Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Esas Yapısının Bozulması ve Islahı Çalışmaları Üzerine Bazı Gözlemler

0 14.181

Prof. Dr. Mehmet İPŞİRLİ

Osmanlı Beyliği Bizans’a karşı gazâ misyonu ile tarih sahnesine çıkmış, beylikten devlete, kısa süre sonra cihan devletine dönüştüğü zaman bu asli sorumluluğu değişmemiş, nihayet yirminci yüzyıl başlarında yıkılırken girdiği Trablusgarb ve Balkan harbleri, arkasından Cihan harbi ile cephelerde sona ermiştir. Durum böyle olunca kuruluşundan yıkılışına altı asrı aşan sürede kurumların oluşmasında, yetki ve sorumlulukların belirlenmesinde askerî ihtiyaçlar ve işlevler hep öncelikli sırayı teşkil etmiştir. Burada çarpıcı bir örnek olarak kadıaskerlik zikredilebilir. Kazâ teşkilatını düzenli yürütmek için kurulan bu teşkilatta askerle ilgili ihtilafların çözümü ön plana çıkmış nitekim “kadıasker” isminde bu özellik yer almıştır. Daha sonraki yeni düzenlemelerde de askeri ihtiyaçlar dikkate alınmıştır. Devletin en yetkili kurulu olan Divan-ı Humayun’da askeri konular titizlikle ve öncelikli olarak görüşülmüştür. Divan üyeleri arasında veziriâzam başta olmak üzere vezirlerin, eyalet yönetiminde beylerbeyi ve sancakbeylerin temel işlevleri savaş zamanında askerlik, barışta ise idarecilikti. Nitekim, seyfiye zümresinin kariyerlerinin ağırlıklı kısmı savaş meydanlarında geçmiştir.

Devletin askerîlik vasfının belki daha çarpıcı bir örneği, aslî görevi eğitim, yargı ve irşad olan ilmiye sınıfının geniş bir kadro halinde seferlere katılmasıdır. Bu gaza devletinde, onların da manevi ve psikolojik bir katkı sağlamaları kendilerinden beklenen bir hizmet idi. Hatta medreselerde özellikle Süleymaniye Medresesi’nde okutulan matematik hendese ders programlarının öncelikle ordunun mühendislik ihtiyacına cevap verecek mahiyette olduğu bilinmektedir.

Osmanlı Devlet teşkilatı, kuruluşa parelel olarak sistemli bir gelişme göstermiş, askeri, idari, hukuki alanlarlarda ihtiyaç kendini gösterdikçe Türk ve İslam devletleri tecrübesinden hareketle ancak kurumları aynen kabullenmeden bünyesine uygun şekilde teşkil etmiştir. Buna bir örnek olarak Divan teşkilatı verilebilir. Bilindiği üzere bir idari kurum olarak Divan teşkilatı İslam dünyasında çok gelişmiş ve hemen her idari birim farklı bir divan ismiyle örgütlenerek sayıları kırkı geçmişti. Bu devirlerde bir divan kargaşası yaşanmıştır. Osmanlı döneminde divan sistemi benimsenmiş ancak çok geniş yetkilere sahip Divan-ı Humayun adıyla bir divan teşkil edilmiştir. Bu dönemde idarî ve sosyal kurumlar, gelenekler, ihtiyaçlara göre çıkarılan kanunnameler ve uygulamalar çerçevesinde oluşturulmuşştur. Canlı birer bünye durumunda olan kurumlar, mükemmel çalışması yanında zamanla yeni düzenlemelere ihtiyaç duyarlar. Burada temel ilke bu düzenlemelerin kendi mantığı ve geleneği içerisinde yapılmasıdır.

Bu açıdan Osmanlı devlet teşkilatı ve kurumlarında yapılan düzenleme faaliyetlerini iki dönemde incelemek mümkündür.

Birisi yaygın olarak bilinen XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve özellikle XIX. yüzyılda Batı ön planda tutularak girişilen ıslahat çalışmaları, diğeri ise o döneme kadar Osmanlı Devleti’nin kendi değer ve dinamikleri çerçevesinde genel olarak Türk-İslam geleneği çizgisindeki faaliyetlerdir.

Devletin yükselme ve olgunluk döneminde esas yapısı eski Türk töresi ile İslam devlet ve medeniyet geleneğinin iyi bir terkibi sonucunda oluşmuş, burada padişah merkez olmak üzere divan teşkilatı ile devletin idare, hukuk, maliye ve bürokrasisini teşkil eden (Vezir-Kazasker-Defterdar- Nişancı) dört rükün (erkan-ı erba’a) anlayışı esastır. Osmanlı geleneğinde bu zümreler “seyfiye”, “ilmiye”, “kalemiye” terimleriyle ifade edilmiş, ayrıca bunlar değişik yetki ve sorumlulukları açısından “ehl-i örf” ve “ehl-i şer” terimleriyle metinlerde yer almıştır. Ziraat, ticaret ve sanatla meşgul reaya karşısında yönetici zümreyi ifade eden “askerî” terimi bu dönem Osmanlı teşkilatının üzerinde çok durulan bir kavramı olmuştur. Bu geleneksel yapı yüzyıllarca devam etmiş olmakla birlikte hiç bozulmadan ve değişikliğe uğramadan aynen kaldığını söylemek mümkün değildir.

Bu dönemdeki düzenlemeleri de aslında 15 ve16. yüzyıllarda zaman zaman belirli alanlarda münferid olarak girişilen düzenleme faaliyetleri ve 16. asır sonlarından itibaren pek çok alanda nispeten sistemli olarak yapılan ıslahat faaliyeti olarak başlıca iki devrede incelemek gerekir.

İlk devreki düzenlemelerin mahiyeti hakkında fikir vermek açısından Fatih Sultan Mehmed’in uygulamaları örnek olarak gösterilebilir: Fatih, kendisinden önceki Osmanlı sultanları tarafından çeşitli sebeplerle ileri gelenlere temlik edilerek mülk ve vakfa dönüşen mirî araziyi, askerin mali kaynak ve gücünü zayıfladığı gerekçisiyle iptal edilerek yeniden miri arazi haline getirmesi önemli bir ıslahat idi. Ne varki menfaatlerine halel gelen bu etkili zümre Beyazıd’ın Cem ile taht mücadelesinde bu hususu pazarlık konusu yaparak yeniden eski topraklarını elde etmişlerdir. Aynı konuda daha küçük mikyasta Yavuz ve Kanunî’nin de uygulamaları olmuştur. Benzer münferid bir uygulama ilmiyede olmuş, bu mesleğin temel ilkesi olan mülazemet sisteminin bozulması ve yanlış uygulanması Danişmendlerin toplu şikayetlerine sebep olmuş, Kanunî, 944/1537’de çıkardığı fermanla o sırada Kazasker olan Ebussuud Efendi’nin sistemi yeniden düzene koymasını istemiştir.[1] Bu dönemde bozulma olmasa bile yanlış veya eksik bir teamülün yerine daha mükemmelinin konulması da bir ıslahat kabul edilebilir. Nitekim 16. asır ortalarında Nevbaharzade defterdar olunca Divan teşrifatına göre defterdarın nişancıya tasaddur etmesi gerekirken, o sırada nişancı olan hocası Celalzade’nin önüne teşrifatı çiğnemek pahasına da olsa oturamayacağını söylemesi Kanunî’ye bildirilince padişah çok mütehassis olmuş, çıkarmış olduğu bir fermanla bundan böyle defterdar ve nişancıdan hangisi kıdemli ise onun divan protokolünde önde gelmesi ilkesi benimsenmiştir.[2]

