Osmanlı İmparatorluğu, rakiplerine karşı girdiği uzun süreli savaşlar ve ülke içindeki isyanları bastırmak için düzenlediği seferler nedeniyle karşılaştığı olağanüstü masraflarını ve kronik bütçe açıklarını kısa sürede kapatabilmek için XVII. yüzyıldan itibaren orta ve kısa vadeli çeşitli mali tedbirleri uygulamaya koymuştur. Merkezi hazineye gelirleri içerisinde yer alan çeşitli mukataaların iltizama verilmesiyle başlayan süreç, malikane ve esham uygulamalarıyla giderek yaygınlaşıp, Osmanlı maliyesini ciddi bir iç borç yüküyle karşı karşıya bırakmıştır. 1854 yılında gerçekleştirdiği ilk dış borçlanmaya kadar, Osmanlı Devleti gereksinim duyduğu mali kaynakları büyük ölçüde 1775 yılında uygulamaya koyduğu esham sistemiyle karşılamıştır. 1775-1840 yıları arası esham uygulamasıyla ulaşılan iç borç stoku, devletin merkezi gelirlerinin yarısını aşıyordu.[1] Dış borçlanmaya, bir ölçüde esham dolayısıyla oluşan iç borç stokunu itfa etmek amacıyla gidilmiştir. Ancak, dış borç alındığı dönmelerde bile, esham uygulaması değişik yöntemlerle devam ettirilmiştir.[2] Uygulamayı ilk İstanbul Duhan Gümrüğü’nde başlatan Osmanlı maliye bürokratları, elde edilen başarı sonucunda, kısa sürede devletin en önemli merkezi gelirleri arasında yer alan mukataaları da uygulama kapsamına aldılar.[3] Esham uygulaması sayesinde, Osmanlı Devleti orta vadede Osmanlı- Rus savaşları nedeniyle girdiği ekonomik sıkıntıyı büyük ölçüde atlatmış, Küçük Kaynarca Anlaşması gereği ödemekle yükümlü olduğu 7,5 milyon kuruşluk tazminatı ödeyebilmiştir. Esham uygulaması, bazı özellikleri itibariyle iltizam ve malikane sistemlerine benzese de getirdiği yenilikler itibariyle modern bir iç borçlanma tekniğini temsil eder. 1774-1854 yılları arası devletin ana finansman kaynağı olarak kullanılmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin mali krizini çözeceğine daha da derinleştirmiş, devleti dış borçlanmaya zorlayacak bir mali külfet yaratmıştır.
1. Avrupa Devletlerinin Mali Bunalımı Aşma Politikaları
XVII ve XVIII. yüzyıllarda mali alanda yaşanan desentralizasyon ve kronik bütçe açıkları, sadece Osmanlı Devleti’nde değil, Fransa, Prusya, Polonya, Habsburg İspanyası ve Stuart İngilteresi gibi Avrupa devletlerinde de yaşanmıştır. Bu devletler de, karşılaştıkları mali bunalımları aşmak için, iltizam, görevlerin satışı ve beratla ayrıcalık tanınması gibi palyatif yöntemlere başvurmuşlardı. Böylece, savaş zamanlarında gelirleri hızla artıracak ve siyasi otoriteyi yeniden tesis edebileceklerdi. Çünkü dinamik modern devlet oluşumunda, savaş, sermaye ve mal akışı temel matriksi oluşturmaktadır. Bu nedenle, gerek Avrupa’da ve gerek Asya’da devletler bir yandan ayni gelirleri nakde çevirmeye çalışırken, diğer yandan da, gümrük, üretim ve tüketim faaliyetlerine yeni dolaylı vergiler koyarak, kaynaklarını artırma yoluna gittiler. Bunun yanında, mukataa satışları, rüşvet uygulamaları ve bankerlerden borç alma yöntemlerini uygulayarak, gelir ve giderleri arasında hızla büyüyen açıkları kapatmaya çalıştılar.[4]
Savaş finansmanı ve gelirlerin artırılması için, XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa’da çeşitli gelişmeler yaşandı. Bunlardan İngiliz çözümü, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’na göre bir hayli farklılık gösterir. İngiltere’nin XVIII. yüzyılda izlediği borçlanma siyaseti “mali devrim” olarak adlandırılmaktadır. Bu süreç, 1660’larda başlayıp, 1750’lerde tamamlanmıştır. Kamu kredisinin dönüşümüne neden olan bu “mali devrim” İngiliz maliyesinde önceden meydana gelen derin ve bir yeniden örgütlenmenin sonucudur. Daha önceleri Fransa ve Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi, olağanüstü dönemlerde giderlerin finansmanını vergi mültezimleri, beratlı bankerler ve sarraflar aracılığıyla sağlanıyordu. Devletin asalakları olan bu aracılardan kurtulmaya dayanan mali reform, gizli tarzda ve bir süreklilik içerisinde tamamlanmıştır. Bu adımlardan ilki, Hollanda’dan esinlenerek gümrüklerin ve tüketim vergisinin reji haline getirilmesidir. Bu adımı daha sonra Hazine Bakanlığı ile Hazine Meclisi’nin kurulması izlemiştir. Böylece bir nevi maliyenin millileşmesi sağlanmıştır. Ancak, bu amaca ulaşmak için İngiltere Bankası’nın denetimi gerekmekteydi. Bu süreçte parlamentonun yeni ödenek ve vergilerin onaylanmasındaki rolü de önemliydi.[5]
İngiltere’de tacirler 1688 devriminin getirdiği siyasi havayla, devletin bu türden isteklerini hem karşılayabilecek ve hem de sınırlayacak devlet-dışı yeni bir kurum oluşturdular. 1694 yılında oluşturulan bu kurum İngiltere Bankası’ydı. Banka, 1689 yılında Fransa’ya karşı girilen savaşın maliye üzerine getirdiği sıkıntıyı aşma çabalarından ortaya çıkmıştır. İngiltere, 1688-97 yılları arasında İrlanda, Hollanda ve Fransa’ya karşı girdiği Dokuz Yıl Savaşları’nda daha önce hiç karşılaşmadığı oranda askeri ve mali bir yükümlülük yaşamak zorunda kalmıştır. Savaş boyunca 90 bin üzerinde kara ve 40 binin üzerinde deniz piyadesinin iaşesi, donanımı, yeni gemi yapımı, müttefiklerin mali yönden desteklenmesi gibi nedenlerle, yıllık bazda yaklaşık 5.5 milyon pound tutarında bir mali külfetle karşı karşıya kalmıştı. Bu muazzam mali yükü karşılayabilmek için faytonlara, Londra’daki emlak, tuz, bira, şarap, tütün ve çay gibi bir düzine tüketim mallarına yeni vergiler getirildi.[6] Bu önlemler yanında hükümet, piyasadan, tüccar ve sarraflardan %6 faizle bir milyon pound borçlanmıştı. Hükümet borçlarının karşılığında, parlamentonun izniyle alacaklıların İngiltere Bankası’nı kurmasına izin vermişti. Banka, devlete uzun süre hizmet etmiş ve savaşların finansmanında düşük faizle kredi sağlamıştır. Banka ise, sermayesini piyasaya sattığı hisse senetleriyle sağlıyordu. İngiliz hükümeti, bu yeni sistem yanında geleneksel yöntemlerle de borçlanmaya devam ediyordu. Bunun nedeni, bir ölçüde devletten rant sağlayan sınıfların devlete bağlılığını sağlamaktı. Artık belirleyici olan düşük faizle uzun vadede borçlanma yavaş yavaş yerleşmişti. 1713 yılından itibaren devlet uzun vadeli dalgalı borçlarını sürekli konsolide borca dönüştürmüştü. Böylece kredi ve nakit olanaklarının tükenmesi önlenmiş oluyordu. İngiliz devleti, banka yanında özellikle Hollanda piyasasına sattığı değerli kağıtlarla da masrafların finansmanını düşük faizle karşılayabiliyordu. Bu tarihlerde Hollandalıların, Londra ve Amsterdam piyasalarındaki İngiliz fonlarının dörtte veya beşte birine sahip oldukları iddia ediliyordu.[7] İngiltere, Fransa ve İspanya’ya karşı girdiği savaşlar nedeniyle ihtiyaç duyduğu finansmanı, yeni ve modern bir teknik olan devlet tahvillerini piyasa sürerek, uzun vadeli ve düşük faizle borçlanarak çözmüş, kurulan bankalar aracılığıyla finansman açığının çözümünü kısa sürede ve ucuz bir şekilde sağlayabilmişti.
