Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Kültürünün Eflak ve Boğdan’ın Yaşamına Etkisi

0 17.736

Prof. Dr. Zeynep SÖZEN

Bir Boğdan voyvodası ayine katılmak üzere kiliseye giderken nasıl bir tören düzenlenirdi? Alaya yaya muhafızlar öncülük eder, ikinci sırada, sancakları taşıyan süvari müfrezesi yer alırdı. Süvarilere yüzbaşılar eşlik eder, onları kalaraş denilen atlı ulaklar ve imrahorlar izlerdi. Sonra Osmanlı İmparatorluğu tarafından voyvodaya hükûmet alametleri olarak verilmiş bulunan iki tuğ, atlar üzerinde taşınır, tuğların arkasından voyvodanın oğulları ve her iki yanında peykleriyle voyvodanın kendisi geçerdi. Voyvodanın biraz gerisinde sağda komisler (prenslik harasından sorumlu olan ve Babıâli’ye vergiyi götüren görevli), solunda ise velpostelnik (saray mareşali) bulunur, bunların ardında diğer postelnikler ve bölükbaşılar yer alırdı. Bölükbaşıların rütbesi ne kadar yüksekse voyvodaya o kadar yakın dururlardı. Spatar, voyvodanın kılıcını taşıyarak geçerdi. Alayı her iki yandan maaşlı yabancı askerler olan sekbanlar (seymenler) ve çavuşlar korurdu.

Çuhadar, paharnik (sarayın şaraphanesi ile görevli boyar) ve stolnik (sarayın iaşesi ve sofrası ile görevli boyar) gibi voyvodalık sarayının iç hizmetleriyle görevli boyarların arkasından, Osmanlı Sultanı tarafından verilen alem ve büyük sancak taşınır, sancağı ise mehterhane izlerdi. Mehterhane, her iki taraftan armaş adı verilen, silahların muhafazası ve cezaların infazı ile görevli bulunan boyarlar tarafından korunurdu. Sonra mertebelerine göre boyarlar geçerlerdi.

Alay, kiliseye vardığında, süvariler kilisenin avlusunun dışında saf tutarlar, piyadeler ise avludan içeri girerek hilal biçiminde dizilirlerdi. Metropolit tarafından karşılanan voyvoda, çavuşların geleneksel naraları eşliğinde atından inerek kiliseye girerdi.

Bu tören, Dimitri Kantemir tarafından aktarıldığına göre, Fenerliler rejiminin başladığı 1711 tarihinden önceye ait olmalıdır.[1] Osmanlılar 1391’de Eflak’ı, 1456’da Boğdan’ı egemenlikleri altına alarak vergiye bağlamışlar, ancak memleketeyn adını verdikleri bu iki prensliğin yerel kurumlarına müdahale etmemişlerdi. Eflak ve Boğdan, Temeşvar, Budin, Ege takımadaları, Rumeli ve Bosna gibi paşalık olmamış, özel statülerini muhafaza etmelerine izin verilmişti. İki prenslikte Osmanlılar sikke bastırmamışlar, devşirme sistemini uygulamamışlardır. Statüleri gereğince her iki prenslik, Babıâli tarafından onaylanmak koşuluyla voyvodalarını seçme hakkını da muhafaza etmişlerdi.

Bu iki prenslik, özgürlüklerinin karşılığında Osmanlı Devleti’ne düzenli olarak vergi ödeme, ticarette ayrıcalık tanıma, temel tarım ürünleri sağlama ve politikalarını Osmanlı Devleti’yle uyum içinde sürdürme yükümlülüklerini taşıyorlardı. Ayrıca Eflak ve Boğdan prenslerinin sefere çıkan Osmanlı sultanlarına eşlik etmek, Osmanlı ordusuna yiyecek yardımı yapmak, cephane, asker ve zahire yüklü Türk gemilerinin geçeceği zaman Tuna nehrinin güvenliğini sağlamak gibi görevleri de vardı. Örneğin Eflak Voyvodası Şerban Kantakuzino ve Boğdan Voyvodası Georghe Duca 1683 yılında İkinci Viyana seferine katılmışlardır.

Eflak ve Boğdan tarihçileri, voyvodaların Osmanlı ve Kırım müfrezelerini eşkıyalara karşı koruduklarını, cepheye at, yük arabası, öküz gönderdiklerini, taş topaç getirtip sefer yolları üzerindeki kaleleri onarttıklarını, dağ geçitlerine muhafızlar diktiklerini aktarırlar. Evliya Çelebi, beylerin yükümlülüklerini şöyle özetlemektedir:

“İki sancak, yani Eflak ve Boğdan iltizam ile beylerine verilir. Buraları kafiristan sayılmakla beyleri her yıl devlete biner kese Rumi altın öderler ve böylece her yıl görevleri yenilenmiş olur. Başkaldırırlarsa illeri, ülkeleri yağmalanıp halkı telef olur. Bu iki sancak iltizam ile verildiğinden timar ve zeametleri yoktur. Fakat seferlerde Eflak ve Boğdan beyleri Silistre paşasıyla sefere eşerek üç bin asker getirip, kale onarımlarında, hendeklerin temizlenmesinde, toprak sürüp, top çekeri yapmakla yükümlüdürler. Kırk bin de bucak tatarı derler cebe ve çevşenli yiğit de buna katılmalıdır. Her ne zaman sefer olsa hazır ve emre uymaktadırlar.”[2]

Osmanlı İmparatorluğunun savaşlarına katılmakla yükümlü bu iki prensliğin askeri düzenlemelerini Osmanlı modeli üzerine kurmaları doğaldır. İlginç olan, bu askeri nizamın dini bir törende de kullanılmasıdır. Dimitri Kantemir, resmi ziyafetleri tasvir ederken voyvodanın salona girmesi ve yerini almasıyla mehterhanenin çalmaya başladığını aktarır.[3]

İdari örgütlenmede de Osmanlı merkez örgütünün etkileri gözlenmektedir. Eflak ve Boğdan prenslerinin danışma meclisinin adı Divan’dır. Divan, yerel boyarlardan meydana gelir, her gün toplanarak dava dinlerdi. Bu divanda, başkan olarak arşevek veya metropolit, büyük yargıç olarak vornik (ayrıca sarayın korunması ve içişleriyle görevliydi), voyvodanın mührünü muhafaza eden baş logofet (voyvodalık kalemini yürütürdü), başgeneral olarak voyvodanın kılıcını taşıyan Eflak’ta spatar; Boğdan’da hatman ve maliye nazırı olarak vestiyar mark (hazinedar) bulunurdu.[4] Uzunçarşılı, Divan’ın yüksek bir adliye mahkemesi olduğunu, madun mahkemelerin davalarını istinafen tetkik ile karara bağladığını ve kararların kesin olup, voyvodanın onayıyla hüküm kazandığını aktarmaktadır.