Osmanlı Devlet teşkilatının başka alanlarında da bu dönemlede yeni düzenlemeler yapıldığı bilinmektedir. Özellikle XVI. yüzyılda kaza sisteminde yeni düzenlemelere giderek Rumeli’de dokuz, Anadolu’da on ve Mısır’da altı olmak üzere tamamiyle Osmanlı’ya has dereceler teşkil edildiği gibi,[3] medrese sisteminde de üç ve beş dereceli iken yeni gelişmeler dikkate alınarak biraz daha sonra on iki dereceli medrese teşkilatı geliştirilmiş[4] ve bunlar arasında yatay geçişleri de düzene koyan entegre bir yapı oluşturulmuştu.

Diğer taraftan Osmanlı teşkilatında bu düzenlemeler yapılırken XVII. yüzyıl başlarından itibaren idarî, iktisadî ve ilmî hayatta bir başkalaşım bir yozlaşma farkedilmiştir. Devrin ıslahat risalelerinde hep eski özlemi dile getirilmekte, 18-19. asırların aksine çare yine kendi bünyesi içinde aranmakta ise de bir daha eski seviyeye ulaşma mümkün olmamıştır. Meselâ Selaniki, “hasbıhal”, “havadis-i rûzgâr” başlığı altında yaptığı değerlendirmelerde karamsar fıtratı ile bir daha eski seviyenin yakalanamayacağının üzüntüsünü yaşamaktadır. Osmanlı sisteminin önemli değişikliklere uğradığı III. Murad dönemini (1574-1595) ölümü üzerine, etraflı bir değerlendirmeye tabi tutan Selaniki, Padişah’ın dedeleri Yavuz ve Kanuni’nin yolundan gitmeyip sarayına kapandığını, orduları serdarlara havale ettiğini ağır bir dille tenkit etmekte, ancak Murad’a haksızlık etmemek için onun bir şiir ile dile getirdiği mazeretini de aynen vermektedir.[5] Tarihçi, maliye katipliğinin verdiği imkanla iktisadî ve malî hayatla ilgili olarak savaş ile iktisat arasındaki dengeyi, olumlu bir sonuç alınamayacağı önceden belli olan Osmanlı-İran savaşlarından örnekler vererek, değerlendirmektedir. Bu savaşların askerî, malî ve idarî dengeleri temelden sarstığını, altın gümüş, akçe dengesinin bozulduğunu, narh sisteminin uygulanamadığını, fiyatların başını alıp gittiğini, devlet hazinesine gelir sağlamak için mansıbların alenen satıldığını, böylece liyakata değil çok para verene makamların verildiğini belirtmekte, gümrüklerin normal çalışmadığını, mukataa ve iltizam usullerinin bozulduğunu belirtmektedir. Diğer taraftan yönetim açısından bir çok olumsuzlukların bu dönemde ortaya çıktığını, özellikle padişahlık kurumunun III. Murad’ın döneminde zedelendiğini, yönetim geleneğine riayet edilmediğini, sadaret, meşihat, kazaskerlik, defterdarlık makamlarında çok sık değişimin olduğunu, fetva kurumunun yozlaştığını, bidatlerin yaygınlaştığını, bir anda 19 şehzadenin boğdurulması gibi vicdanları sızlatacak uygulamaların olduğunu belirterek bütün bunların felaket getireceğinden yana yakıla bahsetmektedir.[6]

XVII. yüzyıl yönetici, tarihçi ve genel olarak yetkililerini telaşlandıran en önemli husus ise Osmanlı ordularının o zaman kadar pek alışkın olmadıkları bir şekilde savaş meydanlarında başarı elde edememesi, disiplinsizlik sergilemesi ve mağlup olması idi. Buna çare olarak ise, yine eski güclü padişahlar dönemlerine dönmenin yollarını aramak olarak gösteriliyordu.

Öteden beri, Osmanlı iktisadî ve ictimaî yapısındaki bazı gelişmeler geleneksel kurumları temelden sarsmıştır. XVI. asır başlarından itibaren hissedilen ve asrın sonunda hızlanan nüfus artışına mukabil özellikle ziraî ekonominin aynı oranda büyümemesi, Şehzade Bayezid olayında şehzadenin etrafında oluşan Saruca ve Sekban taifesinin daha sonra başı bozuk, işsiz yurtsuz bir duruma düşmesi, aslında ilimle alakası olmayan bazı gençlerin bir yolunu bularak Anadolu medreselerine suhte olarak kaydolmaları gibi Osmanlı geleneğinde daha önce bilinmeyen olayların yaşanması büyük karışıklık yaratmıştır. İlmiye mesleğinde yozlaşmaya sebep olan hususların başında II. Murad’ın Molla Fenarî evladına verdiği daha sonra bütün ulemâ çocuklarına “mevalizâde kanunu” adıyla tanınan ayrıcalıkların geldiği öteden beri bilindiği halde cesaretle üzerine gidilip kaldırılamamış ve bu uygulama ilmiye mesleğinin giderek artan bir şekilde kanayan yarası olmuştur.[7]

İçteki bunalım yanında doğuda Safevî, batıda Habsburg ile yapılan uzun süreli birçok yerde gereksiz savaşların Osmanlı maliyesini büyük sıkıntıya düşürmesi yanında Osmanlı piyasasına akan ucuz Amerikan gümüşü ekonomiyi etkilemiş ve daha önce Osmanlı toplumunun asker ve reaya olarak bilmediği bir enflasyon paniğine sebep olmuş fiyatlarda büyük artışlar olmuştu.[8] Selaniki’nin bu sıralarda 1008/1600’de görgü şahidi olarak belirttiğine göre yiyecek ve giyeceğe güç yetmez olmuş halk şiddetli ihtiyaç içinde kıvranmaya başlamış, ahlak bozulmuş, arpanın kilesi altmış akçeye, etin okkası yirmi akçeye, babuç yüz, çizme ikiyüz akçeye satılır olmuş, yetkililerin koyduğu narhı kimse dinlemez olmuştu. Hatta daha da kötüsü akçe tağşişi sebebiyle esnaf akçeyi kabul etmeyip, ancak altın ve guruş ile alış veriş eder olmuşlardı.[9]

Bir taraftan sabit gelirli reaya ve asker zümresi aldığı mallara daha fazla para öderken devlet masrafları için yeni gelir kaynakları aramaya koyulup, fevkalalede dönem vergisi olan avarız türü vergileri mutad hale getirmişti. Bütün bu vergileri ödeyemeyen halk kitleleri çift-bozan olarak bağlı olduğu toprağı terke başlamış, böylece etrafta korkunç zararlar ve ziyanlar yapan muazzam bir aylaklar zümresi oluşmuştu. Ehl-i örf[10] zümresi masraflarını karşılamak için kanunname sınırlarını zorlayarak reayadan cebrî paralar almaya başlamışlar, Anadolu’da Şehzade Bayezid olayından beri sayıları giderek artan yeniçeri, sipahi, saruca ve sekbanlar daha önce tamamen yabancı oldukları ticaret, vergi tahsildarlığı, mültezimlik gibi işler yapmaya ve temsil ettikleri gücü kullanarak halkı ezmeye başlamışlardı. Reayadan kitleler halinde şikayetler geliyordu. Böylece devlet-sipahî-reaya ahengi bozulmuş, temel ilke olan “daire-i adalet” kavramı tersine dönmüştü.[11] Her birisi başlı başına birer çöküntü sebebi olan bu olumsuz gelişmeler şeklen aynen devam eden kurumları işlemez hale getirmişti.