Fransa ise, bu tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu gibi geleneksel yöntemleri uygulayarak, borç finansmanının idaresini içselleştirmeye devam etti. Yani, finansmanı İngiltere’de olduğu gibi devlet dışı kurumlar aracılığıyla değil de, devleti finanse eden ve çıkarı devlete bağlı olmaktan geçen aracılardan ve gelirlerin idaresini bu aracılara vererek sağlamıştır. Fransa, İngiltere’nin yaptığı gibi maliyesini millileştirmeyi başaramamıştır.
Devlet, finansman açıklarını, sayıları 200-300’ü bulan ve devletin önemli gelir kaynaklarının idaresini elinde tutan mültezim, banker ve sarraflar aracılığıyla sağlıyordu. Bu mültezim grubu, krala nakit verdiği parayı, Krallık aristokrasisi ile oluşturdukları ortaklıklar sayesinde onlardan sağlıyordu.Colbert ile birlikte bunların oluşturduğu çeşitli kapitalist birlikler kurulmuş, verdikleri peşin krediler karşılığında, devlete ait tuz vergileri ve malikane gibi önemli mukataaların işletmelerini üstlenmeye başlamışlardı. Örneğin, tuz vergisi iltizamı toplam 40 kişinin denetimindeydi ve her biri yaklaşık olarak devlete 1.500.000 livre tutarında teminat yatırmıştı. Yapılan sözleşmeye göre, öngörülen rakam peşin ödeniyordu. Ancak fiili tutar ise üstlenilen çeşitli vergilerin yıllık tutarının sadece bir kısmını oluşturuyordu. İltizam sistemi yanında, özellikle Akdeniz’in önemli bir ticaret ve finansman merkezi haline gelen Marsilya piyasasından da borçlanma yoluna gidiliyordu. Bu uygulamalar, Fransa’nın 1776-83 yıllarında Amerika’da girdiği savaşlar nedeniyle, para birimi olan Livre’nin değer kaybetmesiyle mali koşulların ağırlaşmasına neden oldu. Bourbon Hanedanı’nın tahttan indirilmesiyle beraber, gelen yeni yönetim maliyede hızlı bir merkezileşme ve millileşmeyi sağlayıp, eski rejim politikası olan genel mukataa uygulamalarını ilga etmiştir. İngiltere örneğinde uygulamalara gidilmeye başlanmış ve nihayet bu amaçla Fransa Bankası ancak 1801 yılında kurulabilmiştir. Mali finansmanda modern tekniklerin uygulanmasına geçilebilmiştir.[8]
Modern anlamda Avrupa’da tahvil ihracı yoluyla gerçekleştirilen ilk borçlanma 1695 yılında Deutz Firması aracılığıyla yapılan bir buçuk milyon florinlik Avusturya borçlanmasıdır.[9] Avusturya, muhtemelen bu finansmanı, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Rusya ve Venedik’le beraber girdiği uzun süreli savaşın masraflarının finansmanında kullanmış ve yaşadığı mali sıkıntıyı tahvil ihracı gibi modern bir teknikle gidermiştir. Osmanlı Devleti’nin dış piyasalara belirli gelir kaynaklarını teminat göstererek tahvil ihracı yoluyla borçlanmayı ilk kez 18. yüzyılın sonlarında düşündüğü, ancak 1854 gibi bir hayli geç dönemde başardığı düşünülecek olursa, Avusturya’nın bu tarihlerde bir hayli önemli atılım yaptığı görülebilir. Yine bu uygulamayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli rakiplerinden biri olan Rusya’nın başarılı bir şekilde bir hayli erken hayata geçirdiği görülmektedir. 1787-93 Osmanlı- Rus Savaşı’nda II. Katerina’nın kreditörü Smeth Firması Hollanda piyasasından toplam değeri 57 milyon florin olan on dokuz Rus borçlanmasını örgütlemiştir. Bu sayede Rusya, Osmanlılar aleyhine Karadeniz’e kadar uzanan geniş toprakları işgal edebilmiştir.[10]
Osmanlı Devleti, XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan savaşlar nedeniyle her geçen gün artan finansman açığını, klasik mali sistem ve iktisadi zihniyeti içerisinde Fransa’nın uyguladığı geleneksel yöntemlere benzer şekilde aşmaya çalışmıştır. Ancak gerek Fransa ve gerek Avusturya ve Rusya gibi, dönemin önemli siyasal rakiplerinin uyguladığı modern finansman tekniklerini, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uygulamaya geçirebilmiştir. Bütçe açıklarını kapatmaya ve gelirleri artırmaya yönelik çözüm önerileri genellikle klasik mali uygulamaların, eski sistem anlayışına uygun ama biraz daha gelişmiş bir yöntemle ortaya konulmasından ibaretti. Genellikle, uzun süreli ve masraflı savaşların yaşandığı dönemlerde uygulamaya konuluyordu. Bunlardan ilki XVII. yüzyılın sonlarında uygulamaya konulan malikane sistemi diğeri ise XVIII. yüzyılın son çeyreğindeki bir çeşit iç borçlanma niteliğinde olan Esham Uygulamasıdır.
