Türk Ermeni ilişkilerinin başlangıcını IX. yüzyıl başlarına kadar götürmek mümkündür. Bilindiği gibi Emeviler zamanında Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmı İslam kuvvetleri tarafından ele geçirilmiş, fakat kesin İslam hakimiyeti ancak IX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Abbasi ordusundaki Türk kumandanlardan Boğa el-Kebir et-Türki 851-852’de Doğu Anadolu’yu tamamen itaat altına almıştır. Bu olayı belki de ilk Türk-Ermeni ilişkisi başlangıcı olarak almak gerekir. Bölgeye Araplar Ermeniyye adını vermişlerdir. Bu vilayet valilerinden Ali bin Yahya Ermenilerin isyanlarına mani olmak, onların Bizanslılara meylini önlemek üzere, bölgedeki en nüfuzlu bir Ermeni reisi (naharar veya işhan) olan Bagrat sülalesinden Aşot bin Smbatı emirü’l-ümera (işhanlar işhanı) tayin etti. Bu zat Arap çıkarlarına evvelce hizmette bulunduğundan seçilmişti. Aştot’a yirmi beş sene sonra 882’de Kral unvanı verildi. 890’a vefatı üzerine yerine geçen oğlu I. Smbat (890-914) devrinde Azerbaycan Valisi Afşin ve kardeşi, aynı zamanda valilikte halefi Yusuf da Türk asıllı idiler. Yusuf diğer bir Ermeni hanedanı Ardzruni’lerden Vaspurakan Prensi Gagik’i de Kral yaptı (909). Böylelikle X. yüzyılda Gürcistan’ın İberya bölgesinde Bagratlar, Van yöresinde Ardzruni’ler bulunmakta idi. III. Aşot (952-977) devrinde Bagrat Ermeni Krallığı’nın merkezi bugün Kars’ın Arpaçayı ırmağı kenarında bir mevki olan Ani’ya nakl olundu.
Böylelikle, XI. yüzyılın ilk çeyreğinde Selçuklular Doğu Anadolu’da göründüklerinde bölgenin siyasi durumu şöyle idi: Anı Kalesi’nde Bagrat soyundan I. Gagik bulunmaktadır, şahanşah unvanına maliktir. Kars’ta aynı aileden Abbas vardır. Tiflis ve çevresinde III. Bagrat, Oltu, İspir, Bayburt civarında da bir başka Bagrat kolu, Van yöresinde ise Ardzruni soyundan gelme Ermeni beyler hakimdir.
I. Orta Anadolu’ya ve Çukurova’ya Ermeni Göçü
Van civarına Çağrı Bey yönetiminde Selçuklu Türklerinin ilk akınları 1018 senesinde vuku bulur. Daha önce de Türkler Abbasi orduları ile birlikte Anadolu’ya gelmişler, sugur veya avasım denilen Malatya-Tarsus arasındaki kısma yerleştirilmişlerdir.
1021’de Van’da (Vaspurakan) Ardzruni soyundan sonuncu Ermeni Prensi Senekerim, Türk akınlarından korkarak, ülkesini Bizanslılara devr eder, Sivas ve havalisine iskan olunur. Pek çok Ermeni de kendisini takip ederler. Böylece Van yöresi tamamen Bizans hakimiyetine intikal eder.
Orta Anadolu’ya XI. yüzyılda ikinci bir Ermeni göçü de 1045’te Bizans İmparatoru IX. Konstantin Anı şehrini zapt ederek, burada Bagrat hakimiyetine son verince oldu. O tarihte yirmi yaşında bulunan Ermeni Kralı II. Gagik, Kayseri yöresine gönderilerek orada kendisine arazi verildi. Rum rahiplerden bazıları Anı ve çevresindeki zengin manastırları, kiliseleri yağma ettiler, onların gelirlerine el koydular. Streck, Ortodoks din adamlarının Anı Ermenilerine karşı bu tutumunun onların Selçuklu hakimiyetine daha sıcak bakmalarına ve kabullenmelerine sebep olduğu görüşündedir.
Bu dehşet verici olaylar Ermeni asıllı bir Amerikalı tarihçi tarafından “imposed terrible suffering on the population” (halka müthiş elem ve ıstırap verdiler” şeklinde belirtilir.1064’te Sultan Alparslan Ani’yi Bizanslıların biri Ermeni, diğeri Gürcü asıllı çifte valisinden aldıktan sonra, Kars Kralı Gagik önce Selçuklu hükümdarına bağlılığını bildirdi, sonra da korkarak ülkesini Bizanslılara terk ederek, karşılığında Zamantı (Pınarbaşı) taraflarına çekildi, orada yerleşti. Sultan Alparslan’ın bu zaferini “They burned and sacked villages and massacred men, women and children” (kasabaları yaktılar, yağma ettiler, erkek, kadın ve çocukları katl ettiler) şeklinde kaleme alan Amerikalı Ermeni asıllı tarihçinin, yirmi sene aralıklı iki işgali, birincisinde yapılanları hafifleterek, ikincisinde hislere hitap ederek vermesi, sanırız, tarafsızlık değildir.Malazgirt Zaferi’nden sonra Türklerin Orta ve Batı Anadolu’ya yayılmaları, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermenilere serbestlik sağladı. Bizans kaynaklarında Philaretos adı ile anılan Ermeni asıllı Bizans Generali Vahram İmparator Romanos Diogenes tarafından Maraş valiliğine tayin olunmuştu. Bu zat Çukurova’daki Tarsus, Anavarza, Andırın, Göksun, Elbistan gibi şehir ve kasabaları, 1071 Ağustosu’ndan sonraki çözülme devresinde ele geçirmiş, Behisni, Kahta, Samsat ve Adıyaman’a da hakim olmuş, 1077’de altı aylık bir kuşatmadan sonra Urfa’yı zaptetmiş, ertesi sene de Antakya’yı almıştı. Neticede Ermenilere bu sahalara yayılma imkânı doğmuş oldu.
Vahram bir yandan Bizanslılara bağlı görünürken, Selçuklu Sultanı Melikşah’a da itaatini sunmuş, hatta Müslüman olmuş, yine Maraş Emiri tayin edilmişti.Lakin onun kurduğu devlet kısa ömürlü oldu, 1090 tarihinde ölümünden önce dağıldı.
Göksun’da Kogh (Haydut) Vasil küçük bir Ermeni Prensliği kurmuş, Çukurova’da Gülek Boğazı batısındaki dağlık kesimi, karargahı Lampron’da (Namrun) bulunan, Hethum oğlu Oşin hakimiyetine almıştı. Bu zat Türklerin Haçlılarla mücadelesinden faydalanarak 1097’de Adana şehrinin bir kısmını da eline geçirmişti. Diğer yandan vaktiyle Philaretos’un vasalı olan Ruben’in oğlu Konstantin Sis’in (Kozan) kuzeybatısında Partzerpert kalesinde oturmakta olup, babasının ölümünden sonra hakimiyet sahasını Feke ve doğusuna kadar genişletmişti. Bu beylik 1196’da Krallık haline geldi. Haçlılar 1096’da Çukurova havalisine geldiklerinde Ermeniler bazan onlara yardım ettiler, bazan da yanılttılar.
Merkezi Sis (Kozan) olan Çukurova Ermeni Krallığı’nın XII. yüzyıl sonlarına doğru kurulduğu kabul edilir. Bu kasaba 1114’te zelzele sonucu harap olmuştur. 1177’de burada ne kilise, ne de metropolit vardır. İlk defa II. Leo (1187-1219) merkezini Anavarza’dan Sis’e nakl etmiştir.
Çukurova Ermeni Krallığı ile Anadolu Selçuklu Devleti arasındaki ilişkiler daima Türklerin kudretli olup olmadıkları durumuna göre farklılaşmıştır. I. Îzzettin Keykavus (1210-1217) ve I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) zamanlarında vergiye bağlanmışlar, devletin zayıf dönemlerinde Ermeni Krallığı arazisini genişletmeye çalışmıştır. I. Gıyaseddin Keyhusrev (1192-1196, 1204-1210), 1196’da ağabeyisi lehine tahttan feragat edip, Sis’e (Kozan) gittiğinde, Ermeni kralı kendisine büyük itibar göstermiş, fakat 1243 Kösedağ bozgunundan sonra Halep’e kaçan Anadolu zenginlerine tecavüz edilmiştir. Kendisine sığınan II. Gıyaseddin’in (1237-1246) annesi de Ermeni Kralı tarafından ihbar edilerek Moğollara teslim olunmuştur. Devamlı Moğolların tarafını tutan bu krallığa 1375’te Türkmenlerin desteği ile Mısır Memlûk Devleti son vermiştir.
Osmanlı Tahrir Defterlerinde XVI. yüzyılda Çukurova yöresinde bir kısım köylerde ve kalelerde Ermeni nüfusa tesadüf edilmesi bu tarihi göç ve yerleşmelerin neticesidir. Bu defterler Çukurova’da yoğun Türkmen yerleşmesi sonucunda, XVI. yüzyılda Ermeni nüfusun ne kadar ufak bir azınlık teşkil ettiğini, Osmanlı yönetiminde Doğu Anadolu şehirlerindeki Hıristiyan veya Ermeni nüfusun kısa sürede büyük miktarda arttığını da göstermektedir. Bunun nedeni ilk sayımların verilerinin noksan olduğu veya köylerdeki sanatkar ve ticaret erbabının şehirlere akın etmesi şeklinde izah edilebilir. Bu hususta “Anadolu’da XVI. yüzyılda Ermeni nüfusu” bahsinde bilgi verilecektir.
