Osmanlı Kıbrısı’nda Kahve ve Kahvehaneler (1594-1640)
Kahvenin Kıbrıs adasına hangi yılda getirildiği ve ilk kahvehânenin nerede ve ne zaman açıldığı, Kıbrıslı yazar Hizber Hikmetağalar’ın da belirttiği gibi, ne yazık ki bilinmiyor.[1] Ronald C. Jennings, kahvenin, yaklaşık 1500’lü yıllarda, İstanbul’a Mısır ya da Suriye’den getirildiğini; şehirlerde hem halk arasında hem de kibar çevrelerde rağbet kazandığını ve tüketiminin hızlıca yayıldığını söylemektedir. O, kahvehânelerin hem İstanbul’da hem de Kıbrıs gibi eyaletlerde, sıklıkla vakıfların tasarrufunda açıldığını belirtir. Yine, ona göre, Lefkoşa Sicilleri’nde kahveye ilişkin en eski atıf, Mehmed bin Ahmed ile Hüseyin bin Abdullah arasındaki kahve ticaretiyle ilgilidir. Diğeri de Hasan ile Usta Piri arasındaki Eylül 1610’daki on vakıyyelik (okka) bir kahve ticaretiyle ilgili bir ilişkidir.[2] Gerçekten, Kıbrıs adasına onaltıncı yüzyılın sonlarında düzenlenmiş ilk Osmanlı belgelerinde kahve ve kahvehâneler üzerine yeterli belge ve bilgiler ne yazık ki bulunmamaktadır. Çeşitli nedenlerle, örneğin, kahvehâneleri icara verme, kahve ticaretinden doğan alacağın tesbit ve tescili[3] gibi Lefkoşa Şer’î Mahkemesi’ne intikal etmiş sorunlarla ilgili olarak tutulmuş birkaç belgede, bu konu üzerine yeni bilgiler sunulmaktadır. Örneğin, Temmuz 1594 tarihli bir belgeden, Lefkoşa şehrinde Ayasofya Evkâfı’na bağlı Yenihan yakınında bir kahvehânenin bu yıl ya da daha önceki yıllardan beri işler durumda olduğunu ortaya çıkarmaktadır.[4] Bu durum, ilk atıfın 1610 tarihli olmadığını kesinlikle gösteriyor. Hatta, 1594 tarihli Osmanlıca başka bir belge Lefkoşa’da işler durumda olan ilk kahvehâneyi tanımamıza olanak vermektedir. Bu belgeye göre, Lefkoşalı Süleyman bin Hacı Mehmed isimli bir Müslüman, Yenihan’a yakın yerde işleyen bir ‘bâb’ kahvehâneyi, Abraham veled-i Abdullah isimli Yahudi’ye içindeki kahve eşyalarıyla birlikte üç bin akçaya satmıştır. Lefkoşa mimarbaşı ve birkaç Müslüman erkek bu satışa Şer’î Meclis’te tanık olmuşlardır. Bu kahvehânede üç adet halı, on adet fincan, bir adet kahve dibeği, üç tane ‘kahve kazanı’ ve bir adet pamuktan dokunmuş beyaz havlu (velençe) vardı. Yahudi Abraham bu dükkanı satın aldıktan sonra, 2.400 akçaya, Abraham veled-i Mansur isimli başka bir Yahudi’ye hemen satmıştı.[5]
Osmanlı yönetimi sürecinde Kıbrıs’a yakın Arap şehirlerinde kahvehânelerin mevcut olmasına rağmen, Ada’ya, bir Ortadoğu ürünü olan kahve[6] ve kahvehâne kültürünün girmesi, Venedik yönetimi zamanında adada kahve ticaret ve tüketiminin olup-olmadığını her ne kadar bilmesek de, Osmanlı fethiyle olduğu açıktır. Çünkü, kahve, çıkış yeri olan Arap Yarımadası’nda bile 1470’lerden önce pek bilinmiyordu. Bu yıllarda, Aden’de kahve içiliyordu. Mekke’ye 1511 yılında ulaştı ve aynı yıl tüketimi yasaklandı. 1510’da Kahire’de, 1517’de de İstanbul’da varlığı artık biliniyordu.[7] 1615’de Venedik’e,[8] 1643’te Paris’e ve 1651’e Londra’ya ulaşmıştı.[9]
