştıracaktır. Burada tersi iletişimi zorlaştırır anlamı çıkarılmamalıdır. Burada sadece iletişimin kolay olması ve devam etmesine dikkat çekilmektedir.
Sosyal Normlar: Toplumun taşıdığı ortak değerler, gruplar arasındaki iletişimi artıran önemli bir fonksiyon icra eder.
Ortak Özellikleri: Rekabete dayalı değil de, birlikte çalışma sonucu elde edilen başarılardan dolayı verilecek ödüller yaklaştırıcı bir etki yapar.
Kişilerin Özellikleri: Bir araya getirilen kişilerin, uyumlu, olumlu ve hepsinden önemlisi karşısındakini anlamaya gayret sarf eden bir yapıda olması, ön yargıları değiştirmede azami fayda sağlar.[5]
Aynı kültürel coğrafyayı soluyan, aynı ortak değerlere sahip, genel olarak birbirlerini tanıyan ve temelde çok zıt bir kişiliğe sahip olmayan insanların, ne kadar farklı fikirlere sahip olurlarsa olsunlar, buna inandıkları ve istedikleri takdirde, birbirlerine ısınmalarının birbirlerini sevmelerinin, yaşadıkları ortak coğrafya için ortak bir tarz geliştirmelerinin önünde herhangi bir engelin durması oldukça zordur. İşte sorun da buradadır. Yani sorun yine kendileridir. Her iki grup sorun olan duruma bir kez de olsa, karşısındakinin durduğu yerden, karşısındakinin bakış açısıyla bakmayıp, yine kendi ön yargılarıyla bakması, istenen buluşmayı geciktirmektedir.
Ortak Modernleşme Projeleri Üretilememesi
Osmanlı modernleşme çabaları da, modernleşme taraftarı gibi gözüken Batıcılar, modernleşmeye direniyor gibi gözüken muhafazakarların, ön yargılarından dolayı bir türlü bir araya gelip ortak bir proje üretememeleri nedeniyle, istenilen hıza ulaşamamıştı. Batıcı gibi gözüken, muhafazakar gibi gözüken tanımlamasından kastedilen, neyi savunup, neyi eleştirdiklerinden kendilerinin bile layıkıyla haberleri olmamalarıydı. Elbette birtakım görüşler öne sürüyorlar ve bu görüşlere göre Batıcı veya muhafazakarların arasında yer alıyorlardı; ancak muhaliflerinin ileri sürdükleri fikirler onlarda hiçbir etki bırakmıyor, bu da kendi yanlışlarını görmelerine mani oluyor, belki de karşıdakinin doğru söylediğini anlamakla birlikte, ön yargıların da verdiği mesafeyle, onlara körü körüne muhalif olabiliyorlardı.
Halbuki o sırada yanlışı savunan kendisi, doğrusunu savunan ise muhalif diye tanımladığı kişi olabilirdi. Bu bir varsayımdı; muhtemelen varsayım değil de böyle bir sonuçla karşılaşılmış olup, kişinin kendi yanlışlığına kendisi şahit olsa bu kez ya saldırgan bir üslup içerisine giriyor ya da yanlışında inat eder pozisyona düşüyor olabilecekti. Nitekim Osmanlı modernleşme çabalarında bu tür örneklere rastlamak mümkündür.
Konuyu, Osmanlı modernleşme çabalarındaki bazı örneklerle ele almak daha açıklayıcı olacaktır. Lale Devri yenileşme çabaları bu konu için güzel bir örnektir. Damat İbrahim Paşa Osmanlı devlet yapısını modernleştirmek için çok gayret sarf etmiş bir devlet adamıdır. Onun döneminde çok başarılı reformlar yapılmış ve modernleşme yolunda devlete bir yön verilmeye çalışılmıştı. Lâle Devri’nde yapılan bu reformların yanı sıra, aşırı lüks ve sefahatin de olması, toplumun lüks ve sefahatle birlikte bu reformlara da husumet beslemesine neden olmuştu. Reformların gerekliliğinden veya gereksizliğinden layıkıyla haberdar olmayan halk, kendisini kışkırtan kitlenin veya bu reformlardan menfaati bozulanların tahrikiyle reformlara muhalif oluyorlardı. Halkın reformlara muhalif olması için çok neden vardı; bir kere ekonomik sıkıntılar çekilirken aşırı lüks ve sefahatin artması, devletin modernleşmesiyle alakası olmayan ahlâki bozulmanın arttığına tanık olması, modernleşme taraftarları tarafından küçük görülüp alaya alınması, devletin modernleşmesi ile ilgili sağlıklı ve yeterli bilgisi olmayan ve bu aleyhte psikolojik ve iktisadi baskıların altından kalkamayan halk için, bu modernleşme denilen düzenlemelere karşı çıkılması kadar doğal bir şey yoktu. Halk modernleşme diye ahlaksızlığa tanık oluyor, ilerleme diye sürekli artan ağır vergilere muhatap oluyor, kendi ekonomik sıkıntısına rağmen modernleşme taraftarlarının ve devlet adamlarının zevk sefa ve eğlence alemleri içerisinde lüks bir hayat geçirdiğine şahit oluyordu. Şimdi bu halktan reformlarla; “ahlâki çöküntü lüks ve sefahat ayrı şeylerdir, bunları birbirine karıştırmamak gerekir” şeklinde bir sağduyulu davranış beklemek fazla iyi niyet olacaktır. Yine belki de bu aşırı lüks ve sefahat, ahlâki çöküntü kadar önemli başka bir hata da yapılmıştır: halk reformların önemi ve hayatiyeti konusunda bilgilendirilmeyerek, onların da reformları benimsemesine çalışılmamıştır.
