İslam mistisizminin Tırnova şehrine nüfuzu sorunu, Bulgar tarih yazımında henüz yeterince araştırılmamış önemli bir temanın parçasıdır. Bu tema, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Müslüman mezhepleri ve derviş[1] tarikatlarını, ve bunların 15. ve 19. yüzyıllar boyunca Rumeli’ndeki sosyal, siyasal ve dinî yaşama müdahalesini ve rolünü ilgilendiren sorunlar grubuna uygun düşer. Son yıllarda bu konulardaki[2] belirgin ilgiye rağmen bir çok sorun çözümlenmemiş ve tartışmaya açık durumdadır ve dahası, Osmanlıların fethinden sonra Bulgar topraklarındaki sosyal yaşamın farklı alanlarındaki İslâm mistisizmi ve onun çeşitli göstergeleri üzerine genel bir inceleme yazılmamıştır.
Tırnova’ya olan özel ilgimizin nedeni büyük bir ölçüde şehrin Bulgar Tarihinde oynadığı rol ve 12-14. yüzyıllar boyunca Bulgar ortaçağ devletinin entelektüel merkezi ve başkenti konumunun, Tırnova’nun 1393’te fethinden ve tesliminden sonra mistik kardeşlik cemiyetlerinin dini merkezlerinin şekillenmesinin zamanını ve işleyişini ne kadar etkilediğini araştırma isteğidir. St. Cyril ve Methodius Ulusal Kütüphanesi Doğu Bölümü (bundan sonra U.K.D.B.) tarafından elde edilen yeni tarihi belgeler bu sorun üzerine yapılan araştırmalar için yeni fırsatlar sunmaktadır. Belgeler, İstanbul’daki Türkiye Cumhuriyeti Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğündeki Osmanlı arşivlerinden alınmıştır. Elinizdeki makalede henüz hepsi yayınlanmamış, aşağıdaki defterlerden alınan verilerin bazılarının yorumlarını sunuyoruz:[3]
- Niğbolu (Nikopol) vilayetindeki tımar, zeamet ve hasların 922/5. 02.1516-23. 01. 1517 tarihlerindeki mufassal defterleri;[4]
- Niğbolu, Ziştovi, Rahova, Çibre, Lofça, İzladi ve Tirnovi nahiye ve kazaları bölgesindeki tımar, zeamet, has, mukata’a, çiftlik ve vakıfların 947-951/1541-1545 tarihlerindeki mufassal defterleri.[5]
- Niğbolu sancağı bölgesindeki tımar, zeamet, has, mukata’a, çiftlik ve vakıfların 1022/21. 02. 1613-10. 02. 1614 tarihlerindeki mufassal defterleri.[6]
Geri kalan yayınlanmış ya da yayınlanmamış, ya da sadece kopyaları yayınlanmış değişik türlerdeki belgesel ve öyküsel Osmanlı kaynaklarının geri kalanları makalede gözönüne alınan sorunların kapsamında tartışılacaktır.
Tırnova’da İslâm Mistisizminin Merkezleri
Tırnova’nın, derviş kardeşlik cemiyetleri ve tarikatları ağındaki yerinin önemli bir göstergesi, taraftarları kendine çeken ve Bulgar topraklarında ağır ağır ortaya çıkmakta olan İslâm kültünün genel sisteminin bir parçası haline gelen dinî merkezlerdir. Kuruluş kronolojisini, belirli dinî ilaveleri ve Tırnova yapısındaki derviş kardeşlik cemiyetleri ve tarikatlarını saptama yöntemlerini ilgilendiren sorunların çözümü, İslâm mistisizminin fikirlerinin yayılması ve nüfuz süreci hakkında bilgi edinmeye büyük bir ölçüde yardım edecektir. Bulgar topraklarında İslâmî mistik doktrinlerin yayılması hakkındaki bilgi birikimini güçleştiren temel sorunlardan birinin, en azından bu aşamada, daha önceden varolan türbe, tekke ve zaviye gibi bu günlerde hâlâ varolan İslâmın kutsal yerlerinin yaklaşık kesinlikte bir kronolojik ve bölgesel planını bile oluşturma imkânsızlığı olarak kaldığı burada söylenmelidir.
Bunun en önemli nedeni bunların her zaman somut bir mezhebin, bir derviş kardeşlik cemiyetinin ya da tarikatının etkinliklerinin güvenilir bir göstergesi olmamalarıdır. Tarihi kayıtlara göre bunların birkaçı daha önceden varolanların gerçek versiyonlarıdır. Bir çoğu bozulmuş, ve diğerleri ikincil önemde kabul edilmiştir, fakat sanki böyle bir değişimin kayıtlara geçilmesi kesin değilmiş gibi görünüyor.
F. Hasluck’un[7] 20. yüzyılın başlarında yaptığı çalışmalara göre ve bizim kuzeydoğu Bulgaristan’ın bazı bölgelerinde (Şumnu, Razgrad, Omurtag, Provadija, Dobril bölgelerinde)[8] yaptığımız saha araştırmaları, bu tip dinî merkezlerdeki çeşitli değişimlerin daima folklorda yansımasını bulduğunu gösteriyor. Kutsal Hıristiyan mabetlerinin yerine kutsal Müslüman mabetlerinin inşa edilmesinden sonra folklorun altüst olması kaçınılmaz ve dikkate değerdi. Bu makalede üzerinde daha ayrıntılı olarak dikkatle duracağımız Tırnova’daki Tekke câmii olarak bilinen derviş merkezi böyle bir vakadır.
Bu bağlamda, şehrin şartlı tesliminden sonraki ilk on yılda Tırnova’da inşa edilen İslâm mabetlerini ilgilendiren sorunların çözümlenmemiş olması vurgulanmalıdır. Bu, temelsiz ve iddialı tezlere yol açan ve kuşkusuz Sufizmin erken belirtileri üzerine yapılan araştırmaları güçleştiren bir durumdur. Şehirde inşa edilen ilk câmi olan ve Firuz Bey câmisi olarak bilinen câmi oldukça önemli bir olaydır. Yapılışı 1435 tarihli olmasına rağmen, onun hakkındaki 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarında verilen geç ve güvenilmez bilgiler bir çok çağdaş araştırmada fazlasıyla kullanılmıştır. Bu bilgilere göre, fatihler Tsarevets tepesindeki kiliselerden birisini câmiye çevirmişlerdi ve bu kilise muhtemelen Tırnovalı kadın azizlerinden en şereflilerinden birinin -St Petka’nın-kalıntılarının bulunduğu kiliseydi.[9] Gerçekte, yerinde yapılan kazılar böyle bir bakış açısının lehine olan açık bir kanıt çıkarmamıştır. 1913 depreminde câminin çökmesinden sonra yapılan kazıların sonuçları, câminin temelden başlayarak inşa edildiğini ve daha önceki saray meydanının önünde bulunan iki kilisenin arasına yerleştirildiğini göstermiştir.[10] Câminin temelleri erken Bizans dönemine (5.-6. yüzyıllar) ait bir yapının harabeleri üzerine atılmıştır, fakat bina St. Petka’nın kalıntılarının muhafaza edildiği kilisenin çok yakınında olduğundan bir çok yüzyılın ardından ulusal bellek, başkentin koruyucu azizinin kilisesinin yerini kesinlikle orası olarak saptamıştır.
