Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Klasik Döneminde Medrese

1 24.642

Prof. Dr. Mefail HIZLI

Bu çalışmada, OsmanlIların ilk üç yüzyıllık zaman dilimini kapsayan ve aşiretten devlete geçiş sürecinin yaşandığı “klasik dönem”in medrese yapısı üzerinde durulmaktadır. Değerlendirmelerde genel olarak Bursa Mahkeme Sicilleri esas alınacak ve Osmanlı eğitim-öğretim kurumlarının öncüsü kabul edilen Bursa medreselerindeki durum ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Bu dönemde devlet, her alanda müesseseleşmiş ve tarihte eşine az rastlanan bir medeniyetin temsilcisi olmuştur. XVI. yüzyılda üç kıtaya yayılan topraklarıyla önemli ve güçlü bir devlet haline gelen Osmanlılar, bu başarıya kurdukları ya da geliştirdikleri kurumlar sayesinde ulaşmışlardır. Osmanlı devlet bürokrasisinin en önemli müessesesi ilmiye teşkilatı ve en önemli ilmi kurumları da medreseler idi. Devletin gereksinim duyduğu her alanda nitelikli insan yetiştirmeyi hedef edinen medreseler, devlet yönetiminde de aktif rol üstlenen kişilerin yetiştirildiği eğitim-öğretim kurumları durumundaydı.

Selçuklulardan gelen bir devlet tecrübesine sahip Osmanlılar, İznik’in fethini müteakip 1326 yılında Bursa’yı alarak devletin başkenti yapmış ve arkasından ülkeyi ayakta tutmak için her sahada büyük hamlelere girişmişlerdir. Bu hamlelerin en önemlisi, bürokrasinin oluşması ve halka yönelik hizmetler verilmesinde birinci derecede müessir olan eğitim-öğretim kurumlarının açılması olmuştur.

Osmanlılar, fethettikleri her yerde, halkın dinî ve ilmî ihtiyaçlarına cevap verebilmek için cami, mektep ve medreseler inşâ etmişlerdir. Bu alanda gerçekleştirilen atılıma, padişah ve yakınlarının yanı sıra sosyo-ekonomik durumları müsait birçok vatandaş da katılmış, böylelikle Osmanlı topraklarında köylere varıncaya kadar yüzlerce, hatta binlerce eğitim-öğretim müessesi açılmıştır. Bundan nasibini fazlasıyla alan şehirlerden biri de Bursa olmuştur.

Bu öğretim müesseselerinin ilk örneklerine X. yüzyılda önce Taberan’da, sonra Bağdat’ta rastlanmaktadır.[1] Ancak, İslâm âleminde medreseler alanında, en önemli isim, Selçuklu veziri Nizâmülmülk’tür (öl. 1092). Nizâmülmülk’ün Bağdat ve çevresinde kurduğu medreseler örnek alınmak suretiyle İslâm coğrafyasının değişik yerlerinde de medreseler inşâ edilmeye başlandı. Bu medreselerin yaygınlık kazandığı bölgelerde biri de Anadolu idi. Gerçekten de, medreselerin geniş anlamda devlet eliyle kurulması tahsilin parasız olması, öğrencilere burs bağlanması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadara tespiti Selçukluların eseridir.[2]

Selçuklu Devleti’nden devraldığı askerî, idarî, sosyal ve kültürel mirası iyi bir şekilde değerlendiren Osmanlılar, zamanla genişleyen topraklarında yüzlerce Selçuklu tipi medrese kurdu.[3] Bunların ilki Orhan Gazi tarafından İznik’te[4] kurulmuştur.[5] Bina ve öğretim tarzı bakımından Selçuklu geleneğini devam ettiren bu medrese,[6] Çelebi Sultan Mehmed devrinde (1413-1421) Bursa’da yaptırılan Sultâniye Medresesi’ne kadar Osmanlı medreselerinin en önemlilerinden biri olarak kalmıştır. İznik’den sonra Bursa’nın fethedilip devletin başkenti haline gelmesi, birçok dinî, sosyal ve ticarî müessesenin inşâsını zorunlu kılmıştı. İlk adım olarak Orhan Gazi, Hisar’da cami ile birlikte bir de medrese yaptırdı. İlk Osmanlı padişahları, devletin önde gelen şahsiyetleri ve diğer hayırseverlerin gayretleri ile Bursa’da XVI. yüzyıl sonuna kadar 50 civarında medrese[7] ve 150’ye yakın da sıbyan mektebi (muallimhâne) açıldı.[8]

Medreselerin Fiziksel Yapısı

Osmanlı devrinde, Bursa başta olmak üzere, her şehirde medreseler, genellikle açık-avlulu ve revaklı bir avlunun etrafında inşa edilmiş talebe odalarından ve bu avlunun bir tarafında ders okutmaya ayrılmış eyvan gibi önü açık veya kapalı büyük bir dershaneden meydana geliyordu.[9] Medreseler ahşap ya da kargir olarak inşa edilmekteydi. Önce kargir olarak bina edilmiş iken daha sonraları tamir sırasında ahşap yapıya dönüştürülen medreseler de vardı.[10]

Medreselerde göze çarpan önemli bölümlerden biri avludur. Avlular, medreselerin hücre sayısıyla orantılı olarak geniş bir alan kaplayabilmekteydi. Osmanlı medreseleri genelde açık-avlulu medrese modelinde inşâ edilmişlerdir.

Medreselerde öğrenciler ile bazı görevlilerin kalmaları için inşâ edilmiş odalara “hücre” adı verilmekteydi. Talebeler, revakın arkasındaki küçük hücrelerde vâkıfın belirttiği şartlar doğrultusunda kalmaktaydı. Selâtin medreselerinde her hücrede bir öğrencinin kalması âdet haline gelmişti.[11] Gerçekten de selâtin medreselerinden biri olan Bursa Yıldırım Medresesi’nde 20 hücre mevcut olup her odada bir kişi olmak üzere 20 öğrencinin kalması vakfiyede belirtilmişti.[12]

Medrese hücrelerinde, öğrencilerin rahat bir şekilde barınmasına uygun bazı eşyaların bulunduğu anlaşılmaktadır. Mahkeme sicillerinde yer alan tamir kayıtları, medrese hücrelerinde, bir kısım giyim eşyalarının konulacağı dolapların,[13] yüklük ve minder tahtalarının[14] bulunduğunu göstermektedir. Ayrıca hücrelere, ısınmak ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda kullanmak amacıyla ocakların konulduğu[15] ve tabana döşenen tahtaların[16] üzerine hasırların yerleştirildiği[17] müşahede edilmektedir. Bunlara ek olarak siciller, hücrelerin sıvalı duvarları üzerine “kireç ile beyaz badana” yapıldığını[18] ve hücre önlerinde, kömür konulmasına uygun biçimde tahtadan imal edilmiş kömürlüklerin mevcut olduğunu haber vermektedir.[19]

Medreselerde ayrıca dershane olarak kullanılan ve genellikle avlunun güney kısmında, medresenin iki tarafındaki hücrelerin bitiminde yer alan ve yapıya bütünlük kazandıran büyük bir oda bulunmaktadır. Medrese dershanelerinin kıble yönünde genellikle bir mihrap bulunurdu.[20] Ders saatleri dışında ve namaz vakitlerinde dershaneler mescit olarak kullanılabilmekteydi. Ancak belirtmek gerekir ki, çoğunlukla medreseler camilerin yanı başında inşa edilmekte ve öğrenciler namazlarını daha ziyade camilerde kılmaktaydı.

Dershaneler çoğu zaman kubbeli olarak bina edilmekteydi. Dershanelerin bir kısmı “kiremid pûşîdeli ahşâb”, bir bölümü de kurşun ile örtülü idi.[21] Dershanelerde hangi eşyanın bulunduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, zemine hasır döşendiği, öğrencilerin minderler üzerinde oturduğu, müderrise ait bir kürsünün bulunduğu kolaylıkla tahmin edilebilir.