II. Fatih Sultan Mehmet ve Ermeniler
Ermeni Tarihçisi Mike’yel Ç’amç’ean’in (1738-1823) önce 1786’da Venedik’te Ermenice metni üç cilt halinde basılan, daha sonra da Calcutta’da 1827’de iki ciltlik İngilizce çevirisi yayınlanan Ermeni Tarihi adlı eserinin Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’daki Ermeni Patrikliği ile ilgili verdiği malumat birçok araştırıcının dikkatini çekmiştir. Bu yazara göre Osmanlı hükümdarı Bursa’da bulunurken, oradaki Ermeniler ile dostluk kurmuş, onların dini reisleri Yovakim’e “Eğer bir gün İstanbul’u feth edersem, seni İstanbul’a getirtip bütün Ermenilerin başına dini lider, yani Patrik yaparım” diye vaadde bulunmuştur. 1461’de de bu sözünü tutmuş, Ermeni ileri gelenlerinden altı aile ile birlikte Yovakim’i İstanbul’a getirmiş, ayrıca Anadolu’da Karaman’dan, Galatya’dan (Kayseri, Ankara, Sakarya yöresi) da bazı Ermeni ailelerini yeni başkentine nakletmiş, Samatya civarına yerleştirmiştir. Sonucunda da Yovakim’i Anadolu’daki ve Yunanistan’daki Ermenilere Patrik tayin etmiştir.
Hrant Andreasyan da aynı kaynağı kullanarak bize tamamlayıcı bilgiler verir. Gelenler şehrin altı semtine yerleştirildiklerinden kendilerine altı cemaat denilir. Kiliseleri, yani en büyük ruhani önderlerinin oturduğu ibadethane, 1641’de Kumkapı’ya taşınıncaya kadar, Samatya’daki Sulu Manastır olmuştur.
Franz Babinger bir makalesinde Maghak’la Ormanian’a dayanarak, Fatih Sultan Mehmed’in 1461’de İstanbul’da bir Ermeni Patriklik makamı ihdas ettiğini yazar. Aynı tarihte Sis’deki (Kozan) Ermeni Patrikliği de Eçmiazin’e nakl olunmuştur. Hans Lewenklaw (1542-1594) 1584/85’te İstanbul’a geldiğinde Sulu Manastır’da Ermenileri görmüştür. Ondan birkaç sene önce İstanbul’da bulunan Salomon Schweigger de bu manastırı ve içerisindeki Ermeni Patriğini ve beraberindeki birkaç rahibi görmüştür. O bu yapının eski bir Rum manastırı ve kilisesi olan büyük ve güzel bir bina olduğunu da belirtir.
Babinger ayrıca Cemaziyûlevvel 862 (17 Mart-15 Nisan 862 arası) tarihli bir fermanı da tanıtır. İstanbul’da kitapçılık yapan Jan Jak Palamutoğlu’nun gösterdiği bu ferman XVI. yüzyıldan kalma bir surettir ve tuğrası kopuktur. Sulu Manastır civarında evvelden beri, bu dini müesseseye tabi evler ve yerler Akkirman’dan gelen göçmenlere verildiği için bu “manastırda sakin Ermeniler marhasası Kirkor” şikayet etmekte ve önlenmesini istemektedir, İstanbul kadısına da gereği emr olunmaktadır.
Kevork B. Bardakjian “The Rise of the Armenian Patriarchate of Constantinople” adlı makalesinde Hayk Berberian’ın bu müessese ile ilgili yayınladığı bir dizi çalışmasından faydalanarak Ç’amç’ean’ın iddialarını eleştirir, onları başka kaynaklar ışığında sorgular. Berberian önce Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u almadan Bursa’ya gitmediğine, Ermeni dini liderlerine ancak XVI. yüzyılın ilk yarısında rastlandığına, Yovakin’in 1461-1478 arasında Patrik olmadığı gibi, onun takipçilerinin de bu unvanı kullanmadıklarına dikkati çekmiştir. Grigor (1526-1537) ve halefi olan Astuacatur (1538-1543) daha nüfuzlu Ermeni din adamları olmuşlardır. Bunlardan birincisi merhasa unvanını taşımış, ikincisi kendisini Ermeni Patriği ilan etmiştir.
1479’da Fatih Sultan Mehmet’in Karaman’dan İstanbul’a sürgün ettiği Ermeniler arasında bulunan Mardiros adlı bir rahip de, Osmanlı başşehrinde Sivaslı rahip Mateos ile Trabzonlu meslektaşı Abraham’ın yanına götürüldüğünden, Osmanlı hükümdarının onları bu şehre patrik yapmak istediğinden, fakat her ikisinin de münzevi ve sade bir hayatı dünyevi şereflere, yani bir rahip olarak kalmayı kilisede daha yüksek rütbelere erişmeye tercih ettiklerini, neticede patrim olmayı kabul etmediklerini nakletmektedir. Bundan Berberian’ın da bahs ettiğini Bardakjian haber vermektedir.
Bardakjian 1438’e ait bir Ermeni kolofonundaki “İstanbul Başpiskoposu Yovakim” ibaresine dikkati çeker, doğal olarak bu Bizans İstanbulu’dur, nüfuz sahası çok sınırlıdır. İkinci bir kolofon 1447 tarihlidir, “Bizim, bugün İstanbul ve Bursa piskoposumuz (bishop) cesur rehberimiz (çoban) Aziz Yovakim” cümlesi ilginçtir. 1441’de Ankara Ermenileri Sis Başrahip’ini (Metropolit) tanımaktadırlar. Yovakim 1447’den sonra, fakat 1459’dan önce İstanbul’da başrahip olarak bulunmuş, 1459’da Bursa’ya yollanmıştır. Ermeni asıllı Amerikah araştırmacı XV. yüzyılda 1462-1487 arasında Ankara, Amasya, Sivas, Trabzon ve Kefe’de yazılan kolofonlarda, bir başka Ermenice kaynak kullanarak, İstanbul Patrikliği denen yüksek dini makam olarak hiç bahsolunmadığını da vurgulamaktadır.
Şehabeddin Tekindağ Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’ndeki bir defterden bahseder. Muhasebe-i haneha-i Müslümanan ve Nasraniyan ve Yahudiyan ve Ermeniyan ve gayrihim başlıklı bu defter (D. 9524) H. 882 Zilhicce ayı başlarında (Mart 1478 başlangıcı) İstanbul Kadısı Mevlana Muhiddin ve İstanbul zaimi Mahmud tarafından düzenlenmiştir. İstanbul’da 9218 Müslüman, 3151 Rum, 372 Ermeni, 384 Karamanlı Ermeni ve 31 Çingene hanesi bulunduğunu, Galata’da da 1647 Yahudi ve 332 Frenk ailenin oturduğunu nakletmektedir.
Bununla beraber, Halil İnalcık 1455’te Galata’da Ermenilerin Rumlar ve Latinlerden (Franklar) sonra üçüncü kalabalık yerleşik topluluğu teşkil ettiklerini, 1391’de Kefe’den gelen Ermeniler tarafından burada 1436’da en eski Ermeni Kilisesi’nin inşa ettirildiğini (Aya Horhors veya Surp Lussavoriç), buradaki Ermeni sakinlerinden Nurbeg Kosta ve İskinoplok mahallelerinde oturanların isimlerinin çoğunluğunun Şirin, Cevher Hatun, Taci Hatun, Sürme Hatun, Melek Hatun, Orhan, Murad, Tanrıvermiş, Yunus, Pul Beg, Eyne Beg, Şadi Beg ve Çolpan gibi kadın ve erkek adları olduğunu haber vermektedir.
Fatih Sultan Mehmed’in Rumlardan sonra Yahudileri de dini bir rehberin yönetimine bıraktığı, Ermenilere de bir kilise vererek bir de ruhani lider tayin etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen Ermeni dini liderlerinin Patrik unvanını almaları, Fatih zamanında değil, Kanuni devrinde olmuş olmalıdır.
III. İstanbul’da ve Anadolu’da Ermeni Nüfus (XVI. ve XIX.-XX.Yüzyıllar)
Osmanlı Devleti zamanına ait nüfus tahminleri XV. ve XVI. yüzyıllar için Tahrir Defterlerindeki verilere, 1830’dan sonra nüfus sayımlarına, bazan da resmi veya gayrı resmi istatistikî bilgilere dayanır. Zaman zaman Osmanlı yönetimindeki şehirleri dolaşan Avrupalı seyyahların verdikleri tahmini nüfus miktarları varsa da, bunlara I767’de Anadolu’dan geçen C. Niebuhr’un da belirttiği gibi inanmak pek caiz değildir. Çünkü kendisine böyle bir soru yöneltilen mübalağalı rakamlar verir.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethinden sonra, şehrin nüfusunu arttırmak için Anadolu’nun muhtelif kesimlerinden, Ege adalarından, Kefe’den birçok aileleri getirterek buraya yerleştirdiği bilinmektedir. Gelen Müslüman cemaatlerden başka Grek, Ermeni ve Yahudi kökenli olanları da vardır. 1477’de İstanbul nüfusunun 14.893 hane (aile) olduğu, bunun %60’ının Müslüman, %21.5’inin Grek Ortodoks, %11’inin Yahudi, %2.6’sının İstanbul Ermenileri, %2.7’sinin de Karaman’dan gelen Hıristiyan halk olduğu belirtilmektedir. Galata’da sakin 1521 hanenin %35’i Müslüman, %39’u Grek Ortodoks, %22’si Avrupalı, %4’ü Ermenidir.
