Osmanlı Dönemi Türk Finans Sisteminde Sorunlar Ve Gelişmeler
Osmanlı Devleti’nin üç kıtaya yayılma ve büyük devlet olmasında en önemli etken, her halde, tebaasının çoğunluğunu oluşturan reayaya iyi davranışı ve sosyal refah düzeylerini yükseltmiş olmasıdır. Ayrıca din-ırk ayrımı gözetmeksizin reaya devlet ilişkilerinde kanunları esas alması ve devlet sistemini reayasının çalışması, zenginliği ile devletten memnuniyeti temelleri üzerine oturtmuş olduğu için XVI. yüzyıldan itibaren Orta Doğu ve Balkanlar’ın hakimi durumuna gelmiştir.
Osmanlı Devleti, XV. yüzyıldan itibaren tarım, ticaret, el zanaatları üretimi ve finans alanlarında gerçekleştirmiş olduğu dikkate değer gelişmelere bağlı olarak kendini gelişen olaylar karşısında sürekli yenileyen bir ekonomik yapıya sahip olduğu için toplumu refah içerisinde yaşatmaktaydı. Toplumun refahı, sınırların genişlediği ve giderlerin giderek arttığı, buna karşı gelirlerin sabit kaldığı XVI. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. XVI. yüzyıldan sonra refah düzeyinde olmasa da, iktisadî bakımdan belirgin olarak gözlenen durgunluk ve hatta gerilemeye rağmen XVIII. yüzyılda devletin birçok bölgesinde ekonomik büyümenin varlığını gösteren önemli iktisadî faaliyetlerin olduğu da bir gerçektir. Ancak, bu oluşan istisnai durum yeterince genelleştirilemediği, hatta korunamadığı için mukadder sonuç kaçınılmaz olmuş yüzyıl sonlarına doğru gerileme ve çöküş devam etmiştir.
Osmanlı devlet adamları, ekonomik yapının bir çöküşe doğru sürüklendiğini ancak XVII. yüzyıl sonlarında fark edebilmişlerdi. Yani, ilk toprak kaybı ve mağlubiyet acısının ilk defa yaşandığı Karlofça Antlaşması ile… Bu mağlubiyetle Osmanlı Devleti, bazı büyük eyaletlerini kaybetmiş ve devrin aleyhine döndüğünün farkına varmış oluyordu.
Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Osmanlı Devleti, bilhassa sınırların kuvvetlendirilmesi, idarî, malî ve iktisadî durumun ıslahı, ordu ve donanmanın yeniden yapılandırılması işleri ile uğraşmıştır. Üstünlüğü kaptırmış olduğu Batı ile nasıl baş edebileceği ve eski gücüne tekrar nasıl ulaşabileceği sorularına cevap bulma dönemi başlamıştır. 1699’dan sonra başlayan dönemde, Osmanlı tahtına devletin içine düştüğü durumu gören ve bu durumdan kurtarma çareleri arayan padişahlar çıktı ise de, önlerinde her zaman iki büyük engel buldular:
Birincisi, Türk ordusunun omurgasını teşkil eden yeniçerilerin modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski düzen ve ananelerini de terk ederek, askerlikle ilgilerini kesmeleriydi.İkincisi ise, yeniliklere değer veren ve ilme açık bu padişahların yanında kendilerine yardımcı olabilecek devlet adamlarının yokluğunun şiddetle hissedilmesi, yani kaht-ı rical.
Bütün olumsuzluklara rağmen, gerek dönemin aydınları gerekse devlet yöneticileri durumun farkında idiler. Ama, çözüm konusunda idareciler; ulaştırma imkanlarının sınırlı, malî-bürokratik organizasyon, metot ve vasıtalarının yetersiz bulunduğu ve millî gelirin çok küçük bir bölümünün nakdî mübadeleye katıldığı ziraî bir ekonomi modelinin esas alındığı kanûnlara itaat edilmesinde ısrar ederken; Islahatçı aydınlar, Batı’daki gelişmeleri örnek alarak ekonomik yapının çağdaşlaştırılması için gerekli yeniliklerin yapılmasını istiyorlardı.
Bu hususta, padişahlar tarafından yayınlanarak günümüze ulaşan Adâletnameler, adâlet fermanları ve dönemin aydınları tarafından isimli veya isimsiz olarak kaleme alınan layihalar ile nasihatnâmeler en önemli belgelerdir.