2. Osmanlı Devleti’nde Mali Bunalımı Aşmanın Klasik Politikalarından Birisi Olarak Malikane Sistemi ve Sınırları
XVIII. yüzyılın başlarında yaşanan savaşların maliyeye getirdiği yükü karşılamak ve vergi kaynaklarının verimliliğini artırmak amacıyla yürürlüğe konulan ilk çözüm, Malikane uygulamasıdır. 1695 yılında yayınlanan bir fermanla yürürlüğe konulan uygulama, bir anlamda iltizam ile tımar sisteminin bir bileşkesi olarak ortaya çıkmıştır. Mukataa adı verilen ve merkezi hazineye ait gelir kaynaklarının ömür boyu tasarruf yetkisiyle özel kişilere satılmasıdır. Satın alan kişi hazineye, satın aldığı mukataa karşılığı yüklü bir peşinat ödüyor ve ayrıca her yıl mal diye anılan bir meblağı vergi yükümlülüğü olarak hazineye ödüyordu. İlkeleri bakımından başlangıçta maliyenin sorunlarına çözüm olabilecek nitelikler taşıyordu. Uygulamadaki hedef, satışlardan elde edilecek gelirlerle bütçe açıklarını kapatmak ve süren savaşın masraflarını bir ölçüde karşılayabilmekti. Ayrıca bu yöntemle, mültezimlerin tahribatına bırakılan gelir kaynaklarının, tahribattan kurtarılması düşünüldüğü gibi, gelirlerinin de artırılması hedefleniyordu. Uygulama başlangıçta gördüğü talep sonucunda diğer mukataaları da içerecek şekilde yaygınlaştı.[11]
Başlangıçta satışa çıkarılan mukataalar, genellikle yıllık hasılatı düşük meblağlara ulaşan küçük mukataalardan oluşuyordu. Bu mukataaların getireceği kâr ve ödenecek peşinat düşük olduğundan, hazine bu yöntemle mümkün olduğu kadar geniş alıcı kitlesini malikane piyasasına çekmeğe çalışıyordu. Malikane satışları önce İstanbul’da başlamıştı ve belirli bir sürede satılamayanlar, içinde bulundukları eyaletlerin en kalabalık kentlerinde, merkezden görevlendirilen memurlar aracılığıyla satılıyordu. Satışlar, açık artırmayla mukataanın tespit edilen değeri üzerinden başlanıp, müzayedede en yüksek fiyatı veren kişiye yapılıyordu. Satışlar başlangıçta reaya sınıfına açıktı. 1714 yılında yayınlanan bir fermanla reayanın malikane sahibi olması yasaklandı.
Malikaneyi satın alan kişiye, malikane mutasarrıfı olarak sahip olduğu hak ve yetkileri tespit eden bir berat verilirdi. Verilen bu beratla devlet, malikaneye konu olan yer, yükümlülükler üzerinde her türlü mali hakla beraber, bir takım idari ve inzibati hakları da malikane sahibine devrediyordu. “mefruzu’l kalem ve maktu’ul-kıdem min külli’l-vücuh serbestiyet üzere hayatta oldukça tasarruf” olmak kaydıyla verilen malikaneye idari ve inzibati yetkileri bulunan kadılar dışında hiçbir devlet görevlisinin karışmasına izin verilmiyordu. Böylece, malikane sahipleri kendilerine satılan vergi kaynağını ve reayayı korumakla görevlendiriliyordu. Bu nedenle, başlangıçta reayaya açık olan malikane satışları 1714 yılında askeri sınıf üyeleri ve saltanat mensubu kadınlar dışındakilere yasaklanmıştı.[12]
Malikaneye geçiş amacına uygun sonuçlara, yani vergi kaynağının verimini artırıp, yatırım yapan ve üreticileri koruyan malikaneci tipine ulaşılamamıştır. Sistemin yürürlüğe girmesiyle beraber malikaneyi alan kişinin mukataanın başına giderek vergileri bizzat tahsil edeceği düşünülmüştü. Ancak hedeflenenin tam tersine, İstanbul’da oturan ve malikanesini iltizamla idare eden bir çeşit rantiyer sınıf haline geldi. Bu nedenle malikane sisteminde vergi kaynağının fiili idaresi iltizam sistemini ortadan kaldırmamış, aksine onunla birleşerek bir sembol halinde yaşamak üzere bütünleşmişti.
Malikane alıcılarının çoğu saray ve hükümet çevrelerine mensup, askeri sınıf temsilcilerinden oluşuyordu.[13] Aslında bu dönemde yaşanan merkez ile merkezkaç güçler arasındaki mücadele gözönüne alındığında, mali anlamda malikane sahibi olmak rical-i devlet için bir zaferdi ve bireysel servetlerinin temelini oluşturuyordu. Uygulamanın başlarında satışlar her sınıftan Müslüman tebaaya açık olduğundan, böylesine kârlı bir yatırıma talep büyüktü. Satışlar genellikle İstanbul ve önemli eyalet merkezlerinde gerçekleştirildiğinden, alıcıların büyük çoğunluğu İstanbul merkezli saray, ordu mensupları, ulema ve yönetici sınıf temsilcileri gibi, merkeze doğrudan bağlı ve yakın ilişki içerisinde olan görevlilerdi. Eyaletlerde gerçekleşen satışların ilk yıllarında ise, buralarda bulunan rical-i devletin egemenliği söz konusuydu, bunları diğer yöneticiler ve yeniçeriler izliyordu. Malikaneler bir kişi tarafından alınabildiği gibi birden fazla kişi tarafından ortak olarak alınabiliyordu. 1714 yılında getirilen düzenlemeyle ortaklıklara sınırlama getirildi, artık ortaklıklar en fazla iki kişiden oluşacaktı.[14] Ancak bu konuda getirilen sınırlamalar sonradan kaldırılmıştır.
Malikaneyi satın alıp genellikle İstanbul’da bulunan alıcılar, malikanelerini yönetmek üzere atadıkları mültezimleri istedikleri şartlarda seçiyor veya azlediyorlardı. Bu açıdan malikane sahiplerini devlet ile mültezimler arasında bir tür parazit sınıf olarak da görmek mümkündür.[15] Bu yönüyle Esham uygulamasına büyük benzerlik göstermektedir. İstanbul’da yapılan satışlar ile taşrada önemli merkezlerde gerçekleştirilen satışlarda malikane alan askeri sınıf üyeleri, yukarıda da vurguladığımız gibi mukataanın bulunduğu yere gitmeyip, ya İstanbul’dan bir kişi ya da mukataanın bulunduğu bölgelerdeki ayan gibi ileri gelenleri mültezim olarak atayıp, merkezkaç güçlerle merkezi devlet temsilcileri arasında bir iş birliğinin doğmasına neden oluyordu. Böylece eyaletlerde ve merkezde bulunan görevlilerin arpalık ve idari görevlerini mütesellimlik veya voyvodalık yoluyla idare eden eyalet güçlerine bu türden iş birliği veya malikanelerin satışı yoluyla devlet sektöründen kar etmeleri için malikane sistemi yeni bir fırsat yaratmıştı. Suriye gibi zengin mukataaların bulunduğu bölgelerden yapılan malikane satışları bu tür ortaklıkların örnekleriyle doludur.[16]
Malikaneyi serbestiyet üzere alanlar, ellerindeki mukataayı serbestçe satma hakkına sahipti. Bu usul, sahibi öldüğü zaman tekrar devlete dönüp yeniden satılması gereken mukataanın devlete dönüşünü engellediği gibi, çeşitli yolsuzluklara da neden oluyordu. Bu nedenle 1705 yılından itibaren satış yapanların Defterdar huzurunda ispat-ı vücut etmeleri zorunluluğu getirildi. Mukataa satışından sonra yeni sahibi 40 gün içerisinde ölürse, satış dikkate alınmayıp mukataa devlete dönecekti. 1735 tarihinden itibaren de bu türden satışlara resm-i kasrıyed adıyla alım satım vergisi getirildi. Bu uygulamayla, kişiler arası satış işlemlerinde mukataanın defterde kayıtlı muaccelesinin %10’u vergi olarak alınacaktı.[17]