Osmanlı Tahrir Defterleri üzerinde çalışanlar, Tahrir Eminlerinin veya kâtiplerinin cemaatleri dini bağlılıklarına göre düzenlediklerini fark ederler. Bazan hiçbir kitabî dine inanmadıkları halde, bir kiliseye kayıtlı olanlar vardır. XVI ve XVII. yüzyıllarda Mardin ve Diyarbakır şehirlerinde veya havalisinde oturan Şemsiler bu konuda bir örnek teşkil ederler. Polonyalı bir seyyaha göre, bunlar putperesttirler, Ermenice konuşurlar. Diyarbekir Beylerbeyilerinden birisi, bunların namazları olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiç birisine mensup bulunmadıklarını söylemeleri üzerine, Ermeni kilisesine bağlanmalarını istemiş, aksi takdirde kılıçtan geçirmekle tehdid etmiştir. Bir rivayete göre, IV. Murad bunların hiçbir din kitabına inanmadıklarını öğrenince, yok edilmelerini istemiş, Süryani Kilisesi bunlara sahip çıktığından, bağışlanmışlardır. Horatio Southgate bunların İslam, Hıristiyan veya Musevi dinlerinden birisini seçmeye zorlandıklarını kayd eder.
Hısn-ı keyfa (Hasankeyf) kazasında “Yahudiler”, “Aramine” cemaati arasında gösterilirler. Mardin şehrinde oturan Hıristiyanlar da Aramine başlığı altında kayd olunmuşlardır, Yahudiler de kendi kimlikleri ile ifade olunmuşlardır. Redhouse gibi lugatlarda eramine deyimi Ermeninin çoğulu olmakla beraber, Mardin, Midyat, Hasankeyf ve havalisinde tarihi devirlerde, hatta 1950’li yıllarda Süryanilerin oturdukları bir vakıadır. Bu itibarla aramine veya eramine deyimleri arami yani süryani karşılığı olmalıdır. Nitekim Tahrir Defterlerinde ermeninin çoğulu olarak ermeniyan kullanılmaktadır: mahalle-i Ermeniyan-ı Kütahya gibi. Bu deyim karmaşasını tamamen çözmek -şimdilik tarafımızdan mümkün olmadığından- defterlerdeki kayıtlara sadık kalarak Ermeniyan ve Eramine olarak gösterilenler ayrı kolonlarda sunulacaklardır.
Osmanlı Tahrir Defterlerinden mufassal olanlarında her mahallede veya karye’de (köy) oturan vergi mükellefleri ismen, bazan baba adları ile birlikte yazılmaktadır. Bu itibarla isimlerden bazan mükellefîn etnik kimliği de anlaşılabilmektedir. Bununla beraber, defterlerde en önemli sorun hane deyimi ile ifade olunan bir vergi mükellefi ailesinin kaç kişi olduğunun tesbitidir. Türkiye’de İktisat Tarihi araştırmalarının öncüsü ve büyük alimi Ömer Lütfi Barkan Hoca, muhtemelen bir aileyi ana- baba ve üç çocuklu düşündüğünden hane katsayısı olarak 5 rakamını benimsemiş, bu daha sonraki pekçok araştırıcı tarafından da benimsenmiştir. Bununla beraber, değişik kanaatte olanlar da vardır. Michael Cook 4,5, Bruce Mc.Govan Macaristan’da farklı yöreler için 3.57 ile 6 arasında bazı katsayıları uygun bulmaktadır. Halil İnalcık bazan 3-4 (İstanbul), bazan da 9 (Bursa), Faruk Sümer 7, Bernard Lewis 5-8 katsayılarını öngörmektedir. Osmanlı Tereke Defterleri üzerinde çalışanlar da Osmanlı ailesinde çocuk sayısının hiç de sanıldığı gibi fazla olmadığını, XVI. yüzyılda Bursa’da ailelerden %29’unun çocuksuz, %20’sinin tek, %18’inin iki çocuklu olduğunu, XVIII. yüzyılda Ankara’da da buna yakın rakamlar elde edildiğini ortaya koymuşlardır. XIX. yüzyılda Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göçenlere ait listelerde de hane katsayısı ortalama 4,11 ile 4,17 arasında değişmektedir. Kırsal kesimlerde ailelerin şehirlerdekilere nazaran daha fazla çocuklu olmaları, böylece hane’nin daha kalabalık olması düşünülebilir ise de, köylerde çocuk ölümlerinin fazlalığını ve çocukların daha erken yaşlarda evlendirildiklerini, böylelikle onların da birer hane sayılmalarını hesaba katmak gerekir.
A. XVI. Yüzyılda Anadolu’daki Ermeniler, Yerleşim Birimleri
Aşağıda yaklaşık 1530, bazan daha sonraki tarihlere ait Osmanlı Tahrir Defterleri verilerine göre, Anadolu’daki muhtelif yerleşim birimlerindeki Ermeni nüfus kayıtları hane (kısaltma: h), mücerred (bekar, kısaltma: m) ve pir-i fani’ler (ihtiyar) ile ama, topal gibi bedenen özürlüler ile yaptıkları bir hizmetten dolayı vergiden muaf olanlar (kısaltma: vm) gösterilecekler, bir mukayese yapılabilmesi için her yerleşim birimindeki Müslümanlar da aynı şekilde gösterileceklerdir. Yalnız bu defa vergiden muaf olanlar arasında imam, müezzin, sipahi-zade, seyyid, ehl-i berat vs. ile bir dergahın yakınında veya civarında oturanlar da vergiden muaf olduklarından bunların adedi biraz kabarık olacaktır. Bu verilere göre tahmini nüfus miktarlarının hesaplanması okuyucunun kendi eğilimine bırakılacaktır. Gaye Anadolu’da XVI. yüzyılda belirli bir ölçüde ne kadar Ermeni nüfüs olduğunu, bunların nerelerde yerleşmiş olduklarını gösterebilmektir. Böylece bir kısım abartılı spekülasyonların cevaplandırılmasına çalışılacaktır. Bu münasebetle bir noktayı da belirtmekte fayda görülmektedir. Dünyanın her ülkesinde ve kıt’asında XVI. yüzyıldaki nüfus ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bazan göçmenlerin istim ettikleri ülkelerde yerli halkı, hatta bir ırkı ve onun medeniyetini tamamına yakın bir şekilde yok ettikleri görülür, Amerika kıt’asında Kızılderililerin başına geldiği gibi. Bazan da yine göçlerle insanlar başka ülkelerde veya kıt’alarda yeni oluşumlar meydana getirirler, bunun da örnekleri yine Amerika’da, Avustralya’da görülür. Daha erken yüzyıllarda da Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya gelip burasını ikinci vatan edinmişlerdir, XIV. yüzyıldan sonra çoğunluğu Anadolu’dan, XVIII. yüzyılda da Kırım’dan göçenlerin Balkanlar’da muhtelif şehirlere yerleşmeleri, XIX. yüzyıl ve sonrasında da Kırım’dan, Kafkaslar’dan, hatta tekrar Balkanlar’dan Anadolu’ya gelip yerleşen Türk ve İslam toplulukları yakın devirler için kitlesel muhaceretler olarak hatırlanmalıdır.
B. Gayrimüslim Nüfusla İlgili Bazı Tespitler
Osmanlı Tahrir Defterlerinden mufassal olanlarında vergi mükellefleri -yukarıda da belirtildiği gibi- isimleri, hatta baba adları ile kayıtlıdır. Anadolu’daki birçok şehirlerde oturan Ermeni veya Rum diye nitelenen gayrı Müslim (gebran veya zimmi) nüfus arasında isimleri tamimiyle Türkçe olanları vardır. Bu husus daha önce de bazı araştırıcıların dikkatinden kaçmamıştır.
Ankara Kalesi’ndeki 6 mahalleden Hıristiyanların oturduğu tek mahallede Vartan, Serkis, Bedros, Kirkor gibi Ermeni isimlerini taşıyanların dışında bir kısım zimminin de isimleri şöyledir: Melikşah, Gökçe, Aydın, Kutlu, Arslan, Emirşah, Murad.
Kayseri Ermenileri arasında Uğurlu, Sefer, Yakup, Hudaverdi, Aslan, Yahşi, Su, Arslanşah, Bali, Eymür Dede, Budak, aynı şehirdeki Rumlardan Karyağdı, Su, Tanrıverdi, Karlu, Yağmur, Kaya, Karaca, Sultanşah, Amasya’da Hıristiyanlar için Bağçe, Bali, Kaplan, Sultan, Huradşah gibi Türkçe isimliler bulunmaktadır.
Hamit Sancağı’nda (Isparta yöresi) Hıristiyanlardan İvaz, Nasreddin, Arslan, Türkeri, Selim adlılar bulunduğu, bu yöredeki bir kısım Hıristiyanların kendi dillerini unutup Türkçe konuştukları belirtilmektedir.
Sis (bugünkü Kozan) çevresindeki Ermen Krallığı’nın merkezi idi. Bu nedenle bu kasabada Ermeni nüfus Müslümanlardan fazladır. Lakin Sis Ermenileri arasında Köşk mahallesinde 8 tane Hudaverdi, 1 tane Sultanşah adlı vergi mükellefi kayıtlıdır. Yine Sis yakınlarındaki Feke Kalesi’nde “taife-i zimmiyan” içerisinde Hudaverdi, Alagöz, Çavdar, Toğmuş, Korkmaz, Tanrıverdi isimlilerin yanında Ermeni adlılar da çoğunluğu teşkil ederler.