Eflak ve Boğdan’ın Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkileri vergi bağımlılığıyla başlamıştı. Yerel boyarlar tarafından seçilen voyvodalara Edirne veya İstanbul’da hilat giydirilir, kendilerine hükûmet alâmetleri teslim edilirdi. Voyvodaların oğulları, yakın akrabaları veya yakın boyarları voyvodalık süresince Osmanlı saraylarında rehin tutulurdu. Sultan II. Murad zamanında Milano elçisi ile birlikte Padişah’ın huzuruna kabul edilen Fransız seyyah de Brocquiere, Seyahatname’sinde rehine olan yirmi Eflaklı zadeganın Padişaha müteveccih bir halde divanhane önünde oturduğunu bizzat görmüştü:

“Eflak ülkesinden rehine olarak getirilen yirmi kadar beyzade, yüzleri senyöre dönük olarak divanhaneye yakın bir yere oturtulmuştu.”[5]

Tarih boyunca bildiğimiz rehinlerin en ünlüleri “Kazıklı Voyvoda” namıyla tanıdığımız Vlad Tepeş, kardeşi “Güzel” Radu ve Dimitri Kantemir’dir. Vlad Tepeş 1442’de rehin olarak Osmanlı saraylarına bırakıldığında on iki, kardeşi Radu ise altı yaşındaydı. İki kardeş önce Kütahya’da Eğrigöz kalesinde, sonra Tokat’ta, daha sonra Edirne Sarayı’nda bulunmuşlardır. Vlad Tepeş 1448 yılına, kardeşi Radu ise 1462 yılına kadar Osmanlı topraklarında kalmışlardır. İki kardeşle birlikte 500 soylunun da geldiği bilinmektedir.[6] Dimitri Kantemir ise 1689 yılında 15 yaşında İstanbul’a gelmiş, aralıklı olarak 21 yıl İstanbul’da kalmış, Fener’deki Patrikhane Akademisi’nin yanı sıra Enderun’da da eğitim görmüştür.

Rehinler seçkin bir topluluk içinde yetişir ve eğitim görürlerdi. Vlad Tepeş ve kardeşi Radu, II. Murad’ın sarayında Şehzade Mehmed ile birlikte Molla Gürani’den ders almışlardı. Rehinlerin eğitimi Kur’an hükümlerini, Aristo mantığını, kuramsal ve uygulamalı matematiği kapsıyordu.

Osmanlı saray yaşamı ve sarayda gördükleri eğitim ileride Eflak ve Boğdan’ı tahta geçecek veya devlet kademelerinde önemli görevler üstlenecek bu genç çocukların kişiliklerini şekillendirmiştir. Bu suretle rehinler Osmanlı üst tabakasının davranış kurallarını öğrenirlerdi. Rehin almaktaki amaçlardan biri de voyvodanın denetiminin yanı sıra bu olmalıdır.

Osmanlı Devleti, yeni tayin olunan Eflak ve Boğdan voyvodalarının kıyafetini de nizama sokmuştur. Cevdet tarihinde bu geleneğin kökeni şöyle anlatılmaktadır:

“Eflaklılar anlatıldığı gibi bir çığırda durmadıklarından Fatih Sultan Mehmed Han üzerlerine ordu gönderince 865 tarihinde (1460) voyvoda bulunan (Vlad Drakol) karşı koyamayacağını anlayıp yeniden tabaalık gösterip bu kez yılda on bin yaldız altını cizye vermeye katlanmıştı. O günlerde Moldavya voyvodası Buğdan voyvodaları vilayetlerinin bütün bütün sancak kılığına girer de hükûmet işleri aramızdan çıkar kuşkusuna kapılıp o taraftan Osmanlı Devleti’ne yapılan düşman taarruzlarında bunların payı olup düşmanlık ve eşkıyalıktan hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Böyle olunca arada sırada cezalandırmak için ferman çıkar, asker gönderilir, sonra bağışlanır ve aman fermanları yenilenir olagelmiştir. İşte bu fermanlardan biri de dördüncü Sultan Mehmed zamanında verilmiş olan büyük buyrukla ve sonra onun üzerine gidilmiştir. 923 (1517) hicri yılında nisan ayı ortasında adı geçen Buğdan ölünce yerine oğlu İstefan voyvoda olup 927 (1520) yılı mayısının sonunda Eflak’a girmiş olan Osmanlı askerinin zaferlerini ve Avrupa hükümdarlarının çekimser ve yavaş davranışlarını görüp de tabaa olmağı isteyince mükafat olarak Padişah tarafından kendisine beyaz keçeden beyaz tüylü kuka ile boynu bükük ve üzgün kalıp üstünlüklerini yitirerek Buğdan beylerinden aşağı sayıldılar. Böyle olunca bugüne Buğdan beyleri merasim yerinde Eflak beylerine üstün gelmişlerdir”.[7]

Ayrıntılı kurallarla sınırlandırılmış bu törenle voyvodalara hilat ve kuka giydirilir, bazı kaynaklarda ” süpürge” olarak adlandırılan sorguç takılırdı. Ayrıca kendilerine alem, tuğ ve topuz (bozdoğan) verilirdi. Bunlar voyvodanın hükûmet alametleriydi.

Divan kurulup voyvodaya süpürgeli kuka serpuş ve hilat giydirilmesinin ardından voyvoda, din adamları ve soylularıyla birlikte Patrikhane’ye gider, tören için yerleştirilen dört köşe bir taşın üzerine çıkardı. Bu esnada çavuşlar hep bir ağızdan ‘Ulu Tanrı, Padişah Efendimize ve efendi beyimize uzun ömürler ve saadetler bağışla’ diye bağırırlar, voyvoda Patrikhane’den içeri girerken koro ilahiler söylerdi. Törenin bitiminde Eflak ve Boğdan voyvodaları için yapılmış özel bir tahta oturur ve Patrik tarafından takdis edilir, alnına kutsal yağ değdirilirdi.