Son zamanlarda yapılan bazı araştırmalarda, 16. yüzyılın 40’lı yıllarına kadar Tırnova’da en azından üç ya da dört câmi ile yaklaşık on bir mescid[11] bulunduğuna işaret edilmiştir. Katolik piskoposu P. B. Bakshev sadece yedi câmiden bahsetmesine rağmen, 17. yüzyılın 40’lı yıllarında şehri ziyaret eden Hacı Kalfa’ya göre câmi sayısı sekizdir.[12] E. H. Ayverdi’nin Avrupa’daki Osmanlı mimari anıtları kataloğu, binanın inşa ediliş tarihlerini ve her biri hakkındaki kaynakları belirtmeden Tırnova’daki 34 câmi hakkında bilgi içermektedir.[13] Yazar, Evliya Çelebi’nin şehre gelişinden on yıl önce orada 26 câmi ve mescid, ve yedi medrese olduğuna işaret etmiştir. O. Keskioğlu bazı araştırmalarında aynı verilere güvenmiştir fakat aynı zamanda 1868[14] Tuna Salnamesi’nden genelleştirilmiş istatistik verileri yayınlamıştır. Ayrıca bunlara göre Tırnova’da 31 câmi, 19 mektep (okul), 7 medrese ve 4 tekke kaydedilmiştir.
Kavak Baba Zaviyesi
Araştırma çalışmalarında ele alınan Tırnova’daki tek İslâmi mistisizm merkezi Kavak Baba zaviyesidir. Zaviyeye olan güçlü ilginin nedenini açıklamak oldukça kolaydır. Çünkü başlangıcı Velika Lavra manastırı ve Kırk Şehitler kilisesi mimari kompleksiyle ilişkilidir. İkincisi, ikinci Bulgar Krallığının tarihinde önemli bir yer tutar.
Bulgar tarihçilerinin eserlerinde, Tırnova’nın Ortodoks yurttaşlarının üzerine titredikleri Kırk Şehitler kilisesinin bir Tekke câmisine dönüştürülmesi sorunu tekrar tekrar ele alınmıştır ve o eserlerde varılan genel sonuç, dönüşümün hemen fetihten sonra olduğudur.[15] Çağdaş araştırmaların bir çoğuna göre bu dönüşüm Kavak Baba zaviyesinin kuruluş ve Osmanlı kayıtlarına girmesi zamanında -sırasıyla 15. yüzyılın sonlarında, ve 16. yüzyılın başlarında- yer almıştır.[16]
Bu tezi savunan yazarların temel savlarından biri Kavak Baba tekkesi hakkındaki 1861 yılına ait olan ve tekkenin onarımı vesilesiyle “Dolna” (Aşağı) Mahalleye gönderilmiş bir belgedir.[17] O yazarlara göre belge tekkeyi kesinlikle Velika Lavra manastırı civarına yerleştirmektedir. Fakat bu tezi doğrulamak üzere ileri sürülen tek kanıt Süleyman Paşa’nın Tırnova’daki haslarını içeren mufassal defterinin korunabilmiş bir parçasıdır. Son zamanlara kadar eski başkent halkının en eski envanteri olarak kabul edilen bu belge, oldukça uzun bir zaman dilimini kapsamasına-15. yüzyılın sonlarından 16. yüzyıl ortalarına kadar ve tarihi tartışmaya açık olmasına rağmen Tırnova’nın fethinden sonraki ilk yüzyıla ait olan ve hakkında en fazla yorum yapılan Osmanlı belgesidir.[18] Bu belgenin son olarak 1541-1545[19] yıllarına tarihlendirilmesi, bazı zorlama tezlere ve aceleyle çıkarılmış sonuçlara yeni bir anlam verilmesini gerekli kılmaktadır.
Son zamanlardaki bazı çalışmalarda, Velika Lavra manastırı bölgesinde yapılan kazılarda elde edilen sonuçlar kanıt olarak gösterilmiştir. Keşfedilen Hıristiyan mezarlarının ilk önce 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyıllara tarihlendirilmesi, S. Dimitrov’un bile, manastırın Müslümanlar tarafından kendilerine mal edilmesinden sonra gizli Hıristiyanlığın varolduğu varsayımını ileri sürmesine neden olmuştur. Yazara göre bu, 15. yüzyılın sonlarıyla, 16. yüzyılın başlarında olmuştur.[20] Fakat son zamanlarda yapılan kazılar ve mezarlıktan elde edilen maddelerin yeniden tarihlendirmesi böyle bir varsayımı çürütmektedir. 15-17. yüzyıl dönemi uzmanı ve arkeolog Z. Genova, en son Hıristiyan mezarlarının 18. yüzyıldan olmasına rağmen keşfedilen Müslüman mezarlarının bir çoğunun 19. yüzyıldan olduğuna işaret etmiştir.[21] Bunun yanında, gizli Hıristiyanlığın varlığını simgeleyebilecek olan iki gömme temine ait öğelerin birlikte varolduğu mezarlar yoktur. Bu gerçek Hıristiyan kilisesinin Müslüman mabedine dönüştürülmesinin düpedüz 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başında gerçekleştiğini ve aynı zamanda Kavak Baba zaviyesinin kurulmasının bu zorlama dönüşümle ilgili olmaması gerektiğini gösterir.
En azından şu ana kadar, bu İslâmiyet merkezi hakkındaki en eski yazılı kanıt yukarıda bahsedilen 1541-1545 yılları mufassal defterine isminin girmesidir fakat zaviyenin, Kırk Şehitler kilisesi civarında yerleştirilmiş olduğuna dair hiç bir bilgi yoktur. Kavak Baba zaviyesinin yönetici kadrosunun üyeleri (zaviyenin nazırı, Abdullah oğlu şeyh Süleyman Halife; aşçı, Abdullah oğlu derviş Ali; mü’ezzin, Abdullah oğlu Ali) Hızır Bey mahallesine kayıtlı Müslümanlar arasındadır ve dervişlerden biri (Hacı oğlu Memi) muhtemelen komşu mahallenin (“Emir Seyyid Halil Kadı medresesi Câmii”)[22] sakinleri arasında kaydedilmiştir. Fakat, Hızır Bey mahallesinin Tsarevets Tepesindeki[23] kalenin güneyinde konumlandığı, yani bahsedilen kilisenin bulunduğu bölgenin karşı tarafında olduğu çok iyi bilinmektedir.