Aynı yüzyılda Ruha (Urfa) şehrindeki Ermeni cemaati arasında Hudaverdi, Gökçe, Siverek Ermenileri içerisinde Yağmur, Budak, Kutluşah, Eynebey, Tatar, Çermik’te Görmüş, Bahtiyar, Hudaverdi, Kutluşah, Derviş, Ergani’de Hudaverdi,104 Divriği’de Kemal, Cihanşah, Orhan, Hızırşah, Yakup, Murad, Nureddin, Abdi,105 Gakta’da da Kefe’den gelen Ermenilerin bazılarının Türkçe isimlere sahip olduklarından da bahs olunmuştu.
Türkçe isimler taşıyan bu Hıristiyanlar hakkında bazı varsayımlar vardır. Ronald C. Jennings bu hususta üç ihtimal ileri sürer:
- Türk kökenli Hıristiyan halk,
- Çok eski devirlerde Türkleşmiş Hıristiyan ahali,
- Hıristiyan Türkler ile Türk dostu Rum veya Ermenilerin evlenmelerinden doğanlar olabilirler, der; lakin kesin bir kanaat izhar etmez.
XVI. yüzyılda Anadolu’da Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Rumca bilmeyen, yalnız Türkçe konuşan bir topluluk olduğu bilinir. 1553-1555 tarihlerinde İstanbul’a gelen Hans Dernschwam İstanbul’da Yedikule civarında böyle bir toplulukla karşılaşır. Karaman Beylerbeyiliği’ne bağlı kasabalardan geldiklerinden onlara-Türkçe konuşan Ortodoks halk anlamında-Caramanos adını takar. Bu topluluk kendisine verilen Karamanlı adını kullanmaz, yayınlarında “Anadolu Hıristiyanları”, “Anadolu Ortodoks Hıristiyanları”, “Grekçeyi bilmeyen Anadolu Hıristiyanları” veya “Anadolulular” deyimlerini benimserler.
IV. Türk-Ermeni Kültür İlişkileri
Uzun yıllar aynı ülkede tek idare altında veya komşu ülkelerde yaşayan milletler birbirlerinin kültürlerinden etkilenirler. Topluluklar arasındaki kültür alışverişi bazen uzak ülkelerde oturanlar arasında da olur. Farkında olmadan eski tarihi devirlerde yaşamış kavimlerden kültürümüze miras kalmış kelimeler, giyim kuşam unsurları, adetler ve benzeri şeyler de vardır. Meselâ Fırat nehri, Erzurum Ovası’nın kuzeyindeki Dumlu Dağlarından çıkan Karasu’nun, Murat suyu ile birleştikten sonra Suriye ve Irak topraklarından geçerek Basra Körfezi’ne dökülen 2.330 km. uzunluğundaki akarsudur. Sümerler buna “hızlı akan su” anlamındaki “Bu-ra-nu-nu” ismini verir. Bu ad Asurcada “Puratu”, İbranicede ve Süryanicede “Perath”, Yunancada “Euphrates”, Eski Farsça’da “Ufratu”, Orta Farsçada “Frat”, Arapçada “el-Furat”, nihayet Türkçede de “Fırat” şeklini alır. İsmin yüzyıllar içerisindeki bu değişimi tarihî devirlerden günümüze kalan eski kültür mirasının tipik bir örneğidir.
İstanbul Patriği Nestorius’un (428-431) Efes Konsili’nde (431) savunduğu “Hz. İsa’nın iki kişiliği vardır: İnsanî ve ilâhî. Bunun sonucu olarak da Meryem İsa’nın annesidir, Allah’ın değil” tarzındaki fikirlerini benimseyen misyonerler ve tüccarlar (Nesturiler) İran’a, Orta Asya’ya, hattâ Çin’e kadar kendi düşüncelerini yaymaya çalışmışlar, bu arada kendi akîdeleri ile birlikte Süryani alfabesini oralara kadar götürmüş, benimsetmişlerdir.
M.Ö. VIII. ve VII. yüzyıllarda Greklerin Mısır, Fenike, Asur ve Hitit kültürlerinden yararlandıkları, sanatlarında bunlara ilâveten Urartu tesiri de görüldüğü, yine aynı yüzyıllarda yaşayan Grek şair Hesiodos’un Tanrıların meydana gelişi hakkındaki kitabı Théogonie’nin Hitit kaynaklarından esinlendiği vurgulanır.
Türkler ile Ermeniler yaklaşık bin yılı aşkın bir süredir bazen komşu olarak, bazen aynı devlet çatısı altında bir arada hayat sürmüşlerdir. Ermenilerin Türklerle ilk karşılaşmaları muhtemelen Abbasi Halifesi Mütevekkil’in Ermeniyye Vilâyeti’nde çıkan bir isyanı bastırmaya Türk kumandanı Boğa el- Kebir’i memur etmesi ile vuku bulmuştur (851-852). Abbasi Halifesi Mu’tasım zamanında (833-842) İslâm ordusundaki Anadolu gazasına memur edilen emirlerin Türk bey ve reislerinden seçildiği, bunlardan en meşhurlarının Boga el-Kebir dışında, Afşin, Ferganeli Ömer vs. olduğu belirtilmektedir. Selçukluların XI. yüzyılda önce Van Gölü çevresine gelmeleri (1015-1021), Malazgirt Savaşı ve Zaferi (1071) sonrasında kısa sürede Anadolu’ya hakim olmaları ile iki millet arasındaki ilişkiler artar. Anadolu Selçuklu Devleti ile merkezi Sis (bugün: Kozan) olan Çukurova Ermeni Krallığı arasında siyasi münasebetler vardır. Selçuklu Devleti’nin kuvvetli olduğu devirlerde Ermeni Krallığı vergiye bağlanır, birincisinin zayıf dönemlerinde de Ermeniler hasmane tavır alır veya onların rakipleri Moğollarla işbirliği yapar. Osmanlı Devleti zamanında ise Ermeniler millet-i sâdıka (sadık millet) olarak tanımlanmışlar, özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren çok önemli görevlerde de bulunmuşlardır. Bütün bu siyasi, idari ilişkiler kültürel sonuçlar da doğurmuş, iki topluluk birbirini etkilemişlerdir.
Bu bağlamda 1835’te Türkiye’ye gelen Alman Yzb. Helmuth von Moltke’nin anıları ilginçtir. 9 Şubat 1836 tarihli bir mektubunda İstanbul’da Serasker Mehmet Hüsrev Paşa’nın baştercümanı Mardiraki’nin evinde misafir edilmiştir. Bu zat, yani Küçük Martin, Arnavutköy’de oturan zengin bir Ermeni’dir. Moltke “Bu Ermenilere aslında Hıristiyan Türkler demek mümkündür. Hakim milletin âdetlerinden, hattâ lisanından çok şey almışlardır. Hıristiyan olduklarından dinleri onların bir kadın almalarına müsaade ediyor. Fakat bu kadın hemen hemen Türk kadınları gibi gözden ırak kalıyor. Ermeni kadınları sokağa çıktıkları zaman onların da ancak gözleri ile burunlarının üst tarafı görülüyor” demektedir. İki hafta misafir kaldığı bu Ermeni ailesinin hayatı hakkında da bilgi verirken şunları yazıyor: “Yemekler tamamıyla Türk tarzında, koyun eti ve pilâv yemeğin temelini teşkil ediyor. Gelen birçok yemeklerin ikisinden biri mutlaka tatlıdır”.
Böylelikle, Türkler ile Ermeniler arasındaki kültür bağları lisan alanında, çeşitli sanat dallarında, bir kısım âdetlerde, günlük yaşamda görülebilmektedir. Bu bakımdan, bunları bazı örnekleri ile okuyucuya sunmak, dikkatlerini çekmek gereklidir.
A. Lisan Alanında Türk-Ermeni Alış-Verişi, Etkileşim
Tanınmış Türkolog Andreas Tietze “ilk Türkçe roman” olarak tanıttığı Vartan Paşa’nın Akabi Hikayesi adlı eserini yayınlarken onun Önsöz’ünde İstanbul’da yaşayan Ermenilerin günlük hayatlarında Türkçeyi kullandıklarından, Arap harflerini güçlükle sökebildiklerinden, okullarında kendilerine okutulan metinlerin eski bir lisanla yazılmış olduklarından, o dille kendi zamanlarının hayatını ifade etmelerinin zorluğundan bahseder. “Konuştukları Türkçe onlara bu maksat için daha uygun, daha kolay geliyordu” der. Tietze, sunuşuna şu satırları da eklemektedir: “(Vartan Paşa) o zamanın kilise kitaplarında kullanılan arkaik Ermenice ile yazsa, onu kimse rahat rahat okuyamaz ve kendisi dahi onu yazmaktan tad alamaz. Vaziyet böyle olunca kitabını Türkçe yazmaya karar verir. Arap harfleri de az okumuş milletdaşlarına zor geldiği için İstanbul ve Anadolu’daki Ermeniler tarafından Türkçe yazmak için uzun zamandan beri kullanılagelen Ermeni elifbasını alır ve onu Türkçeye daha iyi uyacak şekilde ikmal ederek eserini onunla kâğıda döker. Bu şekilde Osmanlı Ermenilerinin kolayca ve rahatça okuyabildikleri bir kitap meydana getirir”.