Bazı medreselerin kütüphanelere sahip oldukları, mahkeme sicillerinden kesin olarak öğrenilmektedir.[22] Umumiyetle medrese vâkıfları, kurdukları medreseye ya sahip oldukları kitapları vakfederek ya da bunun için bir fon ayırarak bir kütüphane kurulmasına imkan tanımışlardır.[23]

Bunlar dışında medresede, sakinlerinin ihtiyaç duyduğu hemen her ünite yer alıyordu. Tuvaletler, bazen medresenin dahilinde, bazen de dışında bulunuyordu. Çamaşırhane ve mutfak, daha çok binadan ayrı inşa edilmekteydi. Ayrıca medreselere çeşme de yaptırılmaktaydı.[24]

Osmanlı medreselerini, genel olarak, ilk yapıldıkları sırada medrese amacıyla yapılması ya da zaviye iken medreseye çevrilmesi yönüyle ikiye ayırmak mümkündür. Kurucusuna ait yerlerde inşa edilen medreseler olduğu gibi, ilgili kişi ya da vakfa belirli bir ödeme yapılmak suretiyle, başkasına ait bir yerde de medrese inşa edilebilmekteydi.[25]

Medreselerin Dereceleri

Osmanlı medreselerini klasik dönem itibariyle, dereceleri yönünden üç zaman dilimine ayırmak mümkün görünmektedir. Birincisi, derecelendirmenin nasıl bir sisteme oturtulduğu netlik kazanmayan ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan II. Murad devrinin sonuna kadar (1299-1451) süren “ilk medreseler dönemi”; ikincisi, yönetimde olduğu gibi öğretim kurumlarında da gerçekleştirdiği düzenlemeler ile çığır açan “Fatih dönemi” (1451-1481); üçüncüsü ise, kurduğu medreseler ile medrese düzenine yeni bir çerçeve kazandıran ve Osmanlılarda bu sistemi zirveye oturtan “Kânûnî dönemi” (1520-1566). Derecelendirme konusunda bütün medreseleri kapsayan bir yolun takip edilmediğini, Fatih ve Kânûnî’nin yaptığı düzenlemelerin genel anlamda kendi medreselerini ve selâtin medreselerini ilgilendirdiğini görüyoruz. Bir başka deyişle, bu iki padişahın getirdiği derecelendirme konusunun daha çok İstanbul’daki Fatih ve Süleymaniye medreseleri için geçerli olduğunu, ancak Anadolu’daki diğer medreseler için pratikte gerçekleşmediğini anlıyoruz. Bursa ve diğer Osmanlı şehirlerinde, selâtin medreselerinin belli bir seviyeden aşağı inmedikleri ve bu medreselerin genellikle yüksekokul seviyesinde öğretim verdikleri fark edilmektedir.

İlk Osmanlı medreselerinin çoğunlukla yer aldığı Bursa’da, XVI. yüzyıl sonu eksen olarak alınırsa, medreselerin yirmili, otuzlu, kırklı vs. gibi büyük ölçüde klasikleşmiş olan ayırımlara tabi tutulmasının uygun olmayacağını, aksine, müderris kariyerlerinin, bulundukları medreselerin düzeyini belirlediğini mahkeme sicillerine yansıyan yüzlerce örnekten anlamak mümkündür. Aldıkları yevmiyeleri tespit edilen çok sayıdaki müderristen hareketle, Bursa medreselerinin -selâtin medreseleri müstesna- zaman ilerledikçe belli bir düzen içinde yükselmediğini, müderrisin kariyeri hangi yevmiyeyi gerektiriyorsa medresenin de ona göre, yani yevmiyesi dikkate alınarak statü kazandığını ifade etmek gerekir.[26]

Medreseler devamlı olarak belli bir düzeyde bulunmamakta, zaman içinde kademeli olarak yükseltilmektedir. Müderrisler esas alınırsa, genel kural olarak, bir medreseye atanan kişiye, -eğer ilk göreve başladığı medrese değilse- bir önceki medresede aldığı yevmiyenin daha üstünde bir maaş ödenmekteydi. Medreselerde, geniş zaman aralıkları ile kısmî yükselmeler sağlanmakta ve belli seviyelere ulaşmış müderrislere görev verilmekteydi. Meselâ, 30-50 akçe arasında yevmiye verilen medreselere, genellikle bu statüyü elde etmiş müderrisler tayin edilmekte, yeni işe başlayan müderrislere bu tip medreselerde görev verilmemekteydi. Müderrislere, görev aldıkları her medreseden sonra, daha fazla yevmiye alacakları diğer bir medresede görev yapmaktaydı.

Özellikle belirtmelidir ki, yukarıdaki değerlendirmelere “selâtin medreseleri”ni katmak mümkün görünmemektedir. Padişahların yaptırdığı medreselerde müderrisler, belli bir düzen içinde görev almakta ve yevmiyeleri giderek yükseltilmekte idi.

Bu konuyla ilgili olarak yine mahkeme sicillerindeki bilgilerden yola çıkarak oluşturulan, XVI. yüzyıl sonlarında Bursa medreselerinin dereceleri veya ifade edilmesi gereken şekliyle, medreselerin müderrislerine ödediği yevmiyeleri toplam olarak gösterir bir tablo sunuyoruz:

Müderrise verilen Medrese

Yevmiye Miktarı           Sayısı            %
20 akçeden az                     2                     4
20-25 akçe                           14                   28
30-35 akçe                           7                     14
40 akçe                                 8                     16
50 akçe                                 6                     12
60 akçe ve üstü                   3                     6
Bilinmeyen                          10                   20

Toplam                                50              100

Tablodan anlaşılacağı üzere, XVI. yüzyıl sonlarında, Bursa medreselerinin çoğu -ki biz bu kategoride 20-40 akçe arasında yevmiye veren medreseleri düşünüyoruz- orta dereceli öğretime yönelikti. Bursa’daki toplam 29 medrese (%58) bu seviyede öğretim verirken, toplam 9 medrese (%18) yükseköğretim statüsündeydi. Tabloda “bilinmeyen” olarak gösterilen 10 medresenin (%20) büyük kısmında da orta düzeyde eğitim-öğretim verildiğini sanıyoruz.

XVI. yüzyıl sonuna kadar inşâ edilen Bursa medreselerinin bir bölümünü ihtisas medreseleri oluşturmaktadır. Bursa medreselerinin çoğunluğunu, genel öğretimin yapıldığı medreseler teşkil etmekle beraber Osmanlılar, İslâm dünyasında bu anlamdaki uygulanmaların dışında, belli konu, gaye ve hizmet için Bursa’da değişik ihtisas medreseleri kurmuşlardır. Bu ihtisas medreseleri; dârülkurra, dârülhadis ve dâruttıb adıyla üç grupta değerlendirilmektedir.

Müderrisler

Osmanlı ilmiye teşkilâtının belkemiğini teşkil eden medreseler sayesinde, devlet yönetimi için gerekli her alanda nitelikli elemanların yetişmesi mümkün olabilmiştir. Özellikle toplumu ilgilendiren hemen her sahadaki görevlileri bünyesinde barındıran ilmiye teşkilâtının en önemli sınıfını müderrisler oluşturmaktaydı. Aldıkları eğitim sebebiyle, istedikleri anda kadılık ve müftülük görevlerini de üstlenebilen müderrisler, hizmet verdikleri alanın öğretim olması hasebiyle bu adı almışlardı. Zira bir kişi, medrese öğretimini bitirdikten sonra şu üç alanda görev alma imkanına sahipti. Bunlar; kazâ (yargı), iftâ (fetva) ve tedris (eğitim-öğretim). Her birinin belli bir prosedürünün olduğunu[27] hatırlatarak müderrislerin bu göreve hangi kademlerden geçerek geldiklerini, bir başka ifade ile nasıl müderris olunduğunu kısaca izah etmeye çalışalım.