Patrikhane’deki törenden sonra kendisine bağışlanmış olan atla evine döner, kendisine eşlik edenlere armağanlar dağıtırdı. Birkaç gün içinde Padişah’ın bayraktarı Mir Alem Ağa, muzıka-i hümayun eşliğinde voyvodanın evine sancak getirirdi. Sancağı öpen ve Padişah’a uzun ömürler dileyen voyvoda, Mir Alem Ağa’ya bir kaftan giydirir ve armağanlar sunardı.

Üç gün sonra voyvoda, divana davet edilir, arz odası kapısında kendisine Kapıcılar Kethüdası tarafından bir kez daha kaftan giydirilirdi. Eflak ve Boğdan beylerine bu tören esnasında Sekbanbaşlarından başka hiç kimseye verilmeyen, kuka denilen bir külah takılırdı. Üsküf de denilen bu başlıkların tüylüklerinde tuna teli, balıkçıl teli, devekuşu tüyü veya süpürge sorguç bulunurdu. Törende yirmi sekiz kişiden oluşan boyarların her birine birer kaftan armağan edilir ve daha sonra voyvoda Padişah’ın huzuruna kabul edilirdi. Kapıcılar Kethüdası önden gider, voyvoda arz odasının girişine vardığında üç kez secde ederdi.

Tahtında oturan Padişah, Sadrazama dönerek voyvodaya şu sözleri iletmesini emrederdi: ‘Sizin bağlılığınızı ve içtenliğinizi duyan Padişah Hazretleri, ödül olarak Boğdan beyliğini size tevcih etmiştir. Göreviniz bundan sonra da sadakatle hizmette bulunmak, yönetiminde olduğunuz ülkeyi korumak ve savunmak ve Padişah’ın emirleri dışına çıkmamaktır.’ Boğdan voyvodası ise ‘Haşmetleri bendenizin hiçliğinden acımanızı esirgemediğiniz iyiliksever padişahıma bütün gücümle hizmet edeceğime, hayatım ve başım üzerine söz veririm’ şeklinde cevap verirdi. Padişahın atlarından birine binerek, Sadrazamı ve diğer vezirleri selamlayarak evine dönerdi. Beyliğine hareket etmeye hazır olunca silahtar ağa, çuhadar ağa, kapıcılar kahyası veya en kıdemli kapıcıbaşlarından biri kendisine beyliğine kadar eşlik etmekle görevlendirilirdi. Ayrıca altın ve gümüş giysiler içinde iki peyk voyvodaya eşlik ederlerdi. Voyvodanın maiyetinde, bunların dışında iki akkülahlı ve dilediği kadar kapıcı ve çavuş bulunurdu. Kapıcı ve çavuşlar, voyvodayı her ata binişinde ve inişinde alkışlar, yol üzerinde alayın ihtiyaçlarını karşılarlardı. Kentlere girip çıkarken çavuşlar yaya olarak önden giderler; kapıcılar, voyvodanın her ata biniş ve inişinde eğerini tutarlardı.

Eflak veya Boğdan’a varıldığında karşılamaya yaklaşık iki bin kişi çıkar, voyvoda bunlara birer birer elini öptürür ve sağlıklarını sorardı. Daha sonra boyarlar atlarıyla voyvodanın sağına ve soluna geçerlerdi. Eflak voyvodası Bükreş’te, Boğdan voyvodası ise Yaş’taki katedralde piskoposlar tarafından beklenirdi. Alay, katedrale vardığında voyvoda atından iner, piskoposlar, voyvodaya öpmesi için İncil’i sunarlardı. Voyvodanın katedrale girişi sırasında koro ilahiler okurdu. Katedraldeki törenden sonra voyvoda, mehter takımı eşliğinde, zurna ve davul sesleri arasında sarayına gider, divan salonuna girer ve tahtın önünde dururdu. Boyarların da katıldığı bu törende Osmanlı Padişahı tarafından görevlendirilen memur, Padişah’ın fermanını Divan Efendisi’ne sunardı. Ferman, yüksek sesle ve Türkçe okunur, daha sonra kendi dillerine çevrilirdi. Sultanın memuru, voyvodaya burada bir kez daha kaftan giydirir ve tahtına çıkmasına yardım ederdi. Bu esnada toplar atılır ve boyarlar voyvodanın elini öperlerdi. Tören, Sultanın temsilcisinin onuruna verilen büyük bir ziyafetle sona ererdi.[8] Prens’in katedralden çıkışı sırasında iki koç kurban edilir, prens akıtılan kana basarak ilerlerdi.

Mihai Maxim, T.C. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde yaptığı taramada Ruznamçe Defterleri’nde 1595’te Sadrazam Ferhad Paşa’nın fermanıyla yeni tayin olunan Eflak ve Boğdan voyvodaları için ısmarlanan hükûmet alametlerine ilişkin belgeleri yayınlamıştır. Bu hükûmet alametleri şöyle sıralanmaktadır: Beyaz balıkçık tüylü 2 sorguç, 2 topuz, 2 gümüş zincir, 2 parça Bursa kumaşı (abanî), 2 parça çuka yapuk (atlar için).[9]

Simgesel önemi büyük olan bu resmi giyim, voyvodaların ve boyarların kişisel üsluplarını şekillendirmişti. Boğdan voyvodası Simon Movila’nın Suceava’daki lahdi üzerinde bulunan örtüde Movila, nar motifli bir kaftan içinde resmedilmiştir. Voyvodanın her iki yanına laleler, karanfiller ve serviler nakşedilmiştir.