Bununla beraber, Kıpçak Türkçesi ile kaleme alınmış, fakat Ermeni harfleri ile yazılmış bir İlmihâl kitabının da bulunduğunu unutmamak lâzımdır. Bu eseri yazan onu Latinceden “kendi özge lisanına” çevirdiğini belirtir. 9 Edmond Schütz de bir dua kitabı yayınlamıştır. Eser 1618’de Lvov’da yazılmıştır, Kıpçak Türkçesi ile fakat Ermeni harflidir. Aynı türden pek çok dinî, edebî ve tarihî eserin de bulunduğu görülmektedir.
Kıpçak Ermenileri adı verilen topluluk Omeljan Pritsak’a göre, XI. yüzyıl ortalarında Selçuk hücumları sonunda Kuzeydoğu Anadolu’daki Ermeni Bagrat Devleti yıkılınca, büyük kitleler halinde göçerek Kırım’a yerleşen Ermenilerdir. XIII. ve XIV. yüzyıllarda buraya Armenia Magna (Büyük Ermenistan) ve Armenia Maritima (Deniz Ermenistanı) adlarını vermişlerdir. Başlıca şehirleri Kefe (bugün Feodosia), Solhat ve çok önemli bir ticaret merkezi olan Sudak’tır. Kıpçak Türkleri ile sıkı ve devamlı münasebetlerde bulunmuşlar, neticede Kıpçak Türkçesini yönetim ve kilise dili olarak benimsemişler, ancak dinlerini, alfabelerini ve çok sayıda Ermenice deyimleri muhafaza edebilmişlerdir. Bunlardan bir kısmı Batı Ukrayna’daki Galiçya ve Lodomerya Kralı I. Leo’nun daveti üzerine 1280’de tekrar göçmüşler, sonraları Polonya Ermenilerini meydana getirmişlerdir. 1496’dan beri başlıca merkezleri Kamenez-Podolsk şehridir.
Edmond Schütz Ermenilerin Kırım’a yerleşmeleri tarihi hakkındaki varsayımlar üzerinde durur. Moskova’daki Lazarev Enstitüsü okutmanlarından Kuçuk Loannesow 1895-1896 yıllarında Kırım’da 150 Ermeni mezartaşı keşfetmiş, bunlardan en erken ikisini 1027 ve 1047 olarak tarihlemiştir. Schütz bu okunuşun yanlış olduğuna, 1357 ve 1557 olmaları lâzım geldiğine işaret eder. Belgelere göre, Ermeniler Kırım’a, 1280-1290 tarihleri arasında yerleşmişlerdir. Bunda da Ceneviz ve Ermeni tüccarların ticari menfaatları âmil olmuştur. Ermeni işadamları Trabzon üzerinden İran ve doğusu ile, güneyde de Mısır’la sıkı iktisadi bağlar kurmuşlardır.
Fatih Sultan Mehmed’in Kırım’ı aldığında (1475) 40.000 kişiyi İstanbul’a sürdüğü, bunlardan çoğunun Ermeni olduğu belirtilir. Bir kısım Ermeniler de Polonya’ya ve Moldavya’ya hicret etmişlerdir. Buna rağmen Chardin 1673’te Kırım’da bir kısmı Grek asıllı, bazıları da Ermeni 800 Hıristiyan aileden bahseder. Ermeniler tüccar, zanaatkâr veya bahçıvandırlar. 1774’teki Küçük Kaynarca Andlaşması’nı takip eden yıllarda Ruslar Kırım’da hakimiyet kurduktan sonra buradaki Grek halk Çarlık rejimi tarafından Ekaterinoslav’a, Ermeniler de Don Nehri kenarındaki Rostov yakınlarındaki Nor Nahcevan’a ve civarındaki sekiz köye muhacerete zorlanmışlardır.
Kıpçak Ermenileri adı verilen bu grup -eğer bizim düşündüğümüz gibi Türk asıllı Gregoriyen kilisesi mensupları değillerse- Türk kültürünün çok derin tesiri altında kalmışlar ve Omeljan Pritsak’ın belirttiği gibi, dinini, alfabesini ve Ermenice bazı deyimleri muhafaza eden, lâkin anadilini unutan bir topluluk halini almışlardır. Bunlardan Polonya’ya göçen ve yerleşenler katolikleşmişlerdir.
Edmond Schütz bir başka makalesinde İstanbul’da 1840’tan itibaren yayınlanan 100 Ermeni mecmuasından yaklaşık 40 tanesinin Ermeni harfli, Türkçe metinli olduğunu G. Stepanian’ın 1963’te Erivan’da neşr olunan bir kitabından faydalanarak belirtmektedir. Bunlar arasında Xavier de Montepin’in, Alexander Dumas’ın romanları da vardır. Simeon’un eserinde de Türkçeden alınma 800’den fazla kelime olduğunu aynı yazar kaydetmektedir.
Türkçede de Ermeniceden alınma 806 ana kelime bulunduğu tesbit olunmuştur. Bu araştırmayı yapan Robert Dankoff’un ana kaynaklarından birisi Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi’dir.
B. Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri
H (ayk). Berberian bir makalesinde Anadolu’da uzun yüzyıllar Türklerle bir arada yaşayan ve Türkçe konuşan Ermenileri “turcophone” olarak tanımlar, aynı şekilde başka kavimlerle birlikte oturanların da kendi dillerini bırakıp onlarınkini konuştuklarına, bunun bir sosyolojik olay (phenomène) olduğuna değinir. Türkçe konuşan Ermenilerin bir edebiyatı da vardır, der. Bunu beş sınıfa ayırır:
1- Şair Aşug’ların (Âşık) Eserleri. XVII. yüzyıldan XIX. yüzyılın kırklı yıllarına kadar 400’den fazla Ermeni saz-şairinin düzenledikleri eserler vardır. Bir saz refakatinde çalıp söylenen bu eserlerin çoğunluğu Ermenice ve Türkçe, bir kısmı da yalnız Türkçedir: Köroğlu, Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Şah İsmail ile Gülizar, Melikşah ile Güllü Hanım, Hurşid ile Mihri vs. Berberian, Ermeni saz-şairlerini İran, Türk ve Gürcü Mektebi olmak üzere üç grupta topladıktan sonra, bunlara örnekler de verir. Onun Fuad Köprülü, Ahmet Rasim, İhsan Hınçer gibi araştırıcılara ve bazı Ermeni yazarlara dayanarak sadece isimlerini verebildiği Ermeni asıllı âşıklardan bazılarını daha yakından tanıyabilmek, Türk Âşık Edebiyatı’nın Ermeniler üzerinde ne denli etkili olduğunu belirtebilmek için lüzumludur.
Mesihi: XVI. yüzyılda yaşamış Diyarbakırlı bir Ermenidir. Âşık Çelebi Tezkiresi’ne göre, iyi talik yazan, Farsça şiirler söyleyen bu zat ticaret maksadı ile İstanbul’a, Edirne’ye ve nihayet Venedik’e gider.
Mirzacan: Raci Damacı onun Karabağ’ın Çanakçı köyünde dünyaya geldiğini, XIX. yüzyıl başlarında yaşadığını, anadili olan Ermeniceden başka Rusça, Türkçe ve Farsçayı çok iyi bildiğini, her mecliste Türklüğü ve Türkleri övdüğünü, bu sebepten de kendi dindaşlarının ve kavminin iftiraları yüzünden haps olunduğunu kaydeder ve zindanda yazdığı bir şiirini nakleder:
“Ne bir hem-dert, ne bir dost var bükane (?)
Temam aşinalar oldu bîgâne.
Saldın âhir felek beni zindâne,
Koymadm gusseden can azâd olsun.”
Fuat Köprülü bu zatın tasavvuf tarihine ait menkibeleri de bildiğini yazmaktadır.
Sarkis Zeki: 1842’de Sungurlu’da doğmuş, ilk öğrenimini Ermeni okulunda tamamlamış, daha sonra bir medreseye devam etmiştir. Çeşitli resmi hizmetlerde bulunan Serkis Zeki 1891’de vefat etmiştir. Fuat Köprülü bu zatın samimi bir Bektaşi-Hurufi dervişi olduğuna da inandığını belirtmektedir.
Ahmet Rasim de saz şairlerinden bahs ederken bunlar arasında Ermenilerin de bulunduğunu söyler, pek çoğunun isimlerini verir: Derviş Hampar, Meydanî, Lenkiya, Bidadî, Harabat Haçik, Âşık Şirinî, Mihrî ve Püryanî’yi XIX. yüzyılın son saz şairleri olarak niteler. Sevda’î, Salikî, Sabriya, Enverî, Nutkiya, Resmî, Ahterî, Namiya da hem çalan, hem söyleyen meşhurlardandır.
Fikret Türkmen Ermeniler arasında yayılan Türk halk hikâyeleri hakkında Azerî araştırıcıların eserlerine dayanarak bilgi verir. Bir makalesinde de Ermeni Âşık Edebiyatı’na değinir. 1882’de vefat eden Ermeni Aşug Emir’in aşağıdaki dörtlüğü çok anlamlıdır:
Din ayrı, möhkem gardaşıg
Senin bahtına benzerik,
Gol bir, el bir eliyek, birlikte dağık
Ayrılıgda,nazik bir goluk.