Yönetici seçkinler bir yandan modernleşme faaliyetleri içerisinde bulunurken, bunlara itiraz eden muhafazakar kesimi ve halkı cehaletle suçluyor, bir yandan da halkın gözünden kaçmayan ve modernleşme hareketleriyle birlikte geldiğine inanılan ahlâki erozyonu belki fark etmiyorlar, belki de çok büyük olduğunu düşünmüyorlardı. Modernleşme tarafları olmakla, zımnen her türlü hakka sahip olduklarını düşünüyorlar, muhalefeti ilerlemenin nasıl olacağını göremeyen cahiller olarak görüyorlardı;[6] ancak olay sadece bu kadar değildi. Modernleşme çabaları salt terakkiye yönelik faaliyetler olarak görünmüyorlardı. Bir yandan reformlar devam ederken hem modernleşme faaliyetleri çerçevesinde ele alınamayacak, yenilik denen yanlışlar, haksızlıklar, adam kayırmalar, adaletsizlikler, zulümler oluyor hem de geleneksel kültüre ters gayri ahlâki yaşam tarzları cereyan ediyordu.[7]
Mardin Aktepe’den rivayetle, Patrona İsyanı’ndaki ekonomik ve siyasi faktörlerin eskiden beri mevcut olduğunu göstermekle beraber ilgi çekici noktanın, hareketin ideolojik yönünün daha çok ahlaki kavramları kapsadığını söylemektedir.[8]
Mustafa Nuri Paşa ise Patrona İsyanı’nda bardağı taşıran son damlanın yine ahlâki endişeden kaynaklandığına dikkat çeker:
“Özellikle helva sohbetleri ve lâle bahçelerindeki çıralar, ışıklar altında birtakım uygunsuz işlerin yapıldığı söyleniyor ve İbrahim Paşa’nın kendisinin Kağıthane’de kadınlara altın para saçıp başmaklarının (ayakkabılarının) içine düşürmekteki becerisi gözlerle görülmekte idi. O daha ileri giderek, İstanbul Kadısı Zûlali Hasan Efendi’nin pek güzel olan karısının, uydurma bir düzenle ırzına geçmesi, tam anlamı ile hazır olan fitne ve ayaklanma fitilinin alevlenmesine sebep oldu”.[9]
Bu atmosfer içinde halktan sağlıklı düşünmesi beklenemezdi. Hem hakikaten gerekli olan reformlar kendisine izah edilmemiş hem de reform diye fuhuş, içki alemleri türü gayri ahlâki hadiselerle karşılaşırken bir yandan kendisi ekonomik sıkıntılar içinde olduğu halde, ağır vergiler altında inliyor, öte yandan lüks, seyahat, zevk sefahat alemleri, yolsuzluk türü olumsuzluklar her gün karşılaştığı hadiseler halini alıyordu.[10] Halk en başta bu kadroya olan güvencini kaybetmiş ve modernleşmenin ne anlama geldiğini de bilmiyordu. Bu noktada halkın güvenini kazanmak ve her yeni reform için bilgilendirme faaliyetleri içine girmek gerekiyordu. Gücü elinde bulunduran ve buna güvenen devlet, reformları halka bilgilendirme yolu ile değil de zorla benimsetmek yolunu seçti. Fakat başarılı olamadı. Lale Devri’nde yapılan lüks, sefahatle birlikte başarılı reformların son bulmasını önleyemedi.
Modernleşme Hareketlerinin Halka İnememesi
Bu noktada Karl Deutsch, toplumsal seferberlik kavramını önemli bulur ve dikkatleri ona çeker: Toplumsal seferberlik deyimi modernleşme öncesi birbirine girift olan sosyal yapıların farklılaştıktan sonra yeni araçlarla toplanması ve bir bütün olarak harekete geçirilmesi anlamını taşır. Modernleşme ile ulaşım ve haberleşme düzeni de gelişir. Yeni yollar yapılır. Posta ve telgraf düzeni kurulur. Böylece insanlar haberleşme ortamına kavuşurlar, oysa modernleşmeden önce ülkenin bu şekilde bütünleşmesi söz konusu değildir. Muhtelif beceri şekillerinin birbirlerini tamamlamasıyla, insanların beraber çalışmayı öğrenmesiyle gerçekleşir.[11]
Batı’daki bu toplumsal seferberlik, modernleşme sürecindeki Osmanlı’da böyle gerçekleşmedi.[12] Bu devirde Batı tipi haberleşme, yani kitaplar, gazeteler, telgraflar, Osmanlı İmparatorluğu’nda çoğunlukla yönetici sınıfların hizmetinde idi. Zamanla haberler, daha az olmakla birlikte diğer sınıflara da ulaşmaya başladı. Fakat en köklü değişmeler üst sınıfların düşünce ve yaşayışlarında görüldü. Ne alt ne de üst sınıflar yeni bir iktisadi düzen içinde bütünleşemediler. Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi, Müslüman halkın toplumsal seferberliğini geliştirecek yönde değişmedi.[13]