Diğer taraftan bu dahilî sebepler yanında, dışarda oluşan siyasî ve iktisadî sebepler de bulunmaktadır.[12] Gelişmelere Osmanlı-Avrupa mukayesesi pencerisinden bakıldığında 1566-1593 arasında Devlet Avrupa ile uzun bir barış dönemine girmiş, bu dönemde Avustuya önemli ölçüde toparlanma, askerini yeniden düzenleme ve ateşli silahlar ve harp teknolojisinde, kendisini yenileme imkanı bulurken, Osmanlı Devleti büyük bir talihsizlik olarak İran’la savaşa girmiş, toparlanma bir tarafa sosyal ve ekonomik bakımdan büsbütün yıpranmıştır. Bu durum 1593-1606 arasındaki uzun savaş döneminde bariz bir şekilde ateşli silahların kullanımında karşı tarafın üstünlüğü farkedilmişti. Bunu bizzat savaş meydanında gözlemleyen Hasan Kâfî yana yakıla dile getirmiştir. Ayrıca Portekiz, Hollanda ve İngilizlerin okyanuslarda ticareti geliştirmesiyle Osmanlı’nın hakim olduğu geleneksel ticaret yollarının önemini tedricen kaybetmesi Osmanlı iktisadî ve sosyal hayatını etkilemiş, ayrıca İran’da Şah Abbas, İspanya’da II. Philip, İngiltere’de I. Elizabeth gibi hükümdarlar ülkelerinde köklü reformlar ve kalkınmalar kaydederken Osmanlı Devleti’nde III. Mehmed’den itibaren genç, hatta çocuk yaşta hükümdarların iş başına gelmesi devlet otoritesinin, saray mensubu kadınların, ocak ağalarının ve onlarla işbirliği içinde olan bazı ulemanın eline geçmesine sebep olmuştu.

Tımar sistemindeki değişim bünyeyi temelden sarsmıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan XVI. asrın sonuna kadar mükemmelen uygulanan ve ziraî ekonominin temeli olan tımar sistemi bu tarihten itibaren bozulmaya başlamış, bütün ıslahat gayretlerine rağmen düzeltmek mümkün olmamıştır. Bu alandaki bozulmayı bir takım haklı sebeplerle III. Murad zamanına kadar götürenler bulunmaktadır. Tımarların iltizama verilmesi ilk defa Rustem Paşa tarafından denenmiştir. Bu yolla çabuk ve mümkün olduğu kadar çok gelir sağlama hedeflenmiştir. Ancak reaya açısından son derece mahsurlu bir uygulama olduğundan bundan vazgeçilmiştir. III. Murad zamanında birçok yanlış uygulamalar oldu. Beylerbeyiler ve sancakbeyler hizmet erbabına verilmesi gereken tımarları ehil olmayan, bol hediyeler veren kimselere verdiler.

Saraya ve ileri gelen devlet erkanına bol hediyeler sunanlar büyük tımarlara sahip oldular. Tımarları iltizama vererek devlet peşin paralar almış, reayayı mültezimlerin insafına terketmişti. Bu uygulama büyük yaralar açtı. Asır başında Sadrazam Kuyucu Murad Paşa çeşitli katiplik ve defterdarlık görevlerinde bulunan son olarak Hazine kethüdası olan Ayn Ali Efendi’yi Defter-i Hakanî eminliğine getirmiş, Paşa’nın emriyle tımar ve zeamet sistemine dair kanun ve uygulamaları toplamış ve 1607’de Kavanîn-i Al-i Osman der Hulasa-i Mezâmîn-i Defter-i Divan adlı eserini yazmıştır. Yedi bölüm halinde düzenlenen bu eser tımar sistemi, eyalet ve sancaklar ile herbirinin sahip olduğu tımar ve zeametler hakkında, ve tımar sisteminin ıslahı için yapılan çalışmalar ve belli başlı terminolojiden bahseden tımar hakkında, yetkili birisi tarafından kaleme alınmış en derli toplu risaledir.[13] Ayn Ali yedinci bölümde bozulmayı bilhassa iki noktaya bağlamaktadır. Birincisi tımar sahibi sipahilerin kendi sancağına ait askerle sefere gitmemesi, ikincisi ise askerin yoklamasının düzenli olarak yapılmamasıdır. Bu çalışmalardan çok verimli sonuçlar alınamamıştır.

Devlet, sistemi çalıştırmak için her türlü hukukî yolu denerken fetva yoluyla da tarafları vazifeye davet etmiştir. Fetva kitaplarında çok sert görüşlere rastlanmaktadır. Tımar mevzuatının tedvin edildiği dönemde şeyhülislam olan Ebussuud Efendi’nin ve tımar sisteminin ıslahı için yoğun çalışmaların yapıldığı dönemde şeyhülislam olan Sunullah Efendi’nin, görevini ihmal eden tımar erbabı hakkında çok sert fetvaları bulunmaktadır.[14]

Yine bu sıralarda yazılmış olan ve müellifi belli olmayan Kitab-ı Müstetab’da ise tımar sistemine geniş yer verilmiş, tımar idaresinde en yetkili kimseler olan beylerbeyi ve sancakbeylerinin tımarları para karşılığı usulsüz dağıttıkları, boşalan ve mücahidlerin hakkı olan tımarları kendi köle, seyis ve adamlarına dağıttıkları, kapılarının eskisi kadar mükemmel olmadığı, bu sebeple vaktiyle 200.000 olan tımarlı sipahi ordusunun onda birin altına düştüğü yana yakıla anlatılmıştır.[15]

IV. Murad kendisine sunulmuş olan Koçi Bey Risalesi’ndeki teklif ve tavsiyelerden hareketle 1623’te tımar sisteminde ıslahat yapmak istemiş, bu sırada bilhassa umumî yoklamalara önem verilmiş, hazır bulunmayanların tımar beratları iptal edilmiş, ancak istenilen sonuç alınamamıştır. Bir süre sonra Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın teşebbüsleri ise idamı ile yarım kalmıştır.