Daha önceki dönemlerde müderrislerin bu göreve nasıl getirildiklerini net olarak bilememekle beraber Fatih’in kurduğu Sahn-ı Semân ve Tetimme medreselerinden sonra Kânûnî döneminde tesis edilen Süleymâniye medreselerini müteakip müderrislik şu yöntemle elde edilmekteydi: Osmanlı medrese teşkilâtında “Hâric” ve “Dâhil” derslerini gören bir talebe, “Sahn-ı Seman” veya “Süleymâniye” seviyesinde belli bir öğretimden sonra mezun olarak “icâzet” alırdı. Bu, o talebenin artık müderrislik yapabileceğini gösteren bir diploma mahiyetindedir.

Eğer bu müderris adayı Anadolu’da vazife alacaksa Anadolu, Rumeli’de görev istiyorsa Rumeli kadıaskerine müracaat ederdi. Kadıaskerin muayyen günlerindeki meclislerine devam ederek “matlab” adı da verilen bir deftere (ruznâme) “mülâzim” kaydedilirdi. Sırası gelinceye kadar beklerdi ki, buna “nevbet” (nöbet) denirdi. Belli bir zaman geçip sırası geldiğinde, 20 akçe yevmiye alacağı bir medreseye tayin edilirdi. Bundan sonra, kademe kademe yükselerek en üst seviyede maaş verilen medreseye kadar çıkabilirdi.[28]

Kadıaskerin atadığı müderris, elindeki beratla medresede görev almaktaydı. Kadıaskerin yanında bulunan “rûznâme”de yazılı olmayan ve belli bir süre “mülâzemet” etmeyen kişilerin müderrislik almaları mümkün değildi. Ancak bazen istisnâî uygulamalara mahkeme sicillerinde rastlanabilmektedir.

Müderrislerin atamalarında, özellikle yer değiştirmelerde ve terfilerinde, “tevkît” adı verilen, değişen sürelerde beklemeler müşahede edilmektedir. Bu tevkît süresi şartlara göre üç,[29] beş,[30] hatta yedi[31] ay sürebiliyordu.

Özellikle Fatih devrinde, müderrislerin medreselerde genellikle üç yıl görev yaptıktan sonra bir üst dereceye yükseldikleri bilinmektedir.[32] Ancak bu süre, daha sonraki dönemlerde değişikliklerle uğradı ve önce iki yılda, sonraları ise daha kısa süre içerisinde terakkî imkânı elde edildi.[33]

Müderrisler, mülâzemetlerinden hemen sonra 20 akçeli bir medresede görev alıyor ve müderrislerin yükselmeleri (terakkîleri) Fatih devrinde beşer akçe ile sağlanıyordu.

XVI. yüzyılda otuzlu medreselere kadar yine beşer akçelik terakkilerin sağlandığı,[34] otuzdan fazla yevmiye alan müderrislerin ise onar akçelik terakkî imkânına hak kazandıkları anlaşılmaktadır.[35] Bazen bir müderrisin almakta olduğu akçede herhangi bir artırıma gidilmeksizin yatay olarak bir başka medreseye geçişi veya aynı medresede kalması mümkün olabilmekteydi.

Vakıflar, medreselerinde görev yapan müderrislere “cihet-i tedris” olarak tespit edilen yevmiyeleri nakdî olarak ödüyorlardı. Müderrisler, imâretlerin hazırladığı günlük yiyeceklerin yanında, muhtelif zamanlarda ve çeşitli vesilelerle verilen bazı ikramlara da mazhar oluyorlardı.

Müderrislere “taâmiye” adıyla, pişmiş yiyeceklerin dışında hububat türü ödeneklerin de verildiğini görüyoruz. Özellikle selâtin medreselerinde görev alan müderrislere hayli yüklü aynî tahsisatların yapıldığı ve bunların yıllık olarak belirlendiği anlaşılmaktadır.[36]

Müderrisler, bu tür nakdî ve aynî gelirlerin yanı sıra diğer bazı avantajlara da sahiptiler. Bursa medreselerinin büyük bir bölümünde müderrislere lojman tahsis edilmişti.[37]

Müderrislere sağlanan imkânlara dikkat edildiğinde, onların düzenli ve disiplinli bir çalışma ortamına sahip olmalarının ve geçim sıkıntısına düşmeden vazifelerini yerine getirmelerinin amaçlandığı hemen göze çarpmaktadır.

Müderrisler, tedris vazifesi sırasında, istedikleri zaman iftâ (fetvâ) ya da kazâ (yargı) alanında görev almakta serbest idiler. Kadılıktan müderrisliğe geçilebildiği gibi, bunun aksi de mümkündü.[38] Ancak bu alan değiştirmelerde denklik prensibine dikkat edildiği ve belli bir düzenin getirildiği anlaşılmaktadır. Müderrisler, İbtidâ-yı Haric, bir başka ifadeyle, Hâşiye-i Tecrid müderrisliğinden Süleymâniye Dârülhadisi müderrisliğine kadar, hangi aşamada olursa olsun, yevmiyesine ve derecesine uygun bir kadılığa geçebilirdi.[39]

Vakfiye ve siciller, medreselerde görev alacak müderrislerde, geniş bilgiye sahip olmalarının öncellikle istendiğini, ancak bunun müderris olmaya kâfî gelmediğini, ilmi birikimin yanında pek çok insânî ve ahlâkî vasıflarının da arandığını göstermektedir. Ayrıca, ders verme yeteneğine sahip ve kolayca dersi işleyebilen deneyimli müderrislerin tercih sebebi olması, o dönemlerde pedagojik bazı kriterlerin varlığına işaret etmektedir.[40]

Osmanlıların klasik döneminde müderrisler, cemiyette oldukça itibarlı olmalarının yanında, ulaştıkları refah seviyesi ile toplumun orta tabakasının üzerinde bulunuyorlardı. Çok zengin oldukları iddia edilmese bile, bir müderrisin, ekonomik endişe ve kaygılardan uzak bir hayat yaşadığı kesindir.[41] Müderris, tedrisat görevinin dışında, bazı idarî görevleri rahatlıkla üstlenebilecek bilgi ve yeteneğe sahipti. Güvenilir kişilikleri ile tanınan müderrisler, hayatın her sahasındaki girişimcilikleri ile toplumda özel bir ilgiye muhatap oluyorlardı.

Muid

Muid, medresede talebenin derslerini müzâkere ve müderrisin verdiği dersi tekrar eden kimsedir.[42] Muid, müderris ile öğrenci arasında bir yerde bulunurdu. Bugünkü araştırma görevliliğine (asistan) büyük ölçüde benzemektedir.[43] Muid, talebelerle aynı yerde oturan, müderrisin dersten ayrılmasını müteakip veya daha sonra dersi talebeye tekrarlayan ve talebenin müderrise sormaktan çekindiği şeyleri cevaplayan bir kişi durumundaydı. Bu yönüyle muid, aynı zamanda bir müzakereci idi.[44] Kelimeye yüklenen anlama uygun olarak muid, müderrisin muâvini durumundaydı. Onun bulunmadığı zamanlarda veya birtakım şer‘i özürleri bulunduğunda, müderrislerin vermesi gereken dersleri onlar takrir ederlerdi.

Eser yazabilecek bilgi ve yeteneğe sahip kişiler arasından seçilen muidler, müderrislerin kontrolünde öğretime birinci derecede katkıda bulunuyorlardı. Daha çok, medresede okunması gereken kitapları öğrencilere defalarca okutan,[45] ders öncesi ve sonrasında verdiği bu hizmet sebebiyle, öğrenciler tarafından dersin hazmedilmesini sağlayan kişiler durumundaydı.

Osmanlı medreselerinin genelinde ve özellikle ilk dönemlerinde, her müderrise bir muid prensibine uyulduğunu, ancak öğrenci mevcudu fazla olan medreselerde iki muidin birden görevlendirilebildiğini söyleyebiliriz.

Osmanlı medreselerinde görev alan öğretim elemanları arasında müderris ve muidin yanında, dârülhadis ve dârülkurrâlarda[46] vazife gören “şeyh”lere de rastlıyoruz. Ancak bu kişileri, tarikat ya da imâret şeyhleri[47] ile karıştırmamak gerekir.