Böyle bir süreç sonucu, modernleşme konusunda, halktan daha ileri, halkın onaylayamayacağı fikirler ileri süren üst tabaka, halka inemedi. Bu da doğaldır. Çünkü modernleşme sürecini üst tabaka tek başına tamamladı. Modernleşme evrelerini ve buna bağlı olarak bunun gerekliliğini bizzat sadece kendi gördü. Buna ilaveten zaman zaman kendi kültüründe sapmalar gösterdi. Üst tabakadaki Batıcıların modernleşme konusundaki makul fikirlerini bile zaman zaman anlamakta zorlanan halk, onların kendi kültürlerinden kopuk, ahlaki değerleriyle bağdaştıramadığı ve en önemlisi modernleşmeyle de alakasını kuramadığı fikirlerini kabul etmedi.[14] Tepeden inme güce dayalı, kendisine gerekçesi izah edilmemiş, kendisine sorulmadan icabında kendi özgürlüğünü kısıtlayıcı bu düzenlemeleri içine sindiremedi. Buna ilaveten modernleşme konusunda çekimser baktığı ön yargısıyla birlikte, bir toplumsal seferberlik sonucu olmaksızın, ne olduğunu bile öğrenemeden kendisinden, yıllardır yaşadığı tarzı değiştirmesini ve yerine hem bilmediği hem de gördüğü ve muhatap olduğu kadarıyla kendi ahlâki değerleriyle bağdaşmayan ve bir zorlamayla kabul ettirilmeye çalışılan düzenlemeler olduğunu hissetmesi ve çevresinde de böyle kanaatin uyandığını görmesi, bu yeniliklere muhalefet etmesi için yeterli nedenleri oluşturuyordu.[15] Aslında bu modernleşme böyle olmamalıydı.[16]
Modernleşme sonucu birtakım yeni kurallarla karşılaşacak olan halk da modernleşme sürecine katılmalıydı. Kendisinden uyulması, istedikleri değişiklikler önce topluma öğretilmeli, hatta bu eğitim zamana yayılacak bir periyotta olmalıydı.[17] Bu şekilde eğitim ve öğretimle birlikte ithal edilecek yeniliğin, neden ve sonuçları görülecek, uyan veya uymayan yanları böylece daha net görülecekti. Dolayısıyla toplumun kabullenemeyeceği düzenlemeler daha başında tespit edilmiş olacak, yerine alternatifleri düşünülebilecekti. Her türlü alternatife rağmen toplumun bünyesinin kabul etmediği yenilik de uygulamaya konmayacaktı. Fakat bu olmadı, halkı içine katan bir modernleşme süreci gerçekleşmedi. Toplumun yaşam tarzına müdahale eden adımlar atıldı. Toplumun kültürü çok fazla dikkate alınmadı.[18]
“Bize fena gözüken Avrupa’nın taklit edilmesi, Batı kurumlarının kopya olunması, Frenk zihniyetinin eleştirisiz kabulüne çalışılmasıdır. Yüzyıllarla biriken deneylerin bize öğrettiği gerçekler, sevdirdiği değerler neden yabana atılsın? İşte Tanzimatçıları suçlayanların ilk itirazı; Tanzimat yoktan var etmek istedi, varı yok etti!”
“Örnekler boldur: İşte sancısız büyüyen İngiltere, işte ihtilâline rağmen geçmişini unutmayan Fransa. Bu devletleri ve diğerlerini bugünkü büyümeye ulaştıran gelenek evriminin hakkını teslim etmek, unutulmuş olsa bile iade eylemek şartıyla meydana gelmiştir.”[19]
Bir yenileşme hareketi zayıf durumda olan Osmanlı için elbette önemli ve bu yenilik ithali de elbette modernleşmesini tamamlamış Batı’dan alınacaktı. Fakat böyle bir yenilik hareketinde Batı kültürünün öğelerinin alınması da gerekmiyordu. Alınacak yenilikten önce o yeniliğin, Osmanlı’ya uygun olup olmadığının araştırılması gerekiyordu.[20] Aslında kültür ithalini gerçekleştirenlerin tavırlarını biraz da Batı karşısında duyulan azgelişmişlik veya gelişmemişlik kompleksiyle açıklamak mümkündü. Çünkü o yapılanların yenileşmeyle modernleşmeyle herhangi bir alakaları yoktu.
“Medeniyeti mürüvveti giyinip kuşanmakla aramamalıdır. Terbiye ve medeniyet insanların şahıslarındadır. Yani insanı insan eden ruba değildir. Mesel-i meşhurları ispat eder ki bizde dahi buna mukabil “cins at çul altında da bellidir”, sözü dahi vardır”.[21]
II. Mahmud’un son aylarında bir Fransız gazetesinde çıkan haber çok dikkat çekicidir.
“İstanbul’dan haber verildiğine göre, Sultan II. Mahmud’un doğum günü olan bu ayın beşinde, debdebeli bir merasim yapıldı. Gündüzün hırka-i şerif tezahüratla tavaf edildi. Fransa, İngiltere, Rusya seferlerinin ve bütün kordiplomatiğin davetli olduğu ziyafetten sonra, Haremde padişah karılarının, kendilerini davet eden herkesle dans ettikleri harikulade bir bale verildi. Bu gerçekten Avrupai bir bayramdı.”[22]
Modernleşme çabalarıyla, bu yukarıda verilen örneği elbette aynı kefede değerlendirmek doğru olmayacaktır; ancak en sonunda kendisini tahrik edenlerin tahriklerine daha fazla dayanamayıp, Patrona, Kabakçı gibi isyanlarla başkaldıran ahaliye, o dönemin sosyo-ekonomik şartları da düşünüldüğünde, bunları izah etmek çok zor olacaktır. Bu izah başında olmalıydı ve gayri ahlaki toplumsal davranışlar olmamalıydı.