Maxim, boyarların dar yenli kapaniçeler (conteş-kontoş), kaftanlar, geniş kollu üstlükler (feragea-ferace), geniş bedenli, bol ve uzun kollu üstlükler (biniş), biniş altına da cüppeler (giubea) giydiklerini kaydetmektedir. Eflak ve Boğdan’da kadınlar da ferace giyerlerdi.[10]

Kullanılan kumaşların büyük bir bölümü Bursa’dan ithal edilmekte idi. Halil İnalcık, daha on beşinci yüzyılda doğu mallarının Bursa’dan Boğdan yoluyla kuzeye taşındığını aktarmaktadır.[11] Bu ticarette Eflak ve Boğdan’da yerleşmiş Ermenilerin rollerine de işaret etmekte, Ermenilerin Osmanlı yönetimindeki ülkelerde rahat hareket edebildiklerini belirtmektedir. Ayrıca Eflak ve Boğdan’da da Osmanlı üslubunda kumaş imal edilmekteydi. Dobruca yöresinde, Adakale’de Türk ve Tatar cemaati tarafından çevreler, uçkurlar, yatak örtüleri, makramalar dokunmaktaydı.[12]

Osmanlı kültürünün Eflak ve Boğdan’a nüfuz etmesini sağlayan diğer bir etken Fenerlilerin Osmanlı İmparatorluğu ile Eflak ve Boğdan arasındaki hareketleridir. Prensliklerin İstanbul’la ilişkileri Fener semtinde yerleşmiş olan Bizans kökenli tacirlerin Eflak ve Boğdan’a sıkça yaptıkları seyahatlere yoğunlaşmıştı. Fenerli tacirler, zaman içinde boyar ailelerine damat girerek, boyar haklarını elde etmişlerdir. Eflak ve Boğdan’da geleneklere göre boyar kızlarıyla evlenenler boyar ayrıcalıklarından yararlanırlar. Böylelikle Fenerliler vergilerden muaf tutulmuşlar, servet biriktirmişler ve büyük toprak sahipleri arasında yerlerini almışlardı.

1600’lerden itibaren varlıklı Fenerli ailelerin bir kısmı, yerel boyar aileleriyle kaynaşarak Rumenleştiler ve Eflak ve Boğdan’a kalıcı olarak yerleştiler. Bu ailelerin bazıları Fenerliler döneminden önce bile voyvoda yetiştirmiştir. Eflak voyvodası Şerban Kantakuzino bunlardan biridir.

Kantakuzinolar, Catargiler, Rosettiler ve Ghikalar, Eflak voyvodası Radu Mihnea’nın (1611¬1616) çağrısı üzerine Eflak ve Boğdan’a yerleşmiş ve prensliklerde önemli roller üstlenmişlerdi.[13] Hatta, 1615’ten itibaren yerli voyvodaların seçiminde bile Babıâli, Fenerlilere danışır olmuştu.

17. yüzyılda Eflak ve Boğdan’a yerleşen Fenerlilerin sayısı ayaklanmalara yol açacak kadar artmıştı. Bu ayaklanmalardan birincisi 1617-1619 yılları arasında Eflak’ta olmuş, boyarlar, Lupu Meheditianu öncülüğünde baş kaldırarak Rum kökenli boyar ve tüccarları katletmişlerdir. 1631 yılında boyarlar Eflak Voyvodası Leon Tomşa’ya baskı yaparak Rum tacir ve görevlileri Eflak’tan kovdurtmuşlardır. 1633 yılında Boğdan’da yine aynı nedenle bu kez köylüler ayaklanmış, Voyvoda Aleksandr İliaş tahtı terk etmek zorunda kalmıştı.[14]

Bu yoğun ilişkilerin prenslerin yaşam biçimlerinde yansımalarını görmek mümkündür. Boğdan Voyvodası Vasili Lupu, 1636-1640 yılları arasında Yaş ve Suçava’daki prenslik saraylarını onartırken, İznik çini atölyelerinden duvar çinileri ısmarlatmış, sarayların kabul salonlarının duvarlarını bu çinilerle kaplattırmıştır.[15] Boğdan’da da Osmanlı üslubunda çini imal edilmekteydi.[16]

Mihai Maxim; Yaş, Suçava ve Hirland’daki prenslik saraylarında, Neamtz ve Putna manastırlarında hatayî adı verilen mavi zemin üzerine beyaz motifli çini tabakların, kâse ve ibriklerin, Osmanlı dokumalarının bulunduğunu nakletmektedir.[17] 1688-1714 yılları arasında Eflak Voyvodası olan Konstantin Brınkovyanu’nun ve boyarlarının Osmanlı kaftanları, sarı sahtiyan pabuçlar giydiklerine, saraylarında yerleri ve duvarları Anadolu halılarıyla süslediklerine ilişkin kayıtlar mevcuttur.[18]

Prens Dimitri Kantemir, Rusya’da yaşadığı dönemde Büyük Petro tarafından düzenlenen bir eğlenceye başında sarığıyla vezir kıyafetinde katılmıştı. Hizmetkarları da Türk giysileri içindeydiler ve üzerinde hilal olan bir sancak taşımaktaydılar.[19]

1711 yılında Boğdan Voyvodası Dimitri Kantemir’in Osmanlı-Rus savaşında Rusların saflarına katılması Eflak ve Boğdan’ın kaderini değiştirmiştir. Bu tarihten itibaren Babıâli, Eflak ve Boğdan’a Fenerli aileleri yönetici olarak tayin etmiştir. Seçilen prenslerin dönemi böylece bitiyordu. Babıâli tarafından seçilerek prensliklere gönderilen bu yöneticilere hospodar adı verildi. Hospodarlar doğrudan doğruya Babıâli’nin temsilcisiydiler. Bu rejim Yunan isyanının çıktığı 1821 yılına kadar sürmüştür.

Babıâli’nin temsilciliğini üstlenen İstanbullu prensler, Osmanlı yaşam üslubunu prenslik saraylarına taşımışlardı. Zallony, tayin olan hospodarların, ilk önce İstanbul’dan saraylar için mobilya ısmarlattıklarını, bu eşyaların Eflak ve Boğdan’dan gönderilen arabalarla nakledildiğini aktarmaktadır.[20]

Prenslerin ve boyarların yaşam tarzları batılı seyyahların gözünden kaçmamıştı.