Medresenin, daha genel anlamda vakfın yönetiminden birinci derecede sorumlu olan kişi mütevellidir. Vakıf işlerini idare etmek üzere tayin olunan mütevelli, vakfiye şartları ve dinî hükümler çerçevesinde hareket ederdi.[48]

Medrese ve vakıfta çıkabilecek her türlü idârî meselede muhatap olan mütevelli idi. Muhasebe kayıtlarının kontrolünden vakıf çalışanlarının (mürtezika) problemlerinin çözümüne kadar birçok konuda sorumluluğu bulunan mütevelliler, görevleri karşılığında, vakfiyede gösterilen ve genelde 1-5 akçe arasında değişen yevmiye[49] ya da vakıf mahsulünün bir bölümünü almaktaydı.[50]

Mütevellilerin, vakfın şartlarına göre hareket edip etmediklerini veya vakfa zarar verecek davranışlar içinde bulunup bulunmadıklarını tespit etmekle görevli kişiye nâzır adı verilmekteydi. Nâzırın vakıfta herhangi bir tasarruf yetkisi yoktu. Bu yetki sadece mütevelliye ait idi.[51]

Bunun dışında medresede görev alan elemanlar arasında bulunan noktacı, vakfın birimlerinde görev alan kişilerin, talebelerin ve vazifelilerin devam-devamsızlıklarını kontrol etmekte ve gelmeyenlerin isimlerinin yanında nokta (işaret) koymaktaydı.[52]

Vakıf ve medreseyi ilgilendiren diğer idârî personel arasında, vakıf ile ilgili bütün yazışmaları yapan[53] ve mütevellinin sekreterliğini üstlenen[54] katipler, vakfa alınacak hububat, eşya ve malzemeden sorumlu olan vekilharçlar[55] (bir tür mübâyaa memuru) görev almaktaydı. Ayrıca vakıf gelirlerinin tahsilini ve kontrolü için her vakıf, her şehir ve köy için câbîler görevlendirmekteydi.[56]

Medresede bütün bu çalışanlara ilaveten, imam,[57] müezzin,[58] kayyim ve cüzhan (Kur’an cüzü okuyan) da görev alabiliyorlardı.[59] Medresenin kapısında duran ve müracaat edilen ilk kişi durumunda olan bevvâb[60] ile medresenin bütününün temizlik ve bakımından mesul olan ferrâş[61] da medrese hizmetlileri arasında bulunuyorlardı. Bazı medreselerde ayrıca müstahdem, kandilci ve tuvalet bakıcısı da vardı.[62]

Öğrenciler

Osmanlı eğitim-öğretim sistemi içinde sıbyan mekteplerini[63] bitiren öğrenciler medreselerde tahsillerini devam ettirirlerdi. Medreselerde ders gören öğrenciler için mahkeme sicillerinde farklı isimlerin kullandığını görüyoruz. Yaygın olarak “talebe”[64] kelimesine yer verilen mahkeme sicillerinde, “talib-i ilm”,[65] “suhte”,[66] “dânişmend”[67] ve “müstaîd” kelimelerine de rastlanmakta, bir öğrenci grubundan bahsedilecek ise “suhtevât”[68] veya “tâife-i müstaiddîn”[69] tarzında ifadeler yer almaktadır.

Bu kelimelerden her birinin, diğerinin yerine kullanılabildiğini mahkeme sicillerinden öğreniyoruz. Ancak “dânişmend” kelimesinin -çok belirgin bir şekilde ayrıldığını iddia etmek mümkün değilse de- genellikle, müderrisine yüksek maaş verilen medreseler ile selâtin medreseleri öğrencileri için kullanıldığı söylenebilir.

Bursa medreselerinde, öğrencileri yakından ilgilendiren farklı bir uygulamaya, sadece Hacı İvaz Paşa Medresesi’nde rastlanmaktadır. Vâkıf, talebeleri, derslere devam edenler ile “mütereddidîn” adını verdiği talebeler olmak üzere iki kategoriye ayırmıştı.[70] Medresede bulundukları[71] vakfiyede kesinlik kazanan bu öğrencilerden derse düzenli girenlere günlük 3 akçe, derslere tam anlamıyla devam etmeyenlere ise 2 akçe verilmekteydi. Muhtemeldir ki, devamsızlıklarına küçük bir ceza olarak her gün 1 akçeleri kesilmekte, ancak bütün yevmiyeleri kesilmeyerek, yine 2’şer akçe verilmesi, derslerden tamamen kopmalarını engellediği gibi derslere ısınmalarını da sağlamaktaydı.

Osmanlı medreselerinde kalan talebeler, hücrelerinde kaldıkları sürece bekâr olmak durumundaydılar. Zira medresenin şartları bunu gerektiriyordu. Aynı şekilde, medrese çatısı altında kalan diğer akademik ve idârî personelin de evli olmaları mümkün değildi.

Osmanlı medreselerindeki öğrencilere uygulandığı bilinen genel bir usûl de, onların askerlik görevinden muâfiyetleri idi.

Bursa medreselerinde, XVI. yüzyıldan başlayarak kurulan her medresenin vakfiyesinde, öğrencilere verilecek günlük miktar belirtildiği gibi onlardan istenen bazı hususlara da yer verilmiştir. Talebelere tayin edilen günlük ücret, vakfın ekonomik kapasitesine göre farklılık arz ederdi. İlk dönemlerde talebelere verilen yevmiyeler, daha sonra kurulan medreselerin talebelerine verilmesi şart koşulan miktara göre daha az görünmekte ise de, bu yevmiyeler zaman içinde yükseltilmiş ve öğrencilerin mağdur duruma düşmeleri engellenmiştir.

Bursa medreselerinde tahsil gören öğrencilere vakıf tarafından verilen akçelerin miktarları, XVI. yüzyıl sonralarında 1-5 akçe arasında değişmekteydi.[72] Selâtin medreseleri, gerek öğrenciler, gerekse diğer personele genellikle tatminkâr ücret vermekteydi.

Vakıflar, talebelere düzenli olarak verdikleri yevmiyeler dışında ek yardımlar da sağlıyorlardı. Talebelere yevmiyeler, “hücre akçesi”[73] ya da “hakk-ı süknâ”[74] adıyla, medreselerde “sâkin oldukları zaman”[75] karşılığında ödenmekteydi.

Medrese öğrencileri, aldıkları yevmiyeye ilâveten kendilerine pişmiş ve hazır bir şekilde sunulan iki öğünlük yemekleri içinde, eğer et bulunmuyorsa, “imâretde et tabh olunmadığı günlerin et akçesi”ni de isteme hakkına sahipti.[76]

Öğrencilere sağlanan imkânlar arasında, daha sonra üzerinde durulacak olan “yaylâkiye” için tayin olunan akçe de vardı.[77] Mesela 1572’de Bursa Kazzâziye Medresesi talebelerine 1,5 vukiyye et karşılığı akçe yaylâkiye adıyla ödenmekteydi.[78]

Mütevelli ve nâzırın gözetiminde ve vakfın gücü oranında dağıtılan yaylâkiyeye[79] ek olarak talebelere “bahâriye” ve “nehâriye” adı verilen yan ödenekler de tahsis edilmişti.[80]

Öğrencilerin medreselerdeki tahsil süresiyle ilgili olarak kısaca şu bilgiler verilebilir. Kânûnî Sultan Süleyman devrinde, 1526-1540 yılları arasında, Sahn öncesi sekiz yıl civarında bir tahsil süresinden söz edilmektedir.[81] Kânûnî devrinin ilk dönemlerinde Sahn derecesine kadar 8-9 yıl süren bu öğretim, sonraları giderek kısalmaya başlamış, daha Kânûnî tahtta iken, 5 yıldan az tahsil edilmemesi bildirilmişti. 1 Şubat 1576’da, İstanbul, Edirne ve Bursa kadılarına ve müderrislerine hitaben gönderilen bir fermanla medrese öğrencilerinin Sahn-ı Semân’a kadar olan öğrenim süreleri 3 yıl ile sınırlandırılmıştı.[82]