Bir isyan hareketini onaylamak mümkün değildir; ancak Patrona Halil İsyanı sırasında isyancılar, yağmanın olmaması için çok dikkatli davranmışlar, hatta bu konuda yandaşlarına talimatlar vermişlerdi. İsyanın ilk günü ve akşamı gelişigüzel bir iki ev yağma edilmiş ise de, bilahare Patrona Halil çoğunlukla şiddete mukabele ettiğinden, kimse yağmacılığa cesaret edememişti. Marguis de Villenue isyan günlerindeki sükûnetten “bu husus isyan günleri için hayretle karşılanacak bir vaziyet idi” diye bahsediyordu.[23] Yine I. Mahmud’un tahta çıktığında Patrona’yı huzuruna çağırıp talebini sorduğunda, Patrona’nın vezirler tarafından konan ve halka ağır gelen vergilerin kaldırılmasını istemesi, isyana halkın asıl sıkıntılarının neler olduğunun bir işareti olarak öne çıkıyordu.[24]
Öte yandan modernleşmenin sembolü olan matbaaya dokunulmazken, lüksün, israfın sembolü haline gelen Sadabat Köşkü baskılara dayanamayan Padişah tarafından yıktırılmıştır. İşte burada hoş olmayan bir tarzda verilmeye çalışılan bu halk mesajını iyi okumak lazımdı. Buradan anlaşılan halk ekonomik[25] sıkıntılara, ahlaki çöküntüye, yaşam tarzlarının gereksizce değiştirilerek Avrupaileştirilmesine karşı çıkıyordu. Modernleşmenin, teknolojinin sembolü haline gelmiş olan matbaaya dokunmamaları bunun bir işareti sayılabilirdi.
Bu noktada, bir başka konunun da açıklanması gerekmektedir. Modernleşme taraftarlarının gayri ahlaki taraflarının öne çıkarılması, modernleşme hareketlerinin gereksizliğini ispat etmeye çalışmak gibi bir amaç taşımamaktadır. Tam tersine modernleşme hareketlerinin daha sağlıklı bir seviyeye çekilmesi amaçlanmaktadır. Yani modernleşme taraftarlarının halkı hesaba katmaması onları, reformların gereğine inandırarak kazanmaya çalışmamaları, reform çabalarının teknolojik- bilimsel zeminlerden kayıp, kılık kıyafet, kadın erkek ilişkileri gibi Batı kültürünün ithali şekline dönüşmesi[26] veya bunların aşırı bir şekilde öne çıkmasının engellenememesi, reformistlerin lüks ve sefahat içinde olmaları, devlet adamlarının ve üst tabaka zevatın başarılı olamamakla[27] birlikte ahlaki çöküntü içinde olması, yolsuzluklarda bulunması, öte yandan halkın ağır vergiler altında ezilmeleri reform çalışmalarını elbette engelleyici bir sonuç doğuracaktı. Reformcularla, halkın bu şekilde ayrı taraflarda olmaları bunun sonucu olarak, karşılıklı ön yargılara sahip olmalarına yol açmıştı. Reformcular, muhafazakarların teknolojik, bilimsel, ekonomik açılardan tartışılmaz derecede öne çıkmış Avrupa’dan, yenilikler alınmasına karşı çıkmalarına bir türlü anlam veremiyor, bunu muhafazakarların Batı’yı tanıyamamalarına veya iflah olmaz bir antibatıcı fikirlere sahip su götürmez muhalif olmalarına ve Hıristiyan olduğundan dolayı Batı’ya karşı bir ön yargı taşımalarına bağlıyorlardı. Burada da bir yanılma vardı; muhafazakarlar modernleşmeye değil, modernleşmenin bu şekle gelmesine, itiraz ediyorlardı.[28] Patrona İsyanı sırasında o cahil denilen kitlenin matbaaya dokunmamaları bunun bir örneği olarak kabul edilebilirdi. Muhafazakarlar ise Batıcıların, Batı karşısında aşağılık kompleksi içinde olduklarını, kendi tarihlerinden utandıklarını, kendi kültürlerinden koptuklarını toplumu da bu şekilde peşinden sürüklemeye çalıştıklarını düşünüyorlardı. Bir diğer yanılmada buradaydı. Modernleşme sürecinde gayri ahlakilikler olabilir, ancak bunun devletin ihtiyacı olan matbaayla ilgilenmesi, eğitimde modernleşmeyi tamamlaması gibi önemli yeniliklerle karıştırılmaması gerekiyordu. Medreselerde ıslah faaliyetleri yapmak, gayri ahlaki bir davranış olmamakla birlikte bir dinsizlik de değildir. Aslında bunu dinsizlik diye tanımlayanlar önemsenecek boyutta değillerdi. İleride III. Selim Dönemi’ndeki reformlar bunlar için güzel bir örnek olacaktır.
Karşılıklı bu farklı fikri duruşlar, bu konumdayken grupların birbirlerini kimileri “gerici” kimileri “dinsiz” suçlamaları aralarındaki mesafenin açılmasına neden oluyor, birbirleri hakkındaki ön yargılarını pekiştiriyordu. İşte burada bir yanılma vardı. Aslında hiçbiri dinsiz ve gerici değillerdi.
