Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihî Coğrafyası

0 16.665

Prof. Dr. Wolf Dieter HÜTTEROTH

Onbeş onaltıncı yüzyıllardaki hızlı gelişimi sırasında, Osmanlı İmparatorluğu inanılmaz derecede farklı manzaralar içermekteydi: Akdeniz yakınlarında nemli, tropik ormanlar, Balkanlar’da ve Tuna ülkelerinde serin eski ormanlar ve Kuzey Afrika, Arap Yarımadası’nda son derece kurak çöller.

Bu bölge pek çok önemli ısı ve yağış sınırıyla çeşitlilik göstermektedir. Sonuç olarak tarım yapma olanakları da son derece farklılık gösterir. Bunlardan en önemlisi, bir tarafta ormanların, ya da eski ormanların, bulunduğu bölgeyi, öte taraftaki açık bozkır alanlarından kabaca ayıran hattır. Bu bakımdan çoğunlukla 300 milimetrelik bir yıllık yağış çizgisi kullanılır. Osmanlı’nın bütün Tuna topraklarını, Anadolu’nun neredeyse tamamını ve Levant’ın Akdeniz’deki bölgesini içeren ve daha nemli olan tarafta, ormanlık alan ve geniş tahıl tarımı kalıntılarını buluyoruz. Aynı zamanda bu, herhangi bir ek suni sulama kanalı olmaksızın tahıl tarımına olanak veren hattır. Yaz yağmurlarının yağdığı Tuna ülkeleri, Kırım, Kuzey Anadolu, Kafkaslar ve hatta Yemen gibi eski Osmanlı topraklarında, bu hattın yerini daha yüksek yağış çizgileri alabilir, örneğin 400 milimetrelik bir hat. Daha “kuru” olan diğer tarafta ise, artık hakiki ormanlar bulunmamaktadır. Orman-bozkırlar, doğal bozkırlar ve çöller hüküm sürer.

İkinci önemli sınır, kış havasıdır. Şiddetli kış soğuğu olarak +5 C°lik ortalama Ocak çizgisi, ilk ve en önemli çizgidir. Ocak’ta 0 C°lik hat ise, ikinci önemli ekim sınırıdır: Daha soğuk tarafta her mevsim yeşil kalan bitkiler ve ağaçlar yaşayamazlar.

+5 C°lik sınır, Dalmaçya kıyılarını, Yunanistan’ı ve Batı Anadolu’nun bazı kesimlerini, güney Anadolu’nun kıyı bölgelerini ve dağlar hariç bütün Arap topraklarını kapsar. Batı Gürcistan ve Türk Karadenizi’nin doğusunda kalan kıyılar da bu gruba dahildir. 0 C°lik Ocak hattı, kuşkusuz, bu bölgenin daha iç kısımlarına da yerleştirilebilir. Bu kısım, aşağı Bulgaristan’ı ve güney Kırım’ı içerir, Batı Anadolu’nun düzlüklerine kadar uzanır, Türkiye’nin güney dağları boyunca 800-1000 metreye kadar çıkar ve Diyarbakır havzası ve Levant dağlarının orta seviyesini kapsar. Doğuya ve kuzeye doğru gidildikçe, her mevsim yeşil bitkiler için fazla soğuk bir hava olduğu açıkça görülür. Doğu Anadolu’nun bazı kesimleri (Kars), Moskova’nın havasına benzer bir kış iklimi bile gösterebilir.

Doğal yerleşimin bir neticesi olarak, bir çok eski insani uyum örneklerine rastlanabilir. İlk olarak, Akdeniz kıyıları boyunca +5 C°lik Ocak hattının tarımsal sonuçlarını ele alalım. Zeytin ve zeytin yağının kullanımı burada, Akdeniz’in başka bölgelerinde olduğu gibi, bir adettir. Daha kuru alt-tropik alanlara gidildikçe, en azından yağ üretilen Antep fıstığı yetiştirilebilir. Karadeniz dağlarında fındık eski çağlardan beri bölgenin yağ bitkisidir. Akdeniz’in alüvyonlu düzlüklerinde yağlı bitki olarak susamı buluyoruz. İmparatorluğun kış soğuğunun hakim olduğu alanlarda ise, bugün bölgesel olarak üretimi sürdürülen hayvansal yağlara bel bağlanması gerekiyordu. Bilinen bütün dönemlerde hakim tahıl türü buğdaydı. Ancak Osmanlılar zamanında arpa, bugün olduğundan çok daha büyük bir öneme sahipti: Hayvanların beslenmesinde temel gıda arpaydı. Son yüzyıllarda arpanın kullanımı, buğday üretimi için tahsis edilen alanla yaklaşık olarak aynı miktarda tarım alanı gerektirmekteydi. Diğer tahıl ürünleri ise, nemli Karadeniz ülkelerindeki mısır hariç olmak üzere, bir önem taşımamaktadır. Geleneksel Afrika darısı yerine, yaklaşık olarak 18/19. yüzyıllardan beri orada bölgesel üretim hüküm sürmektedir.

İklimin nemli oluşunun bir sonucu da, özellikle Tuna ülkelerinde, ormanların hayvan sürüleri için kullanılması imkanıdır. Yaz yağmuru alan bu kesimlerde farklı meşe türleri dağların orta seviyelerine kadar hüküm sürmektedir. Bununla beraber meşe ağacı Anadolu’da ve Arap ülkelerinde de yok değildir. Ancak binlerce yıllık insan etkisinden dolayı çok daha az bir öneme sahiptir. Bunun bir neticesi olarak farklı beşeri kullanım alanları doğmuştur. Meşe palamudunun domuzlar için yem olarak kullanılması, çok uzun zamandan beridir engin meşe ormanlarının en akılcı kullanım yollarından biri olmuştur. Tuna ülkelerinin köylülerinin başka bir seçme şansı hemen hiç yoktu. Ne var ki Müslümanlar için domuz yetiştiriciliği yasaktı. Tuna ülkelerindeki köylülerin din değiştirmesindeki son derece vasat başarının -en azından diğerleri yanında sayılabilecek- nedenlerinden biri, muhtemelen bölge köylülerinin domuz sürüsü yetiştirmesinin kaçınılmazlığına dayanmaktaydı.

Ancak yine de ülkenin bazı kesimlerinin tarıma yönelik olarak kullanılması için şartlar, eski çağlarda olduğundan çok daha farklı bir hale gelmişti: Sulanabilir nehir düzlüklerinin tercihi ve hakimiyeti, en azından Asya tarafında çok uzun zamandan beri uygundu. Mümkün olan her yerde “normal” tarım arazileri aranıyor ve kullanılıyordu; Hatta yağmur suyu ile beslenen arazilerde kullanılan tarım tekniklerindeki değişimler bile kesinlikle önemsizdi. Osmanlılar geldiğinde, toprağın kullanımı konusunda binlerce yıllık bir gelenek hüküm sürüyordu. 20.yy.’a kadar herhangi bir değişiklik beklenmesi pek de mümkün değildi.

Bu geleneksel yöntemin sonucu, tarımın tepeler üzerinde ve tabii ki düzlük, havza ve nehir teraslarının bataklık olmayan kısımlarında yoğunlaşması olmalıydı. Kırsal yerleşim muhtemelen daha geç bir tarihte, özellikle 18 ve 19. yüzyıllarda, havza ve düzlüklerde bir şekilde yaygınlaşmıştı. Kuşkusuz sel tehlikesi olan alanlar Türklerden önceki zamanlarda bile kullanılmadı. Bunun nüfus üzerinde bazı sonuçları oldu: Tehlikeli sıtma pek çok yerde, salgın vak’alarının olduğu bölgeler halini aldı. Daha sonraları da çiftçilerin açık alanları kolonileştirmesi köylülerin basit tarım araçlarıyla neredeyse hiç mümkün olmadı.