Wilkinson, Eflak ve Boğdan’a yaptığı seyahat sırasında boyarların kıyafetlerinin (başlarında taşıdıkları kalpak hariç), Osmanlı yüksek tabakasından farksız olduğuna işaret etmekteydi.[21]

Louis Dupre’nin Voyage a Athenes et a Constantinople adlı eserinde Boğdan Voyvodası Mihail Sutzo, üzerinde kaftanı, belinde hançeriyle bir sedirde dinlenirken resmedilmiştir.[22]

İngiliz seyyah William Mac Michael, Eflak’ı ziyaretinde Prens Aleksandr Sutzo’nun oğlunu, başında sarıkla görmüş, İstanbul’da bu şekilde dolaşmaya cesaret edemeyeceğini düşünmüştü. Mac Michael’in karşılaştığı boyarlar kalpak takmışlar, bol entariler giymişlerdi. Kadınlar ise sedirlerde bağdaş kurarak oturuyorlardı:

“Hospodarın oğlu (burada İstanbul’da yapmaya cesaret edemeyeceği bir şey yapmış, bir Türk gibi giyinmiş, başına sarık takmıştı), başkentteki ahlaki çöküntünün bir göstergesi olarak, kolunda Eflaklı metresi olduğu halde, annesi ve kız kardeşlerinin bulunduğu kulübe girdi. Metresi olan kadın, kocasını ve altı çocuğunu daha yeni terk etmişti. Bu, sanki olağandışı veya kaba bir davranış değilmiş gibi gayet doğal karşılanıyordu.

Prensin kendisi kulüpte değildi; ama memurlarının çoğu oradaydı. Ayrıca Eflak’ın seçkin soylularından da pek çok kişi vardı. Hepsi de birbirinin eşi uzun kalpaklar, bol entariler giymişlerdi; uzun Türk çubukları tüttürüyorlardı; özetle, erkeklerin dış görünüşü tamamen doğuluydu. Divanlar üzerinde bağdaş kurarak oturan hanımların giysileri ise Fransız-Doğu karışımıydı. Saçları bol mücevherle süslenmişti. Sırtlarında Fransız ipeğinden, muhtemelen Fransa’da yapılmış giysiler bulunuyordu. Yunan kemerleri ve Türk usulü pabuçları vardı. Türkiye’nin kuşkucu hükûmetinin nezdinde giyim oldukça önemlidir; uygar Batının giysilerini giymek, çağdaş politik görüşlere sahip olmak kadar tehlikeli bir yenilik sayılır.”[23]

Fenerli prenslerin hemen hemen hepsinin (Fenerliler döneminden önce voyvodalık tahtına oturmuş olan Fener kökenli aileleri de dahil olmak üzere) Fener’de konakları, Boğaziçi’nde yalıları vardı. Azledildikleri zaman Fener’de oturmalarına izin verilmezdi. O zaman Boğaziçi’ndeki yalılarına çekilirler, yeniden Babıâli’nin gözüne girecekleri günleri beklerlerdi.

Şerban Kantakuzino’nun Fener’de yapımına başlattığı konak daha sonraları damadı olan Dimitri Kantemir tarafından satın alınmıştı. Gheorghe Duca’nın Eyüp’te konağı vardı. Şerban Kantakuzino’nun, Mihail Rakovitsa’nın, İpsilantilerin Boğaz’da yalıları olduğu bilinmektedir.

Fenerli prensler, Osmanlı saray teşkilatından esinlenerek Eflak ve Boğdan’da saray teşkilatında düzenlemeler yapmışlar ve şahsi hizmetleri için yeni görevler ihdas etmişlerdi. On sekizinci yüzyıldan itibaren saray hizmetlerine ilave olan bu görevler şunlardı: Kaftancı (caftangiu), rahtvan ağası (rahtivan), çubukçubaşı (ciubucci-başa), nargilecibaşı (narghelegi-başa), kahvecibaşı (cafegi-başa), şerbetçibaşı (şerbegi-başa), tütüncübaşı (tutungi-başa), şamdancıbaşı (şamdangi-başa), buhurdancı (buhurdangiu), mataracı (mataragiu), peşkircibaşı (peşchergii-başa), çamaşırcıbaşı (geamaşirgi- başa), sofracıbaşı, (sofragi-başa), perdecibaşı (perdegi-başa), divitçi (divictar), mühürdar (muhurdar), mektupçu (mehtupciu), kesedar (chiesedar), cerrah (gherah), berberbaşı (berber-başa), mimarbaşı (maimar-başa).[24]

Bu görevlerin bir kısmı idari nitelik taşımakla birlikte çoğunun İstanbul’daki debdebeli ve keyifli yaşamlarının bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Fenerli Prenslerin Eflak ve Boğdan’da Osmanlılar gibi yaşadıklarını, giyindiklerini, Osmanlı mutfağını tercih ettiklerini biliyoruz.[25] Kahvecibaşı görevi, 1713 yılında Yaş Sarayı’nda Nikola Mavrokordato tarafından ihdas edilmiştir. Çubukçubaşı görevi 1763’te, şerbetçibaşı görevi ise 1783’te yaratılmıştı.[26]

Prenslerin çoğunun Divan-ı Hümayun baştercümanlığından Eflak ve Boğdan tahtlarına atandığını, Osmanlı saray düzenini ve teşrifatını çok iyi bildiklerini hatırlamamız gerekir. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa, Divan-ı Hümayun baştercümanlığını, özel doktorluğunu yapan bir Fenerli olan Panayoti Nikosios için 1669 yılında ihdas etmişti. 1673 yılında Panayoti’nin ölümü üzerine baştercümanlığa, yine bir Fenerli olan Aleksandr Mavrokordato atanmıştı. Boğdan’a hükümdar olan ilk baştercüman Aleksandr Mavrokordato’nun oğlu Nikola Mavrokordato’dur.

Baştercümanlara Müslümanlara özgü ayrıcalıklar tanınır, köle ve hizmetkar bulundurmalarına izin verilirdi. Örneğin, Panayoti Nikosios’a, Gürcü köle bulundurma izni verilmişti. Aleksandr Mavrokordato’nun emrinde sekiz adet dil oğlanı ve on iki hizmetkarı vardı. Maiyetlerindeki kişiler de baştercümanlar gibi cizyeden muaf tutulmuşlardır. Aleksandr Mavrokordato’nun oğlu Nikola Mavrokordato da Osmanlı sarayının, Osmanlı konaklarının iç düzenini ve baba ocağının alışkanlıklarını Boğdan’a taşımış olmalıdır.

Jelavich, Fenerli prenslerin Eflak ve Boğdan’da saray protokolunu değiştirdiklerine işaret etmektedir.[27] Önemli memuriyetlere de Fenerliler getirilmişti.