Dinsiz diye suçlanan kendisini dinsiz diye tanımlamıyor, gerici diye suçlanan da kendisini gerici diye tanımlamıyordu. Birbirlerini bu şekilde suçlamalarına neden olan şey, bu fikirleri geliştirirken ve her iki grubun kendi fikirlerini tahlil ederken birbirleriyle diyalogda olmamalarıydı. Böylece diyaloga girilmediği için karşılıklı fikri alışverişler olmayacak, muhafazakarların ve Batıcıların o düşünceleri savunmalarının fikri temelleri anlaşılamayacaktı. Halbuki bir araya gelinse, sorun olan bir fikir masaya yatırılsa, birbirlerine o fikrin neden savunulduğu tartışılsa, her iki grubun onaylayacağı bir sonuca ulaşılabilecekti.[29] Çünkü ne Batıcılar dinlerinden kopmayı nede muhafazakarlar modernleşmeden vazgeçmeyi düşünüyorlardı. Fakat her şeye rağmen Batıcılardan dini ve kültürel değerleri bile hafife alanlar olabileceği gibi, muhafazakarlardan da her türlü yeniliğe karşı çıkanlar olabilecektir. Bu bir uç noktadır ve bunun çok fazla ehemmiyeti yoktur. Her toplumda her konuda uç fikirleri savunan uç noktalarda insanlar olabilir. Aslolan toplumun çoğunluğunun buluşturulmaya çalışılmasıdır.
Bu toplumsal buluşma, diyalog zemini bulunabilirse, daha kolay gerçekleşecek eğer diyalog zemini olmazsa, karşılıklı mücadeleler, çatışmalar sonucunda varılacak bir nokta olmadığı anlaşılacak ve sonuçta yine bir noktada buluşulacaktı. Bu toplumsal uzlaşının sağlanması da modernleşme ve muhafazakarlık teorilerinin öne çıkarılırken yaşam alanlarının sınırlandırılmamasına bağlıydı. Yaşam alanlarına karşılıklı müdahale endişeleri olmadığı sürece ortak bir zemin bulma imkanı her zaman bulunabilirdi. Yani her iki grubun karşılıklı olarak birbirleri hakkındaki sorularına yine samimi, yapıcı, karşısındakini anlamaya çalışıcı duygularla cevap vermeye çalışmaları sonucu ümit verici gelişmeler olabilir, hem muhafazakarlar hem de Batıcılar tatmin edici sonuçlara ulaşabilirdi.
Daha Katılımcı Bir Modernleşme Hareketi İhtiyacı
Toplumun her katmanını yapılacak bir modernleşme hareketine katmak, mümkün mü ve bu nasıl olur? Bu mümkündür ve yuvarlak bir cevapla, toplumun her kesiminin ön yargısız, içten, kendi fikrini kabul ettirmeye çalışan bir tarzda değil, gerçekten doğruyu aramak niyetiyle hareket etmesiyle gerçekleşecektir. Böyle amaçlarla yapılan reformlar toplumda bir dirençle karşılaşmayacaktır. Bu düşünce aşağıdaki örneklerle daha anlaşılır bir hale gelecektir.
Nizam-ı Cedit Dönemi’nde yapılan ıslahatlar buna güzel bir örnek olarak görülebilir. Bu dönemde idari, eğitsel, iktisadi, askeri ve diplomatik alanlarda birçok yeniliklere girişilmişti. Bu yenilikler, ordunun Akkâ önlerinde Fransız ordusunu yenecek güce gelmesi, eğitimde adam kayırmanın önüne geçilmesi devlet masraflarında tasarruf sağlanması, lüks ve israfın önlenmesi gibi başarılı sonuçlar vermişti.[30] Bu sonuçlar devlet düzenindeki bozulma eğilimini düzeltme trendine çevirebilecekken, o sırada yanlış bir adım bütün güzelliklere son vermeye yetmiştir. Atılan bu yanlış adım, modernleşme adına toplumun gerçekleri layıkıyla hesaba katılmadan yapılan bir düzenlemeydi. Bu yanlış, Nizam-ı Cedid’in kıyafetiyle ilgili bir düzenlemeydi. Mescidinden talimgahına, her türlü ihtiyacı düşünülerek fedakarlıklarla kurulan Nizam-ı Cedid’in kıyafetindeki tespit isabetli değildi. Bu, levent alayı askerlerine, Fransız ordusunda kullanılan mavi bere ve kırmızı ceket ve don ile bir üniforma yaptırıldı.[31] Nizam-ı Cedid askerlerine Fransız askeri üniformasına benzer bir üniforma giydirileceği sözü ayaklanmaya yol açmış ve böylece Nizam-ı Cedid Dönemi yeniliklerinin sona ermesine neden olmuştur. Nizam-ı Cedid ıslahatları, bardağı taşıran son damla olan üniformaya kurban gitmiştir.