Malikane alıcılarına gelince, yukarıda çeşitli örneklerle vurguladığımız gibi alıcıların büyük çoğunluğu, İstanbul veya eyalet merkezlerinde bulunan askeri sınıfın üst tabakaların temsilcileri oluşturuyordu. XVIII. yüzyılda hızla yaşanan malikaneleşme süreci arttığın ve unvanların yeniden dağıtımını sağladı. Sistemin sağladığı kâr merkezle taşra arasında adaletsiz dağıtıldı. Mutasarrıfların çoğunluğunu vezirler, üst düzey bürokratlar, ulema ve hanedan mensubu gibi merkezi devlet üyeleri oluşturuyordu. Malikane satışlarının zaman içerisinde ya satışlar ya da mukataanın malikane sahibinden iltizamen alınması yoluyla ayanlara açılması, bu dönemde yaşanan merkez kaç eğilimini hızlandırdı. Bu işleyiş ayanların ayrıcalıklarını genişletirken, siyasi hiyerarşide yer almalarını da sağlıyordu. Bu gelişme devlet sektörü önemli bir yatırım aracı olduğu sürece onların rejime bağlılığını ve merkezin otoritesini de artırıyordu.[18]
Malikane satışlarının başladığı ilk yıllarda merkezi devlet üyeleri, Balkanlar’da gerçekleşen satışların %36’sını, Halep’tekilerin %17 ve Anadolu’da satılan mukataaların %5’ini elinde tutuyordu. Merkezi devlet üyelerinin büyük bir çoğunluğu bu sistemin getirdiği avantajlardan bir hayli yararlandılar. Malikane satışlarından hem kendilerine hem de çevresindekilere hisseler sağlayarak, kendilerinin ve yakınlarının geleceğini garantiye alıyorlardı. 1767 yılında hisselerin alım ve satımı sistemin bir parçası olarak kabul edildi. 1735 yılında yapılan işleme benzer şekilde satışların mahkeme huzurunda gerçekleşmesi zorunluluğu getirilerek, transfer işlemleri kolaylaştırıldı. Yönetici elitin bu dönemde emlak, vakıf, ticaret ve borç verme gibi ticari işlemlerden çok malikaneyi tercih ettikleri görülmektedir. İdari olarak, malikanenin etkin ortağı, işletmenin bulunduğu yerde, sessiz ortak ise İstanbul veya diğer bölgelerde askeri veya idari bir görev yürütüyordu. Malikane satışları gayrimüslimlere yasak olduğundan, ortaklıklar Müslüman elitin elindeydi. Gayrimüslimler ise, banker, simsar veya muhasip olarak ortaklıklarda yer alıyorlardı. Merkezi devlet üyesi seçkinler genellikle, tütün ve kahve gibi önemli ticari mukataalarda hisse sahibiydiler.[19]
Malikane alıcılarından İstanbul’da oturanların düşük olduğu tahmin edilen oranları, 1734’de %65.2’den 1789’da %86.8’e çıkmıştır.[20] Her yıl 150 ile 300 mukataa satışa sunuluyordu. Bunların çoğunu İstanbul’da oturan askeri sınıf temsilcilerinden oluşan, sayıları 1000-2000 arasında değişen ayrıcalıklı bir rantiyer sınıf satın alıyordu. 1789 tarihi itibariyle malikane satışından elde edilen muaccele geliri hazine gelirinin %10’unu oluşturuyordu.[21] Malikane uygulamasında yaşanan bu genişleme süreci, XVIII. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin büyümesine paralel olarak, maliyecilerin sınırlama isteğine rağmen, diğer kaynakları da içerecek şekilde genişledi. 18. yüzyıl boyunca sayıları eyaletlerde yerleşik 5-10 bin kişiyle, İstanbul’da yerleşik 1000-2000 kişi arasında değişen kişiler mukataaların ve devlet gelirinin önemli bir kısmını kontrol altında tutuyordu.[22] XVIII. yy.’da Osmanlı bütçesi %50 oranında büyürken, mali gelirlerin malikaneleşmesi on kat arttı. 1703’te muaccele oranı bir milyon kuruştan, 1768’te 9.8 milyona çıktı. İltizam veya malikane gelirleri, toplam gelirlerin %30 ile %50’sini buluyordu. Bunların elde ettikleri kâr oranı ise %35 ile %40 düzeyinde gerçekleşiyordu. Faiz oranının %20 düzeyinde olduğu göz önüne alınırsa bir hayli yüksekti. Kâr marjı yüksek malikane hisselerinin satışları spekülasyona neden oluyordu.[23] Malikanenin yaygınlaşmasındaki muazzam gelir artışını bunların bağlı olduğu kalem kayıtlarda da görülmektedir. 1774 yılında Esham uygulamasının hemen arifesinde baş muhasebe bürosuna bağlı mukataa sayısı 220’den 680’e çıkmış, %209’luk bir artış gerçekleşmiştir.[24]
Malikane sistemine, uygulamaya konulduktan 22 yıl sonra yani 1717 yılında son verilmek istenmiştir. Bunun nedenleri, başlangıçta ön görüldüğü gibi sistemin mültezimlerin vergi kaynaklarını tahrip etmelerinin önüne geçilmesi ve reayanın korunması gibi hedeflere ulaşılamaması; bu süre zarfında malikanelerden alınan yıllık verginin sabit kalması; mahlulattan beklenen yeni satışların umulan oranda gerçekleşememesi gibi mali nedenlerdir. Bunu 1695-1703 yılları arasındaki bütçe gelirleri içerisindeki muaccele oranlarında da görmek mümkündür. Bu dönemdeki muaccele gelirleri bütçe gelirlerinin %1.5’ine yakındı ki bu da bir hayli düşük bir orandır. Daha sonraki dönemlerde bu oranda bir artış yaşanmıştır, ancak bu artışa malikanelerden alınan “Cebelü Bedeli”nin de önemli bir katkısı olmuştur. 1787-92 arası savaş yıllarında, yukarıda sıralanan nedenlerden dolayı malikane sisteminin maliye üzerindeki olumsuz yönü iyice görülerek, sisteme son verme veya tadil etme yönünde bir eğilim ortaya çıkmıştır. Nitekim bu amaçla 1717 yılındaki malikane sistemine son verme çabasından itibaren, belirli dönemlerde malikane sistemine son verilmek istenmiş ve lağvedilen malikaneler bir süre iltizam veya emanet yoluyla işletilerek gerçek gelirlerinin tespit edilmesinden sonra, yeniden malikane olarak satışı yoluna gidilmiştir.[25] III. Selim dönemine gelindiğinde, Esham uygulamasıyla beraber giderek işlevini kaybeden ya da esham sistemi içerisinde yeni bir nitelik kazanan malikane sistemini kaldırmaya yönelik girişimler tekrar gündeme gelmiştir. 1793 yılında İ.C.H.’nin kurulmasıyla beraber, hem savaşların finansmanını karşılamak, hem de girişilen askeri ve idari reformları finanse etmek amacıyla, gelirleri 5.000 kuruşun üzerinde bulunan malikanelere el konularak, malikane sistemi yavaş yavaş ortadan kaldırıldı.[26]
Merkezi devlet, gerek XVII. yüzyıldan itibaren uzun süren ve yenilgilerle sonuçlanan savaşların getirdiği mali külfet sonucunda, gerek ekonomik alanda yaşanan hızlı parasallaşmaya paralel olarak büyük ölçüde iltizam sistemiyle işletilen mali kaynakların merkezden yapılan “arpalık” uygulaması kapsamına alınması sonucunda, taşrada bulunan yerel ayanlarla paylaşmak zorunda kaldığı idari ve mali alandaki otoritesini, yine benzer nedenlerle uygulamaya koyduğu yeni bir sistem olan malikane uygulamasıyla yeniden kazanmayı ve kaynakların dağıtımını kendi kadroları lehine düzenlemeyi amaçlamıştı. Ancak XVIII. yüzyılda bu yolla kaynakların aşırı derecede merkezileşmesi, yukarıda sıralanan nedenler dolayısıyla iktidarın desentralizasyonunu beraberinde getirmiştir.[27]