19. yüzyıla kadar Akdeniz’in her bölgesinde olduğu gibi, tarım aletleri ve onların kullanımı Osmanlı zamanında da değişiklik göstermedi. Tuna’dan Arap ülkelerine kadar her yerde basit ahşap saban Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi hakimdi. Bir eşek sırtında rahatça taşınabiliyordu. Bugün sadece Suriye’de Hama’da bilinen bir yöntem olarak, suyu alçak terasların seviyesine çıkarmada kullanılan su çarkı Bosna ve Macaristan’ın iç kesimlerinde bile yaygındı ve elbette, sadece Fırat ve Dicle’de değil aynı zamanda Asya tarafındaki pek çok nehirde kullanılıyordu. Değirmenler için, Avrupa’nın dikey dönüş yapan çarkı yerine, günümüzde bile kısmen bulunan yatay hareketli çarklar kullanımdaydı. Bütün Osmanlı İmparatorluğu’nda atlı arabalarla ulaşım imkansızdı. Bunun tek istisnası ise Viyana-İstanbul yoluydu. Osmanlı ülkelerindeki düzlük alanlarda sadece iki tekerlekli, bir çift öküz koşulmuş hantal arabalar biliniyordu.

Yaygın emniyetsizlik, nüfus seyrekliği ve Ortaçağ tarım teknikleri gibi basit arazi kullanımı şartlarının bir sonucu olarak, bugün gelişmiş olan, kısmen de epeyce verimli alanlara ait olan değişik türde kırlık alanlardan yararlanma fikri geç ortaya çıktı. Bu ilk olarak, özellikle imparatorluğun Asya tarafındaki dağların geniş kesimlerinde yer alan yerleşim alanlarının yüksekliği ile ilgili bir konudur. Bu dağ sıralarının daha yüksek bölgelerinin ekonomik bir değer olarak kullanımı genellikle yaz ayları boyunca sürü otlatan göçebelerde görülür. Köyler sadece alçak seviyelerde, göçebelerin göç yollarından çok uzakta mevcuttu. Karadeniz kıyısındaki dağlarda dahi yerleşim alanları bugünkü seviyeye ulaşmamıştı. Bu durumun bir istisnası sadece etnik veya dini azınlıkların olduğu bölgelerde mevcuttu. Lübnan dağlarındaki Dürzi ve Maronitlerin kırsal alanlardaki yerleşimleri, Nesturi Hıristiyanların Doğu Toroslardaki, veya bugünkü Türkiye’nin Doğu Karadeniz kesimindeki Hıristiyan ve Laz yerleşimleri muhtemelen Orta Çağ’dan bu yana dağlara doğru yayıldı.

Osmanlı döneminin günümüze kıyasla ikinci ve belki de daha önemli olan farklılığı kıyı düzlüklerinin açıkça ihmal edilmesiydi. Nedeni her yerde aynıydı. İlk ve en önemli şey yerleşimcilerin şahsi güvenliğiydi. Kesinlikle tarım nedenler arasında ikinci sırada geliyordu. Ancak tarihin bildiğimiz dönemlerinin çoğunda emniyet, meşhur korsanlıklardan dolayı kıyı kesimlerinde hep tehlike altındaydı. Polonius Güney Anadolu kıyılarında meşhur “korsan savaşı”nı bile başlatmıştı. Bu tehlikeli ortam 19. yüzyıla kadar fazla değişmedi. Bugünkü kıyı köyleri, en azından eski kesimler, genellikle kıyı şeridinden belli bir uzaklıkta kurulmuştur. Bu durum eski Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün kıyılarında karşımıza çıkar. Hatta çoğunlukla Türk ve Kazak korsanların bulunduğu Karadeniz kıyılarındaki denize yakın yerleşim yerlerinde bile yağma korkusu vardı. 19. yüzyılda korsanlığın ortadan kalkması, sıtmanın gücünü kaybetmesi, sulama ve Akdeniz tarımında yeni fırsatların doğmasından sonradır ki, bu durum 19. yüzyıl sonlarında değişti. Doğu Akdeniz kıyıları, Batı Akdeniz’le, örneğin İtalya kıyılarıyla, karşılaştırıldığında, bu tür modern gelişmeleri bir yüzyıl daha beklemek zorundaydı.

20. yy.’dan hemen önce, Osmanlı dönemindeki en parlak kırsal bölge devri kuşkusuz 16. yüzyılda oldu. Yerel yerleşim ve ekonomiyle bağlantılı binlerce iyi korunmuş bölgesel tahrir kaydı sayesinde elimizde son derece iyi bilgi bulunuyor. Güney Slovakya’dan Arabistan’ın aşağı kesimlerine kadar uzanan bu bölgesel tahrir kayıtları bize her bir kent, köy, dönemsel ya da kabile yerleşimi (mezra’a) hakkında 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar gittikçe artan bir güvenilirlikte ve bütünlükte bilgi vermektedir. Sadece büyük Arap kabileleri bu sayımdan uzak durabiliyordu. Kısmen de Irak ve Doğu Anadolu’daki kabileler için geçerliydi bu. Ne var ki uç bölgelerdeki tahrirlerle ilgili olarak elimizde kesin bilgiler bulunmuyor. Öte yandan Batı Anadolu’da ve Güney Balkanlar’da erken gelişmiş bazı eyaletler için bu kaynakları 15 yy. için bile kullanabiliyoruz.

Bazı erken dönem Avrupalı gezginlerin seyahatnameleri de bize o ülkenin o zamanki durumu hakkında bir ipucu vermektedir. Bu dönemin ilk önemli belirtisi, kentlerin korunmasında faydalanılan tarihi surların artık eskisi kadar önemli görünmediği gerçeğidir. Sadece köylere değil, şehirlere de saldıran düşman ya da haydut beklentisi artık yoktu. Sonuç olarak 16. yüzyılda kentsel yerleşim, tarihi surların ötesine geçebilmekteydi. Kuşkusuz bu durum Batı ve Orta Anadolu, Suriye’nin iç kısımları ve Güney Balkanlar’daki topraklar gibi sadece imparatorluğun “güvenli” kesimleri için geçerliydi. Macaristan, Bosna sınır bölgesi gibi Avusturya’ya doğru gidildikçe bu beklentilerin azalması söz konusu olmalı.

Elbette bugün ile karşılaştırıldığında şehirlerin sayısı çok daha azdı. Genellikle bilindiği gibi, bugünkü kentlerin çoğunluğu, 19. hatta 20. yüzyıldan daha öncesine dayanan köylerden ya da bölgesel pazarlardan gelişerek olmuştu. Gerçek anlamda Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki “tarihi” kentler ya da antik dönemden kalan kentler şehir merkezindeki eski minareleriyle hemen her yerde ayırt edilebilmektedir, en azından Tuna topraklarındakiler, sonraki devletler tarafından yerinde bırakılmışsa.