Öğrencilerin medreselerdeki disiplinsiz davranışlarına da kısaca değinmek gerekir. İlk dönemlerde medreselerde, disiplini bozan davranışların mevcut olduğuna dair sicillere geçirilen kayıtlara pek rastlanmamaktadır. Bu dönemde, nâdiren bazı ferdî olaylar görülmekte ise de bunları genelleştirmek kesinlikle mümkün değildir. Ancak, XVI. yüzyıl ortalarından itibaren, öğrencilerin, toplumu da içine alan disiplin dışı davranışlarının giderek arttığı müşâhede edilmektedir. Buna paralel olarak devletin aldığı bir dizi tedbire rağmen, öğrenci olaylarının devlet düzenini sarsacak bazı sonuçlara yol açtığı görülmektedir.[83]

XVI. yüzyıl ortalarından itibaren, medrese öğrencilerinin birçok çirkin olaya sebebiyet verdiklerini,[84] cinayet işleyebildiklerini,[85] hırsızlık yaptıklarını,[86] ahlâksız davranışlar sergilediklerini[87] mahkeme sicillerinden öğrenilmektedir. Gerçekten de, bu yüzyıl ortalarına kadar, öğrencilerden kefil istendiğine dair çok az kayıt bulunurken,[88] yüzyılın ikinci yarısında bu tür kayıtlara sıklıkla rastlanmaktadır.[89]

Bütün bu hususlar tamamen öğrenci kaynaklı olmayıp, yine bu yüzyılda ortaya çıkan ve devleti sarsan Celâlî isyanları, dış harpler ve sosyal çözülme gibi siyasi, sosyal ve muhtemelen ekonomik çıkmazlara bağlı olarak gelişmiştir. Bu dönemde medrese ve vakıf teşkilâtı gerçekten büyük zararlar görmüştü. Celâlî eşkıyası Bursa’ya saldırdıkları sırada, sadece Haremeyn vakıfları arasında, değeri 100.000 akçeden fazla olan birçok akar tamamen tahrip edilmiş ve kullanılamaz hale gelmişti.[90]

Öğretim Programları

Osmanlı medreselerinin bir sistem içinde kurulmasında ve teşkilâtın işlemesinde, ilk önemli adım Fatih Sultan Mehmed tarafından atılmıştır. Kurduğu medreselerle Osmanlı ilim tarihine adını yazdıran Fatih, medreseler teşkilatının ve ders programlarının düzenlenmesi görevini, bilimsel kariyere sahip bir heyete havale etmişti. Ali Kuşçu, Molla Hüsrev ve Mahmud Paşa’dan oluşan[91] komisyonun hazırladığı tüzük, padişah tarafından “kânun” haline getirilmişti.[92]

Kânûnî Süleyman’ın, Fatih’ten yaklaşık bir asır sonra kurduğu külliye için hazırlanan vakfiyede, medrese dersleri ve kitapları konusunda pek bilgi yoktur. Osmanlılarda, eğitim-öğretim alanında zirveye çıkıldığı bu dönemde, Kânûnî’nin Süleymaniye Vakfiyesi’nde dârülhadis için ayrılan bölümden anlaşıldığına göre, bu medresede, hadis alanında en önemli eserler sayılan Buharî ve Müslim ile Mesâbih ve Meşârik okutulmakta, ayrıca açıkça gösterilmese de, tefsir ile ilgili eser veya eserler takip edilmekteydi.

Medreselerde verilen dersler genelde naklî ve aklî ilimler olarak iki ayrı kategoride değerlendirilmekteydi. “Ulûm-i’âliye” adı da verilen nakli ilimler, hadis, tefsir, fıkıh ve usûlü ile akâid dallarından oluşmaktaydı. Bu ilimleri daha iyi öğrenebilmek için de “ulûm-i âliye” adıyla anılan aklî ilimlerin tedrisi gerekiyordu.

Nakli ve aklî ilimlerin her şubesinde -diğer özel çalışmalar da dikkate alınırsa- yeteri kadar eser okunmuş görünmektedir. Felsefe (ilm-i hikmet) alanında birçok kişiye ait eserlerin okunduğu kesin ise de, bunların adları tam olarak tespit edilememektedir. Muhtemelen, bu alanda ilk mümessiller olan Aristo ve Eflâtun ile İslâm dünyasındaki temsilcileri Fârâbi (öl. 950), İbn Sina (öl.1037), İbn Rüşd (öl.1199) ve Fahreddin Râzi (öl.1209)’nin eserlerine Osmanlı ilim adamlarının yazdıkları şerhler ve hâşiyeler medreselerde tartışılıyordu.

Genel olarak medreselerde müderrisin daha çok takrîr, bazen de münazara tekniği ile yaptırdığı derslerde, kitap/ders geçmenin esas alındığını, muid sayesinde derslerin tam olarak öğrenildiğini, öğrencilerin bu yolla edindikleri bilgileri, medreselerindeki mescit, dershane ya da yıllık tatillerde tatbikatla daha iyi kavradıkları söylenebilir.[93]

Medresede cuma günü, İslâm dünyasında malum sebeplerden dolayı kendiliğinden tatil günü kabul edilmiştir. Kutsal sayılan bu gün ile birlikte birçok Osmanlı medresesinde, salı ve perşembe günleri de[94] tatil sayılmış ve haftalık tatil günleri üçe çıkarılmıştır.[95] Medreselerde, Ramazan ve Kurban bayramları ile İslâm dininde mübarek sayılan kandil günleri de tatil kabul edilmişti.[96]

Medreselerde yıllık tatiller, “şuhûr-i selâse” adı verilen ve Receb, Şaban, Ramazan aylarını içeren “üç aylar”da yapılmaktaydı.[97] Medreseler, Receb ayı başlarında kapanmakta ve Ramazan ayı sonrasında, Şevval ayında öğretime geçmekteydi. Öğrenciler bu aylarda medreseden uzaklaşarak yurdun değişik yerlerine dağılıyorlardı. En ücra köylere kadar dolaşarak halka vaaz ve nasihat etmeleri karşılığında, vatandaşların para, yiyecek ve giyecek verdikleri bu uygulamaya “cerre çıkmak” adı veriliyordu. Öğrenci, müderrisin direktif ve tavsiyeleri doğrultusunda her yıl başka bir köye veya kasabaya gidiyor ve bu tatbikat sırasında öğrencinin kendi memleketinden uzak bir yere gitmesine özen gösteriliyordu.[98]

Öğrencilerin düzenli olarak çıktıkları cerrin dışında müderrisleri ile birlikte, bazen bahar mevsiminde bir tür piknik yaptıkları da anlaşılmaktadır. 1634 tarihli bir vakfiyedeki, “…baharda deniz faslından mesîrelerde tabh-ı ta‘âm olunup ba‘de’l-ekl hayır duâ eyleyüp…” ifadelerine bakılırsa, Bursa Yıldırım Medresesi müderrisi ve öğrencilerine böyle bir imkan tanınmıştı.[99]

Sonuç

Osmanlıların en kadim ve en önemli şehirlerinden biri olan Bursa’da ortaya konulan bütün faaliyetler, büyük bir benzerlikle ülkenin her tarafına taşınmıştır. Medrese alanında mahkeme sicilleri ışığında yaptığımız çalışmalarla, klasik dönem itibarıyla Bursa şehir merkezinde, XIV. yüzyılda 13, XV. asırda 20 ve XVI. yüzyılda da 17 olmak üzere toplam 50 medresenin inşâ edildiği ortaya çıkmaktadır. Medreseler en çok Fatih Sultan Mehmed döneminde bina edilmiştir.[100] XVI. asır sonlarında Bursa’daki öğrenci potansiyeli 500 civarındadır. Bu rakama, yaklaşık 150 sıbyan mektebinde okuyan öğrenciler dâhil değildir.