Osmanlı Devleti, 1768 yılında Rusya’ya karşı girdiği savaşta masraflarının finansmanı için gerekli parayı, büyük ölçüde merkezkaç güçlerin denetimine geçmiş olan vergi sisteminden, İstanbul’da bulunan banker veya diğer kreditörlerden toplayamadığından, malikane uygulamasının yaygınlaştırılması ve olağanüstü vergilerin artırılması yoluyla sağlamaya çalışmıştır.[28] Bu dönemde, Başmuhasebe kalemi gelirlerinde malikane satışlarından elde edilen gelirlerin oranı, başlangıç yıllarındaki düzeyi olan %5.5’den %39.3’e çıkmıştır. Bunun yanında, başlangıçta iki kişiyle sınırlandırılan ortaklık limit sayısı kaldırılırken, hisse oranları 1/15’e kadar düşürülerek satış oranı artırılmaya çalışılmıştır.[29] Bu uygulamalar, İstanbul ve taşrada oturan fakat bu pazara giremeyen alt tabakaların malikane pazarına girişini sağlamıştır. Merkezi otorite, bu tür politikalarla her ne kadar taşrada bulunan siyasi otoritesini ve ekonomik kaynakları yerel güçlerle paylaşmak zorunda kalsa ve desentralizasyona neden olsa da mali egemenliğin ve ekonomik fazlanın dağıtım odağı olmuştur. Malikane mukataaları üzerinde kurulan ortaklıklar, kârlı oldukları sürece merkezin mali egemenliğine meydan okumamıştır.[30] III. Selim döneminde malikane uygulamasının getirdiği uzun süreli ayrıcalıkların merkezkaç güçleri yoğun bir şekilde desteklediği ve her geçen gün onların egemenliğini yeniden ürettiği tespit edildiğinden, malikane uygulamasına son verilmeye çalışılırken, devlet otoritesi ve gücünün yeniden tesisi için bu kaynakları, fiili ortağı veya bizzat sahibi olarak elinde bulunduran yerel güçler de hedef olarak seçildi. Merkezi otorite, yerel güçlerin mali ayrıcalıklarını kırmak için saray görevlilerine, önemli eyalet gelir ve görevlerini tevcih etmeye başladı. Ancak bu yönde sarf edilen bütün çabalara rağmen, bu sınıflarla uzlaşma olmaksızın hedeflenen reformların gerçekleştirilemeyeceği görüldüğünden, merkez bazı geri adımlar atmak zorunda kalmıştır. Bunun nedeni, bu dönemde yaşanan çeşitli iç isyanların, merkezi devlet seçkinleri içerisinde yer alan grupların iktidarlarını koruyabilmek için yerel güçlerle yeniden ittifak oluşturmalarına olanak sağlayacak siyasi ve ekonomik koşulları yaratmasıdır. Bu ittifak, 1808 yılında ayanları, hanedanı ve merkezi seçkinleri korumaya, karşılığında da merkezi, ayanların mali ve siyasi haklarını kabule zorladı. Bu zorunlu ittifak ve yerel güçlerin egemenliği ancak 1812 tarihinden itibaren II. Mahmut’un çabaları ve yeni koşulların sağladığı olanaklarla kırılabilmiştir.[31]
Sonuç olarak, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya’yla girilen savaşlar ve bunların neden olduğu mali bunalımı aşma yolunda XVIII. yüzyılda başvurulan önlemlerin en önemli araçlarından biri olan malikane sistemi, yüzyılın başlarında kendisini yaratan ekonomik ve siyasi koşulların getirdiği ve belirli bir dönem arzulanan politikaların uygulamasına hizmet eden misyonunu tamamlayarak, Esham uygulamasıyla fiilen son bulmuştur. Malikane sistemi, yaşanan mali bunalımı aşma ve aynı zamanda mali kaynaklar üzerinde merkezin ya da merkezi hükümet üyelerinin ekonomik fazlanın kendi lehlerine yeniden dağıtımı sürecinde beklenen başarıyı kısmen göstermesine rağmen, umulanı sağlayamadığı gibi, tersi sonuçlara da neden olmuş; yerel güçlerin daha da güçlenmesini sağlamıştır. Bununla beraber, malikane sistemi bu güçlerin merkezi otoriteye bağlılıklarını uzun süre sağlayarak klasik Osmanlı mali sisteminin yeniden üretimine katkıda bulunmuştur. Bunun yanında ekonomik fazlanın merkezi hükümet seçkinleri lehine yeniden dağıtımında başarılı sonuçlar vermiştir. Malikanenin sadece askeri sınıfa satılmasına izin verilmesi: merkezin bu kaynaklar üzerinde denetimini artırmış, askeri sınıfın önemli ölçüde yatırım yapmasına neden olmuştur. Ancak iltizam sisteminde yaşanan ve sistemin desantralize olmasına neden olan benzer koşullar malikane sisteminde de etkili olmuş, malikaneyi satın alan merkezi devlet seçkinleri, vergi kaynaklarının bulunduğu yerlere gitmek yerine İstanbul’da oturmayı tercih ederek, bu kaynakları, aynen iltizam sisteminde olduğu gibi mukataanın bulunduğu bölgelerdeki yerel seçkinler aracılığıyla idare etmeyi, dolayısıyla hem otoriteyi hem de ekonomik kaynağı paylaşmayı tercih etmişlerdi. Bu da sistemi desantralize eden kaynakların yeniden üretilmesi için gereken zemini hazırlamıştır. Bu kısır döngü, Esham uygulamasına kadar devam ederken aynı zamanda Esham uygulamasına da kaynaklık etmiştir.
3. Osmanlı Devleti’nde Mali Bunalımı Aşma Yolunda Modern Bir İç Borçlanma Tekniğine Geçiş:
Esham Uygulamasının Ortaya Çıkışı ve Genel Özellikleri
Esham, Arapça pay anlamına gelen “sehim” kelimesinin çoğuludur. Osmanlı hukukunda miras ve vakıflarla ilgili metinlerde bu anlamda kullanılır. Bir mali terim olarak ise ilk kez, 1775 yılında I. Abdülhamit döneminde uygulamaya konularak 1840 yılında kağıt paranın kullanıma girmesine kadar devam eden belirli bir iç borçlanma sistemini ifade eder.[32] Esham uygulaması, yukarıdaki bölümlerde de vurgulandığı gibi, malikane sisteminin sınırlarına ulaşması ve bu yolla yeni kaynak yaratmanın mümkün olamaması, mevcut gelirlerin giderleri finanse edemeyeceğinin anlaşılması üzerine, 1775 yılından itibaren uygulamaya konuldu. Temelde bir iç borçlanma olup, mahiyeti itibariyle Osmanlı maliyesi için yeni ve orijinal bir uygulamayı ifade eder. Tıpkı malikane sisteminde olduğu gibi, esham uygulaması da bir savaş döneminde uygulamaya girer. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1768’de Rusya’ya karşı giriştiği savaşın sonunda 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması’yla, Rusya’ya karşı ödenmesi kabul edilen yüklü tazminatın getirdiği sıkıntılı bir dönemde uygulamaya konuldu. Rusya’ya ödenecek tazminat 15.000 keseydi (7.5 milyon kuruş) ve üç yıl içerisinde eşit taksitlerle ödenecekti. Bu oran da o yıllardaki Osmanlı bütçesinin yarısına karşılık gelmekteydi. Gelirler giderleri karşılayacak düzeyde olmadığı gibi, yılda fazladan 2.5 milyon kuruşu tazminat taksiti olarak bulmak zorundaydı.[33] Bu ağır mali koşullar içerisinde, malikane ile iltizam sisteminin bir bileşkesi olarak ve maliye açısından bir dizi yenilikler içeren esham sistemi bir ölçüde de tazminatın getirdiği yükü karşılamak için düşünülerek uygulamaya konulan bir iç borçlanma sistemi ve klasik mali sistemi aşan yeni bir mali politikadır.