19. yüzyılda Kavak Baba zaviyesinin durumundaki değişiklikler ve yerleşimi hakkındaki somut bilgiler, 21. 08. 1864 tarihini taşıyan ve Kavak Baba zaviyesindeki onarımların ve ihtiyaç olan miktarın ikinci kez gözden geçirilmesinin gerekliliği vesilesiyle Tırnova kaymakamına yazılan mektuptadır. Mektupta aşağıdakiler harfi harfine yazılmıştır: “Tırnova’nun “Dolna” denilen mahallesinde bulunan ve ruhu şâd olsun padişahımız Sultan Yıldırım Bayezid Hanın kutsal vakıflarından biri olan kutsal Kavak Baba câmii, zaviye ve şeyhin ikâmetgâhıyla birlikte yıkılmıştır. Adı geçen tekkeyi çevreleyen duvarlar Yantra nehrinin basıncına maruz kalmış ve çökmüştür.”[24]
Kavak Baba tekkesi ve zaviyesinin Velika Lavra manastırı civarına taşınmasına yol açan şartlar ve bu taşınmanın yapıldığı şartlar S. Parveva tarafından son araştırma çalışmalarından birinde ele alınmıştır,[25] bundan dolayı biz bu makalede o sorunlar üzerinde durmayacağız. Sadece mabedin taşındıktan sonraki karakterinin -tekke mi yoksa câmi mi olduğunun- değerlendirilmesinde bir fikir birliğine ulaşılmadığına işaret edeceğiz. Çağdaş tarihçiler arasında sadece Z. Genova bu sorunla ilgilenmiştir. Z. Genova, unsurlarının (namaz odası, kabir, şeyhin mutfak ve kütüphanesi olan ikâmetgâhı) değişik binalarda olmayıp tek binaya sığdırılmasına rağmen, Kavak Baba’nın tekkeler grubuna dahil olduğunu tartışılmaz saymaktadır.[26] Dervişhaneler sisteminde bu tip bina komplekslerinin yaygın olduğu eklenmelidir. R. Lifchez’in son zamanlardaki araştırma eserinde sunulan, tekke komplekslerinin mimari tarzlarının sınıflandırılmasında yerlerini bulmuşlardır.[27]
Yıldırım Han Zaviyesi
Bu makalede ele alınan kaynakların gösterdiği gibi Tırnova’daki İslâm mistisizminin en eski dini merkezi Yıldırım Han zaviyesidir. En azından şimdilik Tırnova halkının bilinen en eski nominal envanteri olan 922/1516-1517 yılının mufassal defterinde bundan bahsedilmektedir. Defterde, Kasım Paşa mahallesinin sakinleri arasında günlüğü iki akçe ücretle “Yıldırım Han zaviyesinde nazırlık yapan Mahammedi Hoca Hüsam” kaydedilmiştir.[28] Aynı mahalledeki üç derviş, sipahi oğulları “derviş Murad oğlu Abdülkerim, bekâr; derviş Murad oğlu Abdülmüin, bekâr; derviş Murad oğlu Abdülkadir, bekâr” olarak kaydedilmiştir. Durumları aşağıdaki gibi belirtilmiştir: “Adı geçen dedeler zeametlerin sahipleridir. Babaları aylığa bağlanarak emekli olduktan sonra hizmete başlamışlardır”. Tekkenin yeri konusunda varolan hiç bir veri yoktur, fakat yine de defterlerde 16. ve 17. yüzyıllarda tekkenin varolduğuna dair bazı bilgiler vardır. Yıldırım Han-Sultan Bayezid I (1389-1402) -zaviyesi, 16. 09. 1555-3. 11. 1556[29] yıllarının Niğbolu sancağı bölgesindeki tımarlar, zeametler, haslar, mukata’alar, çiftlikler ve vakıfların mufassal defterine dahil edilmiştir. Sultan Bayezid I zaviyesinin vakıfları, Kasım Paşa vakıfları ve Firuz Bey, Abdüsselam Bey, ve Cafer Çelebi imaretleriyle birlikte “Tırnovi” vakıfları envanter listesinin başındadır.
Yıldırım Han zaviyesi muhtemelen, Bulgar topraklarına henüz fetih zamanında giren ilk derviş kolonileştirme dalgasının sonucudur. Dervişlerin ve onların kurdukları zaviyelerin çok yönlü işlevlerinin, derviş kolonileştirmesinin ilk dalgası denilen harekete katılanları belirleyici ve onların yeni fethedilmiş topraklardaki kalıcı yerleşimlerini belli bir ölçüde açıklayan şey olduğunu hatırlatmak isteriz.[30] Tırnova’ya bakıldığında, elimizdeki olayın sadece yapıcı ve koruyucu işlevleri ilgilendirir olması pek muhtemel değildir. Zaviyeler daha ziyade Osmanlı Sultanlarının gücüne kutsallık vermiş ve tartışılamaz bir şekilde misyoner işlevi görmüşlerdir. Ve dahası, Firuz Bey’inkinden daha önceki câmiler hakkında bilgi elde edilemediği için Yıldırım Han zaviyesinin sadece şehrin fethine katılan dervişler topluluğu için dini bir merkez rolü oynamadığı farz edilebilir. Zaviyenin kuruluşu, aynı zamanda, ismi Tırnova’daki diğer dini kuruluşlarla da bağlantılı olan Sultan Bayezid I’in bilinen hayırseverliği bağlamına yerleştirilmelidir.
Eski başkentte İslâmın yayılması sürecinde zaviyenin etkisi, 16. ve 17. yüzyıllarda şeyhlerin ve halifelerinin defterlere kaydedilmiş olması gerçeği tarafından da doğrulanmaktadır. 16. yüzyıl defterlerinde şeyhler sadece Hızır Bey mahallesi sakinleri olarak kaydedilmiştir: Kavak Baba zaviyesi nazırı Abdullah oğlu şeyh Süleyman halife; Firuz Bey imareti şeyhi Seydi oğlu Yahya, 1613-1614 yılları defterlerinde şeyhler ve halifeler bir çok Tırnova mahallesi sakinleri olarak kaydedilmişlerdir: Hızır Bey mahallesinde şeyh Mustafa, şeyh Ünus dede, ve Firuz Bey câmisi hatibi Ahmed halife; Medrese mahallesinde şeyh İne Han; Şehre Kostü mahallesinde iki halife: Muharrem halife (imam) ve Veli Eddin halife Ali.[31]
***
Araştırma çalışmalarında ele alınmamış bir başka gerçek Marno Pole mahallesi sakinlerinden birinin, yani “zaviyenin sakinlerinden Hacı Mahmud derviş Ali’nin[32] 1541-1545 yılları mufassal defterine kaydediliş biçimidir. Zaviyenin isminden bahsedilmediğinden dolayı, söz konusu edilen şeyin Kavak Baba zaviyesinden bir derviş hakkında mı yoksa az ve öz de olsa mahallenin de bulunduğu şehrin dışındaki bir zaviyeye bir gönderme mi olduğu açık değildir. Böyle bir varsayımı ileri sürmenin mantıki olduğunu düşünüyoruz çünkü F. Hasluck’un araştırmalarına göre 20. yüzyılın başlarında bu civarda bir Bektaşi tekkesi vardı ve Balkan savaşlarından önce yıkılmıştı. Bunun yanında bu şehirde, başka bir tekkeye de sahip olup olmadıkları belirtilmeyen bir bektaşi topluluğu bulunmaktaydı. (Hasluck bu bilgileri, 1913-1915 yıllarında yaptığı seyahatler sırasında Küçük Asya ve Balkanlardaki Bektaşiler arasından toplamıştır. İlk olayda, bilgiyi veren Meltchan’lı bir Arnavut derviştir, ikincisinde ise Midhat Bey Fraşeri’dir).[33] Varsayımımızı doğrulamak için 1868 Tuna salnamesinde kaydedilmiş dört tekkenin sözünü etmek isteriz. Maalesef, isimleri belgede geçmiyor. Bu tekkeler 19. yüzyıl başlarına kadar olan tarihi dönem ile ilgili çalışmalarda araştırma konusu olmamışlardır.