IV. Mehmed döneminde özellikle Köprülü Mehmed Paşa’nın gayretleri ile düzenlemeler yapılmak istendi. Bütün tımar ve zeametmelerin yenilenmesi ferman olundu, dirlik yoklamaları yapıldı ise de bütün bu gayretler sonuç vermedi. Sipahiler tımar topraklarında kendi mülkleri gibi davranıyorlar, başkasına devrediyor, kiraya veriyorlar, iltizam usuliyle işletmeye gidiyorlar, sefer zamanında filen iştirak etmiyorlardı.

Daha sonra Osmanlı toprak sistemi ve problemleri ile ilgili olarak Avnî Ömer Efendi (ö. 1070/1659)[16] Kanun-ı Osmanî Mefhûm-ı Defter-i Hakanî adlı eserini yazarak devrin padişahı IV. Murad’a takdim etmiştir. Osmanlı toprak sistemini yirmi beş ayrı statüde inceleyen ve muhtemelen Sultan Murad’ın isteği üzerine yazılan eser hükümdarın toprak ve tımarla ilgili düzenlemelerinde yardımcı olmuştur.[17]

Yüzyıllarca Devletin ve özellikle Osmanlı eyalet ordusunun güç kayanağı olan tımar usulü, giderek bir zorbalığa ve derebeyliğe zemin hazırlamıştır. Devlet çeşitli teşebbüslere rağmen ıslahı mümkün olmayan bu uygulamayı bir kararla kaldırmak ve büyük reaksiyonlara sebep olmak yerine tedricen kaldırma yolunu tercih etmiştir. Önce bir kısım tımar toprakları müsadere edilmiş, XIX. asır başlarından itibaren boşalan tımarlar yenilenmeyerek alıkonulmuştur. Tımar sahiplerine taşrada zabtiye görevi, mahkemelerde çeşitli hizmetler, vergi tahsili vs. gibi çeşitli görevler verilerek maaşlı hale getirilmiş, böylece bir kitle hareketine dönüşmesi önlenmiştir. Böylece bu topraklar hazineye intikal ederken eski sipahilerden de devlet hizmetlerinde yararlanılmıştır.[18]

Devlet Kanunî’nin saltanatının sonlarından itibaren farkettiği ancak teşhiste zaman zaman yanıldığı bu olumsuzlukları gidermek için yeni hukukî ve idarî düzenlemelere gitmeye başlamıştı. III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmed dönemlerinde peş peşe çıkarılan çok detaylı bir şekilde konuları ele alan adaletnâmeler devletin bu ıslahat girişiminin sonucu idi. Devlet şer-i şerif ve kanun hakimiyetini sağlama, askerin sayısını ve yetki dışı faaliyetlerini sınırlandırma, sadrazamın otoritesini güçlendirme ve bilhassa reayayı koruma hedefini güdüyordu.[19] Bunun yanında devlet ilmiyeyi, seyfiyeyi nizam altına almak için başka ferman ve kanunlar da çıkarıyordu. İlmiyede mülazemet sistemini ve mevalizade kanununu yenibaştan düzenleme gayretleri, artan talep karşısında memuriyet sürelerinin sınırlandırılması,[20] paye sisteminin kapsamının genişletilerek daha yaygın kullanılması ve bürokraside yeni kalem ve bürolar ihdası gibi düzenlemeler yapıyordu. Başlıbaşına bir muamma olan vakıf sisteminde yeni nezaretler ihdas ederek denetimi daha etkin hale getirmeye çalışıyordu.

Erken dönemdeki ıslahatla ilgili fermanlarda mutlaka bir takım gerekçeler belirtilmiş olmakla birlikte bu dönemde geleneksel anlamda ıslahat risalesi yazılması adeti henüz olmayıp, ancak XVI. asrın ikinci yarısından itibaren bu tür eserler yazılmaya başlanmıştır. Bu dönemde Lutfi Paşa’nın Asafnâme’si en yetkili kalemden çıkmış muhtasar fakat gerçekçi bir ıslahat risalesidir. Paşa, risalenin yazılış sebebini”. Bu hakire veziriâzamlık mansıbın ferman buyurduklarında zamanede bazı âdâb u erkan ve kanun-ı divaniyi evvel gördüklerime muhalif ü perişan gördüğüm için… bu riselyi telif edip…” ifadesiyle bunun bir ıslahat risalesi olduğunu ifade etmiştir. Eser bir giriş ve dört bölüm halinde düzenlenmiş, bölümler içerisinde veziriazamın yetki, sorumluluk ve münasebetleri, daha sonra kara ve deniz seferleri, hazine ve maliye meseleleri, reaya ve seyyid-şerif gibi bazı imtiyazlı zümrelerin durumu vâkıfane değerlendirilmiştir.[21]

Alî’nin 1581 yılında kalame aldığı Nushatü’s-selâtîn ise siyasetnâme türünün bu dönemde gerçek bir örneğini teşkil etmektedir. Oldukça kapsamlı olan eser Osmanlı hanedanı ve padişahlarından bahseden girişten sonra, dört bölüm ve sonuç olarak düzenlenmiş, ilk üç bölümde sultanların yetki sorumlulukları, kanuna aykırı ortaya çıkan konular, devlete zarar veren hususlar ele alınmış, son bölümde kendi hayatını ve olaylar karşısındaki hissiyat ve gözlemlerini dile getirmektedir. Sonuç kısmı tavsiye ve temennileri ihtiva etmektedir.[22] Alî’nin Mevâ’idü’n-nefâ’is fî kavaâ’idi’l-mecâlis’i[23] de benzer türden bir deneme olmakla birlikte ele aldığı konular itibariyle toplumsal ağırlıklı bir muhtevaya sahiptir. Nitekim sosyal konulara toplumsal gelişmelere çok önem veren müellif, Kahire’de bulunduğu sırada oraların örf adetlerini, halkını Hâlâtü’l-Kahire mine’l-âdâti’z-zâhire[24] adlı çalışmasında tahlil ve tasvir etmiştir.

Bu dönemde konu ile ilgili çalışmaları sadece müstakil olarak yazılmış risalelerden ibaret saymak yanlış olacaktır. Özellikle Osmanlı tarihlerinde siyasi askerî ve sosyal olaylar anlatılırkın münasebet düştükçe her tarihçi kendi düşünce ve anlayışı çerçevesinde gelişmeleri teşhis ve bozuklukları gidermek için önerilerde bulunmuştur. Alî’nin Künhü’ahbar’daki dikkate değer gözlemleri yanında çağdaşı Selânikî XVI. yüzyılın ikinci yarısına (1563-1600) ait tarihinin çeşitli bahislerinde bir risale hacmini hayli aşacak ölçüde oldukça sıhhatli tespitlerde bulunmuştur. Daha sınırlı olmakla birlikte Peçevî, Hasan Beyzâde ve Topcular Katibi’nin XVII. yüzyıl ortalarına kadar gelen tarihlerinde de aksaklıklar ve alınacak tedbirlerle ilgili benzer pasajlar bulmak mümkündür.