Hemen bütün tarihi kentler bir kalenin mevcudiyeti ile kimlik kazanmaktaydı. Mümkün olduğu takdirde, Avrupa’daki gibi, kale bir ölçüde daha yüksekte bir yere kuruluyordu. Bununla birlikte pek çok Avrupa kalesinden ayrılan çok önemli bir fark vardı: Osmanlı zamanında kullanılan kalelerin hemen tamamında, Avrupa kalelerindeki “palas” benzeri herhangi bir şey yoktur. Lübnan ve Doğu Anadolu’daki birkaç istisna haricinde, özel bir yapı talep edebilen bir “kale efendisi” bulunmuyordu. Kalenin başındaki kişi genelde kısa aralıklarla, kimi zaman her yıl değişen Osmanlı askerleriydi. Öte yandan pekçok Osmanlı kalesi dikkat çeken bir büyüklükteydi. Aynı zamanda bölgenin askeri gücü ve aileleri için barınak görevi görüyordu ve bu nedenle belli bir büyüklükte olması gerekiyordu.

Osmanlı zamanında şehirlerin görünüşü de değişti. En azından bir-iki kent için 17.-18. yüzyılda iki katlı yapıların geliştiğini biliyoruz; en azından orta sınıfın evleri, çoğunlukla ikinci bir bölmeye sahipti (Faroqhi 1987). 20. yüzyıla kadar hâlâ köylerde hakim olan eski düz çatı yerine, imparatorluğun Asya tarafındaki eğimli çatı örneği muhtemelen yine aynı dönemde yayıldı.

Anadolu ve kısmen Balkanlar’da bütün Osmanlı dönemi boyunca varlığını koruyan bir farklılık da İmparatorluğun Asya tarafındaki, ve hatta kısmen de Avrupa kesimindeki göçebelerin üstlendiği ekonomik ve siyasi rol ve göçebe hayatıydı. Önceki Bizans dönemindeki göçebelikle ilgili herhangi bir bilgi yok gibi görünüyor. Göçebelik muhtemelen Arabistan dışında hiç olmadı ya da sadece ihmal edilebilir bir ölçüdeydi. Bu nedenle göçebelik Anadolu’da çok eskiye dayanan bir bölgesel yaşam ve ekonomi değildir. Daha ziyade Selçuklu döneminden geriye gitmeyen yeni oluşmuş bir yaşam biçimi gibi görünüyor. Kuşkusuz, Arabistan’da çok daha eskiye dayanan kökleri mevcuttur.

Göçebeliği elbette Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki daha kuru bölgeleri için son derece uygun bir bölgesel yaşam ekonomisi olarak görmek mümkün. En azından bu kuru alanlar göçebelik sayesinde bir ölçüye kadar kullanıma açılmış oldu. Yine de çoğu göçebe kabilelerinin bilinen savaşçı karakteri, göçebe bölgelerinde tarımla uğraşan yerleşmecilerin yeni köyler oluşturmasını engelliyordu. Ürdün, Suriye ve Anadolu’nun güneyinde 19. yüzyıl boyunca yerleşim mümkün olmadı.

Balkan Yarımadası’nda ise göçebelerin rolü daha önemsizdi. Yine de bazı Rumen Aroman ve Kutso-ulahlar ve Yunan Sarakatlar 20. yüzyıla kadar göçebe yaşamlarını koruyabildiler.

Göçebelik için en önemli unsur kışın olduğu kadar yazın da yeterli sayıda yaylaya ulaşabilmektir. Sadece yaylalara göç mevsimi sisteminde olduğu gibi çobanlar değil, bütün nüfus oraya birlikte gider. Bu, Kuzey Arabistan Bedevileri, yani resmi olarak “Osmanlı” Bedevileri için en azından bir miktar yağmurun yağdığı kış döneminde çöllere gitmek ve kuru yaz aylarındaki “verimli hilal” denilen dönemde kuzey bozkırlarına geri dönmek anlamına geliyordu. Bölgelerinde sürülerini, en güney uçtaki çiftçilerin anızlarıyla yaz boyunca beslemek zorundaydılar. Türk göçebeler genelde dağ göçebeliğini takip ediyordu. Baharda Toroslar’ın yamaçlarına çıkarlar, sonra Eylül-Ekim döneminde güney düzlüklerine ve kıyılarına dönerlerdi. Orta Anadolu göçebeleri için kıyıya giden yollar hem çok uzundu hem de Bizanslılar tarafından uzun süre kesilmekteydi. Kışın dağlık alanların düzlüklerinde konaklamak zorundaydılar. Nemli ikliminden dolayı Kuzey Anadolu’da genel olarak göçebe bulunmazdı. Balkan topraklarına ise sadece bazı Türk göçebe grupları ulaşabiliyordu. Bunlar da Romen-Yunan göçebe grupları gibi, sınırlı sayıları yüzünden oldukça zayıf durumdaydı.

Göçebelerin en iyi dönemleri olan 14. ve 15. yüzyıldaki sayısıyla ilgili bilgiler çelişkilidir. Yine de elimizdeki rakamlarla karşılaştırıldığında, siyasi ve askeri önemlerinin büyük bir sayı yansıttığını tahmin edebiliyoruz. 16. yüzyılda Anadolu’da ve Suriye’de “cema’at” olarak adlandırılan insanların sayısı, söz konusu sancaktaki nüfusun dörtte birini nadiren geçmektedir. Sadece çöle doğru bazı bölgelerde, yalnızca “liva” ya da “sancak” olarak tasnif edilmiş yerlerde, yoğun bir göçebe nüfusu bulunuyordu.

Tarihin pek çok devresinde göçebeler yerleşik hayata geçmiş olmalı. Bugün hâlâ pek çok köyde farklı Osmanlı devirlerinden kalan geleneklere ve kabilelerden alınan köy isimlerine rastlanır. Ancak tehlikeli zamanlarda tersine hareketler de meydana gelmekteydi. Köylüler tekrar göçebe hayata dönebiliyorlardı. Her iki ihtimal de daima karşılıklı olarak mevcuttu. Göçebeler her zaman saban kullanabiliyorlardı ve köylüler de koyun yetiştiriciliğini biliyorlardı.

Kent, köy ve göçebe nüfusun tam sayısıyla ilgili Osmanlı kaynakları değerlendirildiğinde çıkan şaşırtıcı sonuç şudur: Tuna’dan Arabistan’a kadar bugün mevcut olan kentlerin hemen tamamı ve pek çok köy Osmanlı zamanında umulandan çok daha az nüfusa sahipti. Nüfusla ilgili en sağlam belgeler 16. yüzyılda Osmanlı tahrir kayıtlarıdır. Ancak rakamları toplamada çıkabilecek bazı makul hatalara rağmen, yine de bazı temel sorunlar mevcuttur.

İlk soru sayımın bütünlüğü ile ilgilidir. Bildiğimiz kadarıyla pek çok grup yer almaz: Tımar sahipleri (zaim, sipahi), hükümet görevlileri, kale muhafızları ve elbette kölelerin tamamı. Kadınlar ve çocuklar da yoktur; oğlanlar ise sadece ergenlikten sonra yer alır ki, bu ergenlik, bölgedeki idarenin değerlendirmesine göre farklı yaşlarda tahmin edilirdi. Bu nedenle tahmin edilmiş vergi mükellefi sayısından muhtemel toplam nüfusa ulaşabilmek için belli bir çarpan uygulamak zorunludur. Bu gereken çarpan bir çok tartışmayı da beraberinde getirmiş, 3,5 ile İ arasında olduğu farz edilmiştir. Ne var ki son yıllarda pek çok araştırmacı daha indirgenmiş bir çarpana meyletmektedir. Onların görüşüne uygun olarak, genelde tahmin edilmiş vergi mükellefi sayısını 4 ile çarparak muhtemel toplam nüfusa ulaşıyoruz.