Buna benzer bir başka örnek II. Mahmut ıslahatları için de verilebilir. Yaptığı idari, askeri, siyasi yeniliklerle Türkiye’nin Petro’su diye adlandırılan, II. Mahmut da Nizam-ı Cedit Dönemi talihsizliğine düşmüştür. II. Mahmut, 1826’da kurduğu yeni ordu için Avrupa stilinde ceket, pantolon ve fes şartı getirmiş ve ayrıca yapılan uyarılara rağmen bu fes giyme kuralını halka da yayarak bu mecburiyeti genişletmişti.[32] Bu tepeden inme kararlar doğal olarak toplumda sıkıntıya yol açıyordu. Mesela, bu fesi giymek başlı başına bir eziyetti. II. Mahmut’un zorla giyilmesini şart koştuğu feslerin püskülleri, bükülmemiş ipekten olduğu için rüzgardan, yağmurdan ve daha başka şeylerden telleri bozuluyordu. Bu sebeple her gün püsküllerin taranmasına ihtiyaç duyuluyordu. Hatta püskül taramak, şimdiki kundura boyacıları gibi sokaklarda, çarşı ve pazarlarda “püskülleri tarayalım” diye -ekser Yahudi çocukları- bir kısım halk için geçim kaynağı haline gelmişti. Püskülün bu hali yüzünden fese “püsküllü bela” tabiri yakıştırılmıştı.[33]
II. Mahmut’un askeri modernizasyonu, bakanlık sistemine geçmesi, memur rejiminde tevcihat usulünün kaldırılması ve memurlara maaş bağlanması gibi yenilikler hayati önemi haiz sorunlardır ve bu sorunların çözülmesi için -körü körüne muhalefetin dışında- bir muhalefet olmamıştır. Fakat fes, setre pantolon, yabancı askerinkine benzer üniforma devlet dairelerine resim asılması gibi buna benzer özden uzak yenilikleri anlamak güçtür. Osmanlı askerine üniforma giydirilecekse bunun illa da rengine varıncaya kadar Batılı askerlerinkine tıpatıp benzer üniforma olması gerekmemektedir. Nizam-ı Cedit Dönemi’nde de olduğu gibi tepki çekecek bir üniforma olmayabilirdi. Kaldı ki bu yenilik o dönemde de makul karşılanmamıştı.
Bir asker olan Mareşal Marmont; “askeri tesisleri ziyaretim, eski kıyafetle yeni kıyafet farkı üzerine bir yargı edinmede iyi bir vesile oldu. Yeni kıyafetin alınması ile eski Türk kıyafetinin bütün ağırbaşlılığı yok oldu. Eskiden giyilen o zarif sarıkların, bol çakşırların yerini şimdi biçimsiz uzun ceketler, pantolonlar, yakışıksız başlık (fes) aldı. Ancak ulema eski kıyafetini alıkoymak imtiyazını sürdürüyor, eski zamanlarda bu ırkı ayıran güzel ve görkemli görünüşü ancak ulema sürdürmektedir. Diğerleri, düşmüş uluslara özgü sefil ve aşağılık bir manzara gösteriyorlar” der. Marmont, askeri tesisleri gezisinde II. Mahmut’un eski biçim eğerler yerine, Avrupa usulü eğerleri alışına da çok hayıflanır; çünkü ona göre “Eski Osmanlı eğerleri onların büyüklüğünün bir simgesi idi, hem de çok dekoratiftiler”. Marmont’un çok beğendiği Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa da bir Fransız gazetesine verdiği bir demeçte, kıyafet konusunda şöyle bir eleştiride bulunmuştur: “Babıali sivilizasyonu ters taraftan alıyor. Bir milleti kalkındırmanın yolu ona apolet ve dar pantolon giydirmek değildir. Kıyafet, topal bir insanı dimdik bir insan yapmaz. Kıyafetten başlayacakları yerde önce halkın kafasını aydınlatmak gerekirdi. Bize bakın; biz her çeşit okul açtık. Gençlerimizi Avrupa’ya gönderiyoruz. Biz de Türk’üz, fakat biz bize yön verecek güçte olan uzmanların tavsiyelerini dinleriz”[34]
Slade, yine kıyafet konusunda II. Mahmut’u eleştirerek şunları söyler: “Sultan Mahmut hiçbir şeyde, Türk süvarisinin binicilik tarzını değiştirmektekinden daha büyük hata yapmadı. Türk süvarisini, atları üzerindeki mükemmel hakimiyetiyle, dünyanın en nizamsız atını en nizami at haline getirmek için küçük bir tertip gerektiren mükemmel oturuş yerleri vardı. Fakat Mahmut, bütün değişikliklerinde, maskeyi insan diye, kabuğu da meyve diye aldı. Avrupalı süvari uzun üzengili, düz eyerlere biniyordu; bu yüzden kendi süvarisinin de aynı olması gerektiğini zorunlu zannetti. Bu körü körüne şekil taklidi sadece faydasızdı”[35]