Diğer taraftan geleneksel teşhisin ötesinde konuya gerçekçi yaklaşan yazarlar da bulunmaktadır. İlmiye mesleğinden gelen Hasan Kafi el-Akhisarî (ö. 1025/1616) çeşitli medreselerde müderrisliklerde bulunmuş birçok eser telif etmiştir. Devlet düzenine dair önce Arapça daha sonra çok beğenilmesi üzerine III. Mehmed’in buyruğu ile Türkçeye tercüme ettiği Usulü’l-hikem fî nizâmi’l-âlem’i giriş, dört bölüm ve sonuç halinde düzenlemiş, girişte geleneksel tasnife uyarak toplumu ümerâ, ulemâ, ziraat erbabı (reaya) ve ticaret-sanat erbabı olarak dört sınıfa taksim etmektedir. Bölümlerde ise devlet nizamiyle ve yöneticilikle ilgili vasıflar; istişare ve re’yin önemi; harb aletlerinin kullanılmasının luzum ve vucubu; zafer ahvali ve sonuçlarıyla ilgili konular işlenmiş, sonuçta ise barış ve antlaşma konusu değerlendirilmiştir. Yazıldığı dönemden itibaren dikkat çekmiş ve daha sonraları çeşitli Batı ve Balkan dillerine tercüme edilmiş olan eserde ateşli silahlar ve harp teknolojisiyle ilgili gözlemleri çok dikkat çekicidir. Hasan Kafi, elli yıldan beri serhadlerde, özellikle Hırvat hududunda düşmanların yeni bir silahlar icad edip kullanarak Osmanlı’yı mağlup ettikleri, ancak Osmanlı’nın da akabinden benzer silahlar kullanarak Allah’ın izniyle küffarı perişan ettiği, fakat halen düşmanların yeni icad olunan silahları kullanmakta çok ileri gidip nice toplar, tüfenkler icad edip onları mükemmel kullandıklarını, Osmanlı askerinin o tür silahları hatta geleneksel silahları bile kullanmada çok ihmalkar olduklarını ve bunun sonucu olarak cenge dayanamayıp harbden firar ettiklerini yana yakıla anlatmaktadır. Hasan Kafi, asker ve silah adedinin yoklanmasının önemli olduğunu söylemekte, çoğu kere örneklerini Osmanlı öncesi İslam dünyasından vermektedir.[25]

Bu tür çalışmalar arasında haklı bir şöhreti olan Koçi Bey Risalesi, muhtevasının zenginliği yanında eserin önemini artıran asıl nokta buradaki fikir ve önerilerin arzlar halinde IV. Murad ve Sultan İbrahim’e sunulmuş olması ve bizzat padişah tarafından uygulanmış olmasıdır. Eserin muhtevası başlıca yönleriyle rüşvet, sadrazamın bağımsızlığı, saray nüfuzunun kaldırılması veya asgariye indirilmesi, ulemanın sadece liyakat esas alınarak yükseltilmesi, haksız ve sık azlin önlenmesi tımar tevcihlerinin liyakata göre yapılması, tımar topraklarının her ne şekilde olursa olsun vakıf, mülk, paşmaklık haline getirilmemesi, beylerbeylerin yoklamalarını düzenli yaparak, tımarları layık olanlara vermeleri, cebelü sayısının artırılarak merkez ve eyalet birlikleri arasında denge sağlanması, kapıkulu konusunda “kanun-ı kadim”e aykırı bid’at uygulamaların lağvedilmesi, saraydan “çıkma”ların yedi yılda bir düzenli yapılması gibi muşahhas, gerçekçi önerilerdir.

Katip Çelebi bilimsel çalışmaları ve eserleri yanında çok yönlü ıslahatçı kişiliği ile de dikkati çekmektedir. Onun değişik alanlardaki ıslahat önerilerini ayrı ayrı kitap ve risaleler halinde toplamış olması o devri bir görgü şahidi ve gözlemcinin kaleminden tanımaya vesile olmuştur. Onun, Mizanü’l- hak fî ihtiyâri’l-ehakk’ı,[26] ağırlıklı olarak sosyal içerikli bir eserdir. XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda çatışmalara kadar varan, büyük sosyal çalkantılara sebep olan yirmi bir konu ele alınmış, bizzat görgü şahidi olarak tahlil edilmiş, bütün bu karışıklık ve tartışmalara sebep olan ilmî ve fikrî gerilemenin sebepleri, ulemânın tahsil durumu girişte açıklanmıştır. Fikrî plandaki gerileme ve ıslahat ihtiyacı Mizan’da çok dokümanter olarak tasvir edilmiştir. Katip Çelebi’nin burada Osmanlı ilim hayatı için yaptığı tahliller çok realist görünmektedir. Eser kendi çağında değişik yorumlara yol açmış, bunun üzerine Şeyhülislam Abdürrahim Efendi’den mutalaa sorulmuş, şeyhülislam bu kitabla ilgili fetvasında “Allah müellifine en güzel mükafaatı versin, bu risalede halkın ahvali için uzlaştırma, irşad ve itidal vardır” kanaatini ifade etmiştir. Katip Çelebi bir mukaddime üç fasıl halinde düzenlediği Dustûrü’l-amel li-ıslâhi’l-halel’in mukaddemesinde İbn Haldun’un tavırlar nazariyesini, bölümlerde ise, reayayı, asker ahvalini ve hazineyi değerlendirmiş, daire-i adelet görüşüne vurgu yapmıştır. Müellif, derya ahvali ve deniz seferlerine dair ıslahatçı fikirlerini denizcilik tarihi ile ilgili Tuhfetü’l-kibâr fî esfâri’l-bihâr[27] adlı eserinde dile getirmiş, çeşitli denizlere, sahillere, adalara hakim olan Osmanlı Devleti için denizin önemi “Hafi olmayaki bu Devlet-i Aliyye’de rükn-i a‘zam ve şanına takayyüd ü ihtimâm elzem olan umûr deryâ ahvâlidir” ifadesiyle belirtip, bunun gerekçelerini saymıştır. Eserin son bölümü olan yerdinci bölümde kaptan ve korsanlara kırk öğüdü sıralamıştır.[28]

XVII. yüzyılın ilk yarısında kaleme alınan ve muhtemelen Kemankeş Mustafa Paşa’ya sunulan anonim Kitabu mesâlihu’l-müslimîn[29] şekil ve muhteva özellikleriyle geleneksel ıslahat risalelerinden ayrılmaktadır. 52 başlık altında toplanmış olan eserde başlıca ilmiye, seyfiye ve kalemiye ile ilgili konular, mali, ictimaî-iktisadî mevzular ve bunlara dair yorumlar olmak üzere birkaç ana konuda toplamak mümkündür. Çağdaşı diğer risalelerin aksine burada eski özlemi olmadığı gibi kanun-ı kadim yerine yeni düzenlemeler önerilmektedir.[30] Birçok konuda farklı yaklaşımı olmakla birlikte özellikle ilim erbabına dinî ve hukukî görev imkanı olmadığında taşrada tımarlı sipahî zümresine ilhak edilmelerinin hem kendilerine iş imkanı olması, hem de asker ve tımar erbabının eğitim seviyesinin yükselmesine vesile olacağını ifade etmektedir.