Osmanlı kayıtlarından incelenen verilerin gösterdiği gibi bu iki, yada üç zaviyenin 16. yüzyıl ve sonraki yüzyıllar boyunca şüphe götürmez ve özerk bir varlığı olmuş, resmî dinî ve eğitsel kuruluşlar sistemine başarıyla dahil edilmişlerdir. Şeyhleri, şehrin ulemasının bir parçasıydı. Dolayısıyla, yaklaşık 1660 yılı tarihli İstanbul ve Rumeli’ndeki medreselerin bir ruznamesinde Tırnova’da adı geçen beş medreseden aşağıdakiler kaydedilmiştir: Yıldırım Han Medresesi, müderrise 30 akçe ödeme yapılıyor; Kavak Baba medresesi, müderrise günlük 25 akçe ödeniyor.[34] Bu iki medrese, Yıldırım Han câmisi ve Kavak Baba câmisinin (No 2832, No 2817)de[35] listede olduğu E. Ayverdi’nin kataloğuna da (No 2840, No 2836) dahil edilmiştir. Bir tür olarak bu medreseler, Yambol, Haskovo, Ohrid, vb. de varolan derviş tarikatlarına bağlantısı olanlar grubuna dahildir.[36]
Derviş Kardeşlik Cemiyetleri Ağında Tırnova
Eski Bulgar başkentindeki az önce bahsedilen İslâm mistisizmi merkezleri, 15.-19. yüzyıllarda Rumeli’nde ve özellikle Bulgar topraklarında ağır ağır ortaya çıkmakta olan tekkeler ve zaviyeler ağının bir parçasıdır ve sonunda imparatorluk vilayetlerindeki sadece dinî değil fakat aynı zamanda sosyal ve siyasal yaşamında da özel bir önem kazanmıştır. Varolan kaynaklar bunların bulundukları yerleri ve ortaya çıkışlarının kronolojisini kesin olarak belirlemiyor. Kaynaklar, aynı zamanda, o dinî merkezlerin her birinin sakinlerinin, varoluşlarının çeşitli dönemlerinde somut bir kardeşlik cemiyetine bağlılıkları hakkında bir çok sorulara neden oluyorlar. Şu aşamada, en eski zaviyenin (Yıldırım Han zaviyesi) kuruluş zamanı göz önüne alındığında, bu sorunun çözülmesi çok zordur. Genelde bu zaviye, 14-15. yüzyılların ikinci yarısında Osmanlı nüfuzunun aktif olarak genişlemesi ve yerleşmesi döneminde Sultanın şahsında merkezi otoritelerin gerçek desteğini alan derviş kardeşlik cemiyetleri grubuna dahil edilmelidir. Bu bakımdan, 16. yüzyılın başlarına ait olan defterde bulunan üç dervişin kalıtsal olarak sipahi ve zeametlerin sahibi olmaları, ve zaviyenin Bayezid I tarafından kurulan ve yukarıda adı geçen vakıflar tarafından korunması çok önemlidir.
Sadece kaynakların niteliği değil fakat derviş kardeşlik cemiyetlerinin ve tarikatlarının “yığılımı”, sürekli yeni mezheblerin ayrılması, dinî doktrinlerin ve hareketlerin kuruluş ve gelişme sürecinin kendiliğindenliği, bunların konumlarının ve işlevlerinin merkezi ve mahalli Osmanlı otoritelerinin kurumlarının yararına olduğunu söylemeyi zorlaştırmaktadır. Dahası, modern tarih yazımında aşağıdaki terimlerin kullanımını ilgilendiren bir görüş birliği yoktur: ortodoks ve heterodoks İslâm, İslâm mezhepleri, İslâm tarikatları, derviş kardeşlik cemiyetleri, sufî tarikatları. En yaygın olan görüşlerden birine göre, 15. yüzyılda sufi/derviş kardeşlik cemiyetlerinin gelişmesi sürecinde bir aşama olarak tarikatlar, tipik olarak İslâmiyetin Şii ve Sünni akımlarına özgüdür. Oysa mezhepler genellikle resmi olarak kabul ettirilmiş İslâmî dogmalardan sapma olarak görülür. Bu görüş hâlâ mistisizm üzerine olan genel çalışmalardan teorik bir tanım olarak aktarılır.[37]
Ele alınan sorunlarla ilgili olarak bazı genel vasıflardan söz etmek isteriz. İlk olarak, ortaçağa özgü ve çağdaş sufi otoritelerinin her kardeşlik cemiyetini, cemiyetin kurucusunun yaşamının eseri olan özel bir gizemsel kavrama yolunu (tarik)[38] takip eden bir Müslüman mistikler topluluğu saydıklarına işaret etmek isteriz. Bu tarik, üyeliğe kabul edilen yandaşlara sürekli zincirleme bir şekilde geçer (silsile). Silsile, özellikle farklı mezhepler düzeyinde, katı bir iç disipline uyan, görece merkezileşmiş bir kuruluş olan kardeşlik cemiyetinin manevi soy ağacını belirler.[39] Sufizm araştırmalarıyla uğraşanlara göre, 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü dönemi ile aynı zamana rastlayan derviş kardeşlik cemiyetlerinin gelişiminin son aşaması yeni bir örgütlenme biçimine- tarikata- geçişi belirler.[40]
Bazı şartlara bağlı olsa da Osmanlı İmparatorluğundaki İslâm tarikatları, merkezi otorite ile ilişkilerine, masraflarının karşılanma yollarına ve yapısal, dinî ve dogmasal açılardan birleşim boyutlarına göre iki ana grupta sınıflandırılabilir.[41] Osmanlı sultanları ve yüksek düzeydeki memurlar tarafından kurulmuş vakıflar tarafından masrafları karşılanan tarikatlar kurallara sıkı sıkıya bağlı olarak örgütlenmişlerdi ve kararlaştırılan ayin ve törenleri uygularlardı. Bu tarikatlar genellikle şehirlerde kurulmuşlardır ve bir evliyayı, meşhur bir mutasavvıfı ya da Peygamber’in sülalesinden birini kendilerine hami olarak seçmişler ve ona göre silsileyi belirlemişlerdir. Bulgar topraklarında başarıyla kurulanlardan en meşhurları: Mevleviye, Halvetiye, Nakşibendiye ve bunların kolları- ve Rifaiye ve Kadiriye’dir.
Diğer tür, Melâmiye (malam, malamat’tan gelir ve “ahlaksız”, “onaylanmamış”, “kınama” anlamına gelir) olarak ünlenmiş “saklı”, “kapalı”, “gizli” tarikatlardır. Tanrıya hizmet biçimlerinin anlaşılması zordur ve yandaşları (melâmiler) örgütün tüm gereksiz gösteriş biçim lerini ve simgelerini reddetmişlerdir. Otoritelerle doğrudan ilişkiden sakınmışlardır ve az ya da çok onlara muhaliftiler. Kalenderler, Abdâllar, Babalar, Hamzaviler olarak bilinen gezici dervişler, aralarında ilk akla gelenlerdir.[42]
Yukarıdaki ilgili verilerin gösterdiği gibi anılan tekkelerden hiç birisi bu ikinci gruba dahil edilemez. Kuruluş biçimlerine, işlevlerine ve yapılan para yardımına göre merkezi otoritelerle yakından bağlantılı ve onların hizmetinde olan tarikatlar ağı içine yerleştirilmelidir. İmparatorluktaki sosyal ve siyasal yaşamdaki yeni eğilimlerin yarattığı şartlarda ve 16. yüzyıldaki dinî bağnazlığın yoğunlaşmasıyla bu tarikatlar, “kapalı” derviş topluluklarına karşı duyulan kınama ve şüphenin tam tersine, sadece metropoldeki değil taşradaki soylulardan da özel bir ilgi ve koruma görmüşlerdir.