Kıyafet konusundaki bu görüşlerinden, ıslahatlarda kıyafete karşı çıkmak anlaşılmamalıdır. Burada bahsedilen konu, ıslahat yaparken, halkın benimseyip benimsemeyeceği iyice anlaşılmadan, getirilecek yeniliklerin bazen halka rağmen olması ve bir dayatmaya dönüşmesidir. Mesela, Nizam-ı Cedit Dönemi’nde, Nizam-ı Cedit askerine kırmızı don giydirilme kuralı getirilmesi, bir dayatmaydı ve tutmamıştı. Üstelik patlak veren isyanla değil üniforma, yapılan diğer faydalı yeniliklerin son bulmasına neden olmuştur. Nizam-ı Cedit Dönemi’nde matematik okulunun açılmasına, mühendishane açılmasına ve diğer yeniliklere hatta, bir anlamda “gavurca öğretilecek” diye endişe edilen tercüme okuluna da ciddi anlamda bir karşı çıkma olmamıştı. Çünkü halka matematik okulunun, mühendishanenin, hatta tercüme okulunun ne kadar önemli olduğu izah edilmiş, halk tarafından gereği anlaşılıp benimsenmiştir. Fakat askere rengine kadar Fransız üniforması giydirilmeye çalışılması bunu yaparken halkın tasvibini almadan zorla getirilmeye çalışılması isyanın patlak vermesine neden olmuştu. İsyan, sadece kırmızı dondan çıkmıştır denmemektedir. Burada, bardağı taşıran son damla “kırmızı don” denmektedir. Eğer “kırmızı don” olmasaydı, “belki de Kabakçı Mustafa İsyanı olmayacaktı” denebilir. Çünkü, III. Selim yeniliklerine muhalefet eden grup, halkı isyana teşvik edecek söylemi bulamayacaklardı. Üniforma yeniliğiyle, modernleşmeyle çok yakından alaka kuramayan, gereğine inandırılamayan ve somut bir faydasını göremeyen halkı, muhalefet, “sizi gâvura benzetecekler” söylemiyle isyana teşvik edebilecek müsait ortamı bulmuş ve bu fırsatı iyi bir şekilde değerlendirmişti.[36]
Bu isyanla da Nizam-ı Cedit Dönemi’nde yapılan bütün yenilikler bir kesintiye uğramak zorunda kalmıştı. Şimdi, her şeyi bitiren bu Fransız üniforması yerine, başka tip ve renkte üniforma bulunabilir veya illa da o tip ve renk olacaksa, bu da zaman içinde halka, varsa faydasıyla birlikte izah edilerek kabullendirilmeye çalışılır, halkın isyancı grupların kucağına düşürülmesinin önüne geçilebilir ve bu dönemde yapılan yeniliklerin bu şekilde korunması sağlanabilirdi. Benzer yenilik II. Mahmut’un püsküllü fes dayatmasıydı. Eğer II. Mahmut, kamuoyunu kazanıp yeniçerileri ortadan kaldırmasaydı, belki de kendisine gavur padişah dedirten, fes, devlet dairelerine resim astırmak, setre pantolon gibi direkt somut faydası olmayan yeniliklerle kendi sonunu hazırlayabilirdi.[37]
Yani kısaca, yenilik adı altında halka dayatma yapıldığı durumlarda halkın güçleri yettiği anlarda, isyanlarla karşılaşıldığı görülüyordu. Bunların, yani kıyafet de olsa, bir yeniliği kabul ettirmenin yolu, zorla değil, zamana yayarak, ikna yoluyla olmalıydı. Bu yol, halkı (Kabakçı Mustafa, Patrona Halil gibi) isyancı grupların zararlı propagandalarının eline düşürmemek ve halkın onların elinde bir piyon gibi kullanılmasının önüne geçebilmek için çok önemliydi. Böyle yapılmayıp muhalefetin söylemine dayanak oluşturacak dayatmalar, kanlı isyanlarla yönetime gelip, yağmalarına güzel uygun bir söylem ve meydan hazırlamıştı.[38]
Toplumların bünyesinde olacak değişimin gerçekleşmesi zaman alır. İnsanlar için de bu böyledir. Bir insanın yetişmesi için çocukluk devresi, ilk, orta, yüksek okul devreleri, iş hayatında, sosyal hayattaki acemilik devreleri gibi devrelerden geçerler ve ancak bu devrelerden sonra daha akıllı, pratik projeler üretmeye başlarlar. Toplumların hayatı içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Toplumlar da yine insanlar gibi kendilerini yetiştirici evreler geçirdikten sonra, gittikçe olgunlaşır ve bu süreç, başka nedenlerle aksatılmadığı sürece böylece devam eder. İnsanların ve toplumların gelişimi için bahsedilen bu süreç normal zamanlar için geçerlidir. Eğer bir değişim söz konusu ise bu süreç daha yavaş ve daha zor işler. Öyle de olmalıdır. Çünkü toplum, yıllardır kendisinde olanı bırakıp yerine yenisini almanın arefesindedir. Elindekini kendisine sunulanla değiştirmesi istenen toplum daha seçici, daha tutucu davranacaktır. Yeni olanla ilgili oluşmuş tüm sorulara cevap arayacaktır. Karar, bu soruların cevaplandırılmasından sonra gelecektir.
Bu, normal bir süreçtir. Yani toplumun yeniye alıştırıldığı süreçtir. Aksi olursa, yani toplumun bir eğitim-öğretim seferberliğinde olduğu gibi değil de, yönetenlerin ve ona yakın olanların yüksek beğenileriyle oluşmuş yenilik kararlarını, muhalefetin fikrini bile düşünmeden, güçlerine dayanarak uygulamaya konulduğu süreç olursa, bunun başarılı olma şansı oldukça zorlaşır. Burada, kafasındaki sorular cevaplandırılmamış, kendisinin de uymasını istedikleri yenilikler hakkında fikri alınmayarak bir anlamda adam yerine konmamış halen sahip olduğu kültürle zaman zaman alay edilmiş ve bu yenilik kararlarını, kendisine eziyet eden, ağır vergiler altında ezen, kendisi ekonomik sıkıntılar içinde çırpınırken, lüks ve sefahat içinde yüzen, kendi toplumunun değerlerinden kopmuş yöneticilerle karşı karşıya bırakılmış bir muhalefet vardır artık.