Habsburglara karşı Macaristan’da başlattığı ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanan Macar Prensi Racoczi’nin maiyetinde bulunan ve prensinin Tekirdağ’da sürgünde ölümünden sonra ülkesine dönmesi buyrulan Macar beyzadesi Mikes, Babıâli’nin talimatı doğrultusunda 11 Haziran 1739’da Bükreş’e varmış ve Aleksandr Mavrokordato’nun torunu olan Eflak hospodarı Konstantin Mavrokordato tarafından ağırlanmıştı. Mikes, Eflak’ta önemli kamu görevlerinin Fenerlilerin ellerine geçtiğini fark etmiş, günlüğüne aşağıdaki satırları kaydetmişti:

“Voyvodayı birkaç kez ziyarete gittim. Ama uğruna gönderdikleri işten hiçbir şey çıkmayacağını görüyorum. Bu can sıkıntısı için her gün neden çıkıyor. Bu boyarlar yabancılara karşı ayı gibiler. Doğuştan mı öyle, yoksa yabancılarla sohbet etmeye cesaret edemediklerinden mi bilmem, fakat çok vahşiler.

Armalarında iki başlı kartal olan birkaçını ziyaret ettim- zira bunların hepsi kendini Kantakuzen sayıyor. Her ne kadar terzi ise de belki ev sahibim de onlardan gelmedir- armasına bir bakayım…

Gerçi Osmanlı idaresi altında bulunuyorlarsa da, Rumların boyunduruğu altındalar. Daha büyük ve kârlı işler, hep Rumların elinde. Bey, her zaman Rumlardan olduğu için kendi milletini tutar.’’[28]

Fenerli prenslerin alışkanlıkları, görgüleri ve yetişme tarzları, Osmanlı mimari üslubunu da Eflak ve Boğdan’a yansıtmıştır. Bilindiği gibi Osmanlılar, Eflak ve Boğdan’da uyguladıkları özel rejim nedeniyle kayda değer mimari eserler bırakmamışlardır. Bu nedenle bugünkü Romanya’yı Osmanlı mimari mirası açısından diğer Balkan ülkeleriyle kıyaslamak zordur. Eflak ve Boğdan için dolaylı bir etkilemeden söz edilebilir.

On sekizinci yüzyıldan itibaren Fenerli prensler tarafından Eflak ve Boğdan’da Osmanlı tarzı konaklar inşa edilmiştir. Bu konaklarda ayrı harem ve selamlık bölümleri bulunmaktaydı. Yaş’taki prenslik sarayında da harem ve selamlık bölümlerinin bulunduğunu Dimitri Kantemir’in tasvirlerinden öğreniyoruz.[29]

Wilkinson, on dokuzuncu yüzyıl başlarında Bükreş’te otuz tane kervansaray bulunduğunu aktarmaktadır.[30]

Nikola Mavrokordato’nun yapımına 1716’da başladığı ve 1722’de tamamladığı Vacaresti manastırı bir Osmanlı külliyesi gibi tasarlanmıştı. Bükreş’in Vacaresti ormanında 180.000 metrekarelik bir alana yayılan kompleks, bir saray, bir kilise, bir manastır ve bir kitaplıktan oluşuyordu. Kilisenin freskolarında Nikola Mavrokordato ve ikinci eşi Smaragda, ellerinde kilise maketleriyle tasvir edilmişlerdi. Sırtlarında Osmanlı kaftanları, başlarında Eflak taçları bulunuyordu.[31]

Daha da ilginç olanı Fenerliler döneminde suyun vakfedilmiş olmasıdır. Bu yaz Yaş’ı ziyaretim sırasında Kültür Sarayı’nda bir çeşme kitabesi dikkatimi çekti. Yarısında Osmanlıca bir kitabe vardı. Diğer yarısında ise Boğdan’ın simgesi olan yabani öküz başı yer alıyordu. Benzer bir kitabe de Yaş’ta Golia manastırındadır. Yaş’ta 1726 ile 1777 yılları arasında üç kez Eflak, üç kez de Boğdan Prensliği’ne atanan Grigori Ghika II ve 1764-1767 yılları arasında Boğdan prensi olan yeğeni Grigori Ghika III tarafından yaptırılan kitabeli ikişer çeşme bulunmaktadır. Ghika ailesi, Köprülü ailesi gibi Arnavut asıllıdır ve Vezirköprü kasabasındandır. Grigori Ghika II ve Grigori Ghika III, Babıâli tercümanlıklarından prensliklere tayin olmuşlardı.

Bilindiği gibi İslamiyet’te susayanlara su vermek sadaka sayılır. Bu nedenle İslam ülkelerinde toplumun her kesiminden insan kendi olanakları çerçevesinde çeşme, sebil, hamam, şadırvan gibi su tesisleri kurmuşlardır. Vakfeden bu insanlara “vâkıf” denilir. Fenerli hospodarların Eflak ve Boğdan’da “vâkıf” konumunda oldukları anlaşılmaktadır.

Osmanlı yönetiminde bulunan Balkan ülkeleri, Müslüman yöneticiler tarafından yaptırılan vakıflar yönünden zengindir. Ancak Eflak ve Boğdan’ın farkı Müslüman yöneticilerinin olmayışıdır. İlginçtir ki bu görev Eflak ve Boğdan’da Ortodoks Fenerlilerce yerine getirilmiştir.