“Ortodoks” sufi tarikatlarının yayılması ve bunların tekkelerinin ve zaviyelerinin kuruluşu 15. yüzyıla kadar erken dönemde ilk önce Doğu Rumeli’nde başlamıştır özellikle Trakya’da Serez bölgesinde ve Tesalya ile Makedonya’da. 16. ve 17. yüzyıllarda Rumeli bölgesinde, Sünniliğin ve İslâm mistisizminin yöresel Müslüman ve Hristiyan halk arasında yayılmasında önemli bir rol oynayan tekkeler ve zaviyeler ağı kurulmuştur.[43] Nakşibendi Mevlâna şeyhi Süleyman Köstendili (1750-1820) evliyaların yaşam öyküleri (Bahr’ül velâye, Kutsiyet denizi, 19. yüzyıl tarihli) koleksiyonunda böyle geniş bir ağdan bahsetmektedir. Tarikatların önemli merkezlerinden birinde (köstendil) yaşamıştır.[44] Koleksiyonda bulunan ünlü evliyalar ve onların takipçilerinin yaşam öykülerinin bir kısmı, Filibe, Sofya, Şumu vb. tüm idari, askeri ve siyasal merkezlerdeki tarikatların hızlı büyümesine işaret etmektedir.
Tırnova’daki Nakşibendilere Ait Kullanılmamış Bir Kaynak-Aşık Çelebi Tezkeresi
Tırnova’da İslâm mistisizminin yayılışı hakkındaki araştırma çalışmalarında henüz yorumlanmamış fakat ilginç olan bilgiler, 16. yüzyıl Osmanlı yazarı Aşık Çelebi tarafından yazılan Meşa’ir üş-Şua (ya da Aşık Çelebi Tezkeresi) kitabında bulunabilir. Bu esere göre Tırnova, Osmanlı İmparatorluğunda Nakşibendiliğin yayıldığı merkezlerden biridir. Kitap, şair, evliya ve ulema üyelerinden 400’ünün yaşam öyküleri koleksiyonudur. Önemli bir başvuru kaynağıdır fakat 16. yüzyılda sufizmin imparatorluk vilayetlerine ve Bulgar topraklarına nüfuzu süreci üzerine yapılan araştırmalarda yeterince kullanılmamıştır.
Koleksiyon çok meşhurdur ve sadece 16. yüzyıl şiirinin önemli bir kaynağı olmayıp fakat aynı zamanda bu dönemde gelişiminin doruğunda olan Osmanlı süslü nesrinin de bir şaheseridir. Kitap, tıpkı basım yayın olarak sadece 1971’de G.M. Meredith Owens tarafından basılmıştır.[45] İki elyazması kullanılmıştır: birincisi British Museum’daki (MS Or 6434) 1569-1570 yılı nüshası ve İstanbul ve Upsala’daki versiyonları. Bulgar toprakları için bir kaynak olarak güvenilirliğinin büyük önemi, yazarın Rumeli’ni çok iyi bilmesi gerçeğidir. Aşık Çelebi olarak ünlenen Pir Ahmed (1520-1572) Prizren’de[46] doğmuştur ve 1534-1535’te Filibe kadısı olarak ölen babasının ölümüne kadar Bulgar topraklarına yakından bağlıdır. Aşık Çelebi bu gerçeği kitaplarında belirtmiştir ve çocukluğunu geçirdiği “bu ülkeyi” (yani Rumeli’ni)[47] sevdiğini yazmıştır. Rumeli bir çok değişikliklerle dolu olan uzun yaşamında her zaman özel bir yer tutmuştur. Şiirsel eserleriyle ya da devlet memuru olarak atanmasıyla ilgili yerleri saymak oldukça yerindedir: Niğbolu’da kadılığı; sırasıyla Çernovi ve Rusçuk’ta kalması; üzerinde 15 yıl çalıştıktan sonra bitirdiği Tezkereyi yazdığı Kratovo’daki kadılığı.
Aşık Çelebi, Osmanlı edebiyatında belirli yaşamöyküsel ve menkıbe tarzları kabul ettiren ve yüzyıllar boyunca saklanan olağanüstü istikrarlı ilk örnekler üreten Taşköprüzade (Aşığın onun öğrencisi olduğu bilinir), Ebusuud Efendi, Lâtifi vb. yazarlar tarafından derinden etkilenmiştir.[48] Hepsi eserlerini Kanuni Sultan Süleyman I’in (1520-1566) saltanatı zamanında yazmışlardır ve eserlerindeki yaşamöyküleri sayesinde tarihi, yaşamöyküsel ve menkıbe tarzlar arasında aktif bir alışveriş gerçekleştirmişlerdir.
Aşık Çelebi’nin çalışması, ortaya çıkış sırası takip edildiğinde dördüncü tezkeredir. Bununla beraber, öncülleri tarafından (çoğunlukla Şeyhi ve Lâtifi) daha önceki dönem hakkında verilen bilgilere yenisini eklemediyse de, çoğunluğunu kişisel olarak tanıdığı 16. yüzyıl şairleri konusunda birincil önemde bir kaynaktır. Yukarıda anlatılanlar, Rumeli vilayetleri hakkındaki bilgilerin ve Nakşibendiliğin oraya nüfuz edişinin geniş kapsamlı, kesin ve en çokda otantik olduğunu göstermektedir. Özellikle Aşık Çelebi’nin epeyce zaman harcadığı Küstendil sancağı, tarikatın merkezlerinden biri olduğu için orada. Nakşibendi şairi Rıza Baba Efendi hakkında yazdığı yazılarda Tırnova’dan bahsetmektedir ve şair hakkında da aşağıdakileri yazmıştır: “Dindarlar evinin [Nakşibendi tarikatının] imamlarının başı Rıza Baba Efendidir. Nakşibendi tarikatının koca babasının doğum yeri Rumeli’deki Tırnova’dır. Soylu bilim adamlarının ve din adamlarının Eşil Dede dediği, başarılı bilim adamlarından birisi olan melek mizaçlı bir kadı’nın oğludur. Ünlendiği isim Baba Mahmud’dur ve takma adı Rızayî’dır”.[49] Aşık Çelebi açıklamaları için birincil kaynak kullandığına dikkat çeker. Bununla beraber yazar, kaynağını belirtmemiştir. Şairin yaratıcı eserleri üzerine yazdığı ayrıntılı yazılarda, tarikata özgü bilimsel incelemeler üzerine yorumlarda, ve kişisel ilişkilerde Tırnova hakkında ayrıntılı kronolojik bilgi vermemesine rağmen, eserinde Nakşibendi tarikatını ilgilendiren bazı önemli olaylar öne çıkar. Bu makalede ele alınan sorunları göz önünde tutarak bunlardan iki tanesi üzerinde durmak istiyoruz: 1) Rıza Baba Efendi ile Rüstem Paşa arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin, imparatorluğun Nakşibendilerinin durumu üzerindeki etkileri; üst düzey bir tarikat olmasına yardım eden, Osmanlı İmparatorluğu’nda etkinlik kazanmasını ve üyelerinin imparatorluk vilayetlerinde ve sarayda üst düzeyde görevlere gelmesini sağlayan yöntemler.