Bununla beraber, Osmanlı İmparatorluğu klasik mali sistemini aşan, modern devlete özgü yeni mali politikaların başlangıcını oluşturan ve genellikle savaşların finansmanını, kar ortaklığı veya devlet tahvili satarak aşmayı hedefleyen modern tarzda iç borçlanma sistemine çağdaşlarına nazaran bir hayli geç denilebilecek bir tarihte başlamıştır. Daha önceki bölümde vurguladığımız gibi, Avusturya ve Rusya gibi dönemin önemli rakip devletleri Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürüttükleri savaşları, büyük ölçüde Hollanda ve İtalya gibi finans sektörlerinin geliştiği ülkelerdeki finans piyasalarına borçlanarak yürütmüşlerdi. Bu tür uygulamaların dönemin Osmanlı devlet adamlarını da etkiledikleri görülmektedir. Hatta, esham sisteminin başlatılmasında, Avusturya devletinin yaptığı benzer uygulamaların da etkili olduğu tahmin edilmektedir. Dönemin önemli simalarından olan ve o yıllarda Avusturya’da elçilik yapan Ebu Bekir Ratib Efendi’nin, Avusturya’daki iç borçlanma sistemini incelediği ve Osmanlı devlet adamlarını bu konularda bilgilendirip etkilemiş olması da muhtemeldir.[34] Her ne kadar böyle bir etkilenme mümkün olsa bile, Esham sisteminin, Osmanlı klasik mali sisteminde uygulanan iltizam ve malikane sisteminin bir ürünü olduğu da unutulmamalıdır. Malikane sisteminde olduğu gibi, esham sistemi de büyük ölçüde, dönemin koşulları çerçevesinde her iki sistemin bir bileşeni olarak, Osmanlı mali koşullarının özgün bir ürünüdür. Osmanlı maliyecileri arasında bu sistem büyük ölçüde, dönemin defterdarlarından Peyki Hasan Efendi’nin bir icadıdır. Uygulamanın başladığı yıllarda defter emini olan Hasan Efendi, baş defterdar olduğu 1777 tarihinden itibaren esham sisteminin yaygınlaşması için büyük çaba sarf etmiş, maliyenin duyduğu acil para ihtiyacını esham sistemine yeni mukataalar katarak karşılamaya çalışmıştır. Üç kez baş defterdarlık yapan Hasan Efendi, görev yaptığı dönemlerde sık sık esham satışlarına girişmiş ve sistemi diğer mukataaları da içerecek şekilde genişletmiştir. Daha sonraları, hatta Hasan Efendi’nin üçüncü defterdarlığı döneminde mahlulata el konularak eshamın yavaş yavaş ortadan kaldırılması planlanmış olmasına rağmen, uygulama giderek yaygınlaşmıştır. Bu uygulamanın olumlu yanları yanında olumsuz yanları da dönemin vakanüvislerince dile getirilmekte ve Hasan Efendi’nin esham uygulamaları anlatılmaktadır.[35]
Uygulama 1775 yılında ilk kez İstanbul Duhan Gümrüğü’nde uygulamaya konulmuş olmakla beraber, çeşitli kaynaklarda uygulamanın başlangıç tarihi ve esham alıcıları konusunda değişik bilgiler yer almaktadır. Bu kaynaklarda sistemin III. Mustafa’nın saltanatının son döneminde ve İstanbul Gümrüğü’nde uygulamaya konulduğu, devletin ileri gelenleri ve nüfuzlu kişiler katında değerli ve yararlı sayılmayıp, çoğu kez bunları yaşlı kadınlar ve halkın fakir kesiminin aldığı belirtilmektedir.[36] Ancak arşivde yaptığımız incelemeler, uygulamanın ilk kez İstanbul Duhan Gümrüğü’nde 1775 yılında başladığını, sonra diğer mukataaları da bünyesine katarak genişlediğini, esham alıcılarının büyük çoğunluğunun askeri sınıf temsilcileri olduğunu göstermektedir.[37] Aynen malikane sisteminde olduğu gibi, uygulamanın başlangıcında esham hisselerinin büyük çoğunluğunun yüksek kademedeki devlet görevlilerinin elinde olduğu görülmektedir. Zaten bu uygulamanın başlamasıyla, artan mali bunalımı bir ölçüde hafifletmek ve mali alanda yaşanan desantralizasyona son vermek hedefleniyordu. Böylece iltizam ve malikane gibi uygulamalarla merkezkaç güçlerin denetimine giren mali kaynakların, bu sistem sayesinde merkez ve merkezi hükümet üyeleri lehine yeniden dağıtımının düzenlenmesi sağlanacaktı.
Esham sisteminin genel özeliklerine gelince; sistem genel özellikleri bakımından malikane ve iltizam sisteminin bir bileşkesini oluşturur. Esham sisteminde, malikane uygulamasından farklı olarak bir mukataanın yıllık hasılatının tümü yerine, yalnızca yıllık kârının belirli paylar halinde “ber veche malikâne” satışı söz konusudur. Kısaca bir örnekle açıklamak gerekirse; bir mukataa, yıllık kârı (faizi), işletme giderleri ve mutat bazı ödemeleri düşüldükten sonra, kar durumuna göre belirli sayıda hisselere bölünerek satılıyordu. Belirli oranlara bölünerek satışa sunulan paylar, yıllık faiz oranın beş ile altı katı tutarına eşit bir peşinatla (muaccelle) alıcıya satılıyordu. Ödediği peşinat karşılığında kaydı hayat şartıyla bu mukataanın payını satın alan kişi, ömür boyu payına karşılık gelen ve faiz olarak adlandırılan bedeli mukataanın işletmecisinden tahsil ediyordu.[38]
Esham sistemini, ilk uygulandığı İstanbul Duhan Gümrüğü Mukataası örneğinde somutlaştırmak, sistemin genel özelliklerini ve işleyişini göstermesi bakımından yararlı olacaktır. Çünkü, sonraki uygulamaların hepsinde eshama ilişkin yapılan bütün işlemler, mukataanın (İstanbul Duhan Gümrüğü Şurutu) koşulları esas alınarak gerçekleştirilmiştir. İstanbul Duhan Gümrüğü, Esham uygulamasından önce malikane statüsüne son verilerek bir süre darphane tarafından bir emin vasıtasıyla işletilmişti. Böylece mukataanın gerçek geliri tespit edilmiş ve bu tespit edilen değer üzerinden esham olarak satışa sunulmuştu. Buna göre, gümrüğün yıllık işletme giderleri ve her yıl çeşitli yerlere ödemesi gereken mal-ı mirisi 159.028,5 kuruş, yıllık net kârı ise 400 bin kuruştu.