Osmanlı medreseleri, daha çok müderrisine verdiği günlük ücret baz alınarak isimlendirilmiştir. Müderrise günlük 20-40 akçe arasında yevmiye veren medreselerin önemli bir bölümü (yaklaşık %70) -muhtemeldir ki- günümüzün orta öğrenim düzeyindeki okullarına tekabül etmektedir. Her gün için müderrisine 50 ve üzeri akçe ödeme yapan medreselerde (yaklaşık %30) verilen öğretimin de, bugünün yüksek öğrenimine benzediğini tahmin ediyoruz. Bursa’da bulunan medreseler ile sıbyan mektepleri bir bütün olarak düşünüldüğünde, bir piramidin oluştuğu ve dengeli bir eğitim-öğretimin sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.

İlk Osmanlı padişahlarının tahta çıktıkları ve devletin uzun süre başkentliğini sürdüren Bursa’da binâ edilen medreselerin yaklaşık %20’si padişah ve aileleri, kalan %80’i ileri gelen devlet adamları ve hayırsever halk tarafından finanse edilmiştir. Çünkü vakıflarla desteklenen bu medreselerin tamamı, XVII. yüzyılda da eğitim-öğretimin sürdürüldüğü yerler olarak hizmet vermeye devam etmiş, hatta büyük bir bölümü XX. yüzyıla ulaşmıştır. Bunun en önemli sebebi, Osmanlılarda, padişahtan alelâde bir vatandaşa kadar, toplumun her kesiminde bu müesseselerin ibadet yerleri gibi telakki edilmesidir. Medrese ve vakıflarını kuracak derecede maddi durumları elverişli olmayan vatandaşlar, bu müesseselerin bazı ihtiyaçlarını gidermek için küçük çaplı vakıflar tahsis ediyor veya vefatlarında, herhangi bir medresenin öğrencilerine verilmesi kaydıyla önemli bir meblağı vasiyet edebiliyorlardı.

Bursa medreseleri, bağlı bulundukları vakıflar sayesinde fiziksel yapılarını sürekli sağlam tutabilmişlerdi. Onarıma ihtiyaç duydukları dönemlerde, hiç vakit kaybetmeden tamiri gerçekleştiriliyordu. Vakıf, tamir finansmanını sağlayamadığı takdirde, “rakabe” adı verilen yöntemle tamire öncelik tanınıyordu.

Medreselerde görev verilen müderrisler, ekonomik açıdan son derece rahat idiler. Öğretim elemanlarına ödenen yevmiyeler ve yan ödenekler, bu kişilerin başka bir işe girmelerine ihtiyaç hissettirmiyordu. Müderrislerin yardımcıları durumundaki muidler de ekonomik açıdan pek problem yaşamıyorlardı. Onlar da yevmiyelerini almaları dışında, medresede ikâmet ediyor, yemeklerini ücretsiz yiyebiliyor, ayrıca ek bazı ödeneklere sahip olabiliyorlardı.

Öte yandan öğrenciler, medreselerde kalıyor, her gün için karşılıksız burs alıyor, imaretten gelen ve sabah-akşam verilen günlük yemeklerden ücretsiz faydalanabiliyorlardı. Vakfiyelerde de zikredildiği gibi, bütün bu imkânlar karşılığında öğrencilerden, derse müdâvim olmaları, derslerini çalışmaları ve disiplinsiz davranışların içine girmemeleri istenmekteydi.

Medreselerde verilen eğitim-öğretimin bir de medrese dışı boyutu vardı. Derslerde kazandıkları teorik bilgileri, Ramazan ayı ve öncesindeki iki ay içerisinde pratik uygulamalara dönüştürmekte olan öğrenciler, zaman zaman yaz mevsiminde yaylalara çıkarak veya deniz kenarı vb. yerlerde piknik yaparak öğrenimlerini sürdürmekteydiler. Böyle bir uygulama, aynı zamanda öğrencilerin, medresenin kapalı ortamından -kısa bir süre de olsa- sıyrılarak daha stressiz, daha sağlıklı bir bünyeye sahip olmalarına imkân tanıyordu.

Osmanlılar, medreselerinden mezun ettikleri öğrencilere müderris, kadı veya müftü olabilme fırsatını veriyor ve böylece önemli ölçüde istihdam problemini hallediyorlardı. Eğitim-öğretimin kaliteli şekilde verildiği klasik dönem boyunca, devlet bürokrasisinin nitelikli eleman ihtiyacının karşılanmasında herhangi bir sıkıntı çekilmemişti. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin birçok alanda yakaladığı başarıyı izahta bize büyük kolaylıklar sağlamaktadır.

Prof. Dr. Mefail HIZLI

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Magtumkulu Türkmen Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkmenistan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 426-435