Diğer taraftan Katip Çelebi ilmiye ve medrese eğitimi konusunda gözlenen gerileme ve bozulmanın sebepleri konusunda daha önceki tespitlerden oldukça farklı bir yorum yapmaktadır. Ona göre medreselerden “felsefiyattır” gerekçesiyle Mevakıf derslerinin ve aklî ilimlerin kaldırılması medreseleri büyük bir gerilemenin içine sokmuştur. Katip Çelebi kendi döneminde dinî ve sosyal muhtevalı birçok karışıklık ve tartışmalara şahid olmuş, çok sathi ve basit bilgilerlele toplumun yaşadığı kargaşayı ve medrese mezunlarının bunlar karışısında çok yetersiz kaldığını, çözüm getiremediklerini görmüş, bunun üzerine düşünmüş ve medresenin bir çözüm üretememesini, tahlil etmiş ve düşünceye, yoruma, felsefeye ağırlıklı olarak yer veren bir programın eskiden olduğu halde artık uygulanmamasının buna sebep oduğunu tespit etmiş ve bunu etraflı bir şekilde incelemiş ve misallerle ortaya koymaya çalışmıştır.

Daha geç bir tarihte olmakla birlikte: Osmanlı’daki menfi gelişmeleri yakından gözlemleyen ve bunlara ait fikirlerini misallerle ortaya koyanlardan birisi de tarihçi Mustafa Naima (ö.1716)’dır. Tarihinin girişinde İbn Haldun’un meşhur tavırlar nazariyesi ile bu gelişmeleri bir ölçüde tabii bir değişim olarak kabullenmektedir. Özdeki bu değişimin gerçek sebebi belki gelişen olaylar ile açıklanabilir. Memleketi Halep’de belli belli seviyede tahsilden sonra İstanbul’a gelerek Saray baltacıları zümresine dahil olan içindeki tahsil aşkı ile Bayezid Camii derslerine devam eden, başta tarih olmak üzere edebiyat, nucum ilmine karşı büyük ilgisi olan Naima kısa bir süre sonra Divan-ı Humayun katipleri arasına girmiş bu onun için yeni bir hayatın başlangıcı olmuştur. Önce Kalayı-koz Ahmed Paşa’nın sonra Amcazade Hüseyin Paşa’nın himayesini gören tarihçi kendisine tevdi edilen Şarihu’l-Menarzade’nin notlarına dayanarak (1000-1070/1693-1660) yılları arasını içine alan o meşhur tarihini telife başlamıştır.

Eserinin mukaddimesinde eas itibariyle İbn Haldun’dan etkilenerek tarih sosyolojisi ve felsefesi açısından ve kendi yorumlarını aktarması bakımından önemli sayılacak bilgiler vermekte, burada onun asıl hedefi Osmanlı Devlet ve teşkilatını içerisinde bulunduğu ve benimsediği tavırlar nazariyesinin beşinci merhalesinin yani çöküşün yaşandığına inandığı o dönemde devlet nasıl kurtarılabilir sorusuna cevap aramakta, bir bütün olarak düşündüğü İslam tarihinden müşahhas örnekler vermektedir. Ancak Naima’nın Osmanlı Devlet teşkilatının gerileme ve bozulmasiyle ilgili asıl tespitleri siyasi ve sosyal olayları anlatırken eski ile mukayese ederek çok sık temas ettiği mümesseseler tarihi ile iligili kayıtlarıdır. Bunların çoğundan Naima’nın hissiyatını da çıkarmak mümkündür. Özellikle İlmiye. Seyfiye ve kalemiyenin durumları, askerin daha önce emsali görülmemiş biçimde nüfuzunu kendi çıkarı için kullanması, memuriyetlerdeki istikrarsızlık etkili bir şekilde dile getirilmektedir.[31]

Buradaki tespitler, çare ve teklifler daha sonra Nahifi’nin Nasihatü’l-vüzerâ’sı,[32] Defterdar Mehmed Paşa’nın Nesâyihu’l-vüzerâ ve’l-ümerâ’sı[33] gibi bazı eserlere önemli ölçüde malzeme teşkil etmiştir. Sarı Abdullah Efendi de (ö. 1660) IV. Mehmed namına Nasîhatü’l-mulûk tergîben li-hüsnü’s- sulûk adıyla bir risale yazmış, iki bölümden oluşan eser daha sonra Osmanzâde Taib tarafından Telhîsü’n-nesâyih adıyle ihtisar edilerek basılmıştır.[34]

Devrin aydınlarının ilim ve bürokrasi erbabının tespit ve önerilerinin ne ölçüde gerçekçi ve isabetli olduğu sorusu önemle üzerinde durulması gereken bir husustur. Muhteva açısından tahlil yapıldığında aydınların her zaman derinlemesine analiz ve sentezler yapamadıkları, bozulma sebepleri ve bunları gidermek için ileri sürdükleri çarelerin esas itibariyle geleneksel siyasetname, nasîhatü’l-mülük, nasîhatü’l-vüzera edebiyatında anlatılanlara birçok bakımdan benzediği gözlenmektedir. Geleneksel olarak hassasiyetle vurgulanan rüşvet ve zulmün yaygınlaşması, adalet kavramının sarsılması, müesseselerin iyi işlememesi, yetki ve sorumluluk sahibi kimselerin ihmal veya menfaat sebebiyle bunun gereğini yerine getirmemeleri, askerin disiplinsizliği gibi sebepler gözlemcilerin müştereken saydıkları konulardır.

Islahat çalışmalarının sağlıklı bir tahlilini yapabilmek için iki önemli zümrenin durum ve tutumunu iyi incelemek gerektir. Bunlar ulema ve askerdir. Bunların ayrı ayrı tavırları kadar ittifak ve ihtilafları da önemlidir. Ulemanın bu konuda verdiği fetvalar başta olmak üzere eğitim ve kaza alanlarındaki rolleri, padişah hocası ve müşavir olarak ifa ettikleri hizmetler müesseselerin teşkilinde olduğu kadar ıslahında da önemli rol oynamıştır. Islahat ve yeniliklerdeki öncü konumları XIX. yüzyılda dahil olmak üzere Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir.

Yenilik ve ıslahatın meşruiyet kazanması ve kamuoyu oluşturularak halka mal olması açısından ulemanın desteğine daima ihtiyaç duyulmuştur. Ancak muhalefet eden ve bu yönde kamuoyu oluşturan ulema da daima olmuştur. Fetva pekçok yenilik girişiminde önemli bir hukuki prosedür ve icraata meşruiyet kazandırmak için sık sık başvurulan bir kurum olmuştur. Özellikle XVII. yüzyıldan itibaren devlet yönetimine tam hakim olamayan padişahlar zamanında bir destek ve meşruiyet kaynağı olarak kullanılmıştır.