Bu şekil bir istatistik yöntem kullanarak elde ettiğimiz nüfus tahminleri pek de tatminkar değildir aslında. Mandater dönemindeki Filistin, İsrail ve Batı Şeria bölgelerinde 16. yüzyılda en fazla 200.000 yerleşimci vardı. Oysa 20. yüzyıla karşılık gelen rakamlar neredeyse bunun 30 kat fazlasıdır. Transjordan’da, yani bugünkü Ürdün Krallığı’na karşılık gelen bölgede ise sadece 50.000 yerleşimci vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer bölgelerinde 16. yüzyılda karşımıza çıkan rakamlar karşılaştırılabilir ölçüdedir. Sadece başkent İstanbul muhtemelen 16. yüzyıl Avrupa’sının en büyük kentiydi ve birkaç yüz bin yerleşimcisiyle Paris’i dahi geride bırakmıştı.

Bu rakamlar nüfusun o zamandan bu yana aşırı bir artış gösterdiğine işaret ediyor. En büyük artış ise 20. yüzyılda oldu. Osmanlı imparatorluğu’nun geniş kesimlerinde, özellikle Asya tarafında bu artış hemen hiçbir azalma göstermedi. 19. yy.’ın son dönemindeki değerler ise burada, Tuna ülkeleriyle kıyaslandığında hâlâ daha az bir artış olduğunu gösteriyor. Yakın Doğu’da modern tıbbın köylere kadar ulaşıp çocuk ölümlerini azaltması ancak 20. yy.’ın ortalarından itibaren başladı. Aşırı nüfus artışı “dalgası” imparatorluğun toprakları boyunca kuzeybatıdan güneydoğuya doğru ilerledi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son derece iyi bir biçimde belgelenmiş olan 16. yy.’daki durumunu yeniden kurmaya yönelik amacımız vasıtasıyla, imparatorluğun o dönemdeki farklı eyaletlerinin içinde bulunduğu duruma ilişkin pek çok sonuç elde etmekteyiz. Ancak bütün imparatorluğu kapsayan bir genel görüş şu ana kadar pek mümkün olmamıştır. Bu durum geleceğe “deftercilik” (defterology) ile ilgili ciddi bir iş yüklüyor. Bununla birlikte, 15/16. yy.’da Güneydoğu Avrupa ve Güneybatı Asya’nın geniş alanlarında yapılan bu ayrıntılı tahrirlerle, Türkiye, büyük ölçüde yerel tarihin detaylı olarak belgelenebildiği ülkeler grubuna dahil olmuştur. İngilizlerin Domesday Bookları kadar eskiye uzanmasa da, Osmanlı belgelerinin bütünlükleri ve önemi, bölgesel tarih için Domesday Booklarla mukayese edilebilir.

16. yy.’ın bu meşhur “Yüksek Osmanlı” devresini takip eden dönem yaklaşık olarak bütün imparatorluğun değişim geçirdiği bir dönemdi: Kırsal yerleşimde bir azalma ve idarenin gücünde bir kayıp söz konusuydu. 11./18. yy.’ları kapsayan dönem ve kısmen de 19. yy. merkezi devlet otoritesinin ve düzenli idarenin iyice küçüldüğü bir dönem oldu.

Gerileme çağı, 16. yy.’ın sonlarında yavaş yavaş, hükümet etkisinin azalmasının bir sonucu olarak Celali isyanlarının başlamasıyla meydana çıktı. Arap topraklarında ya da Tuna ülkelerinde de buna paralel isyanların olup olmadığı ile ilgili bugüne kadar yeterli bilgi edinmiş değiliz. Yine de hükümetin otoritesi Osmanlıların bütün topraklarında gücünü kaybetmeye başlamış olmalı.

Kuşkusuz her yerde merkezi idarenin zayıflamasının sonucu olarak yerel güçlerin yükseldiğini gözlemleyebiliriz. 17 ve 18. yy.’larda ortaya çıkan bu yerel idareciler, bölgelerinin ileri gelenleri, yani Ayanlardı. Onların büyük bir çoğunluğu kesinlikle az ya da çok sultana sadıktı ve onu destekliyordu. En azından kendi mali çıkarlarına müdahale edilmediği sürece. Tam olarak hesaplanmış olmamakla birlikte pek çok ayan muhtemelen belli bir miktar parayı hazineye “vergi” olarak ödemekteydi. Ancak şiddetli merkeziyetçilik ve imparatorluğun parlak günlerinin sıkı denetimleri artık yoktu. İmparatorluğun son yüzyıllarında sultanın merkezi gücünün etkisi son derece yetersiz kalıyordu ve merkezden organize edilen reformlar hayata geçirilemiyordu.

Bütün bunlar, daha önceleri sultanın doğrudan idaresiyle karşılaştırıldığında, yerel Ayanların kontrolündeki yerlerde idarenin etkinliğinin ve emniyetinin çok ciddi bir biçimde güç kaybettiği anlamına gelmemeli. Hatta yerel idarecilerin en güçlü olduğu bölgelerde dahi, toprak tasarruf eden köylülerin önceki zamanlara kıyasla daha fazla güvende oldukları varsayılabilir: Çiftçiler yıllık olarak değişen ve az ya da çok rüşvet yiyen vergi memurlarıyla artık yüz yüze gelmiyor, aksine istikrarlı şartlar altında olduklarını biliyorlardı. Ayanlar elbette idarelerini kendileri ve çocukları için istikrarlı kılmaya çalışıyorlar, mülklerinin kuşaktan kuşağa devamı için uğraşıyorlardı. Yine de Ayanlar dönemi, köylülerin hayat şartlarını iyileştirme konusunda bir çoğunun hiçbir şey yapmamasından dolayı, bir duraklama devresi olarak değerlendirilmelidir. Ayanlar, durumlarının meşruiyeti eğitim ve uluslararası bağlantılar veya köylere yönelik doğrudan müdahaleler bakımından hiçbir şekilde Avrupa’daki orta sınıf ile karşılaştırılamaz.

Yine de, 17. ve 19. yüzyıllar arasındaki dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda, bölgesel anlamda önemi hâlâ aydınlatılmayı bekleyen farklı yeniliklerin ortaya çıktığı bir zaman dilimidir.

Öncelikle bazı tarım ürünlerinin üretiminin ancak bu dönemde yaygınlık kazanmaya başladığını dile getirmek gerekiyor. Örneğin pirincin, 15. yy.’da Meriç bölgesinde bir kaç yerde zikredildiğini biliyoruz. Ancak ürünün pek çok ovada yaygınlaşması için çiftçilere değil, düzenli çalışan pirinç işçilerine ihtiyaç vardı. Ne var ki bunlar Ayan döneminden önce yoktu. Aynı durum pamuk üreticiliği için de geçerlidir. Anadolu’da pamuk biliniyordu ancak, sadece minder türü şeyleri doldurmakta kullanılıyordu. Başlangıçta, her amaca uygun olmayan kısa lifli türü yetiştirildi. Orta lifli tür Osmanlının son döneminde ortaya çıktı. 20. yy.’ın “pamuk patlaması” ise bu türün yaygınlaşmasından sonra gerçekleşti.