Rüstem Paşa’nın sadrazam olduğu zamanlarda (1544-1553; 1553-1561; 1561’de ölmüştür)[50] Rıza Baba başkente çağrılmıştı ve Aşık Çelebi’nin yazdığına göre “sadrazamın makamına uzun süre emniyet, sükunet ve fazilet getirmiştir…” Nasihatları sayesinde Paşa “sadrazamlık makamındaki entrikaları durdurmuştur” ve bu “ona tüm çağdaşları arasında üstünlük” sağlamıştır. Nakşibendi şairi tarafından verilen bir nasihat Paşanın eylemleri için bir başlangıç noktası olmuştur: “En acil sorunları çözdükten sonra cömert, namuslu ve aşırı şekilde Müslüman [bir hükümdar] olarak anlayış, feraset ve büyük bir dikkatle yönetmesi için yaptıklarına karşı olağanüstü bir sorumluluk duygusu göstermelidir”.[51]
Durumlarını sağlama bağlamak için Nakşibendi tarikatı üyelerinin uyguladıkları yöntemler üzerine yaptığı yorumlarda Aşık Çelebi “mütevazı ve namuslu gelenekleri, toplantılarının kurallara bağlılığı, ve yaşam biçimleri” yüzünden “kendilerine gösterilen övgü ve hürmetten hoşlandıklarına” işaret etmiştir. Aynı zamanda “eserlerinde ifade edilen rakslarının zarafetini, şefkatli kalplerinin zenginliğini, anlayış ve adaleti aramalarını, amaçlarının saflığını” vurgulamıştır.[52] Aşık Çelebi’ye göre tarikatın Sultan Süleyman I’in hükümdarlığı zamanındaki büyük etkisi çoğunlukla geleneklerine bağlılıkları, bilinen erdemleri, dönmelerden ve dine aykırı düşüncelerden kurtulmaya çalışmaları ve şeriatın normlarını -Sultanın politikalarında düzenli olarak sürdürülen eğilimlerle uygunluk içinde olan ilkeleri yakından takip etmelerinden dolayıdır. İslâm hukukunu kişisel olarak incelediği ve büyük müftü Mehmed Ebussuud Efendi’yi (1545-1574) kanun ve kanunnameleri şeriata uygun hale getirmekle görevlendirdiği çok iyi bilinir. Süleyman I, dinî politikalarında sistematik olarak “saf” Sünniliği uygulayarak ve zamanın şeyhü’l İslâmlarını -önce Kemalpaşazade’yi (1525-1536), sonra da Ebussuud Efendi’yi[53]– kayıtsız şartsız destekleyerek yeni bir yönelimi takip etmiştir. Bu onun Sünniliğin esaslarını da destekleyen sufi tarikatına -Halvetiye’ye- karşı cömert tutumunu açıklar.
Aşık Çelebi Tezkeresine dahil edilmiş olan Rüstem Paşa’ya adanmış şiirde ve Rıza Baba Efendi hakkındaki yazılarda sadrazamın Nakşibendi tarikatına karşı cömertliğine işaret edilmiştir. Tezkerede de bahsedilen cömert yardımseverliğinin özel bir önemi vardır: “Hibeler ve bağışlar haricinde merhum Paşa yardımseverliğini sürdürmek için bir çok binalar ve siteler kurup inşa etmiştir”.[54] “Bu etkinliklerin esin kaynağı Nakşibendi öğretmenin” ilgisinin ve çabalarının bir sonucu “Allahı hoşnut edecek çeşitli dervişhanelerin ve kabristanların, kervansarayların, ve imaretlerin” ortaya çıkmasıdır.
Nakşibendi şairi Rıza Baba Efendi’nin doğum yerinin Tırnova olması ve hamisinin vakfının ve Nakşibendi tarikatının hamisinin -Rüstem Paşa’nın- şehrin yakınlarında bulunması gerçeği tamamıyla bir rastlantı değildir. Arnavutköy (Arbanassi),[55] Rahovista,[56] ve Lyaskovets köylerinin toprakları, Tırnova bölgesinde sadrazam tarafından kurulan vakıfın içindedir.
Bu yerleşimlerin vakıfa alınışının kesin kronolojisi henüz belirtilmiş olmamasına rağmen, Ö. Barkan tarafından 1942’de yayınlanan belgeler, Arnautköy köyünün Rüstem Paşa tarafından 1553 yılından önce, ilk kez sadrazam olduğu zaman satın alındığını göstermektedir.[57] Bununla bağlantılı olarak II. Mahmud (1808-1839) tarafından verilen 24 Cemaziülahir /28.07.1810 tarihli fermanda olan ve Rüstem Paşa’nın vakıf köylerindeki reâyanın durumunun doğrulanmasıyla ilgili bazı bilgilerden bahsetmek istiyoruz. Fermanda “vasiyetname sahibinin, yaşadığı sürece Tırnova şehrinin sakinlerinden biri olduğu” belirtilmiştir.[58] Aynı fermanda kaydedilmiş olan, geniş kapsamlı yardımseverliğinin sayısız örnekleri câmiler, türbeler, zaviyeler arasında, Rusçuk’daki “medreseleri ve diğer yerleriyle beraber Allahı hoşnut edecek kutsal bir câmi” vardır. Medrese ile birlikte Rüstem Paşa Câmisi, Evliya Çelebi’nin bunun Mimar Sinan’ın bir eseri olduğunu söylediğine işaret eden Ayverdi’nin kendi kataloğuna dahil edilmiştir. Vakıfın gelirleri buranın masraflarını karşılamaktadır. Bunun yanı sıra vakfiyede bir kervansaray ve bir çeşmenin de sözü edilmektedir.[59]
Aşık Çelebi’nin çalışması Nakşibendi tarikatının başkentten vilayetlere yayılma sürecinde merkezi otoritelerin yüksek düzeydeki görevlilerinin kişisel etkilerinin rolünün ilginç bir göstergesidir. Yukarıda yorumlanan kaynağın ortaya çıkış zamanından önce de tarikatın Osmanlı başkentindeki mevkisi iyiydi. Bir çok yazarın düşündüğü gibi 1319’da kurulan tarikat Semerkant bölgesi şeyhlerinin etkinlikleriyle başkentte bir yer edinmiştir.[60] H. Alagar’a göre tarikat, kısa bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra Makedonya’da[61] Yenice Vardar’a giden ve tarikatın Batı-Türk kolunun[62] kurucusu olan Molla Abdullah İlâhi’nin (1490-1491) kişiliğinde, Balkanlarda ilk kez 15. yüzyılda görülmüştür. İlk Nakşibendi tekkesinin Rumeli beylerbeyi İskender Paşa tarafından 1463 yılında Bosna’da Saraybosna’da kurulduğu kesinlikle bilinmektedir.
İmparatorluğun sosyal, siyasal ve dinî yaşamına girmek ve özerklik kazanmak için tarikat tarafından kullanılan yöntemler Nakşibendiliği, İslâmî tarikatların gelişmesindeki resmî eğilimler denilen tarikatlar arasına koyar. Nüfuzlu ve yüksek sosyal mevkilerde olan ve Osmanlı toplumunun genellikle iyi eğitim almış gruplarından olan kişiler tarikata çağrılıyordu. Yandaşlarının vaaz ettiği doktrinin, halife Abu Bekr’in (632-634) öğretilerine uygunluğu, -ayinlerin basitliği ve kibirliliği, soyluların tarikatın çeşitli yapılarına katılımı demek olan bir uygunluk- tarikatı diğerlerinin arasında oldukça yüksek bir konuma getiren nedenlerden birisidir.