Ancak doğrudan kendi menfaatlarını ilgilendiren a) Çocuklarına tanınan ayrıcalıkların kaldırılması, b) Vakıfların kontrolü ve vakıf gelirlerinden yararlanmalarının önlenmesi gibi iki konudaki girişime karşı olmuşlardır. Bu noktada konuya Batı ile Osmanlı dünyası karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirilerek yaklaşılırsa acaba nasıl bir sonuç çıkar? Bilindiği gibi Batı’da Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi İnkılabı, Pozitivizim gibi aşağı yukarı biri diğerinin birer hamle ilerisini teşkil eden akımlar Batılı aydınların çaba ve irşatları sonucu olmuştur. Bütün bunlar çağdaş Batı’yı şekillendirip, bugüne getiren hamle ve değerlerdir. İslam dünyasında ulemanın benzer bir katkısı olmuş mudur? konusu incelenmeye değer bir husustur.

Yeniçeri ise yenilik ve ıslahat girişimlerine, esas itibariyle kendi çıkarlarını ve mevcut imtiyazlı statülerini tehlikeye sokacağı düşüncesiyle genellikle karşı çıkmışlar, II. Osman meselesi, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa ve emsali hadiselerde olduğu gibi bir çok kere de kan dökülmesine sebep olmuşlar, bu nevi huzursuzluğu önlemek için ilgililer çeşitli tedbirlere baş vurmuşlardır. Nitekim III. Selim’e şumullü bir ıslahat layihası sunan Kazasker Tatarcık Abdullah Efendi özellikle Batı’dan alınacak teknoloji ve yeniliklerin isyana sebep olmaması için bunların İslamî olduğunun söylenmesini teklif etmektedir. Bu konuda II. Mahmud’un metodu daha farklıdır. Batı usulü ıslahata girişmeden önce Sahaflarşeyhi-zade Kazasker Esad Efendi, Şeyhülislam Abdülvehhab Efendi, Şeyhülislam Kadızade Mehmed Tahir Efendi gibi bazı tanınmış alimler vasıtasiyle bu girişimlerin luzum ve faydası konusunda kamuoyu oluşturma metodunu kullanmıştır.

Muhtedî ve yabancı uzmanların yeni düzenlemeler konusundaki katkı ve yardımları üzerinde de durulmak gerekir. Başlangıçtan beri devlet önemli ölçüde tercüman, istihbaratçı, Avrupa’daki askerî, dinî gelişmeler, yeni müesseseler konularında gözlemci olarak Avrupalı mühtedîlerden yararlanmıştır.

Nitekim, Katip Çelebi’nin bazı eserlerinin hazırlanmasında, Latince ve Yunanca eserlerden Batı ve Hıristiyanlık hakkında bilgi edinmede Fransız mühtedîsi papaz Mehmed İhlasî Efendi’den yararlanması, Macar asıllı mühtedî İbrahim Müteferrika’nın başta matbaa olmak üzere, yeni kurumların ve bilgilerin Osmanlı’ya aktarılması, Humbaracı Ahmed Paşa ve benzeri uzmanların orduya yaptıkları hizmetler ilk planda zikredilebilecek hizmetlerdir.

Diğer taraftan çeşitli diplomatik görevleri sebebiyle Türkiye’de bulunmuş Metternich[35] ve A. Slade gibi[36] bazı Batılı gözlemcilerin Osmanlı Devleti’nin özellikle Batı tarzı modernleşmesine karşı tavırları ve yorumları dikkat çekicidir.

Sonuç olarak; bu çalışmada genel olarak XIX. asır öncesindeki yeni düzenlemeler üzerine bazı gözlemler dile getirilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin yükselme ve olgunluk dönemlerinde oluşan aksaklıkların tespiti, bunların sebepleri ve çareleri konusu o dönemlerin yazarları kadar bugünün aydınlarının da çok farklı görüş ve fikir ileri sürdüğü sosyal ve entelektüel tarihin önemli bir konusudur.

Risâle sahiplerinin realist tespitleri yanında birçok defa geleneksel ifadelerin dışına çıkmadıkları, hâricî gelişmeleri yeteri kadar değerlendiremedikleri, yaşadıkları olayların tesiri altında fazlaca kaldıkları anlaşılmaktadır. Lutfî Paşa ve Koçi Bey’in İstanbul’a geldiklerinde her şeyin daha iyi olduğunu, aradan geçen birkaç yıl zarfında ise değişip bozulduğunu söylemeleri bu yanlış algının tipik iki örneğidir.

Yönetimin ağır sorumluluğunu üstlenmiş devlet adamı ve idareci kadronun ise daha realist ve pragmatik bir yaklaşım içinde olduğu, Batı ve Doğu’daki gelişmelerin bütünüyle değilse de önemli ölçüde farkına vardıkları, gerek bu ülkelere gerekse stratejik konuma sahip sınır eyaletlerine gönderilen fermanlardaki tespitlerden ortaya çıkmaktadır.