Dahası, Amerika’dan yeni tarım ürünleri geliyordu. Bunlar içinde en önemlisi mısırdır. Muhtemelen ülkeyle aynı adı taşıyan bu ürün Mısır üzerinden geldi. Ancak nemli bölgelerde yayılması biraz daha geç oldu. 17. yüzyıl Osmanlı kaynakları mısırdan bahsetmez. Ancak sonraları, 19. yüzyıla kadar ve daha da fazla 20. yüzyılda iyice yaygınlaştı. Bu, Tuna ülkelerinin yağışlı yaz geçiren bütün bölgelerinde ve mısırın, geleneksel Afrika dansının neredeyse tamamen yerini aldığı Türkiye’nin Karadeniz kıyıları boyunca meydana geldi. Kuzey Anadolu’daki dağılımı ise, mısırın doğrudan doğruya batı Kafkaslardaki dağılımı ile bağlantılıydı. Amerika’dan gelen bir başka yenilik tütün oldu. Bütün Türkiye kıyıları boyunca ve kısmen de batı kıyılarında yayıldı ve hâlâ yayılmaktadır. Yunan Makedonyasında son derece yaygındır ve ayrıca Tuna ülkelerinin sıcak yaz geçiren bölgelerinde kısmen bulunur. Günümüzde ise Virginia tütününe olan dünya çapındaki ilgiden dolayı bu tütünün önemi biraz olsun azalmıştır.

Özellikle 17 ve 18. yüzyıllarda karşımıza çıkan çok önemli bir gelişim, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük bir kesiminde çiftliklerin malikhanelerin doğuşu ve büyümesidir. Bununla birlikte, daha önceleri mevcut olmayan yeni bir yerleşim türü de birlikte gelmiştir. Genellikle “estate” olarak tercüme edilen bu tabir, asıl anlamını ancak kısmen karşılamaktadır. Babadan oğla geçen mülk, merkezi hükümetin gözetimi altında, Avrupa’daki orta sınıfın aksine, hiçbir dönemde tam bir kesinlik arz etmiyordu. Çiftlik mülkiyeti ise özde bir yerel iktidar meselesiydi ve merkezi hükümetin pek az dahli vardı.

Çiftliklerin ortaya çıkışındaki en önemli neden, üst sınıfın 17, 18 ve 19. yüzyıllardaki ekonomik fırsatlara akıllıca uyum göstermiş olmasındandır. Hububat üretimi ve sonraları hayvan yetiştiriciliği Osmanlı topraklarında, özellikle yasal ya da yasadışı ihracatın mümkün olduğu bölgelerde, belli bir kârlılık sağlamaya başladı. Ancak bu, çiftlik ürünlerinin temelde, iktisadi olarak makul mesafelerdeki pazarlara veya ihracat olanaklarının olduğu yerlere ulaştığı bölgelerde mümkündü. Bu, bir de pazarlara ucuz taşımacılığın yapılabildiği sefere açık deniz yollarında mümkündü. 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmalarından hemen sonra ayrıntılı topografik haritalardaki “çiftlik” isimleri üzerine bir genel değerlendirme henüz yapılmış değildir. Ancak böylesi ucuz taşıma vasıtalarıyla çiftliklerin dağılımı arasındaki ilişkiyi göstereceği kesindir.

Çiftliklerin ya da eski çiftliklerin çoğunluğu Batı Anadolu’da, Kuzey Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Makedonya ve Güney Sırbistan’da karşımıza çıkıyor. Orta Anadolu’da fazla olmadığı gibi, Doğu Anadolu ve Arap ülkelerinde çiftliklerin etkisine hemen hiç rastlanmıyor. Kuşkusuz bu bölgelerde çok büyük, hatta belki de batı Anadolu’dakinden bile büyük, toprak tasarrufları mevcuttu. Ancak bunlar, tamamiyle normal köy ahalisine hükmeden toprak sahipleri şeklinde mevcut bulunuyorlardı, teşkilat yapıları “çiftlikvari” değildi. Aslında teşkilat (henüz), Ege ve Tuna topraklarına kıyasla imparatorluğun doğusundaki yerlerin göreceli “geri kalmışlığı”nın temel unsurlarından biri olan merkantilist biçimde oluşturulmuş değildi.

Çiftlik-vari toprak tasarruflarına daha ayrıntılı olarak bakacak olursak, Slavca “polje” olarak bilinen “ova”lardaki, havzaların geniş düzlüklerindeki hakim dağılımlarını görürüz. Bunun iki önemli nedeni vardı: Birincisi, bu havzalarda yerleşim fazla yoktu, ya da henüz çok değildi, böylece uygun arazi bulmak daha kolaydı. İkinci olarak, tepelik bölgelerde mecburi olarak toprağı bölüp parçalama uygulamasına gerek olmaksızın, araziyi geniş çiftlikler halinde bütünlüklü bir biçimde tasarruf etmek sadece havzalarda mümkün olabiliyordu. Gelecek düzlüklerdeydi, ve bu bakımdan çiftlik sahipleri bugüne kadar haklılıklarını devam ettirdiler.

Çiftliklerin ekonomisi başlangıçta temel olarak hububat tarımına dayanıyordu. En azından çevre köylerden bu işi yapabilecek insanlar istihdam edilebildiği sürece bu böyleydi. Bir çiftlikte yirmi veya daha fazla çiftin işlediği yönünde elimizde bilgiler bulunuyor (Nagata 1976). 18. ve 19. yüzyıl boyunca, ne var ki, bu yarı-köle işgücü gittikçe daha fazla demode oldu. Köylüler genellikle dağlara kaçıyor, çiftlik sahipleri arazileri için daha az insan gücüne ihtiyaç duyan başka kullanım yöntemi aramak zorunda kalıyorlardı. Pek çok çiftlik, belki de çoğunluğu, çözümü tarımsal üretimden hayvancılığa geçmekte buldu. Koyun ya da sığır sürülerini kiralamak çok daha az işgücü gerektiriyordu ve sığırlar çiftlikte her akşam gözlem altında tutulabiliyordu. Ek olarak ekonomik koşullar da Orta Avrupa’ya sığır satışı yönünde değişmekteydi. 19. yüzyılda düzlük arazilerin geniş yolları, toprağın bakımdan mahrum olmasının ve bataklık ortamların genişlemesinin bir sonucu olarak, kabaca otlaktan başka bir iş için kullanılamıyordu. Çiftliklerin çoğu, Tuna ve Balkan devletlerinin bağımsızlığı dönemine bu kullanım biçimiyle geldiler. Bugün bu çiftliklerden geriye hemen hiçbir şey kalmamıştır: Eski Müslüman yönetici sınıfın tasarruf ettiği topraklar olarak millileştirilmiş, bölünmüş ya da komünist dönemden çok önce yerel ahali buralara yerleşmiştir.

Türkiye gibi sosyalist tarım reformunun uygulanmadığı ülkelerde dahi, mülkün miras hukukuna göre basitçe bölünmesi çiftliklerin gitgide küçülmesine yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü topraklar üzerinde kurulan ülkelerin hiçbirinde eski çiftlikler artık bir sorun teşkil etmiyorlar.

17. ve 19. yüzyıllar boyunca yaşanan gelişmelerin bir başka neticesi de yerel nüfusun büyük bölümünün dağlık ve ormanlık alanlara doğru kaçışıydı. İmparatorluğun son devirlerinde Osmanlı hükümetinin gayrimüslim teba üzerindeki baskısı artmış olmalı ki, köy nüfusu kurtuluşu kaçmakta buluyordu. O zamandan bu yana, özellikle Balkanlar’da, dağlık ve ormanlık alanlarda yaşayan ciddi bir nüfusun mevcut olduğunu görüyoruz (Wilhelmy 1935). Yerli halkın hangi şartlarda ve ne zaman kaçtığı ve dağlardaki küçük aile köylerine ilk yerleşimleri ile ilgili çeşitli raporlar bulunuyor.