Küstendil’deki tarikat merkezleri ile ilgili bilgiler ve bunların Rumeli’deki diğer vilayetlerle ilişkileri ilk önce, tarikatın Bulgar topraklarında etkinliği ve yayılması sorununu araştıran Bulgar Osmanlı tarihi uzmanlarının eserlerinde yorumlanmıştır.[63] N. Clayer’ın Balkanlardaki derviş kardeşlik cemiyetleri üzerine olan son zamanlardaki bir makalesinde Nakşibendilik, tekkelerinin sayısı düşünülerek orta sınıf kardeşlik cemiyetleri grubuna yerleştirilmiştir. Yazar, Müceddidiye ve Halidiye mezheplerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbinde gelişerek önemli bir siyasal rol oynadığı zamanlarda tarikatın Balkanlardaki uzun süreli varlığının sonucu olarak, 18. ve 19. yüzyıllarda, bu topraklardaki ağını sağlamlaştırdığına, işaret eder.[64] N. Clayer genellikle yayınlanmış materyallere dayanarak kardeşlik cemiyetlerinin Bulgaristan’da -Güney Dobruca’da, İsperih, Tutrakan şehirlerinde ve Professor Ishırkovo, Ruyno ve Rahman Aşıklar köylerinde- son zamanlara kadar devam ettiğine dikkat çeker. Tırnova’nın 16. yüzyılda muhtemel bir nakşibendilik merkezi olduğu hakkındaki veriler tarikatın etkinliğinin sınırlarını çok daha erken bir zaman dilimine çekmektedir. Nakşibendi fikirlerin yayılması konusunda dolaylı bir bilgi, yardımcı kadının 6.09.1867 tarihli raporudur. Rapor, Seyyid Hacı Hafız Mustafa Sunullah Efendi’nin son zamanlarda ölmüş olan babası Seyyid Şeyh Hafız Ahmed Raşid’in[65] yerine kütüphanecilik makamına getirilme ricasını içermektedir. Adı geçen bu raporda Seyyid Şeyh Ahmed Raşid’in Nakşibendi Müslüman mistik kardeşlik cemiyetinin Halidiyye kolunun takipçisi olduğundan bahsedilmektedir.
19. Yüzyılda Tırnova’da Halvetiye
Eldeki bilgi göstermektedir ki Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en etkin tarikatlardan birisi olan Halvetiye en güçlü noktası Tırnova’dır. Kavak Baba zaviyesi, sadece 19. yüzyıldan olmasına rağmen (zaviyenin Velika Lavra manastır kompleksine taşınmasından sonraki dönem) çeşitli tür ve karakterdeki kaynaklar doğrudan ya da dolaylı olarak zaviyenin sakinlerinin bu tarikata mensup olduğunu ispatlamaktadır. Bazı modern araştırma eserlerinin yazarları, Hıristiyan mabedinin Müslümanlar tarafından son zamanlarda (18. yüzyılın sonları-19. yüzyılın başları) ele geçirilmesiyle, orada gömülü olan evliyanın, yani Mahmud Fethi’nin, dervişler arasında Tırnova’yı fethedenlerden biri olarak ünlendiği gerçeği arasındaki uyuşmazlığa pek aldırmamaktadırlar. Tekkenin en eski tanımlamalarından birini yazan Vasil S. Beron o zamanki şeyhten şu açıklamayı dinlemiştir: “Bu, Tırnova’yu fetheden Mahmud Fethi’nin mezarıdır”. Şeyh, câminin daha önce kilise olduğunu eklemiştir. İnsan, bir azizin kalıntılarının daha önceki mabedin çökmesi sonucu taşınıp taşınmadığını ya da sorunun, Müslüman merkezine dönüştürülen eski bir Hıristiyan merkezinin çok daha ikna edici bir kutsallaştırma girişimi mi olduğunu sadece farz edebilir. Evliyanın adı, onun Yıldırım Han zaviyesi ile bağlantılı olabileceğini akla getirmektedir belki fetih zamanındaki dervişlerden/fatihlerden birisidir. İçinde sembolik bir evliya mezarı olan bir câmiyle paralellik kurulabilir. Örneğin, Sumnu şehrindeki Tombul Câmii böyle bir durumdur. Her neyse, ünlü Müslüman evliyayı ilgilendiren folklorik açıya sonradan yapılan bir ekleme olduğunu farz etmek mümkündür. H. Daskalov’un, Tırnova ve oradaki tarihi anıtlar hakkında Rus bilim adamı M. Bodyanski’ye yazdığı mektup şeyh ve tekke hakkında daha ayrıntılı bilgi içermektedir. Câmiye dönüştürülmüş Kırk Şehitler kilisesinin şeyh efendisi hakkında (mabede girmeyi başaran) H. Daskalov aşağıdakileri yazmıştır: “Bu şeyh efendi Türkler arasında büyük bir falcı, rüya tabircisi ve Muhammed’in bilgeliği üzerine otorite olarak ünlenmiş… İçtenliği, basit yaşam biçimiyle sivrilmiş ve vatandaşı Türkler üzerinde inanılmaz etkinliğe sahip. Her sabah geceleyin Peygamberle yaptığı konuşmalarını onlara anlatıyor. Şeyh Efendi büyük bir doktor olarak da biliniyor”.[66]
16.-17. yüzyılda İmparatorluktaki büyük etkinlikleri olan Halvetiye tarikatının tevkipçilerinin, “tanrısal vahiy” bilgileri ve özellikle rüya yorumu yetenekleri ve kehanet yeteneği göstermeleriyle Sultanın ve mahalli otoritelerin saygınlıklarını kazandıkları bilinir.[67] Bu insanlar çilekeş yaşama eğilimleri ve mistisizmleri ile sivrilmişlerdir ve dua (zikr), aynen Nakşibendilerde olduğu gibi ayinsel pratiklerinin temel unsurudur. N. Clayer’ın son araştırma eseri bizim bu yöndeki varsayımlarımızı doğrulamaktadır. Çünkü yazar, 19. yüzyılda Kavak Baba tekkesi ve şeyhleri ve onların Halveti tarikatı yandaşı olmalarıyla ilgili somut bilgiler vermiştir.[68] 1850’de şeyh Kadızade Ömer Efendi tekkenin ruhani önderi olmuştur. Mabet, şehrin kendisi gibi bir yangında zarar görüp harap olduğundan orayı tekrar inşa ettirmiştir. Kuşadalı İbrahim Halveti’nin halifesi olan Şeyh Ömer Efendi halvetilerin Şa’bani kolunun fikirlerini yaymak üzere Tırnova’ya gönderilmiştir. Orada, kısa sürede etrafına yeni yandaşlar çevresi toplamıştır. Bu insanlar arasında bir çok şehrin ileri gelenleri vardır. Onların siyasal yaşama katılımları, Kırım savaşında yer alan bir çok Halveti şeyhi arasında, Şa’baniyenin bir kolu olan Kuşadaviye yandaşı olan ve seferberlikte tabur imamı olarak yer alan Tırnova’lı Mehmet Amiş’in bulunması gerçeği tarafından doğrulanmaktadır.[69] Böylece, en azından 19. yüzyılda Kavak Baba tekkesi, şüphe götürmez bir şekilde Balkanlardaki sufi tarikatlarının en yaygınlarından birinin – Halvetiye’nin, ve daha doğrusu onun kollarından biri olan Şa’baniye’nin- tekkeler ağına dahildi.