Kaynaklar:
♦ ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982.
♦ AHMED Çelebi, İslamda Eğitim-Öğretim Tarihi (çev. Ali Yardım), İstanbul 1983.
♦ AKDAĞ, Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, I-II, İstanbul 1979.
♦ ÂLÎ, Gelibolulu Mustafa, Künhü’l-Ahbâr, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. 5959.
♦ ARİF Bey, “Devlet-i Osmaniye’nin Teessüsü ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dârulfünün Edebiyat Fakültesi Mecmuası, c. I, sayı. 2, İstanbul 1914.
♦ ARSEVEN, Celal E., Türk Sanatı Tarihi, İstanbul ts.
♦ ATÂÎ, Nev’îzade, Hadâiku’l-Hadâyık fi Tekmileti’ş-Şakâik (Atâî), İstanbul 1851.
♦ ATAY, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983.
♦ AYVANSARAYİ, Hafız Hüseyin, Hadîkatü’l-Cevâmi, I-II, İstanbul 1864.
♦ AYVERDİ, Ekrem Hakkı, Osmanlı Mimarisinde Çelebi Mehmed ve II. Sultan Murad Devri II, İstanbul 1972.
♦ BALTACI, Cahid, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976.
♦ BERKİ, A. Himmet, Vakfa Dair Yazılan Eserlerle Vakfiye ve Benzeri Vesikalarda Geçen Istılah ve Tabirler, 2. bs., Ankara ts.
♦ BİLGE, Mustafa, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984.
♦ BURSA Şer’iye Sicilleri (BŞS).
♦ A4, 5, 21, 23, 29, 30, 33, 35, 39, 40, 42, 43, 45, 46, 47, 53, 58, 64, 66, 69, 72, 81, 82, 83, 91, 94, 97, 98, 99, 101, 107, 108, 110, 112, 113, 121, 122, 124, 129, 137, 140, 143, 144, 145, 150, 154, 178. B3, 4, 5, 7, 8, 10, 12, 13, 14, 15, 17, 20, 25, 26, 29, 57, 58, 74, 97, 103, 107, 113, 118, 133, 228, 318. C1, 3, 6, 10, 81.
♦ ERGİN, Osman, Türk İmar Tarihinde Vakıflar, İstanbul 1944.
♦ HITTI, Philip K., İslâm Tarihi, I-IV, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1980-1981.
♦ HIZLI, Mefail, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi Bursa Medreselerinde Eğitim- Öğretim, Bursa 1997.
♦ HIZLI, Mefail, Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, İstanbul 1998.
♦ HIZLI, Mefail, “Osmanlı Sıbyan Mektepleri”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, (ed. Güler Eren), Ankara 1999, V, 207-217.
♦ HIZLI, Mefail, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Döneminde İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri, Bursa 1999.
♦ İLMİYE Salnâmesi, İstanbul 1916.
♦ KAZICI, Ziya, İslâm Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991.
♦ KEPECİOĞLU, Kamil, Bursa Kütüğü, Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi, I-IV, Genel no: 4519-4522.
♦ MAKDISI, George, The Rise of Colleges, Edinburg 1981.
♦ MECDÎ, Edirneli Mehmed, Hadâiku’ş-Şakâik, İstanbul 1853.
♦ el-MÜNCİD fi’l-Luga (haz. Lois Ma’luf), Beyrut ts., s. 536.
♦ PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, III. PEDERSEN, J., “Mescid”, İslam Ansiklopedisi (İ. A. ), c. VIII.
♦ SÜLEYMANİYE Vakfiyesi, (nşr. K. E. Kürkçüoğlu), Ankara 1962.
♦ TAŞKÖPRÜLÜZADE, Ahmed İsamüddin, eş-Şakâiku’n-Nu’maniyye fi Ulemai’d-Devleti’l- Osmaniyye (el-Ikdu’l-Manzum ile birlikte) (Şakâik), İstanbul 1975.
♦ TEKİNDAĞ, M. Şehabettin, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1 973.
♦ TÜRK Ansiklopedisi, “Cer”, X, İstanbul ts.
♦ UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984.
♦ ÜNVER, Süheyl, Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946.
♦ YALTKAYA, Şerafettin. “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I’den ayrı basım, İstanbul 1940.
♦ YEDİYILDIZ, Bahaeddin, “Vakıf Istılahları Lügatçesi”, Vakıflar Dergisi, sayı. 17.
♦ ZEYDAN, Corci, Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi, (çev. Zeki Megamiz), c. III, İstanbul 1911.
Dipnotlar :
[1] Tekindağ, M. Şehabettin, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1973, s. 4.
[2] Bk. Tekindağ, a.g.m., s. 5; Makdisi, George, The Rise of Colleges, Edinburg 1981, s. 31-32; Kazıcı, Ziya, İslâm Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, s. 231; Ahmed Çelebi, İslamda Eğitim-Öğretim Tarihi (çev. Ali Yardım), İstanbul 1983, s. 301, 367; Hitti, Philip K., İslâm Tarihi, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1980-1981, II, 630; Zeydan, Corci, Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi, (çev. Zeki Megamiz), İstanbul 1911, III, 396.
[3] Cahid Baltacı, araştırma sonucu tespit ettiği Osmanlı medreselerinin 500 civarında olduğunu, Osmanlılardan önce yapılmış olanlarla birlikte bu rakamın 1000’e ulaşacağını belirtir. Bk. Baltacı, Cahid, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 19.
[4] Osmanlı Tarihi müderrisi Arif Bey, ilk kurulan medresenin İzmit’te olduğunu, ancak İznik medresesinin diğerinden daha çok şöhret bulduğunu kaydeder. Bk. Arif Bey, “Devlet-i Osmaniye’nin Teessüsü ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dârulfünün Edebiyat Fakültesi Mecmuası, c. I, sy. 2, İstanbul 1914, s. 8.
[5] Taşköprülüzade, Ahmed İsamüddin, eş-Şakâiku’n-Nu’maniyye fi Ulemai’d-Devleti’l- Osmaniyye (el-Ikdu’l-Manzum ile birlikte) (Şakâik), İstanbul 1975, s. 8.
[6] Adıvar, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982, s. 16.
[7] Klasik dönemi boyunca Bursa’da kurulan medreseler, müderrisler, vakıflar ve vakfiyelerle ilgili olarak hazırlanmış müstakil bir çalışma için bk. Hızlı, Mefail, Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, İstanbul 1998.
[8] Osmanlı klasik dönemi ilköğretim ve Bursa sıbyan mektepleri hakkında yapılmış müstakil bir çalışma için bk. Hızlı, Mefail, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Döneminde İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri, Bursa 1999.
[9] Arseven, Celal E., Türk Sanatı Tarihi, İstanbul ts., s. 448.
[10] Bk. Bursa Şer’iye Sicilleri (BŞS) A46 191a, B58 105b, B228 65a, C6 16a, C10 135a, C81 15ab.
[11] Ayverdi, Ekrem Hakkı, Osmanlı Mimarisinde Çelebi Mehmed ve II. Sultan Murad Devri II, İstanbul 1972, s. 95.
[12] BŞS, C1 6a.
[13] BŞS, C10 121a, 133b.
[14] BŞS, C81 14b.
[15] BŞS, B58 105b.
[16] BŞS, C81 15b.
[17] BŞS, A140 35a, A69 4a.
[18] BŞS, B58 105b.
[19] BŞS, C6 2b-3a.
[20] Bk. BŞS, B228 65a. Ayrıca bk. Ünver, Süheyl, Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946, s. 24.
[21] Bk. BŞS, B10 100b, C6 2b, C81 15a.
[22] Bk. BŞS, A35 339a, A47 45b, A82 43b, A83 48a, B26 129a, B107 139a.
[23] Bk. BŞS, A82 45b, A83 48a. Ayrıca bk. Mecdî, Edirneli Mehmed, Hadâiku’ş-Şakâik (Mecdî), İstanbul 1853, s. 197 (derkenar).
[24] Bk. BŞS, A58 55a, C10 120b.
[25] Bk. BŞS, A64 99b.
[26] Bursa Lala Paşa Medresesi örneği için bk. BŞS A129 212b, A144 270b, A150 248b, B15 104b, B25 168b, B8 43a; Bursa Molla Fenari Medresesi örneği için bk. BŞS, A81 127a, A110 97b, A154 67b, B7 99b, B58 134a.
[27] Bilgi için bk. Uzunçarşılı, İsmail H., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984, s. 55 vd., 83 vd., 173 vd.
[28] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 45.
[29] BŞS, B20 199a.
[30] BŞS, B17 66b.
[31] BŞS, A143 236b.
[32] Bk. Atâî, Nev’îzade, Hadâiku’l-Hadâyık fi Tekmileti’ş-Şakâik (Atâî), İstanbul 1851, s. 108, 257, 450.
[33] Bk. Âlî, Gelibolulu Mustafa, Künhü’l-Ahbâr, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY. 5959, vr. 87ab.
[34] Bk. BŞS, A107 213b, A145 296b, B26 127a, B5 83b, B13 185a. Ayrıca bk. Atâî, s. 238, 421.
[35] Bk. BŞS, B29 92b, A144 201b; Ayrıca bk. Mecdî, s. 293, 294; Atâî, s. 561.
[36] Meselâ, Bursa Yıldırım müderrisine 1581’de 50 müd buğday, 50 müd pirinç ve 40 müd arpa verildiğini öğreniyoruz. Bk. BŞS, A113 147a. Selâtin dışındaki medrese müderrislerine de bu tür aynı yardımlar yapılmaktaydı. Nitekim Lala Şahin Paşa vakfiyesinde müderrise yevmiye hâricinde, yılda 27 müd buğday verilmesi vâkıf tarafından şart koşulmuştu. Bk. Bilge, Mustafa, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 303 vd. Ayrıca bk. BŞS, A43 12b.
[37] Bk. BŞS, A39 10a, A64 135b, A91 75a.
[38] Bk. BŞS, B25 160b, B74 100a, C3 130b. Ayrıca bk. Atâî, s. 46, 56, 115, 120.
[39] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 66.
[40] Bk. BŞS, A43 63a, A66 117b, A58 63a, A107 213b, A143 231a, A145 296b, B3 109a, B13, 185a, B25 186b, B103 139b, C1 16b, 17b, C3 130b, 142b.
[41] Mesela bk. BŞS, A29 74b, 75ab, A45 207a, A53 239a, A137 98b, 103a, 122b, 123a, 124b,
[42] el-Müncid fi’l-Luga (haz. Lois Ma’luf), Beyrut ts., s. 536.
[43] Tekindağ, a.g.m., s. 8.
[44] Pedersen, J., “Mescid”, İ. A., VIII, 68; Hitti, a.g.e., II, 631.
[45] II. Murad devri âlimlerinden Mehmed b. Beşir, Bursa Bayezid Mahallesi’ndeki tahsili ile dânişmend ve sonra muid oldu. Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh-i Metâli’a yazdığı hâşiyesini 36 kez baştan sona muid iken okutmuştu. Taşköprülüzâde’nin dedesi, bu hâşiyeyi mezkur muidden 37. defa okuyan kişiydi. Talebelikten muidliğe ve oradan da müderrisliğe aynı medresede iken geçmiş, başka bir yerde görev almamıştı. Bk. Şakâik, s. 45-50; Mecdî, s. 100.
[46] Bk. BŞS, B133 30a, 58b, A178 102b.
[47] İmâret şeyhi, imâreti idare eden, misafirleri ağırlayan, fakir ve muhtaçları kabul edip ikram eden kişidir. Bk. Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, III, 347; Berki, A. Himmet, Vakfa Dair Yazılan Eserlerle Vakfiye ve Benzeri Vesikalarda Geçen Istılah ve Tabirler, 2. bs., Ankara ts., s. 50.
[48] Pakalın, a.g.e., II, 640; Berki, a.g.e., s. 43.
[49] Bk. BŞS, A140 35a.
[50] Bk. BŞS, A5 114a.
[51] Pakalın, a.g.e., II, 666.
[52] Bu konuyla ilgili ayrıntıyı Süleymaniye vakfiyesinde buluyoruz: “… dâyimâ tetebbu edüp ve meclislerine varub taahhüd ve tefakküd edüp bi gayri uzrin eda-i hidmet ve ikâmet vâzife etmedikleri eyyâmında ta’yin ü izah üzere defterinde nukta koyup âdet-i câriye üzere alâmet vaz’ederler ve kendülere daha tenbih ü tahzir eyleyüp ısrar edenleri mütevelliye i’lâm eyleyeler…” Bk. Süleymaniye Vakfiyesi, (nşr. K. E. Kürkçüoğlu), Ankara 1962, s. 102.
[53] Bk. BŞS, A23 75a.
[54] Yediyıldız, Bahaeddin, “Vakıf Istılahları Lügatçesi”, Vakıflar Dergisi, sy. 17, s. 57.
[55] Bk. BŞS, A122 168b, A108 273b, A5 388b.
[56] Bk. BŞS, A69 113a, A64 135a.
[57] Bk. BŞS, A33 372b, A35 382b.
[58] Bk. BŞS, B14 60b.
[59] Bk. BŞS, B118 57a.
[60] Bk. BŞS, A40 72b. Bursa Yıldırım Medresesi’nde bevvab için de bir oda tahsis edilmişti. Bk. BŞS, B29 73a.
[61] Bk. BŞS, A30 34a.
[62] Ergin, Osman, Türk İmar Tarihinde Vakıflar, İstanbul 1944, s. 31.
[63] Osmanlı sıbyan mektepleri hakkında bk. Hızlı, Mefail, “Osmanlı Sıbyan Mektepleri”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, (ed. Güler Eren), Ankara 1999, V, 207-217.
[64] Bk. BŞS, A145 233a, A29 93a, A72 54a.
[65] Bk. BŞS, A5 388b. “Talib-i ulûm” şekli de vardır. Bk. BŞS, A43 63a.
[66] Bk. BŞS, A94 113b, B14 24b, B57 23b.
[67] Bk. BŞS, A97 213b, B57 23b.
[68] Bk. BŞS, A21 88a, A4 426b.
[69] Bk. BŞS, B57 23b.
[70] Bk. BŞS, C1 18b.
[71] Ayverdi’nin “mütereddidin” denilen grubun medrese dışından derse devam ettiklerini söylemesi (a.g.e., II, 290) elimizdeki vakfiye dikkate alınınca, hatalı bir ifade olarak karşımıza çıkar. Vakfiyede Arapça ifade şöyledir: “. ve ilâ külli’l-mütereddidîni’s-sâkinîne fi’l medreseti dirhemâni…” Bk. BŞS, C1 18b.
[72] Mesela bk. BŞS, A39 12b, A66 126b, A144 198a, C1 18b.
[73] Bk. BŞS, B4 41a.
[74] Bk. BŞS, A43 75b.
[75] Bk. BŞS, A43 1b, 75b.
[76] Mesela bk. BŞS, B4 41a, B5 34b.
[77] Bk. BŞS, B12 98b.
[78] Bk. BŞS, B97 213b.
[79] Bk. BŞS, A72 54a.
[80] Bk. BŞS, A4 176a, A29 93a, A72 54a, A124 54a, A144 270a, A145 233a.
[81] Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 175. Ayrıca bk. Baltacı, a.g.e., s. 37-42.
[82] Uzuncarşılı, a.g.e., s. 13-14.
[83] Geniş bir değerlendirme için bk. Akdağ, Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, MI, İstanbul 1979, s. 255 vd.
[84] Bk. BŞS, B14 24b, A129 200a, A35 392a.
[85] Bk. BŞS, A35 465a, A42 23a.
[86] Bk. BŞS, A98 31a, A113 240b, B113 86a.
[87] Bk. BŞS, A94 113b, A129 209b. Öğrenciler içinde içki içenlerin sayısı da hayli kabarıktı. Bk. BŞS,           A121 42b-43a, A101 2a, A107 210b.
[88] Örnek için bk. BŞS, A35 363a, 392a, 548b, A42 23a.
[89] Meselâ, BŞS, A137 73’de birçok öğrencinin kefil kaydı vardır. Ayrıca bk. BŞS, A98 38a, A99 71b, A101 245b-246b, A112 84b.
[90] Bk. Kepecioğlu, Kamil, Bursa Kütüğü, Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi, Genel no: 4519, I, 312.
[91] Bk. Âlî, a.g.e., vr. 85b. Ayvansarâyî, Hafız Hüseyin, Hadîkatü’l-Cevâmi, İstanbul 1864, I, 248; İlmiye Salnâmesi, İstanbul 1916, s. 643; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 7; Ünver, a.g.e., s. 102.
[92] Kânûn-ı Talebe-i Ulûm”, “Kânûn-ı Örfiye-i Osmani” adlarıyla tanınan kanunun metni için bk. Tekindağ, a.g.m., s. 38-39; Yaltkaya, Şerafettin, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I’den ayrı basım, İstanbul 1940, s. 2; Ünver, a.g.e., s. 101; Baltacı, a.g.e., s. 36.
[93] Klasik dönem Osmanlı medreselerindeki dersler, kitaplar ve öğretim tekniklerinin yanında genel olarak eğitim-öğretim hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Hızlı, Mefail, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi Bursa Medreselerinde Eğitim-Öğretim, Bursa 1997.
[94] Tekindağ, Salı ve Perşembe günlerinin İslâm âleminde adâlet günleri kabul edildiği için tatil yapıldığını bildirir. Bk. a.g.m., s. 24.
[95] Bk. BŞS, A40 54b: Mecdî, s. 192; Baltacı, a.g.e., s. 43.
[96] Mecdi, s. 100; Ünver, a.g.e., s. 97.
[97] Pakalın, a.g.e., I, 208.
[98] Bk. Türk Ansiklopedisi, “Cer”, X, 208.
[99] Bk. BŞS, B318 1b.
[100] Bk. Hızlı, Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, s. 19-189.
1 yorum
  1. Hoca HOCA diyor