Aşug Emir bu dizelerde Türkler ve Ermenilerin kardeşliğinden, bir kol, bir el olurlarsa (eliyek), yani dostane ilişkiler içinde bulunurlarsa, yardımlaşırlarsa, birlikte dağ, ayrılırlarsa çıt kırıldım (nazik) bir kul olunacağından bahsetmektedir. İki farklı dine mensup milletin birbirine destek olmak şartı ile her ikisinin de yüceleceğini, refah içerisinde bulunacaklarını bu dizeler ne kadar güzel ifade etmektedir.
Fuat Köprülü “Ermeni Aşug (Âşık) Edebiyatı” hakkındaki Arşak Çobanian’ın Les trouveres arméniens (1906) adlı eserini metheder. Yazar bu ufak kitabında Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı üzerindeki derin ve kuvvetli tesirlerine işaret etmektedir. Ortaçağlarda Fransa’da aristokrat sınıfa hitap eden troubadoure’lar olduğu bilinir. Bunlar bir saz refakatinde lirik şiirler söylerler. Doğu’da da saz şairleri bağlama veya saz eşliğinde panayırlarda, düğünlerde, tekkelerde, kahvehanelerde, askeri alaylarda şiirler okurlar. Çobanyan ve ondan naklen Ermeni Aşuglar hakkında bilgi verenlerin, bunların ekseriyetle doğuştan kör olduklarını, düğünlerde, ziyafetlerde, bayramlarda veya vefat törenlerinde sanatlarını icra ettiklerini söylediklerini Fuad Köprülü bize anlatmaktadır.136
2- Edebî Eserler. Berberian bunlardan Diyarbekir’e bağlı Tel-Göran Köyü’nde (bugün Mardin ilinin Derik kazasına bağlı) doğmuş ve XIV-XV. yüzyıllar arasında yaşamış olan Hohannes’ten, daha sonraki devirlerde Kırım’da ve İstanbul’da bulunan Türkçe şiirler yazan Ermeni şairlerden bahseder. Meselâ, Pagdasar Dpir’in, (1683-1768) Berberian’ın naklettiği, aşağıdaki şiiri ilginçtir:
“Sağ olsun sevenler beni, sağ olsun,
Şimdilik dostlarım unutsun beni,
Cümlesinin her dem yüzi ag olsun,
Bir zaman dostlarım unutsun beni”.
Ermeni harfli Türkçe metinli eserler arasında yukarıda bahs olunan ve A. Tietze’nin Eren Kitabevi tarafından yayınlanan Vartan Paşa’nın Akabi Hikyayesi, Tanburi Arutin’in Tahmaskulu Hanm Tevarihi gibi edebî ve tarihî metinler de vardır. Kevork Pamukciyan Tarih ve Edebiyat, Hayat Tarih Mecmuası, Türk Folkloru, Belleten, Müteferrika, Folklor ve Etnografya Araştırmaları, Tarih ve Toplum gibi dergilerde Ermeni harfli, fakat Türkçe metinli kitaplara dair makaleler yayınlamıştır.
3- Ermenilerin Yaptıkları Çeviriler. Bunlar Ermeni alfabesi ile yazılan veya basılan Türkçe metinlerdir. Esope’un Les Fables, Cervantes’in Don Ouichotte ve Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe adlı eserleri bunlar arasındadır. Friedrich Kraelitz-Greifenhorst, Enno Littmann, Otto Spies ve Eugeniusz Sluszkiewicz de aynı türden edebî eserler ve yayınlar üzerinde durmuşlardır. Jean Deny ve Edward Tryjarski’nin “La litterature arméno-kiptchak” adlı ufak makalesinde Polonya ve Ukrayna’da yaşayan ve Kıpçak Ermenileri denilen, Ermeni harfleri ile Türkçe eserler veren topluluğun yazılı ürünleri bahis konusu edilmektedir. Fikret Türkmen da yukarıda bahs olunanlar dışındaki bazı çalışmalarında da Türk-Ermeni kültür ilişkileri, özellikle uzun yüzyıllar bir arada veya komşu olarak yaşayan bu iki topluluğun Halk ve Âşık Edebiyatlarındaki tesirler üzerinde durmakta, birincilerin sonrakileri ne denli biçimlendirdiğini ortaya koymaktadır.Ermeni aşuglarının ekserisinin, birkaçı hariç, hep XIX. yüzyılda yaşadıkları belirtildiğine göre, Fuad Köprülü’nün XIII. yüzyılda Anadolu’da halk tabakası ve göçebe aşiretler arasında, ellerinde çöğür adı verilen musiki âletleri ile gezen, bu sebepten kendilerine de çöğürcü denilen şair-çalgıcılar hakkında verdiği bilgiler, Türk âşıkların Ermenilerinkinden önce varlığına, bu edebî türün onlarınkine örnek teşkil ve tesir ettiği şüphe götürmez. Köprülü IV. Murad (1623-1640) devrinden itibaren âşıkların çoğaldığına, meşhurlarının şiirlerinin Bağdat serhadlerine, Tuna ve Özi boylarına kadar yayılıp söylendiğine işaret eder. XVII. yüzyıl Osmanlı âşıkları için bir altın devri olmuştur. Yavuz Selim’in İran ve Mısır seferlerine iştirak eden Bahşi, Kul Mehmed (ölümü: 1606), Öksüz Dede vs. XVI. yüzyıla ait bilinen Osmanlı âşıklarıdır.
4- Gazeteler ve Süreli Yayınlar. H. Berberian Ermeniler tarafından yayınlanan bu tür matbuanın da bir listesini verir, bunların yayıncılarını, hangi tarihler arasında neşr olunduklarını da kaydeder. Aralarında İstanbul’dakiler dışında, Amasya’da (Amasia, 1911-1914), Bursa’da (Hüdavendigâr, 1869), Erzurum’da (Envar-ı Şarkiyye, 1867-1877), Kayseri’de (Rehber, 1912-1913), Ayıntap’ta (Mendor, 1884) ve daha başka şehirlerde çıkanlar da vardır.
H. Berberian’ın bahsetmediği bir Ermeni edebî türü daha vardır: Ermeni mizah edebiyatı. Bu alandaki yayınlar Tanzimat dönemi (1852-1876), Jön Türk dönemi (1908-1914) ve sonrası olmak üzere üç safhaya ayrılmaktadır. Tanzimat dönemindeki basında harfler Ermeni alfabesi ile metinler Türkçedir. Bu da İstanbul Ermenilerinden büyük çoğunluğunun Türkçeyi ana dili olarak benimsediklerinin kanıtıdır.
Bu hususta kendisinden faydalandığımız Anahide Ter-Minassian’a göre, İstanbul’da 1908-1914 arasında 18 Ermenice mizahî gazete vardır. Gavroş bunlardan birisidir. 1908-1914 arasında bu isimle, daha sonra kısa bir süre başka adlarla yayınlanmıştır. Sahibi Yervant Toloyan İstanbullu bir Ermeni’dir. Babası da gazeteciydi. Yervant Ermeni okullarında ve Saint-Benoit’ta okumuş, gazetesini 1925-1935 yılları arasında Paris’te yayınlamıştır.
Gavroş’ta sadece Osmanlı toplumunu ve idarecilerini değil, Ermeni kilisesini, onun her kademedeki görevlilerini, müdâvimlerini, İhtilâlci Ermeni örgütleri Taşnak ve Hınçak’ı da eleştirmekten geri kalmamıştır. 1936’da Sovyet Ermenistanı’na göç etmiş, fakat birkaç ay sonra tutuklanmış, 1937’den sonra da kendinden haber alınamamıştır. Bu olay bazı Ermenilerin Türkiye’deki yaşamları ile kendilerini Türk Devleti’ne karşı tahrik eden ülkelere gittiklerinde başlarına neler geldiğini göstermesi bakımından ibret vericidir.
5- Mezartaşları. H. Berberian kısaca bunlara da değinir. Kayseri’de, Bursa’da, Ankara’da, İstanbul’da Beşiktaş’ta Yeni-Mahalle’de Ermeni harfli, Türkçe metinli (armeno-turc) mezartaşları ile ilgili yayınlara işaret etmektedir.
C. Musiki Alanında Türk-Ermeni İlişkileri
Sadun Aksüt Türk Musikisi’ni sistem bakımından iki kısma ayırır: 1. “Türk sistemine dayalı, yani Türk dizisi üzerinde Türk usul ve makamlarıyla bestelenip Türk sazlarıyla veya Türk sesleriyle vermeye elverişli âletlerle icra edilen Türk Musikisi, 2. Batı sistemine dayalı, yani Batı’nın tampere dizisi üzerinde Batı sistemindeki unsurlarla bestelenen ve Batı âletleriyle icra edilen Türk Müziği”. Yazarımız bu iki musikiyi birbirinden ayırmak için, birincisini “Geleneksel Türk Musikisi” olarak adlandırmaktadır. Bu musikinin İran, Arap, Yunan veya Bizans kökenli olduğunu iddia edenler vardır. Hüseyin Sadettin Arel (1880-1955) bu musikinin Türk Musikisi Kimindir adlı eserinde yabancı asıllı olmayıp aksine adı geçen milletlerin bu musikinin tesirinde kaldıklarını, kendi eski musiki sistemlerini terk ettiklerini kanıtları ile ispat etmiştir. Ercümend Berker de (doğumu: 1920) “Türk Musikisi sistemi, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri ve Yakın Doğu’da geliştirdikleri bir sistemdir. Araplardan, İranlılardan, Yunanlılardan alınmış değildir”, “bu musiki kentte, sarayda, konakta, kâr, beste, semai, şarkı, camide ezan, dua, selâ, tekbir, tekkede naat, münacaat, âyin, durak, ilahi şuği, nefes, köyde türkü, bozlak, uzun hava, zeybek, oyun havası, sınır boylarında serhad türküsü, kışlada mehter musikisi olarakarşımıza çıkmaktadır” der. Bestekârlar arasında da hükümdarlar, devlet adamları, tekke şeyhleri, saray görevlileri, Yeniçeri Ocağı mensupları, zengin ve toprak sahibi olanlar, Ermeni, Rum veya Yahudi asıllılar da bulunur.