Prof. Dr. Mehmet İPŞİRLİ

Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 839-846


Dipnotlar :
[1] Atâ‘î, Zeyl-i Şaka’ik, İstanbul 1267, s. 184; oradan naklen İpşirli, “Osmanlı Devleti’nde Kazaskerlik”, Belleten, LXI/232, (1997), s. 642-43.
[2] Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 222.
[3] Rumeli, Anadolu ve Mısır kadılıklarındaki derecelerin isimleri için bk. Süleymaniye Ktb., Esad Efendi kısmı, Mecmu’a, nr. 2066’dan naklen, Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, s. 92-93.
[4] Medrese dereceleri için bk. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 272.
[5] Murad III bu duygusal gazelinde hissiyatını şöyle dile getirmiştir:
Gönlümün istediği bana bir âdem olsa.
Havf-ı Mevla’dan iki dîdesi pür-nem olsa.
Usr ü yüsrünü kayırmasa iki dünyanın.
Cümleten âlem iki aynına bir dem olsa.
Nefesi olsa hayat irgürücü mürdelere.
Bir kelamı nice bin yareye merhem olsa.
Zâhir ü bâtını ma’mur ve yüzü nur-ı mübîn.
Tâ-ebed nâzır olanlar ana hürrem olsa.
Mahzen-i ilm-i ledün kâşif-i sırrı hikmet.
Ey Muradî bize bir şöyle âdem olsa.
Selanikî, Tarih (İpşirli), s. 428.
[6] A.g.e., s. 425-432.
[7] Geniş bilgi için bk. Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, s. 70-74.
[8] Bu fiyat ihtilalinin etraflı değerlendirmesi için bk. Barkan, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, TTK Belleten, XXXIV/136 (1970), s. 557-607.
[9] Selaniki, Tarih, s. 853.
[10] Osmanlı Devleti’nde padişahin icra’î, idarî ve askerî yetkilerini temsil eden, ulema dışında kalan yetkililer. bk. M. İpşirli, “Ehl-i Örf”, DİA, 10, s. 519-520.
[11] Bütün sistemin temelinin adalet ilkesi olduğunu vurgulayan bu kavram “Devlet asker ile, asker hazine ile, hazine vergi ödeyen halk ile, vergi ödenen halk ise ancak adalet ile sağlanır” şeklinde ifadesini bulmuştur. Katip Çelebi, Düsturu’l-amel, İstanbul 1280/1863.
[12] Bu konuda genel değerlendirmeler ve sonuçları için bk. K. Beydilli, “Avrupa”, DİA, 4, s. 138, 143; F. Emecen, Osmanlı Siyasi Tarihi, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti, Ed. E. İhsanoğlu, İstanbul 1994, s. 49-63.
[13] M. İpşirli, “Ayn Ali Efendi”, DİA, IV, 258-259.
[14] Sun’ullah Efendi’nin konu ile ilgili birçok fetvasından bir tanesi şöyledir: Mesele: Bazı kimesneler mal-ı mukatele add olunan zeamet ve timarı birer tarik ile alup, her sene mahsulün kabz u ekl edüp, mukabelesinde ne sefere gidüp ne halife vevekilinin nızasıyle seferden kalup beytülmale hiyanet eyleseler bu makulelerin timarları ihrac ve müstehakkına verilmek içün ferman sudurundan sonra bu hususa memur olan vukuf u şuuru sebebiyle bu makule beytülmale hıyanet edüp mahsulün aldıkları timarların mukabelesinde sefer hidmetin eda etmeyenlerin timarların ihrac ve âhara verdirmeğe sebeb olsa, niçe kimesnenin ol suretten rızkın kat’ etmeğe sebeb olmağla indallah âsim olur mu.
El-cevab: Olmaz, ihmal ederse âsim ü hâin olur. Öyle zalim hainlerin rızkı değil ırkı kat’ olunmak gerektir, aldıkları dahi beytülmale redd olunmak lazımdır. Ketebehû el-fakir Sun’ullah, ufiye anh.
[15] Kitab-ı Müstetab, Haz. Y. Yücel, Ankara 1988.
[16] M. İpşirli, “Avni Ömer Efendi”, DİA, 4, s. 124-25.
[17] Avni Ömer Efendi’nin, “haslar, mâlikâne, evkaf, arpalık, ocaklık, zeamet ve timarlar, tekaüd timarları, yurtluk timarlar, malikane timarlar, münâvebe timarları, geri hizmet timarları, canbazan ve gariban timarları, voynuk beyleri ve çeribaşı timarları, yund ocaklar, timarlı kale muhafızları, müsellem timarları, hassa av kuşları timarı, ashab-ı derek timarı, derbendci timarları, atçeken timarları, Hıristiyan timarları, baştınalar” şeklinde belirlediği yirmi beş çeşit timarın anlatımı için bk. Uzunçarşılı, “Kanun-ı Osmanî Mefhûm-ı Defter-i Hakanî”, TTK Belleten, XV/59, (1951), s. 381-399.
[18] Timar sistemi hakkında daha geniş bilgi için bk. Barkan, “Timar”, İA, XII, s. 286-333; H. Cin, a.g.e., s. 85-125;.
[19] H. İnalcık, “Adaletnameler”, TTK-Belgeler, II/3-4, Ankara 1967, s. 49-145; amlf. ‘Adaletname”, DİA, 1, 346-347.
[20] M. İpşirli, “İlmiye Mesleği Üzerine Gözlemler” Osmanlı Araşıtırmaları, VII-VIII, (198), s.
[21] M. Kütükoğlu, “Lutfi Paşa Asafnamesi”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, 49-99.
[22] Alî, Nushatü’s-selâtîn, Mustafa Alî’s Counsel for Sultans of 1581, I-II, Ed. A. Tietze, Wien 1979-1982.
[23] Mevâ’idü’n-nefâ’is fî kavaâ’idi’l-mecâlis, Haz. M. Şeker, Ankara 1997.
[24] Hâlâtü’l-Kahire mine’l-âdâti’z-zâhire, Alî’s Description of Cairo of 1599, Wien 1975; Sadeleştiren: O. Ş. Gökyay, Ankara 1984.
[25] Usulü’l-hikem fî nizâmi’l-âlem, haz. M. İpşirli, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 10-11, (1981), s. 239-278.
[26] Mizanü’l-hak fî ihtiyâri’l-ehakk, haz. O. Ş. Gökyay, İstanbul 1980.
[27] Tuhfetü’l-kibâr fî esfâri’l-bihâr, haz. O. Ş. Gökyay, İstanbul 19.
[28] A.g.e., s. 235-240.
[29] Haz. Y. Yücel, Ankara 1988.
[30] A.g.e. s. 93-94.
[31] Genel değerlendirme için bk. Z. Arslantürk, Naîma’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, İstanbul 1997.
[32] M. İpşirli, “Nahîfî’nin Nasihatü’l-vüzerâsı”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 15, (1997), s. 15-27.
[33] Nesayihu’l-vüzerâ ve’l-ümerâ’, Ed. W. L. Wright, Princeton 1935.
[34] İstanbul 1283/1866.
[35] Metternich, İstanbul’daki elçisi Appony’ye yazdığı mektubunda Tanzimat ve ıslahat çalışmalarıyla ilgili olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çökme halinde bir vücut olduğu bu çöküşe sebep olan fenalıkların başında, ilk temellerini Sultan Selim III’in attığı, son padişahın ise derin bir cahillik ve muazzam bir hayal gücü ile desteklediği Avrupavarî reform zihniyeti geldiğini belirttikten sonra Babıali’ye tavsiyede bulunarak hükümetinizi, bir güç olarak varlığınızın temelini teşkil eden ve padişah ile tebaası arasındaki başlıca bağlantıyı meydana getiren, dinî müesseselere saygı esası üzerine kurulması, yönetim sisteminin düzene konulması, ıslah edilmesi, Türk milletine gitmeyen reformların ve sistemin alınmaması. Aksi taktirde, padişahın yıktığı değerleri, yerine koydukları kadar bilmediği sonucuna varılacağını söyledikten sonra çözüm olarak Türk kalınız ve şeriate uyunuz” sözlerini söylemektedir (Engelhardt, La Turquie et le Tanzimat, I, 48-49’dan naklen F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, (1789-1914), Ankara TTK 1997, s. 225.
[36] Slade, II. Mahmud’un kıyafet reformunun bazı cepheleri hakkında yorumları zikre değer: “Sultan Mahmud hiçbir şeyde, Türk süvarisinin binicilik tarzını değiştirmekten daha büyük bir hata yapmadı. Türk süvarisinin atları üzerindeki mükemmel hakimiyetiyle, dünyanın en nizamsız atını en nizâmî hale getirmek için yalnız küçük bir tertip gerektiren mükemmel oturuş yerleri vardı. Fakat Mahmud bütün değişikliklerinde maskeyi insan diye, kabuğu da meyve diye aldı. Avrupalı süvarî uzun üzengili düz eyerlere biniyordu. Bu yüzden kendi süvarisinin de aynı olması gerektiğini zorunlu zannetti. Bu körü körüne şekil taklidi sadece faydasızdı veya yalnız fizikî rahatsızlık ve sabır bakımından verimliydi. Fakat sınırsız bir nefret yaratan manevî bir kötülüğü kanıtladı. A. Slade, Record of Travels in Turkey, Greece. in the Years 1829, 1830, and 1831, London 1832 (2. ed. 1854), II, 210-211’den naklen Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Kıratlı), Ankara 1984, s. 101].
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.