Dağ ormanlarındaki bu küçük kırsal yerleşimler, Rodop’ta, Balkan tepelerinde, Makedonya ve Bosna’da büyük ölçüde Bulgar, Sırp ve Bosnalı yerleşimcilerin eseriydi. Ormanlarda alışılmadık yaşam şartlarını beklenmedik vergilere ve düzlüklerdeki baskıya tercih etmişlerdi.

İmparatorluğun Türk ve Arap topraklarında bile kırsal nüfus bu dönemde azalma gösterir. Yine de imparatorluğun Müslüman nüfusunun hakim olduğu bölgelerde bu durum, çiftliklerin güvenliği ve toprak işletimi meselesinden ziyade, sırf köylülerin güvenliği meselesiydi. Uzaktaki küçük aile köylerinde hayat şartları şüphesiz daha emniyetliydi, ancak aynı zamanda daha ilkel ve geriydi. Bu da Orta Çağ aile yapısının sürmesine yol açtı. (Slavca Zadruga: Geniş aile, Türkçe karşılığı Sülale, Arapça aila, ehl). Bu yerel aile oluşumunun o dönemdeki başka hiçbir Avrupa ülkesinde benzeri bulunmaz.

19. yüzyılın sonu ve özellikle 20. yüzyılın başlarında bu kapsamdaki ülkelerin durumu tamamen değişti.

Bu değişim, 19. yüzyıl başlarında, bir zamanların güçlü imparatorluğunun geri kalmışlığını az ya da çok gizlice kabullenmiş olan Osmanlı hükümetinin yüksek rütbeli görevlileriyle başladı, ancak ilk reform adımları Sultan Abdülmecid’in zamanından önce 19. yüzyılda atıldı. 19. yüzyıl ortalarında, 1856 yılında, “Tanzimat-ı Hayriye” yasa haline geldi. Başlangıçta tereddütlü olarak, sonraları artan bir hızla reform hareketi ve modern Avrupa tekniklerinin hücumu Osmanlı eyaletlerindeki etkilerini arttırmaya başladı.

Kırsal bölgenin gelişimi için atılan en önemli adım genellikle kaybedilen topraklardan çıkan Müslüman muhacirlerin gelişiydi. 19. yüzyılın altmışlı yıllarında Kırım’dan çıkan Tatarlar ilk gelenler oldu. Kafkaslardaki Çerkesler ve aynı zamanda Güneydoğu Rusya’da Nogay-Tatarlar diğerlerini izledi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar pek çok muhacir dalgası, Balkanlar’dan çıkıp geldi. Bir kısmı Kafkaslar’dan Bulgaristan’a geldikten sonra ikinci kez göç etmek zorunda kaldılar. Özellikle Balkanlar’dan gelen kalıcı muhacir dalgası gerçekte 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar hiç durmadı. Tam sayısı şu an elimizde olmasa da, muhacirlerin toplam sayısı bir kaç milyon olarak tahmin edilebilir.

Osmanlı Hükümeti muhacirlere tarımsal işler verdi. Karşılıksız toprak genelde Anadolu’da söz konusuydu. Ancak yeni muhacir köylerinin bir çoğundan sonraları vazgeçildi veya gelenler için uygun olmayan yerler seçildiğinden nüfusunu kaybetti. Kafkas dağ ormanlarından gelen insanlar Çukurova’da fazla mutlu olamadılar, binlercesi sıtmadan öldü.

Bölgenin yerli halkı daha sonra yoğun bir direniş gösterdi. Ancak herhalükârda muhacirlerin çoğu Türk Devleti’ne sonunda başarılı bir biçimde uyum sağladı. Müslüman olduklarından dolayı, Yunan ve Ermeniler gibi gayrimüslim azınlıklardan çok daha kolay uyum sağlayabiliyorlardı.

İsmi en son anılan grup olan Ermeniler ve Yunanlıların uyumu başarılı olmadı. İki gurptan 2,5-3 milyon insan 1915/16 yıllarında kaçtı, göç etti veya öldü, ya da 1923 yılında ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bu dönemde yüzbinlerce insan hayatını kaybetti (McCarthy 1983). Aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rus işgalinde daha fazla sayıda Müslüman Türk ve Kürt doğu Anadolu’da öldü. Yunan-Türk nüfusun yer değiştirmesinde 400.000 Türk’e karşılık 1,4 milyon Yunanlı vardı. Ancak bu hesaba Kuzey Yunanistan’daki toprakları savaş esnasından terk eden pek çok Türk dahil edilmemiştir. 19. yüzyıldan 1923 yılına gelene kadar olan dönemdeki toplam rakamı dikkate aldığımızda, iki milletin ilişkisi bizi daha akılcı bir rakama ulaştıracaktır.

Muhacirlerin bir çoğunun, az ya da çok Anadolu’nun boş kalan kısımlarına yeniden yerleştirilmesine çalışıldı. Andrews’un (TAVO 1990) hazırladığı oldukça ayrıntılı Muhacir köyleri haritası Anadolu’nun iç kısımlarında bir yoğunluk olduğunu gösteriyor. Suriye topraklarında sadece bir kaç muhacir köyü bulunmuştur.

İlk düzenli köy planları ve tarla sistemleri bu dönemde ortaya çıkar: Muhacir köyleri, yerleşimcilerinin soyundan gelmedikleri için, eski köyün merkezinde, bir bakıma muntazam bir satranç tahtasına benzeyen bir plana sahipti. Bu durum, Anadolu’dan Filistin’e kadar ister Çerkes ister Yunan köyleri olsun, her yerden gelen muhacirlerin yerleştiği köyler için aynıydı. Bu, Türk idarecilerin tasarlayıp organize ettikleri yerleşimlerin en önemli hareket noktası gibi görünüyor. Bozkırdaki tarımsal alanların ilk parçalarının her zamanki “tam” bölümlenmesi bile sadece muntazam dar araziler biçiminde mümkün olabiliyordu. Bu tür dar arazilerin genişliğinin basitçe ölçülmesi o zamanlar karmaşık araçlar olmaksızın en basit toprak bölümlemesi biçimi gibiydi. Ancak daha sonraları, yeni köyün nüfusu arttığında, yeni toprak ihtiyacı farklı zamanlarda ve farklı ailelerde ortaya çıktı. Ortak dar arazi bölümlemesi, geriye kalan bozkırlarda, muntazam olmayan, birbirinden ayrı işletilen topraklarla yer değiştirdi.

Yerli halkın yeni bölgesel yerleşimi ve birbirinden ayrı arazi işletimi, muhacir kolonizasyonu ile paralel olarak başladı. Nedenlerden bir tanesi son derece basit ve dünyanın her yerinde geçerli olan bir nedendir:

“Yeni gelenler”den daha hızlı olmak ve düzlüklerdeki geleneksel otlak hakkını kullanmak. Dahası, Modern Türk polisinin ve askerinin silahlanması köylülerin eski moda silahlarından çok daha üstündü. Her tür direniş umutsuz görünmekteydi. Dağlardaki köylerin geleneksel saklı konumları artık önemini kaybetmekteydi. Aynı zamanda düzlük alanlardaki yerel güvenlik gitgide artmış, emniyete verilen önceliğin yerini paraya yönelik düşünce almıştı. Geniş alanlardaki hububat tarımı yerleşimler için yeni bir motif oldu. Bölgesel olarak yeni demiryolları genişlemeyi teşvik ediyor, hububat artık tren sayesinde İstanbul pazarlarına çok daha ucuz olarak taşınıp satılabiliyordu.