Mukataanın yıllık net kârı, 2500 kuruşluk birim değerden 160 paya bölünerek, beş yıllık ihraç haddi üzerinden 12500 kuruş muaccele bedeli ile satışa sunuldu. Ancak satış işlemi sırasında bir ile 1/16 oranları arasında değişen değerlerde paylar alınabiliyordu. Hisseyi satın alıp üzerine malikane olarak berat ettiren kişi, her yıl iki taksit halinde mukataa işletmecisinden veya sarrafından, satın aldığı payın faizini yaşam boyu tahsil ediyordu. Ödenen esham faizi, başlangıçta belirlenen birim değer üzerinden ödendiğinden, ileride payların yıllık ödemelerinde her hangi bir artış gerçekleşmiyordu. Satılan pay, mutasarrıfının ölümü halinde mahlul düşüp, tekrar devlete dönüyordu. Mahlul düşen bu paylar tekrar satışa sunuluyordu. Ancak, aynen malikane sisteminde olduğu gibi, paylar kişiler arasında alınıp satılabildiğinden veya varislere intikal edebildiğinden, sistemin işlemesinin temel kurallarından biri olan bu işlem, başlangıçta tasarlandığı gibi gerçekleşmemiş ve devlet, vergisini almak koşuluyla bu işlemleri tanımak zorunda kalmıştır. Yaptığımız hesaplamalara göre eshama yatırım yapan kişiler yaklaşık olarak yılda %20 civarında bir faiz getirisine sahip oluyorlardı.
Esham satışları, aynen malikane sisteminde olduğu gibi açık artırma usulüyle yapılıyordu. Bu satışlar genellikle İstanbul’da yapılıyordu. Açık artırmalar, imparatorluğun kadın erkek bütün Müslüman tebaasına açıktı. 1792 yılında satışlar gayrimüslim tebaaya da açıldı. Ancak onlar sadece Zecriye Mukataası eshamı satın alabiliyorlardı. Satışlar hisselerin belirlenen sabit değeri üzerinden gerçekleştiriliyordu. Satışlarda, 2000-2500 kuruş gibi sabit değerlerden satılan paylar, genellikle bu değerler üzerinden alıcı buluyordu. Satış işlemlerinde, başlangıçta alınan harçlar ve dellaliye vergisi dışında başka bir vergi alınmıyordu. Ancak daha sonraları malikane sahiplerinden savaş yıllarında alınan “Cebelü Bedeli”, esham sahiplerinden de aldıkları faizlerin belirli bir oranında alınmaya başladı. Alıcılar arasında malikaneden farklı olarak çok sayıda kadın ve çocukta bulunuyordu. Böylece malikane sistemiyle getirilen sınırlamalar kaldırılarak, satışlar geniş bir tabana yayılıyordu. Bununla beraber alıcıların büyük bir çoğunluğu İstanbul’da oturan askeri sınıfın üst katmanlarında bulunan kişilerden oluşuyordu. Yukarıda vurguladığımız gibi, başlangıçta yasak olmasına rağmen, satılan paylar kişiler arasında alınıp-satılabiliyor veya varislere bırakılabiliyordu. Birinci durumda kasrıyed vergisi ödemek, ikinci durumda da hisseyi tekrar aynı koşullarda almak gerekiyordu.
Alıcılara sağlanan koşullar açısından büyük ölçüde malikane sistemine benzeyen uygulama, yukarıda alıcılar açısından sıraladığımız farklılar yanında, mukataanın işletmesi ve statüsü açısından da büyük farklılıklar göstermektedir. Malikane sisteminde, mukataanın işletilmesi doğrudan malikane sahipleri veya onların atadığı kişiler tarafından yürütülmekteydi, yani malikane sahibinin işletme üzerinde doğrudan müdahalesi söz konusuydu, ve mukataayı serbestiyet üzere tasarruf ediyordu. Esham uygulamasında ise, mukataanın idaresiyle pay sahipleri birbirinden tamamen ayrılmıştı. Hissedarlar, sadece payların yıllık faizini taksitler halinde alıyor, mukataanın idaresine hiçbir şekilde müdahale edemiyorlardı. Mukataa, doğrudan devlet tarafından atanan bir emin aracılığıyla idare olunuyordu. Eminler ise mukataayı ya maaş karşılığı ya da iltizamla idare ediyorlardı. Ama genel olarak, bu mukataaları iltizama alıyorlardı.
Uygulamanın başladığı ilk mukataa olan İstanbul Duhan Gümrüğü de eminler tarafından iltizamen idare edilmiştir. Hatta bu eminler de, İstanbul dışında bulunan bağlı diğer mukataaları kendi atadıkları kişiler aracılığıyla idare ediyor veya iltizama veriyorlardı. Mukataanın işletmesini üzerine alan eminler, hazineye ödenmesi gereken yıllık mal-ı miri ve esham faizlerinin ödenmesini üzerlerine alıyorlardı. Bu nedenle genellikle İstanbul’da bulunan sarraflarla işbirliği yapıyorlardı. Görüldüğü gibi, Osmanlı maliyecileri esham sistemi sayesinde, bir taraftan, iltizam ile malikane sistemlerini başarılı bir şekilde bir araya getirilerek her iki sistemin olumsuz yönlerini ortadan kaldırıp, gelir kaynaklarını doğrudan merkezi hükümet denetimine alırken, diğer yandan da, bu kaynakları geniş bir kitleye sunarak, kısa sürede piyasadan nakit para çekilmesini hedefleyen orta vadeli bir iç borçlanma tarzı geliştirmişlerdir.