Osmanlı mimarisinin etkileri özellikle Boğdan’da kilise mimarisinde hissedilir. On sekizinci yüzyıldan itibaren Yaş’taki kiliselerde Osmanlı üslubunun etkileri gözlenir. Yaş bölgesinde Cilibiu’da Golâeşti Kilisesi, 1763 yılında tamamlanmış olan Lâleli Cami’nin etkilerini taşır. On sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıllarda kiliselerde lale, gül ve karanfil motifleri bezemelerde kullanılmıştır.[32]

En nihayet, dilden bahsetmeliyiz. Geoffrey Lewis, yüz yıl önce Romence içindeki Türkçe kelimelerin sayısının toplam kelime dağarcığı içinde en az altıda bir olduğuna işaret ederek, Romenlerin de Araplar gibi bağımsızlıklarını kazandıktan sonra dillerini Osmanlıca sözcüklerden arındırdıklarını aktarmaktadır.[33]

Romen kroniklerinin çağdaş basımlar incelenecek olursa, on yedinci ve on sekizinci yüzyılda yazılmış kroniklerdeki Türkçe kelimelerin bugün dipnotlarla açıklanması dikkat çeker. Aşağıdaki paragraf 1672-1745 tarihleri arasında yaşamış olan, Prut seferinden sonra Dimitri Kantemir’le birlikte Rusya’ya kaçan ve daha sonra Sultan’ın izni ile Boğdan’a dönen Boğdanlı Vakanüvis İon Neculce’nin kroniğinden aktarılmıştır:

“Şi aşe vorbascu oamenii, ca l-au pus vizirul de au şedzut inaintea vizirului pre macat, şi n-au fost avand mestei la nadragi, câ, tragandu-i cibotile, numai cu coltuni au fost incaltat. Şi dandu-i cahfe, nu ştie cum o va be. Şi au incheput a inchina: ”Sa traiasca imparatul şi viziriul”. Şi inchinand, au sorbit felegeanul, ca alta bautura.”.[34]

Paragraf içinde koyu italik harflerle yazılmış olan kelimelerin karşılıkları aynı sayfada dipnotlarla aşağıdaki gibi açıklanmıştır:

Macat- cuvertura (örtü)

Mestei- meşi, ciorapi de piele fina colorata (mest, ince renkli deriden çorap)

Cibota- cizma (çizme)

Coltun-ciorap (çorap)

Felegean-ceaşca turceasca de cafe neagra (Türk kahvesi için fincan)

Arındırmaya rağmen bugünün Romencesinde ise hala çok sayıda Türkçe kelime mevcuttur. Bunların bir kısmının kökeni askeri ve idari düzenlemelerdir. (bei, beizadea, caimacam, serdar, ulema, divan, sanceac, saric, efendi, firman, haraci, levent, mazil, muftiu, padişah, paşa, peşcheş, başbolubaş, beşliu gibi). Giyim kuşamla ilgili kelimeler arasında da Türkçe kökenliler vardır (caftan, catifea, ciorap, gaitan, feragea, saftian, şalvari, saric gibi). Gündelik yaşama ilişkin kelimelerin sayısı da fazladır (araba, mindir, mucava, musafir, muşama, narghilea, perdea, pilaf, pul, selamlic, simit, sipet, tas, tibişir, toptan, trufanda, veresie, iatac).

Bu çerçevede on sekizinci yüzyılın başlarında Eflak ve Boğdan’da Arap harfleriyle kitap basabilen bir matbaanın kurulduğuna da değinmek gerekir. Amaç, Yakın Doğu’da yaşamakta olan Arap kökenli Hıristiyanlar için dini kitapların basımı idi. Eflak ve Boğdan Voyvodalarının Antakya ve Kudüs Ortodoks Patrikhaneleriyle yoğun ilişkileri vardı (Özellikle Kudüs Patrikhanesine Eflak ve Boğdan’da gayrımenkuller bağışlanmıştı). Eflak Voyvodası Konstantin Brınkovyanu, Antakya patriği IV. Athanasius Dabbas’a Arapça din kitaplarının basımı için özel bir izin sağlamıştı. Bu özel izinle Eflak’ta Ivirli Antheme tarafından bir matbaa kurulmuştu.[35] Eflak ve Boğdan’ın doğu kiliseleriyle ilişkileri, Yakın Doğu kültürünün prenslikler üzerindeki etkisine ışık tutacak bir konudur.

Osmanlı kültürünün Eflak ve Boğdan’ın yaşamı üzerindeki etkilerini tartışırken göz ardı edilmemesi gereken husus, bu iki prensliğin Balkanlar’ın geri kalan kısmından farklı olarak Osmanlılar tarafından uzaktan yönetilmiş olmasıdır. Belki de bu nedenle Balkan kültürel mirasını konu alan araştırmalarda Eflak ve Boğdan’a ağırlık verilmemiştir.

Bununla birlikte Osmanlılar, Eflak ve Boğdan’ın merkezî kurumlarını, askerî teşkilatlarını, saray protokollerini, üst düzey yöneticilerinin davranışlarını, kişisel üsluplarını, zevklerini, mimari üsluplarını ve dillerini etkilemişlerdir. Osmanlı etkisinin prensliklere, voyvodalar, Osmanlı saraylarında eğitilen rehinler ve Fenerliler tarafından taşındığını biliyoruz. Rehinlerin statüsü ve eğitimi henüz hakkında az şey bildiğimiz, ama üzerinde durmaya değer bir alandır. Osmanlı kültürünün bu iki prensliğin yaşamı üzerindeki etkisini açıklayan başka mekanizmalar da var mıydı? Bu soru, ayrıntılı çalışmaları gerektirmektedir.

Prof. Dr. Zeynep SÖZEN

İstanbul Teknik Üniversitesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 15-22