“Yukarıdan aşağıya”, gizli dağ yerlerinden aşağıya daha iyi kullanılabilen düzlük alanlara doğru ilerleyen bu gelişme, laik sürecin, 19. ve 20. yüzyılın en büyük gelişiminin, bir başarısıdır. Önemli neticeleri asla göz ardı edilemez. Bugün binlerce Anadolu dağ köyü sadece birkaç yaşlı tarafından kullanılmakta veya neredeyse tamamen boş olarak durmaktadır. Düz alanlar çok daha iyi fırsatlar sunar. Özellikle hızla büyüyen şehirler günümüzde yeni kazanç kapıları sunmaktalar. Bu süreç batıdan doğuya Anadolu’da yayıldı; İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Ege ve Trakya’da, savaştan sonra Orta Anadolu’da, ve günümüzde de doğuda ortaya çıktı. Aşağı yukarı aynı süreç Yunanistan’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce gerçekleşirken, Arabistan’ın dağları da boşalmaktaydı. İtalya ve güney Fransa’da da aynı süreç uzun bir süre önce yaşanmıştı. Aşağı yukarı bütün Akdeniz ülkelerinde görüldü.

Bu gelişime paralel olarak, soyutlanmış yeni birçok çiftlik yapıları meydana getirme eğilimi dikkat çekici bir biçimde yayıldı. Bu kesinlikle Doğu Akdeniz’in bir çok bölgesi için yeni bir şeydir. Sadece Karadeniz dağlarında toprak azlığından kaynaklanan bir dağınık yerleşim geleneği mevcuttur. Diğer bütün bölgelerde, genel olarak insanları birlikte yaşamaya götüren neden güvenlik meselesiydi. Bir de kısmen su kaynaklarının azlığı bir neden olabilir. Şimdi, 20. yüzyılın sonunda, Akdeniz kıyılarının tek tek çiftliklerle dolu olduğunu, yeni yollar boyunca ya da yeni yollara doğru, aynı zamanda da meyilli yüzeylere doğru yayıldığını görüyoruz. Seralarda tarım son derece yaygınlaşmıştır. Erken bir vakitte ürünün yetiştirilmesine olanak sağlamaktadır. Başka bölgelerde mülkiyetin belgelenmesi (Filistin) ayrıca arazide bireysel yerleşimi teşvik edici bir unsur olmaktadır.

Aynı zamanda bir çok yeni kent gelişmekte ve bunların çoğu yeni idari mahaller olarak seçilmekteydi. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başları, kentlerin kurulduğu, özellikle yeni bölgesel kentlerin ortaya çıktığı bir devirdir. Bu eğilim, dağlık alanlardaki geleneksel yerel merkezlere ulaşma imkanlarının ortadan kalkmasıyla başladı. Geleneksel idarecilerin ya da yöneticilerin bulundukları yerler olan eski kaleler önemini kaybetti, artık bu yerler yeni ekonomik ihtiyaçlara cevap vermez oldular. Düzlük alanlardaki yeni ve hızla büyüyen köylerden buralara ulaşmak da son derece zordu. Yerel ve bölgesel idare daha kolaylıkla erişilebilen mahaller seçmek zorunda kaldı.

Bu yeni merkezlerin çekirdeği genellikle tarihi pazarlardı. Eski zamanlardan beri haftanın belli bir gününde açık alanda herkese açık bir pazar kurulurdu. Bu yerler, farklı yönlerden kolayca erişilebilir bir noktada oldukları için uzun süre merkezi önemlerini korudular. Yerel bir devlet memuru (Kaymakam, ya da müdür-i nahiye) ve ayrıca bazı polisler buralara yerleştiriliyordu. Genellikle bir çok dükkan ve lokanta bunu takip ediyor ve daha sonra diğer resmi ve özel kurumlar ortaya çıkıyordu. Bu yeni yerleşimlerin ilk aşamasının başlangıcı Anadolu, Suriye ve Irak’ta son derece birbirine benzer olmuş olmalıdır. Son zamanlara kadar önemini koruyan unsur, yerelleşmenin temel ilkesiydi: Sıradan köylü kaymakamının huzuruna yürüyerek bir gün içinde kolayca varabilmeliydi. Bu ilke kuşkusuz motorlu trafiğin mevcut olduğu günümüzde artık ortadan kalkmış bulunuyor, ancak yüz yıl önceki kentleşme için önemliydi.

Önemli bir değişiklik de, Tuna ülkelerinden Arap topraklarına kadar, bugün için hâlâ geçerli olan yer isimlerinin sık sık değişmesidir. 19. yüzyılın ortalarına kadar bu köy isimleri, yerel idarecilerin ilgisinden tamamen uzakta, geleneklere göre yerel ahali tarafından konulmaktaydı. Hatta bir çok Romen köy ismi küçük şekil değişiklikleriyle bugüne kadar gelebilmiştir. Ancak Osmanlının son zamanlarında değişim başlamıştı: Muhacir köylerinin isimleri sık sık yöneticinin isminin

Arapçalaştırılmış şekliyle adlandırılıyordu: Mecidiye, Muradiye, Mahmudiye gibi. Diğer ülkelerde değişiklikler diğer kuralları takip etti. Yunanistan’da örneğin bugün Türkçeden gelen herhangi bir köy ismi bulmak hemen hemen imkansızdır. Bu sözde “Türkokratya” bütün köy isimlerinden silinip atılmıştır. Türkiye’de de Türkçe kökten gelmeyen bütün köy isimlerinin değiştirilmesi eğilimini görüyoruz. Özellikle doğu Anadolu’da bunların sayıları binleri bulur. Hatta Müslüman isimleri bile “gerçek Türk” isimlere dönüştürülmüştür. Arap ülkelerinde isim değişikliği daha az görülür, ancak Kürtçe “Türbe Sipi”nin (Kuzey Suriye) Arapça “Kubur el-Beid”e çevrilmesi örneği, ve yakın zamanlarda milliyetçi izler taşıyan “Kahtani” örneği dikkat çekicidir. Şehir isimlerinin değiştirilmesi ise bugüne kadar sık olmuş değildir. Ancak sık sık eklemeler yapılmaktadır: Urfa’nın Şanlıurfa’ya, Ayntab’ın Gaziantep’e çevrilmesi gibi. Bütün coğrafi-tarihi araştırmalar için isimlerdeki bu istikrarsızlık ciddi bir engel oluşturmaktadır.

Günümüzdeki durum ise bu çalışmanın konusu değildir. Ancak günümüzün en önemli eğilimleri şöyle ifade edilebilir:

Son on yıllık dönemde, toprak kullanımındaki değişim, yaklaşık olarak 1960’lardan bu yana, beklenilenden çok daha fırtınalı geçmiştir. En dikkat çekici, ya da en aşikâr değişim, tarımın makineleşmesidir. Bugün, traktörün ulaşamadığı dağ arazilerini katmazsak, sadece büyük toprak sahiplerinin değil, hemen hemen her çiftçinin, traktörü vardır. Aynı zamanda bir zamanların küçük tarlaları, makinalara uygun hale gelmesi için köylüler arasındaki basit anlaşmalar sayesinde birleştirilmiş, büyütülmüştür. Kırsal alandaki mevcut bu durum, dolayısıyla bundan kırk yıl öncesiyle kıyaslanamayacak bir noktadadır.