“Sevdi gönlüm ey melek sima seni,
Ben kadar var mı seven cana seni,
İsterim bir lâhzacık tenha seni,
Kaç gün oldu görmedim zira seni”.
Bu mısralarla başlayan Acemkürdî makamındaki şarkı II. Mahmud devrinin ünlü bir devlet adamı ve şairi Mehmed Sait Pertev Paşa’nın (1785-1837) bir şiirinden alınmadır. Bestekârı Nikoğos Ağa (1836-1885) İstanbul’da Hasköy’de doğan bir Ermeni vatandaşımızdır. Hammamizâde İsmail Dede Efendi (1778-1846) ve öğrencisi Dellâl-zâde İsmail Efendi’den (1797-1869) ders almıştır. Yılmaz Öztuna Kevork Pamukcıyan ile bazı Ermeni yazarların Ermenice kaynaklardan derleyip kendisine verdikleri bilgilere dayanarak, “Ermeni kilise musikisi aynen Türk musikisi makam ve usullerini kullandığı için” Nikoğos Ağa’nın Türk musikisini de öğrenmiş olduğunu belirtmektedir. Mevlevihanelere de devam eden, oralarda da şarkı okuyan bu bestekârın zamanımıza 63 şarkısı kaldığı, Öztuna’nın makalesinde makamları ve ilk mısraları ile verilmektedir.
Tanburi Nikoğos Ağa’nın Hicazkâr makamındaki bir şarkısının güftesi Ziya Paşa’nındır:
“Akşam olur güneş gider şimdi buradan
Garip garip kaval çalar çoban dereden
Pek körpesin esirgesin seni yaratan
Gir sürüye kurt kapmasın, gel kuzucağım
Sonra yardan ayrılırsın gel yavrucağım”.
Bazı şarkılarının güftelerini de kendisinin yazdığı anlaşılmaktadır:
“Güzellerin şahısın sen
Kapında bir kulunum ben
Kuzum beni bırakma elden
Efendim, şahım, sultanım,
Sana feda olsun canım”.
Ermeni asıllı Türk musikisi bestekârlarından pek ünlülerinden birisi de radyolarımızda veya bazı televizyon programlarında şarkılarını zevkle sık sık dinlediğimiz Bimen Şen’dir (1872-1943). Bu zat Bursa doğumludur, asıl soyadı Dergazaryan’dır. Bir rahibin dördüncü oğludur. Babası, annesi ve kardeşleri saz çalabilen Bimen, kendi ifadesine göre, eline tek musiki âleti almadığı gibi, nota da bilmez. Şarkılarını düm-tek usulü ile besteler, sonra notacısına yazdırırdı. Sekiz yaşında kilisede ilahi okumaya başlamıştır. Güzel sesini dinlemek üzere âyinlere imamlar, hafızlar, dervişler de katılmaya başlamıştır. 1884’te Hacı Arif Bey onu dinlemek üzere Bursa’ya gider, tavsiye üzerine Bimen on-dört yaşlarında -ailesinin muhalefetine rağmen- İstanbul’un yolunu tutar. Maddî sıkıntı çeker, bir kilisede okuduğu bir ilahi iş bulmasını sağlar. 600’den fazla eseri olduğunu kendisi beyan etmektedir. Meşhur şarkılarından bazıları:
“Bilirim, daha sen pek küçüceksin,
Gönlüm seni sevdi, ne diyeceksin?
Nice bir istigna (çekinme), ne naz edeceksin
Gönlüm seni sevdi, ah ne diyeceksin”.
***
“Sükûnda geçer ömrüm seyri gibi enhârın
(nehirlerin akışı gibi)
Esiridir gönül eski bir yar-ı sehhârın
(çok büyüleyici bir sevgili)
Bigâneyim ben devranına leyl ü nehârın
(gece ve gündüzün değişimine kayıtsızım)
Esiridir gönül eski bir yar-ı sehhârın”.
***
“Durmadan aylar geçer, yıllar geçer, gelmez sesin
Hasretin gönlümde, lâkin kim bilir, sen nerdesin?
Sızlayan kalbim benim, ister misin, her dem desin
Hasretin gönlümde, lâkin kim bilir, sen nerdesin”.
Bimen Şen Atatürk’ün huzurunda da şarkı söylemek mutluluğuna erişmiştir. Soyadı da onun en meşhur şarkılarından birisinden kaynaklanır:
“Yüzüm şen, hatıram şen, meclisim şen, mevkiim gülşen (gül bahçesi)
Dilim şen, hem-revim (yoldaş) şen, hemşehrim şen, hemdemim (dost) şen
Nasıl şen olmasın gönlüm, bu bezm-i ıyş ü işrette (içki âleminde)
İçen şen, söyleyen şen, dinleyen şen, yar ü agyar (dost ve diğerleri) şen”.
Bimen Şen’in üç de marş bestelediği kaydolunmaktadır. Tam metinlerini elde edemediğimiz bu marşlardan birisi ilk mısrası “Müttefikler, hepiniz bunu böyle bilesiz” olan Çanakkale Marşı (1915), ikincisi “Yine düşman kurmuş yurduma pusu” diye başlayan bir marş, üçüncüsü de Harb-i Umumi (Birinci Dünya Harbi) marşıdır: “Ana harb ilân oldu, gazilere gün doğdu”. Bu mısralar Bimen Şen’in bir Ermeni vatandaşımız olmakla beraber, Türk kültürünü ne kadar çok benimsediğinin bir kanıtıdır.
Bimen Şen Yedi Gün Mecmııası’nın muharriri Naci Sadullah’a bir de hatırasmı anlatmıştır. “Bir rakı meclisinde Süleyman Nazif şu beyti kartına yazub verdi:
“Ebedi nazımıdır san’at-ı feryadımızm
Öperiz ağzını hep Bimen üstadımızm”.
Vatansever şair Süleyman Nazif’in (1870-1927) Bimen Şen’i “şarkı sanatımızın ebedi düzenleyicisi ve üstadı” olarak tanımlaması ve ağzından öpecek kadar onu yüceltmesinde Bimen Şen’in şarkı ve bestelerinin güzelliği kadar, onun marşlarında yer verdiği içten ve vatansever duygularının da payı olmalıdır.
Ermeni bestekârlardan kemânî Tatyos’u (1858-1913), Levon Hancıyan’ı (1857-1947) ve Artaki Candan’ı (1885-1948) da anmak lâzımdır. Bu bestekârlar arasında eserlerinin güftesini Nikoğos Ağa gibi Pertev Paşa ve Ziya Paşa’dan, Bimen Şen gibi Faik Ali Ozansoy’dan (1875-1950), Süleyman Nazif’ten ve Orhan Seyfi Orhon’dan (1890-1972) seçenlerin bulunması, onların Türk Musikisi ile birlikte Türk Edebiyatı ile de meşgul olduklarının ve yoğrulduklarının birer delilidir.
Baba tarafından Harputlu olup İstanbul’da doğan Hamparsum Limonciyan (1768-1839) küçük yaştan Ermeni bir kuyumcu ailesi olan Düzyanlar tarafından himaye edilir. Düzyanların Kuruçeşme’deki yalılarındaki musiki âlemlerine katılır, bir yandan da Beşiktaş Mevlevihanesi’ne devam eder. En büyük Türk bestekârlarından birisi olan Hammamizâde İsmail Dede’nin (1778-1846) dikkatini çeker. Bazı özel işaretlerle musiki nağmelerini kaydetmektedir. Hamparsum’un işaretleri evvelce bilinenlerden daha elverişlidir. Üçüncü Selim’in huzuruna da kabul edilmiş, onun teşvikiyle kendi adını taşıyan notayı icad etmiştir.
D. Sahne Sanatları Alanındaki İlişkiler, Tesirler
XIX. yüzyıl Türk Edebiyatı’ndan bahs ederken Ahmet Hamdi Tanpınar “Abdülmecid’in garptan gelen her şeye karşı olan merak ve sevgisi, 1840’tan sonra küçük bir Saray Tiyatrosu’nun inşasını mümkün kılar. Burada bazı piyeslerle, bazı opera ve operetler oynanır” der. Aslında Osmanlı Devleti topraklarında ilk opera XVIII. yüzyılda, İtalya’daki ilk oyunlardan yaklaşık olarak otuz sene kadar sonra, Eflâk Sarayı’nda Ermeniler tarafından oynanmıştır. İkinci Mahmud, tiyatroya ilgi duymuş, 1836’da Saray Kitaplığı’na 500 kadar tiyatro metni getirtmiş, 1838’de İstanbul’da inşa olunan iki amfiteatr, fiyatlarının yüksek olmasına rağmen, seyircilerle dolup boşalmış, bu faaliyetler sarayca desteklenmiş, 1843’te de Valde Sultan Sarayı’nda bir mahal tiyatro salonuna dönüştürülmüş, burada Donizetti’nin Belisario operası temsil edilmiştir.