Kahvehâne ise temel olarak bir Müslüman işletmesiydi.[10] Adada da kahve ticareti ve kahvehâne işletmeciliği, belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, temel olarak zengin müslümanlar ile askerlerin (özellikle yeniçeriler) elindeydi. Birkaç Yahudi de işletilmesiyle olmasa da kahvehâne alım satımıyla ilgilenmişlerdi. Osmanlı egemenliğindeki Arap şehirlerinin çoğunda, on altıncı yüzyıl ortalarından önceki süreçte, kahvehâneler açılmıştı ve işlemekteydi. Osmanlı yöneticileri, İstanbul’dan gönderdikleri emirlerle, bu kahvehânelerde kahve satışını zaman zaman yasaklıyorlar ve kahvehâneleri kapatıyorlardı. Örneğin, 1559 yılından önce Humus şehrinde,[11] 1565’den önce Halep, Şam ve Kudüs[12] şehirlerinde kahvehâneler açılmış ve işletilmişti. Mısır’da da aynı yıllarda, kahvehâneler işliyordu.[13] Hem İstanbul’da hem de Arap şehirlerinde yaygınlık kazanmış olan böyle bir içeceğin, Venedik yönetimi zamanında da Ada’da biliniyor olması mantıksal olarak gerekir. Aslında, bu yıllar, kahvehânelerin Osmanlı yöneticilerince resmen kapatılmaya çalışıldığı bir dönemdi. Örneğin, Humus kadısına İstanbul’dan gönderilen Ağustos 1559 tarihli bir emirde, kahvehâne yapılan bazı dükkanların ‘gelip geçen kişilerin kavga etikleri yerler’ olduğu belirtiliyor ve hemen kapatılması isteniyordu. Kahveciler de şehirden çıkartılmalıydılar.[14] İstanbul’dan, vezir Sinan Paşa’ya gönderilen Mart 1572 tarihli bir emirde de, Mısır’da ‘kul tâifesinin kahvehânelerdeki şehirli ve rençber taifesiyle beraber olması’ yasaklanıyordu.[15] Kudüs şehrindeki kahvehâne ise bir ‘fesat yuvası’ olmuştu ve ‘Müslümanları ibadetden alıkoyduğu’ gerekçesiyle 1565’de kapatılması emredilmişti.[16] Şam kadısı Carullah, üç yüz yıldır kullanılan bir sebili yıkıp kahvehâne yaptırmıştı, ama bu kahvehâne de hemen kapatılmalıydı.[17] 1565’de Halep kahvehânelerinde ise ‘gece gündüz çengiler oynuyor ve emredd oğlanlar’ buraya getiriliyordu. Bu nedenlerden dolayı bunlar derhal kapatılmalıydı.[18] Şam şehrinde bulunan kahvehâne, bozahâne ve meyhâne gibi yerler ‘fesat yerleri’ olması nedeniyle kapatıldı.[19] Mayıs 1568’de İstanbul ve Galata’da bulunan meyhâne ve kahvehâneler ‘devlet aleyhine dedikodular yapılan yerler’ olduğu gerekçesiyle kapatıldı.[20] Bu yasaklamalara rağmen, kahvehâneler yeniden açılıyor ve hatta günden güne sayıları artıyordu.[21] Buralarda insanların toplanması ve kahve satışı resmen yasaklanmıştı. 1583’de İstanbul meyhâne ve kahvehâneleri ‘açıkca şarap satıldığı’ gerekçesiyle kapatıldı. Satış yapmaya devam edenler ‘kürek cezasıyla’ cezalandırılacaktı.[22]
Muasır tarihçi Mustafa Selanikî Efendi’ye göre, ‘kahve erbâbı’ yeniçerilerin dedikodu yapmalarını artırıyor ve kavehânelerde öğrenciler ve suhteleri devlet aleyhine ‘tahrik’ ediyordu. Kısacası, buralar birer ‘fesat yeri’ydi.[23] Muasır tarihçi Naimâ, fitne kapıları (ebvâb-ı mesâvi) olarak nitelendirdiği kahvehânelerin başka zararlarına değinir ve bu arada kişisel görüşünü de açıkça yazar. Kahvehânelerde kahve genellikle tütün (yaprak-ı mekrûh veya berg-i tönbeki) ile birlikte içildiğinden yangın çıkıyor ve halk perişan oluyordu. Bu mekanlarda toplanma (cem’iyyet) devlet aleyhine dedikodu ve fitne-fesat (mesâvi) çıkarma anlamında algılanıyordu. IV. Murad, kahvehâneleri kapattıktan sonra tütün içimini de yasaklamıştı. Hatta, Edirne’de birkaç ısrarcı kahveci asılmıştı.