Sonuç
Osmanlı’daki modernleşme çabalarında da aynı şekilde bir yukarıdan aşağıya hareketlilik gözlemlenmektedir. Gücüne güvenen, Batı’yı da tartışmasız beğenen üst tabaka, devletin kurtuluşunu modernleşme hareketinde görüyor, bu uğurda çabalarken, muhalefetin tepkilerini anlamsız buluyor, hatta bu tepkilerin devletin aleyhine olduğunu düşünüyordu. Muhafazakarlar, Batıcıları kendi kültüründen tamamen kopmuş buluyor, Batıcılarda muhafazakarları iyice geçmişe bağlanmakla suçluyordu. Halbuki her ikisinin de haklı ve haksız olduğu yerler vardı. Fakat karşılıklı oluşmuş bu ön yargı içinde, her iki grup birbirlerini haklı oldukları yerleri göremediler. Devlet, muhalefete aldırmayarak, yenilikleri gücüyle uygulatmaya kalktı ve bu noktada da tepkiler başladı. Devletin modernleşme faaliyetlerini sistematik hale getirdiği Nizam-ı Cedit Dönemi’nden itibaren Mümtaz Turhan’ın deyimiyle mecburi kültür değişmeleri dönemine girildi.[39] Devlet muhafazakarlara kulak asmadan her yeniliği uygulamaya koymaya çalıştı ve yukarıda da uzunca açıklandığı gibi gereksiz yeniliklere muhafazakarların itirazıyla karşılaştı ve huzur gitti. Padişahından en küçük tebaasına kadar toplum bu ön yargılı tavırlardan kaynaklanan gereksiz Batıcı-muhafazakar çekişmelere sahne oldu.
Toplumu eğitmeden yenilikleri zorla getirmeye çalışan üst tabaka yüzyıl boyunca devam edecek olan karışık bir dönemi açtı. Kendisi de bir ittihatçı olan Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, yenilik adına çok iyi hesap edilmeden alınan düzenlemelerin toplumu nasıl ifsad ettiğine dikkati çeker “olaylar ve tecrübeler bütün bu ümitlerin hayalden ibaret olduğunu ispat etti. Siyaset oyunları pek tehlikeli oyunlardır…”
“Hasılı muhalefet öyle şekiller aldı ki en sonu siyasi hayatı henüz olgunlaşmamış ve toplumsallığı başlangıç halinde olan milli kitle birbirine can düşmanı iki kısma ayrılmıştır”.[40]
Bundan önce de karışıklık vardı; ancak hem bu kadar uzun değil hem de bütün toplumu rahatsız edici boyutta değildi. Nizam-ı Cedit Dönemi’nden yıkılışa kadar tahta çıkan 9 padişahtan 6’sı darbe sayılabilecek adımlarla tahtından indirildi, yüzyıl içinde 200’e yakın sadaret değişikliği oldu, eyaletlerdeki isyanlar, bağımsızlık hareketleri bir yana, merkez de taht değişikliğine, hatta padişahların bile ölümüne neden olan üç büyük isyan patlak verdi. Toplumdaki bu karışıklıklar her ne kadar konjonktürden kaynaklansa da, zorla getirilen bu modernleşme hareketlerinin payı büyüktü.[41] II. Meşrutiyet Dönemi önemli fikir ve siyaset adamlarından Hüseyin Kâzım Kadri’nin büyük ümitlerle fakat olgunlaşma süreci yaşamadan geçilen meşrutiyet rejimiyle ilgili sözleri, yeniliklerin içinin doldurularak ve o yeniliği uygulayacak ekibin yetiştirildikten sonra alınması açısından önemlidir.
“… Meşrutiyet’ten sonra milli emeller şiddetlendi, propagandacılar her tarafa yayıldılar. Gazeteler, yerli ve yabancı sermayeler, kiliseler, dinler, papazlar, metropolitler, patrikler sefaretler. bu uğurda çalıştılar. Biz Türkler hiçbir fikir ve mesleğe taraftar olamadık.
Yine Ahmet Muhtar Paşa, Mareşal von Der Goltz’a yazdığı mektupta ‘Osmanlı milletinin meşrutiyet ile idare olunacak kadar henüz olgunlaşmadığını onaylarım’. Şeklinde sözleriyle meşruti sürecin olgunlaşmadığını açıkça ifade ediyordu.”[42]
Eğitim faaliyeti şeklinde gelmeyen bu mecburi kültür değişmeleri, toplumda zaten çok fazla var olmayan huzur ve sükun ortamını iyice bozmuştur. Halbuki bu modernleşme hareketleri çok önemli adımlardı ve kesinlikle atılması gerekirdi. Üst tabakanın gücüne güvenerek dayatmaya dönüştürmesi, belki de daha kolaygerçekleşebilecek modernleşme çabalarını içinden çıkılmaz bir hale soktu. Cahil olduğu düşünülen, Batı’yı tanıyamadığına inanılan ve bu açıdan beğenilmeyen ve buna rağmen zorla yenileştirilmeye çalışılan toplumun isyanı, yenileşmeye değil bunun üslubuna ve yenileşme hareketlerini getirenlerin tavırlarıydı.
Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 631- 640
Dipnotlar :