Kaynaklar:
♦ Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Sabah Yayınları, İstanbul, 1972, c. I.
♦ Ahmet Cevdet Paşa, Broderii Turceşti, Secolele XVIII-XIX, Muzeul National de Arta Al Romanei, Bucureşti, 1997.
♦ Castellan, Georges, Balkanların Tarihi, (çev. A. Y. Başbuğu), Milliyet Yayınları, İstanbul, 1995.
♦ Clogg, Richard, Modern Yunanistan Tarihi, (çev. D. Şengil), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 38.
♦ Evliya Çelebi, Seyahatname: Rumeli, Solkol ve Edirne, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1984, s. 46.
♦ Florescu, Radu R., McNally, Raymond T., Drakula ya da Kazıklı Voyvoda, (çev. A. C. Akkoyunlu), Doğan Yayınları, İstanbul, 2000.
♦ Giurescu, Constantin C., Istoria Romanilor, Volumul III, All Educational, Bucureşti, 2000.
♦ Grigore Ureche, Miron Costin, Ion Neculce, Letopisetele Tarii Moldavii, Editura Garamond, 1973.
♦ İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, c. I, Eren Yayınları, İstanbul, 2000.
♦ Ionescu, Ştefan, Panait A. Panait, Constantin Voda Brîncoveanu, Editura Ştiintifica, Bucureşti, 1969.
♦ Jelavich, Barbara, History of the Balkans, Eighteenth and Nineteenth Centuries, Cambridge University Press, Cambridge, 1996, s. 103.
♦ Kantemir, Dimitri, Opisanie Moldavii, İzdatelstvo “Kartya Moldovenyaske”, Kişinev, 1973.
♦ Kantemir, Dimitri, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, Cumhuriyet Yayınları, Cilt I, İstanbul, 1988.
♦ Lewis, Geoffrey, “The Ottoman Legacy in Language”, The Imperial Legacy, ed. L. Carl Brown, Columbia University Press, New York, 1996.
♦ Mac Michael, William, A Journey from Moscow to Constantinople, John Murray, London, 1819.
♦ Mansel, Philip, Constantinople: City of the World’s Desire, 1453-1924, Penguin Books, London, 1995.
♦ Maxim, Mihai, L’Empire Ottoman Au Nord du Danube, Les editions Isis, İstanbul, 1999.
♦ Mikes, Kelemen, Prens Racoczi ve Mikes’in Türkiye Mektupları (çev. E. Tasnadi), Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1999.
♦ Norris, H. T., Islam in the Balkans, Hurst&Company, London, 1993.
♦ Popescu-Judetz, Eugenia, Prince Dimitrie Cantemir, Pan Yayınları, İstanbul, 1999.
♦ Schefer, Ch, ed., Bertrandon de la Broquiere’in Denizaşırı Seyahati, (çev. İ. Arda), Eren Yayınları, İstanbul, 2000.
♦ Treptow, Kurt W., ed., A History of Romania, (3rd. ed. ), The Center for Romanian Studies, İaşi, 1997.
♦ Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu, c. 4, Ankara, 1983, s. 111.
♦ Wilkinson, William, An Account of the Principalities of Wallachia and Moldavia, Arno Press & The New York Times, New York, 1971.
♦ Yenişehirlioğlu, Filiz, “Viyana Müzelerinde Osmanlı Eserleri”, Tarih ve Toplum, 1984.
♦ Zallony, Mark Philip, Essay on the Fanariotes, in Journal of a Voyage up the Mediterranenan, C&J Rivington, London, 1826.
Dipnotlar :
[1] Kantemir, Dimitri, Opisanie Moldavii, İzdatelstvo “Kartya Moldovenyaske”, Kişinev, 1973, s. 112-114.
[2] Evliya Çelebi: Seyahatname: Rumeli, Solkol ve Edirne, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1984, s. 46.
[3] Kantemir, Dimitri, op. cit., s. 117.
[4] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu, c. 4, Ankara, 1983, s. 111.
[5] Schefer, Ch, ed., Bertrandon de la Broquiere’in Denizaşırı Seyahati, (çev. İ. Arda), Eren Yayınları, İstanbul, 2000, s. 26.
[6] Florescu, Radu, R., McNally, Raymond, T., Drakula ya da Kazıklı Voyvoda, (çev. A. C. Akkoyunlu), Doğan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 76.
[7] Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Sabah Yayınları, İstanbul, 1972, c. I, s. 398-399.
[8] Kantemir, Dimitri, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, Cumhuriyet Yayınları, Cilt I, İstanbul, 1988, s. 499.
[9] Maxim, Mihai, L’Empire Ottoman Au Nord du Danube, Les editions Isis, İstanbul, 1999, s. 115.
[10] Maxim, Mihai, op. cit., s. 115.
[11] İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, c. I, Eren yayınları, İstanbul, 2000, s. 345.
[12] Broderii Turceşti, Secolele XVIII-XIX, Muzeul National de Arta Al Romanei, Bucureşti, 1997, s. 10.
[13] Castellan, Georges, Balkanların Tarihi, (çev. A. Y. Başbuğu), Milliyet yayınları, İstanbul, 1995, s. 194.
[14] Treptow, Kurt W., ed., A History of Romania, (3rd. ed. ), The Center for Romanian Studies, İaşi, 1997, s. 167.
[15] Yenişehirlioğlu, Filiz, “Viyana Müzelerinde Osmanlı Eserleri”, Tarih ve Toplum, 1984, s. 40-45.
[16] Maxim, Mihai, ibid.
[17] İbid.
[18] Ionescu, Ştefan, Panait A. Panait, Constantin Voda Brîncoveanu, Editura Ştiintifica, Bucureşti, 1969, s. 386-387.
[19] Popescu-Judetz, Eugenia, Prince Dimitrie Cantemir, Pan Yayınları, İstanbul, 1999, s. 33.
[20] Zallony, Mark Philip, Essay on the Fanariotes, in Journal of a Voyage up the Mediterranenan, C&J Rivington, London, 1826, s. 288.
[21] Wilkinson, William, An Account of the Principalities of Wallachia and Moldavia, Arno Press & The New York Times, New York, 1971, s. 134.
[22] Clogg, Richard, Modern Yunanistan Tarihi, (çev. D. Şengil), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 38.
[23] Mac Michael, William, A Journey from Moscow to Constantinople, John Murray, London, 1819.
[24] Giurescu, Constantin C., Istoria Romanilor, Volumul III, All Educational, Bucureşti, 2000, s. 334.
[25] Mansel, Philip, Constantinople: City of the World’s Desire, 1453-1924, Penguin Books, London, 1995, s. 156.
[26] Giurescu, ibid.
[27] Jelavich, Barbara, History of the Balkans, Eighteenth and Nineteenth Centuries, Cambridge University Press, Cambridge, 1996, s. 103.
[28] Mikes, Kelemen, Prens Racoczi ve Mikes’in Türkiye Mektupları, (çev. E. Tasnadi), Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 243.
[29] Kantemir, Dimitri, op. cit, s. 116.
[30] Wilkinson, William, op. cit, s. 86.
[31] Mansel, op. cit, s. 159.
[32] Giurescu, op. cit, s. 678.
[33] Lewis, Geoffrey, “The Ottoman Legacy in Language”, The Imperial Legacy, ed. L. Carl Brown, Columbia University Press, New York, 1996, s. 215.
[34] Grigore Ureche, Miron Costin, Ion Neculce, Letopisetele Tarii Moldavii, Editura Garamond, 1973, s. 176.
[35] Norris, H. T., Islam in the Balkans, Hurst&Company, London, 1993, s. 270.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.