Muasır tarihçi Naimâ bu görüşleri ‘bahane’ olarak nitelendirir. Zira Sultan, tütün ve kahve yasağını bahane ederek, devlet aleyhine faaliyetde bulunanları tedip etmiştir.[24]
Jennings’e göre, şeker ve kahve Ada’da çok popülerdi. 1630’lara kadar da kahve, ticaretin anahtar mallarından biri olmuştu.[25] Tam manasıyla, Kıbrıs için kârlı bir ticaret emtiası olmuştu.[26] Bir belgede 228 vakıyyelik ‘kalb kahve’den söz edilir.[27] Bu ‘kabuğu ayıklanmış kahve’ mi, yoksa ‘sahte kahve’ mi olduğu anlaşılamamaktadır. Vakfiyelerden ve vakıflarla ilgili kira kayıtlarından, adada birkaç kahvehânenin olduğu öğreniliyor. Mağusa’da sur içinde bir kahvehâne 1601 yılında Kıbrıs beylerbeyi Frenk Cafer Paşa’nın vakıf malları arasındaydı.[28] Aralık 1607’de Lefkoşa’da şehir merkezinde aynı Paşa’nın vakfına bağlı bir kahvehâne, han ile birlikte, kiraya verilmişti. Lefkoşa çarşısında bulunan bu kahvehâne Derviş Ali bin Mehmed’e günlüğü on beş akçaya kiraya verilmişti[29] Süleyman Bey vakfına ait başka bir kahvehâne, günlüğü dört akçaya ya da aylığı yüz yirmi akçaya kiraya verilmişti. Haziran 1608’de kira ücreti Lefkoşa’da bulunan Mevlevi Tekkesi için harcanıyordu. Lefkoşa çarşısında bulunan başka bir vakıf kahvehâne, Temmuz 1610’da, günlüğü on beş akçaya, Kahveci Derviş Ali bin Mehmed’e kiraya verilmişti.[30] Ağustos 1610 tarihli bir belgeden Lefkoşa Mevlevihânesi vakfı olan, Lefkoşa çarşısı içindeki ‘Darbhane kahvesi’nin vakıf nâzırı Derviş Yusuf bin Abdullah tarafından günlüğü on beşer akçaya Derviş Ali isimli bir Müslümana icara verildiğini öğreniyoruz.[31] Kahvehânelerin sayısı, on yedinci yüzyılın ilk on yılında, çok artmıştı. 1630’lara kadar, Ada’da kahveye olan talep, fazla miktarda olmuştu.[32]
Kahve fiatları üzerine rakamlara sahibiz. Örneğin, Ocak 1634 tarihli bir belgeye göre, Lefkoşalı İbrahim odabaşı bin Emrullah, Girneli Yusuf Bey bin Abdullah’a üç bin vakıyye kahveyi, sekiz yıl önce, vakıyyesi seksen akçadan satmış, ama kahve tutarı olan 240.000 akçayı hâlâ alamamıştı[33] Temmuz 1634 tarihli bir belgede, Ahmet Paşa’nın, Kıbrıs’ta beylerbeyi iken öldüğü zaman, adamlarından İsmail’e 166 vakıyyelik kahve için, vakıyyesi seksen akçadan, 13.280 akça borcu kaldığı görülüyor.[34] Yine, Ahmed Paşa’nın, Arslan Ağa bin Mehmed’e 124 vakiyye kahve için 9.920 akça borcu kalmıştı. Bir vakıyye kahve seksen akça idi. Temmuz 1634 tarihli bir belgeye göre ise Beşiktaşlı Arslan kethuda, İbrahim bin Ali’ye 107 vakiyye kahve çekirdeğini (fındık kahvesi) 107 vakıyye çuha (pamuklu kumaş) karşılığı olarak vermişti.[35]