1775 yılında, yıllık 400.000 kuruş faiz ödemeleriyle başlayan sistem, 10 yıl içerisinde ülkenin en büyük on bir mukataasını bünyesine katmış ve faiz ödemeleri iki milyon kuruşu aşmıştı. Bu tutar, muaccele oranı göz önüne alınırsa, merkezi devlete ait gelirlerin yaklaşık yarısına eşitti. Bu oran malikane uygulamasının 90 yıllık sürede ulaştığı meblağa yakındı. Esham sisteminin 10 yılda malikanenin sağladığı birikime ulaşmış olması, sistemin ne kadar hızla genişlediği hakkında bir fikir vermektedir.[39] Bu genişleme aynı zaman da söz konusu dönemde yaşanan mali bunalım ve kronik bütçe açıklarının aşılmasında esham uygulamasının adeta tek çözüm yolu olarak görüldüğünü göstermektedir. 1786 yılında esham faizinin hazine üzerine getirdiği yük Osmanlı maliyecilerini bir hayli kaygılandırmaktaydı. Çünkü bu süre içerisinde Esham uygulamasının hazine açısından bir bilançosu çıkarılmış ve hesaplar sonucunda sistemin hazineye zarar vermeye başladığı tespit edilmişti. Hesaplama sonucunda mahlulatın yeniden satışı ile kasrıyed vergilerinden alınan vergilerin, faiz ödemelerinin çok az bir kısmını karşıladığı, sistemin genişlemeye devam ettiği sürece bu farkın hazine aleyhine gittikçe büyüyeceği ve faiz ödemelerinde sıkıntı yaşanacağı ortaya çıkmıştı. Bu nedenle 30 Ekim 1786 tarihinden itibaren yeni esham çıkarılmaması ve mahlul düşenlerin de tekrar satılmaması kararlaştırıldı. Dışarıdan borç alınması gibi Osmanlı maliyesi açısından yeni olan çözüm önerileri gündeme geldi. Ancak Avusturya ve Rusya’ya karşı girilecek savaşların bir hayli yaklaşması ve hazırlık için yeniden nakit paraya olan ihtiyacın artması ve dış borç girişiminin sonuçsuz kalması tekrar iç borçlanmayı gündeme getirdi. Bu tarihte üçüncü kez defterdar olarak atanan Peyki Hasan Efendi, her görev döneminde yaptığı gibi, yeniden esham ihracına girişti. Defterdarlığı döneminde savaş hazırlıkları ve alınması gereken mali tedbirlerin tartışıldığı ve devlet ileri gelenlerinin hazır bulunduğu toplantıda, vezirlere has olarak tahsis olunan Aydın eyaletinin esham olarak satışı kararlaştırılmışsa da, bölgedeki karışıklıklar nedeniyle yerine Kıbrıs muhassılığı ve İzmir voyvodalığının esham olarak satılması kararlaştırılmıştı. Böylece hem savaşın finanse edilmesinde hem de faiz ödemelerinde bir süre rahatlama yaşanmıştı.[40]
Harcamalar için yeni kaynak yaratma çabaları bir kez daha, kaldırma çabalarına rağmen, eshamı tek çözüm olarak gündeme getirmişti. Yeni esham ihracı ve mahlulatın tekrar satılması, piyasadaki esham hacmini, dolayısıyla hazinenin borç stokunu altı yılda iki katına çıkarmıştı. 1791 yılında yapılan hesaplamalara göre, yılda 5.300 (2.650.000 kuruş) kese faiz ödeniyor, mahlulat ve kasrıyed gibi işlemlerden 1.500 (750.000 kuruş) kese hasılat elde ediliyordu. Bu da yıllık bazda hazineye 3.470 (1.735.000 kuruş) kese zarar getiriyordu. On yedi yılda hazine 58.000 (29 milyon kuruş) kese faizi öderken, 44.000 (22 milyon kuruş) kese hasılat elde ediyordu ki bu hesaplara göre eshamın kısa sürede itfası mümkün görünmüyordu.[41] Osmanlı-Avusturya ve Rusya savaşı yıllarında hazine gelirlerinin yaklaşık 3/4’nü oluşturan iç borç stoku haline gelen esham uygulamasının kaldırılması tekrar gündeme geldi. Özellikle İrad-ı Cedid Hazinesi’nin kurulmasıyla beraber eshamın tasfiyesi yolunda atılan adımlar iyice hızlandı. 1797 yılı itibariyle hazinenin satın aldığı veya mahlulattan zabtettiği eshamın yıllık faiz tutarı 350.000 kuruştu. Dönem başında ödenen esham faizinin %15 tutarındaki bu oranla eshamın 25 yılda itfa edilebileceği tahmin ediliyordu. Ancak bu dönemde Fransa’nın Mısır’ı işgal etmesi, yeniden esham uygulamasını gündeme getirdi. Mahlul esham yeniden satıldığı gibi, yeni mukataaların da satışı yapılarak, esham alanı iyice genişletildi. XIX. yüzyılın başından itibaren esham sistemi cari giderlerin karşılanmasında başvurulan yegane kaynaklardan biri haline geldi. 1806-12 yılları arasındaki savaş döneminde eshamın genişlemesinde ve dolayısıyla borç hacminde büyük bir sıçrama daha yaşandı. Yıllık faiz ödemeleri 7.500.000 kuruşu aşmıştı. Bu oranla, 1800’lerdeki borç düzeyinin yaklaşık üç katı olan 50 milyon kuruşluk sınıra ulaşılıyordu. Bu borç stoku dönemin merkezi hazinesinin gelir düzeyini aşmış bulunuyordu. Yıllık faiz ödemeleri bütçe gelirlerinin %25’ini geçiyordu.[42]
1775 yılında İstanbul Duhan Gümrüğü Mukataasıyla başlayan uygulama, kısa sürede Malikane sisteminin ulaştığı sınırları aşarak, 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ortalarına kadar uygulanan mali politikalar içerisinde, en fazla başvurulan mali çözüm politikalarından biri haline gelmiştir. İlk olarak 400.000 kuruşluk bir faiz ödemesiyle başlayan uygulama, kısa sürede ülkenin en büyük mukataalarını da içererek, 19. yüzyılın başlarında 50 milyon kuruşluk bir hacme ulaşmıştı. Bu süre içerisinde sistemin gelişmesini ve vazgeçilmez bir mali politika haline gelmesini belirleyen en önemli nedenlerden birisi bu dönemde girilen savaşlar ve modernleşme yolunda atılan adımlardır. Her iki amaç için de gereken nakit para esham aracılığıyla karşılanmaya çalışılmıştır. Esham sistemi aynı zamanda sonraki dönemlerde uygulanacak mali politikalara da büyük ölçüde kaynaklık etmiştir. Kağıt paraya ve faizli tahvillere geçiş, borsa ve bankalara geçişte esham uygulamasının getirdiği tecrübelerin büyük katkısı olmuştur.
Uygulamanın ilk dönemini oluşturan ve sistemin klasik dönemi olarak adlandırabileceğimiz 1775-1798 yılları arasında toplam 22 adet mukataa esham olarak satışa sunulmuştur. Bunların yarısı ülkenin en büyük mukataalarından oluşuyordu. 1792-98 yılları arasında, toplam 1.315,6 tam hisse satılırken, 2.841.091,8 kuruş faiz ödemesi gerçekleşmiş, İ.C.H’ ne kasrıyed olunan esham faizi 80.614, muaccele miktarı ise 386.785 kuruş civarında gerçekleşmiş, mahlulat oranı ise 243.224 kuruş olarak gerçekleşirken, esham alıcılarının sayısı 5.770 kişiyi aşıyordu.[43] Bütün bunlarda esham sistemini ne kadar kısa sürede yayıldığını ve Osmanlı maliyesinin vazgeçilmez bir borçlanma yöntemi haline geldiğini göstermektedir.
4. Sonuç
Avrupa devletlerine göre bir hayli geç dönemde modern borçlanma tekniklerini uygulamaya başlayan Osmanlı Devleti, mali bunalımlarını aşmak için iltizam, malikane ve piyasadaki paraların ayarlarının düşürülmesi gibi klasik iç borçlanma tekniklerine başvurmuştur. Ancak, XVIII. yüzyılın son çeyreğinde, 1775 yılında uygulamaya koyduğu ve dönemine göre oldukça modern sayılabilecek esham uygulamasıyla Avusturya ve Rusya’ya karşı girdiği uzun ve masraflı savaşların finansmanı karşılayabilmiştir. Bu sistemi 1840 yılında devreye soktuğu kağıt para uygulamasıyla geliştirmiş; 1854 yılında da dış borçlanmayı gerçekleştirerek önemli finansman kaynakları sağlamıştır. Ancak uygulanan bu yöntemler, elde edilen kaynağın cari harcamalarda kullanılması ve gelir getirici yatırımlara dönüştürülememesi gibi nedenler dolayısıyla beklenen başarıyı gösterememiş ve Osmanlı Devleti’nin 1875 yılındaki mali iflasını hazırlamıştır.
Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 340-350