Halveti tarikatı sadece merkezi otoritelere olan sadakati dolayısıyla değil Sünniliğin gerçekleştirilmesine verdiği destek ile de sivrilmiştir. Tarikatın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki doruk noktası ve İslâma olan belirgin sadakati Sultan II. Bayezid’ın (1481-1512) hükümdarlığıyla bağlantılıdır. Muhtemelen, şehirlerdeki Osmanlı ordusu garnizonlarının üyelerinin, yüksek düzeydeki merkezi ve mahalli otoritelerin, ve soyluların seçkin temsilcilerinin tarikata üye olarak alınması geleneği bu dönemde başlamıştır.[70] I. Sultan Selim’in hükümranlığı (1512-1520) ve özellikle de Süleyman I ve II. Selim’in zamanından (1568-1574) Halvetiler, merkezi otoritelere destek olarak muhalif doktrinlere -İmparatorluk’ta Sünniliğin durumunu bozan Kızılbaşlar, Hurufiler ve tüm “kapalı” kardeşlik cemiyetlerine- karşı mücadelenin temel taşlarından biri olmuşlardır.[71] Onların, temel askeri ve idari merkezlere, stratejik noktalara ve Rumeli vilayetlerinin kalabalık ticari güzergâhlarına olan yoğun nüfuzları, doğuya ve batıya, orta Avrupa’ya doğru olan ve sadece iç bölgelerde değil Osmanlı Devleti’nin kenarlarında da içsel siyasal istikrar gerektiren aktif yayılma etkinlikleri kapsamında incelenmelidir. Halveti kurumlar ağının genişlemesi bir çok Balkan şehrine 19. yüzyılda ulaşmıştır. Şeyh Bali Efendi şehre yerleştiğinde, Sofya, tarikatın Bulgar topraklarına yayılmasının büyük merkezi haline gelmiştir.[72] Şeyh Bali Efendinin (1553’te ölmüştür) etkinlikleri, yandaşlarından biri tarafından- Filibe doğumlu, ve Balkanlardaki Halveti kurumlar ağının büyük bir şekilde yayılmasına katkıda bulunan (1574’te ölen) Müslihüddin Nureddinzade tarafından-sürdürülmüştür. 16. ve 17. yüzyıllar boyunca Bulgar topraklarında bazı Halveti Tatar pazarcık (Pazardjik), Samokov, Vidin, Sofya, Varna, Nevrokop (Gotse Deltchev), Filibe, Yambol, Hacıoğlu Pazarcık (Dobriç), Silistre ve Pravadi (Pravadija) şehirlerine nüfuz eden Sünbüliye, Şemsiye-Sivasiye, Gülşeniye, Uşşakiye, Şa’baniye) kollarının tekkeleri gelişmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda Bulgar topraklarında yeni bir halveti kurumlar ağı gelişmiştir: (Tırnova ve Nevrokop’ta) Şa’baniye, (Yambol ve Shumen’de) Cerrahiye, Lofça/Lovech, Samokov, Kyustendil, Dopniçe/Dupnıtsa, Cuma/Blagoevgrad, Nevrokop, Şumnu Eski Zağra, Filibe, Vidin, vb.de) Ramazaniye.[73]
* * *
Yukarıda söylenenler göstermektedir ki 16. ve 19. yüzyıllar döneminde İmparatorluk’taki en etkin tarikatlardan ikisi -Nakşibendilik ve Halvetilik- Tırnova şehrinde yerleşik ve güçlüdürler. Kaynakların özellikleri, bu iki tekkenin, iki tarikata eklenmesinin kronolojisini belirtmemize en azından araştırmanın bu aşamasında izin vermiyor. Fakat eldeki bilgiler, Halvetilerin 16. ve 17. yüzyılda İmparatorluk’taki güçlü konumunun 18. ve 19. yüzyıllarda Nakşibendiler tarafından kendilerine mal edilmesine rağmen, Tırnova’daki durumun farklı olduğunu göstermektedir. Halvetiler bu şehre görece geç -19. yüzyılda, Şa’baniye kolu Bulgar topraklarının geri kalan kısmındaki ağını genişlettiği zaman- girmişlerdir.[74] Üstünkörü de olsa, N. Clayer[75] iki tarikat arasındaki ilişkiler üzerinde durur. Yazar, Nakşibendilerin güçlü rekabetine rağmen, 19. yüzyılda Halvetilerin çeşitli kollarının başkentteki ve vilayetlerdeki Osmanlı uleması çevrelerindeki büyük etkilerinin altını çizer. N. Clayer aynı zamanda iki halveti kolunun -Şa’baniye ve Sünbüliye- başkentteki etkinliğinin, vilayetlerdeki etkinliklerinden çok daha iyi araştırıldığı gerçeğine dikkat çeker. 19. yüzyılda Şa’baniyenin ilerlemesi, Nakşibendi tarikatının Halediye kolunun hızlı gelişimine paralel olarak yer almıştır.[76] Bu rastlantı şaşırtıcı değildir. Çünkü yeni kollar Şa’baniye ve Kuşadaviye’nin öğretisel ilkeleri gerçekte Nakşibendilik-Halvetiliğinkilere oldukça yakındır (örneğin Mevlâna Halid, Halvetilerin kırk günlük inzivaya çekilmesini Nakşibendilik-Halvetiliğin kurallarından birine dönüştürmüştür). 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında bu iki kol diğer tarikatları bir yana iterek Osmanlı İmparatorluğu’nda kesin bir egemen rol kazanmışlardır.
Son olarak, yukarıda ele alınan çeşitli tür ve karakterde kaynaklardaki bilgilerin gösterdiği gibi fetihten sonraki muhtelif yüzyıllar boyunca Tırnova’da nüfuzlu ve öncelikli pozisyonların, Osmanlı merkezi otoritesinin desteğini ve özel korumasını alan ve İslâmiyet’e önemli bir derecede sadık olan sufiler tarafından tutulduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bu dinî merkezlerin, şehrin sosyal ve kültürel yaşamına müdahalesi vilayet otoritelerinin durumunu ve onların başkentle ilişkilerini sağlamlaştırmıştır. Bunlar, eski Bulgaristan’ın başkentindeki resmî dinsel ve eğitsel kurumlar sistemine mükemmel bir şekilde uyarlar ve 15. ve 19. yüzyıllarda İmparatorluk vilayetlerinde İslâmiyet’e sahip çıkmak ve yaymak için kurulmuş olan genel sistemin bir parçası haline gelmişlerdir.
St. Cyrıl And Methodıus Üniversitesi Tarih Bölümü / Bulgaristan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 568-578
Dipnotlar:
Sayın Dr Krassimira MOUTAFOVA
Tırnova için yaptıgınız araştırma sonucu hazırladığınız yazınızı okudum teşekkür ederim ..
Benim ailem Tirnova Kebir den TÜRKİYE ye gelmiş ve orada bir tanede babamın küçük kardeşi kalmış lakabı berber Kemal
bu amcamın sülalesine nasıl ulaşabilirim bilgi verebilir misiniz ? evrak ve kayıtları nereden bulabilir ve amcamın yakınlarına ulaşabilirim babam Hüseyin SAZAN 1924 Balıkesir doğumlu (2001 Yılın da Ankara da öldü ) erkek kardeşleri Behçet , Muzaffer,Hamit kız kardeşleri Fethiye , Zümrüt dür.
Yardımlarınız için şimdiden teşekkürlerimi sunarım saygılarımla.