İkinci önemli eğilim ise sulama tarımının yaygınlaşmasıdır. Bu da, yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından gelen devletlerde değil, bütün Yakın Doğu’da karşımıza çıkan bir durumdur. Çumra’nın (1914) sulanması projesiyle Türkiye, Mısır dışındaki Yakın Doğu ülkeleri arasında modern sulama sistemini kuran ilk ülke olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin bugünkü sınırları dahilindeki sulama alanı beş kat artmış ve yaklaşık 6 milyon hektara ulaşmıştır. Sulamayla bütün tarım ürünlerindeki verimlilik buna bağlı olarak artış göstermiştir.

Üçüncü bir eğilim, nadiren dile getirilen idari kurumların büyüyen etkisi ve büyük bir nüfusun gelişen ekonomik düşünce yapısıdır. Hayvan sayısı, özellikle keçi, at ve katır, aynı zamanda deve, hatta Ankara keçisi ve koyun, uzun bir süredir ciddi bir biçimde azaldı. Bu sadece tarımsal işler ya da ulaşım için artık hayvan gücüne ihtiyaç duyulmamasından değil, aynı zamanda ısınma yöntemi olarak hayvan gübresine duyulan talebin azalmasından dolayı da böyle olmuştur. Bir başka modern etki ise ormancılığın günümüzde artan etkisidir. Ormanlarda beslenen (ve “ormanla” beslenen) keçi sürüleri artık nadiren görülüyor. Bir zamanlar kıraç olan geniş topraklar şimdi ağaçlandırılıyor.Kırsal kesimden şehire ve şehirdeki iş alanlarına doğru nüfusun akması, belki de günümüzün en dikkat çekici eğilimidir. Türkiye’de, şehirde yaşayan nüfus (1995) çoğunluğu oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonraki diğer ülkelerde durum aşağı yukarı aynıdır. Şehirlerdeki muhtemel basit işlerin sayısı, geleneksel köy ekonomisiyle karşılaştırıldığında çok daha fazladır. Günümüz Türkiye’sinin Avrupa’nın ortalama yaşam şartlarına uyum sağlaması daha uzun yıllar alabilir, ve Tuna bölgesindeki pek çok eski Osmanlı toprağı hâlâ daha ileri seviyede olabilir. Ancak gelişim devam etmektedir ve eski Osmanlı ülkeleri gelecek on yıllık dönemde Avrupa seviyesini yakalayabilir.

Prof. Dr. Wolf Dieter HÜTTEROTH

Erlangen Üniversitesi Nürnberg Coğrafya Enstitüsü / Almanya

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 45-53


Kaynaklar:

♦ Akdağ, M. (1963): Celali İsyanları 1550-1603.-Ankara.
♦ Alexander, J. C. (1985): Toward a History of Post-Byzantine Greece: The Ottoman Kanunnames for the Greek Lands ca. 1500-1600.-Athens.
♦ Braudel, F. (1986): Sozialgeschichte des 15.-18. Jahrhunderts.-(Original title: La Mediterranee et le monde mediterraneen a l’epoque de Philippe II.-German translation according to IV. edition 1979) München
♦ Busch-Zantner, R. (1938): Agrarverfassung und Siedlung in Südosteuropa, unter besonderer Berücksichtigung der Türkenzeit.-Leipziger Vierteljahrsschrift für Südosteuropa, Beihefte, Nr. 3.
♦ Dols, M. (1979): The second plague pandemic and ist recurrences in the Middle East 1347- 1894.-Journ. Of the Econ. and Soc. Hist. Of the Orient (JESHO) 22/2, pp. 162-189.
♦ Faroqhi, S. (1987): Rural Society in Anatolia and the Balkans during the Sixteenth Century.- Turcica, Revue des Etudes Turques. I: vol. IX, p.161-195; II: vol. XI, p. 103-153.
♦ Faroqhi, S. (2000): Ottoman Peasants and Rural Life: The Historiography of The Twentieth Century.-Archivum Ottomanicum 18, p. 153-182.
♦ Faroqhi, S. (1987): Men of Modest Substance-House Owners and House Property in Seventeenth-Century Ankara and Kayseri.-Cambridge.
♦ Flohn, H.; Fantechi, R. (eds.) (1984): The Climate of Europe: Past, Present and Future. Natural and Man-Induced Climatic Changes.: A European Perspective.-Doordrecht, Boston, Lancaster.
♦ Gassner, G.; Christiansen-Weniger, F. (1942/43): Dendroklimatologische Untersuchungen über die Jahresringentwicklung der Kiefern in Anatolien.- Nova Acta Leopoldina N. F., vol. 12/80, Halle.
♦ Höhfeld, V. (1988): Near East-Early and Late Settled Areas., 1: 8 Mill.- Map A IX 1 of: Tübingen Atlas of the Near East (TAVO), Tübingen.
♦ Hütteroth, W.-D. (1982): Türkei.-Wiss. Länderkunden Vol. 21, Darmstadt.
♦ Hütteroth, W.-D. (1993): The Role of the Ottoman Empire in the Early Modern World-System.- In: H.J. Nitz (ed.): The Early-Modern World- System in Geographical Perspective.-Stuttgart.
♦ İnalcık, H. (1983): The Emergence of Big Farms, Çiftliks: State, Landlords and Tenants.-In: J. L. Baque-Grammont/P. Dumont (eds.): Contributions a l histoire economique et sociale de l’empire Ottoman.-Coll. Turcica III, p. 105-126.
♦ İnalcık, H.; Quataert, D. (eds.) (1994): An Economic and Social History of the Ottoman Empire 1300-1914.-Cambridge Univ. Press.
♦ İslamoğlu-İnan, H.; Faroqhi, S. (1979): Crop Patterns and Agricultural Production Trends in Sixteenth Century Anatolia, Review.-Revue d’etudes interdisciplinaires II, p. 401-436.
♦ Le Roy Ladurie, E. (1973): Times of Feast and Times of Famine: A History of the Climate since the Year 1000.-London.
♦ Keyder, C.; Tabak, F. (eds.) (1991): Landholding and Commercial Agriculture In the Middle East.-Albany/N.Y.
♦ McGowan, B. (1981): Economic Life in Ottoman Europe. Taxation, Trade and Struggle for Land 1600-1800. Cambridge. Nagata, Y. (1976): Some Documents on the Big Farms (Ciftliks) of the Notables in Western Anatolia.-Inst. for the Study of Languages in Asia and Africa. Tokyo. Planhol, X. de (1965): Les Nomades, la Steppe et la Foret en Anatolie.- Geogr. Zeitschr. 53/1-2, p. 101-116.
♦ Planhol, X. de (1975): Kulturgeographische Grundlagen der islamischen Geschichte.-(translated from french by H. Halm.-Orig. title: Les fondements geographiques de I histoire de l’Islam.-Paris 1968).
♦ Vakalopoulos, A. E. (1963): Le retraite des populations greques vers les regions eloingees et montagneuse pendant la domination Turque.- Balkan Studies 4, p. 265¬276, Thessaloniki.
♦ Wagstaff, J. M. (1993): The Role of the Eastern Mediterranean for the World Economy.- Erdkundl. Wissen 110, p. 327-342.
♦ Wallerstein, I.; Decdeli, H.; Kasaba, R. (1987): The Incorporation of the Ottoman Empire into the World Economy.-In: H. Islamoglu-Inan (ed.): The Ottoman Empire and the World economy. p. 88-97, Cambridge.
♦ Wilhelmy, H. (1935): Hochbulgarien I: Die ländlichen Siedlungen und die bäuerliche Wirtschaft. – Schr. Geogr. Inst. Kiel IV, Kiel. Tercüme: Babür Turna.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.