    Bir Medrese. Höcrei Tedrisat Medresesi
    Osmanlı zamanında Muş Şehrinin Bulanık ilçedine bağlı Seçme Köyü Saliha Mezrasına gelen Büyük Müderris Seyyid (şerif) Molla Ali Kösewi bu köyde Höcrei Tedrrissat isimli bir Medrese kurmuş. Bu Medresede çok Alim yetiştirmiştir. Büyük Müderris Seyyid Molla Ali Kösewi bu bölgede yaygın olan Hırsızlık, Gasp, Soygun ve Kan davalarını önlemiştir. Yine bu bölgede yaşayan yuz bin,lerce (100 000) Ezidi ve diğer Gayri Müslimlerin Müslüman olmalarına vesile olmuştur. Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Torunlarından olan Büyük Müderris Seyyid Molla Ali Kösewi Tahsilini Diyarbakır, Elazığ, Bingöl ve Erzurum çevrelerindeki Medreselerde yapmıştır. Tahsilininson üç (3) yıllını veya Dört
    (4)yıllını Bağdat Nizamiye Medresesinde okumuş Eğitimini tamamlamıştır. Nakşibendi ve Kadiri Tarikatinin Şeyhlerinden olan Büyük Müderris Seyyid Molla Ali Kösewi , Salihi Tekkesinin Şeyhi olan Şeyh Said Salihi Efendi nin Babasıdır.
    Büyük Müderris Seyyid Molla Ali Kösewi nin Kabri palu ilçesindedir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.