İstanbul Ermenileri 1810’dan itibaren tiyatro çalışmalarına başlamış, bazan zengin Ermeni evlerinde, bazan okullarında temsiller vermişler, İstanbul’daki ilk tiyatro (Şark Tiyatrosu, Beyoğlu) ancak 1861’de faaliyete geçmiştir. Aynı tarihlerde İzmir’de de bir tiyatro binası yaptırılmıştır. Oyunlar ilkin Ermenice veya yabancı bir dildeyken, zamanla daha fazla müşteri toplayan Türkçe eserler ağırlık kazanmıştır.
Şark Tiyatrosu 1867’de kapatılınca ünlü sanatkârı Agop Vartoviyan (Güllü Agop, 1840-1902) bir süre başka kumpanyalarda çalışmış, Gedikpaşa’da, Bağlarbaşı’nda, Beyoğlu’nda ve Tophane’de tiyatro açmak ve buralarda Türkçe eserler oynamak iznini almıştır. Bu zat sonradan sarayda görevlendirilmiş, kendiliğinden Müslüman olarak Yakup Efendi olmuştur. Türk Tiyatro tarihinde bir ilke imza atmıştır.
Böylelikle, başlangıçta yazarları ve oyuncuları Ermeni olan bu sanatçılar, ileriki yıllarda kurulup gelişen Türk Tiyatrosu’nun öncüleri olmuşlardır.
E. Mimarlık Alanındaki İlişkiler
Osmanlı Devleti’nde XV. ve XVI. yüzyıllarda Ayas Ağa (ö. 1487), Davud Ağa (ö. 1598?), Mimar Sinan (ö. 1588), Kasım Ağa (ö. 1660) gibi mimarbaşıların birer devşirme oldukları, hassa mimarlar arasında Hıristiyanlar da bulunmakla birlikte çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu anlaşılmaktadır. Mimar Sinan’ın da Kayseri yakınlarında Ağrınas köyü halkından biri olduğu bilinmekle birlikte, bu köy halkı arasında tamamen Türkçe isimler taşıyanların bulunuşu, kendi akrabaları arasındakilerin de aynı şekilde adlandırılmalarından dolayı “Karamanlı”, diğer bir deyimle “Hıristiyan Türk” olabileceği ileri sürülmüştür.
XIX. yüzyılda Balyan ailesinden gelen bir dizi Ermeni mimarbaşı İstanbul’da pek çok yapıya imza atmıştır. Ailenin en eskisi Bali Balyan’ın Karaman’ın Balen köyünden olduğu, Ermeni bir saray mimarının damadı iken vefatı üzerine yerine tayin olunduğu, onun da ölümü üzerine yerine oğlu Magar’ın geçtiği, bu zatın Birinci Mahmud (1730-1754) zamanında Bayburt’a sürgün edildiği nakl olunmaktadır. Magar’ın oğlu Krikor (1764-1831), onun da oğlu Garabet Balyan’dır. (1800-1866) Serkis (1835-1899), Agop (1838-1875) ve Nikoğos (1826-1858) onun çocuklarıdır. Dolmabahçe Sarayı (1842-1856) baba-oğul Garabet ve Nikoğos’un, Beylerbeyi Sarayı (1861-1865) Serkis Balyan’ın eserlerinin en ünlü ve en muhteşem olanıdır. Bu ailenin mimarı oldukları daha pek çok saray, köşk, cami vs. yapı bulunmaktadır.
F. Avrupa’ya Türk Kültürü Taşıyıcısı Olarak Ermeniler
Ermeni tüccarların XIX. yüzyılda İzmir’de İran mallarında, özellikle ipekli ticaretinde bir tekel oluşturdukları, Erzurum-Tokat-Sivas-Ankara üzerinden gelen kervanları denetledikleri, başlıca rakiplerinin de Türk tacirler olduğu belirtilmektedir. Kültürler ticaret yoluyla veya seyahatler sonucu birbiriyle kaynaşmaktadır.
Türk kahvesinin Viyana’ya Ermeniler tarafından tanıtılması da ticaret yolu ile kültür alış-verişinin tipik bir örneğidir, 1665’te Kara Mehmet Paşa Osmanlı Elçisi olarak Viyana’ya gönderilir. Hayli kalabalık (298 kişi) olan bu heyette Evliya Çelebi’nin de bulunduğu tahmin olunmaktadır. Sefaret mensupları Leopoldsstadt adlı semtteki bazı misafirhanelere yerleşir, kendilerini ziyarete gelenlere de kahve, şerbet vs. ikram ederler. 1683’te de Kara Mustafa Paşa’nın Viyana önlerinde yenilgisinden sonra ganimet olarak torbalar içerisinde ele geçen çiğ kahve taneleri hayvan yemi sanılır. Çünkü o tarihlerde Viyanalılar henüz kahveyi tanımazlar, lezzetini almamışlardır. 1697’de Osmanlı vatandaşı bir Ermeni olan Sahak Lucasian (Isaak de Luca diye meşhur olmuştur) Viyana’da bir kahve içilen dükkân açar. Böylece, Viyana’da Türk kahvesi tanınır.
Sonuç
Dilde, edebiyatta, musikide, sanatın hemen her dalında Türkler ve Ermeniler yakın ilişki içerisinde bulunmuşlar, bazan devlet hizmetlerinde, matbaacılıkta, basın-yayın alanında Ermeniler Türk toplumuna faydalı olmuşlardır. Türk Devleti hizmetinde Ermeniler adlı eserin yazarı Y. G. Çark’ın kitabına koyduğu ithaf çok anlamlıdır:
“Vatan uğruna/Bakmıyan göz nuruna/
Yavrularına bir veda/Vatanına bin feda/Destan dillere/
Destan ellere/Türk vatanı yiğitlerine/
Çanakkale şehitlerine/İçlerinde bulunan aziz pederime.”
Türk-Ermeni yakınlığını ve sevgisini, diğer bir deyimle karşılıklı kültürel etkileşimi, babasını Çanakkale muharebelerinde kaybeden Çark’ın yukarıdaki İthaf’ından daha açık ifade edebilecek söz var mıdır? Çanakkale muharebelerinde Şehid Listesi’ne bir Rum doktorun adını bile yazmaktan kaçınmayan bir milletin soykırımla suçlanmadan önce birçok gerçeklerin dikkate alınması gereklidir. Bu gerçeklerin içinde Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı ordusunda hizmet eden Ermeni subay ve doktorlar arasında devlet aleyhine faaliyette bulunanların çıktığı da vardır.
1915 Nisanı’nda İstanbul’daki ve Anadolu’da harp sahalarına yakın veya civar bölgelerde oturan Ermeniler bir kısım devlet karşıtı eylemlere giriştiklerinden dolayı o zamanki Osmanlı sınırları içerisinde daha güvenilir yerlere sürgün edilmişler, bu sırada da elbette tatsız bazı olaylar da olmuş, bunların faillerinden de 1.397 kişi cezalandırılmışlardır. Bugün bu hadiseleri vesile ederek Türkiye’ye karşı girişilen kısmen asılsız, kısmen çok abartmalı, ama tek yanlı ithamların, gayretlerin sahiplerine, aynı dönemlerde Ermenilerin Türklere karşı yaptıklarını hatırlatmak bir vecibe, bir zorunluluk olmuştur. 30 Ekim 1918 Mondros Silah Bırakışması’ndan sonra Fransız üniformaları giyerek Adana ve Saimbeyli’ye (Haçin) giren Ermeni lejyonunun yaptıkları ünlü Fransız yazarı Pierre Loti’yi bile isyan ettirmiş, Ermeni soykırımı iddialarını şöyle tanımlamıştır: “La verite vraie sur les derniers massacres d’Armenie inventes par les anglais” (İngilizler tarafından uydurulan son Ermeni katliamları ile ilgili asıl gerçek). 1906-1922 tarihleri arasında Kafkaslar’da ve Anadolu’da Ermenilerin yüzbinlerce Türk ve İslâm halkını nasıl, nerede öldürdüklerine ait arşiv belgeleri de İngilizce ve Türkçe olarak yayınlanmıştır.
Ermenilerin Anadolu’da yaptıkları barbarlık ve insanlık dışı cinayet ve eylemler Türk halk destanlarına, ağıtlarına bile girmiştir. 1920 senesinde Kozan yakınlarındaki Doğanbeyli köyüne ve Hacın’a gelen Fransız Lejyonu mensubu Ermeniler her iki iskân yerini yakmışlar, Müslüman Türk halkı da feci şekilde işkencelerle öldürmüşlerdir. Şüphesiz Ermeni katliamları, zaman zaman mukabelesiz kalmamıştır. Bu da doğaldır. Her musibet bin felâket doğurur misali, Ermeniler yaptıkları mezalimin bedelini de bazan ödemişlerdir. Bu tür iki taraflı olayları, tek yanlı olarak vurgulamak bir kısım siyaset düşkünlerinin ekmeğine yağ sürmekten başka neye yarar?
İki millet arasında derin kültürel bağlar varken, bunları tamamen göz ardı ederek düşmanlıkları ve kinleri körüklemek, kültürel bağlar ve etkileşim üzerinde durmayarak “Türkler tarafından Ermenilere karşı bir soykırım siyaseti güdüldüğü” gibi asılsız iddialarda bulunmak, iki toplum arasında geçen bazı şiddet olaylarım tek taraflı olarak abartmak neye hizmet eder? Bilimde tek taraflı kaynak kullanmanın yeri yoktur.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 233-250
Not: Dip Notlar ve Tablolar okunamadığı için bu yazımıza dahil edilmemiştir.