Hasan Çelebi bin Mehmed, 228 vakıyye kahveyi, vakıyyesi yüz akçadan, Ahmed Paşa’ya satmıştı. Kıbrıs Divanı kâtibi olan Hasan Çelebi 22.800 akçalık tutarın 10.000 akçasını almıştı ve kalan tutarı talep ediyordu[36] 1633-1634 yıllarında bir vakıyye kahvenin gayrıresmi fiatı hemen hemen seksen akça idi. 1645’te bir akçaya üç yüz dirhem kahve alınırdı.[37]
Kahve, kıymetli bir emtia olduğu için tereke taksimi sırasında yazılıyordu. Kahve, hem Müslümanlarca hem de Müslüman olmayanlarca tüketiliyordu. Narha bağlı olmadığına göre kahve Osmanlı yöneticilerince halk için aslî bir gıda olarak algılanmamıştı. Haziran 1594 tarihli tereke belgesinde Üskübî Muslu isimli Müslümanın elli vakıyye kahvesi, 682 akça değerinde olduğu yazılmıştı.[38] Barmaksız Hacı Mehmed isimli Müslümanın Kasım 1607 tarihli tereke taksim belgesinde iki vakıyyelik kahve ile bir adet ‘kahve ibriki’ yazılmıştı.[39] Hacı Derviş Mehmed isimli bir Müslümanın eşyaları arasında bir adet ‘kahve tenceresi’ vardı.[40] Larnaka’da bulunan Fransız konsoloshânesinin 1692-1696 yılları arasında tükettiği içecekler arasında kahve de vardı.[41] Ayrıca, 1701 yılında Kıbrıs’tan Fransa’ya gönderilen ticarî emtia arasında 14.685 livreslik kahve görülüyor.[42] Kahveciler pek zengin işletmeciler değildi. 1594’de Lefkoşalı kahveci Zeyni bin Süleyman, Mehmed bin Mehmed isimli Müslümana altın borcu olduğunu Lefkoşa Şer’i Mahkemesi’nde itiraf etmişti. [43]
Kahvenin nasıl ve hangi kaplarda pişirildiği, sunulduğu ve içildiği bir sorundur. Zira, tereke kayıtlarında ‘cezve’ye rastlanılmamaktadır. Kahire’de El-Ezher’deki Yemenli öğrenciler kahveyi ‘mâcûr’ dedikleri kırmızı kilden yapılmış büyük bir kaba koyuyorlardı ve önderleri, küçük bir kepçeyle kahveyi mâcûrdan alarak içmeleri için onlara verirdi.[44] Mekke’nin Memluk komutanı Hayır Beg, kahveyi ‘mirken’ denilen bir tür yayık ya da sahan içinde fakihler meclisine getirtmişti.[45] Ayrıca, kahvehânelerde kullanılmış etnografik malzemeler de çok ilgi çekicidir ve tanımlamayı beklemektedir: kahve kazanı, kahve tenceresi, kahve ibriği, kahve dibeği, fincan, makramalı kahve dülbendi, kahve makraması vs… Kahvehâne malzemesi olarak halı ve beyaz velençe. Örneğin, Ocak 1634 tarihli Lefkoşa’nın Kara Baba mahallesinden Ayşe binti Hacı Cafer isimli Müslüman bir kadına ait bir tereke belgesinde, ‘makramalı kahve dülbendi ve kahve makraması’ isimli iki etnografik malzemenin ismi ve onların akça olarak değerleri yazılmıştır. ‘Kahve makraması’ eşyasına başka bir belgede de rastlanmaktadır. Bir tane ‘kahve makraması’nın değeri 121 akça idi.[46] Sonuç olarak, incelediğimiz belgeler, belirli açılardan bilgi sunarlar; bu yüzden, Ada’daki kahve ticareti ve tüketimi ile kahvehâne kurumuyla ilgili bir çok nokta ne yazık ki açıklanmadan kalmaktadır.
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 640-643