XVII. yüzyıldan itibaren devletin yönetim kadrolarının yetersizliğini, hukukun işlemez olduğunu gören gözlemciler durumun sebebi olarak; şer-i şerîfe riayetsizlik ile adete ve teâmüle dayanan kanûnnâmelerin ihlâlini, eserlerinde vurgulamışlar. Çözüm önerileri ise kanûn-ı kadîme uyma ve eski günlere geri dönme olmuştur. Bu gözlemciler, her ne kadar isabetli durum tespiti yapmış iseler de, çözüm önerilerinde maalesef yetersiz kalmışlardır. Ancak, III. Selim ve II. Mahmud devri gözlemcilerinin ıslâhat layihaları, muhteva ve içerik yönünden kendinden önceki layihalardan farklılıklar göstermektedir. Bu devrin ıslahatçı yöneticileri eksikliklerine rağmen çok cesurane bir çıkışla çözülme sebeplerini tespit ve yerinde çözüm önlemleri almaya başlamışlardır. Hemen hemen bütün ıslahatçı devlet adamı ve aydınların üzerinde durduğu ekonomik durumu; devletin gelirlerinin sabit kalması, hatta giderek düşmesi, buna karşı giderlerin hızla artmış olmasına bağlamaktadırlar. Bu durum, tarihin her döneminde büyük devletlerin başına gelmiştir. Devletin işleyişinde çağın icaplarına göre giderlerini karşılayacak gelir kaynakları oluşturan devletler yoluna devam etmiş, bu kaynakları oluşturamayanlar ise tıpkı Roma, Bizans ve nihayet Osmanlı Devleti gibi tarihteki yerlerini almışlardır. Bu sebeple, devletlerin yükseliş ve çöküş dönemlerinde etkin bir rol oynayan giderlerin karşılanması için uygulanan kredi ve finans sistemi iyi incelenmelidir.
Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş sebepleri konusunda bu güne kadar çok şey söylendi/yazıldı. Ancak, Sanayi İnkılâbı sonrası kredi ve finans sistemi içerisinde önemli bir yer tutan bankacılık konusundaki eksiklik pek irdelenmedi. Mesela; bir kredi kurumunun yokluğu sebebiyle devlet kontrolünün zayıflayıp yok olduğu dönemlerde fırsatçı sarraflardan yüksek faizle borç para almak mecburiyetinde kalan reayanın, borcunu çeşitli sebeplerle ödeyemediği için, toprağını kaybetmek durumunda kalmış olması yeterince irdelenememiştir. Yani XVIII. yüzyıldan itibaren geleneksel ekonomi modelinin çağdaş devletlerce geride bırakılması ve yerine paralı/nakdî ekonomik sistemi oturtmalarına karşın Osmanlı Devleti’nin eski modelde (zirai ekonomi) ısrar ederek gerileme ve çöküşten kurtulma çabaları yeni yeni araştırıcıların dikkatini çekmektedir. Çağdaş dünyanın devlet gelir ve giderlerini önemli ölçüde denkleştiren bu yeni ekonomik model, Batılı ülkelerin kurmuş oldukları Merkez Bankası sayesinde sağlıklı olarak işlerken, Osmanlı Devleti bütçe açıklarını maliyeti yüksek ve devlete sürekli gelir kaybettiren yöntemlerle karşılamaktaydı.
Hiç şüphesiz dünyanın nakdî ekonomiye yönelmesine Osmanlı Devleti kayıtsız kalmamıştır. Dirlik sistemi ile yönetimi mümkün olmayan, bürokrasi ve askerleri için gerekli olan nakit ihtiyacını karşılamaya yönelik uygulanan iltizam gelirlerinin miktarını artırma yoluna gitmiştir. Bu uygulama, geleneksel ekonominin bel kemiği olan tımar sistemi aleyhine geliştiği için de faydadan çok malî yapıya zarar vermiştir. Bu sebeple devlet, bunalım dönemi bütçe açıklarını kapamaya yönelik; masrafları kısma, muhallefat ve müsadere, tağşiş, malikane sistemi, esham (gizli iç borçlanma) ve çoklu hazine gibi giderleri azaltmak ve gelirleri çoğaltmak mantığına dayanan önlemler almaya çalışmıştır.
Bir diğer gelir arttırıcı önlem ise; sanayi toplumunun oluşumuyla birlikte bütçe için yeni bir kaynak olan para politikasıdır. Osmanlı Devleti gerek çağdaş dünya ekonomilerinde gerekse geleneksel ekonomilerde görülen bir finans aracı olarak paradan yararlanma politikası izlemiştir. Ancak, bir farkla ki; bütün geleneksel ekonomilerde olduğu gibi, Osmanlı ekonomisi madeni para sistemine dayanıyordu. Bu sistemin esası paranın yani altın ve gümüşün mübadele aracı olarak kullanılması ve eşya olarak kullanılmasının en aza indirilmesidir. Madeni para sistemi günümüz para sisteminden mahiyet olarak farklı olduğundan fiyat hareketleri veya işsizlik karşısında değişik uygulanan para politikası da söz konusu olmamıştır.
İktisadî hedeflere ulaşmak için uygulanan para politikasının başarıya ulaşması için fiyat istikrarı ile tam istihdamı sağlamak, ödemeler dengesinin, iktisadî büyümenin ve adil gelir dağılımının sağlanması gereklidir. Para miktarı, kredi hacmi ve faiz oranları bu politikanın uygulanmasında asli unsurları teşkil ederler. Para politikasını yürüten otorite, genellikle Merkez Bankası’dır. Enflasyon söz konusu ise, para ve kredi hacmi daraltılır, durgunluk ve işsizlik söz konusu ise genişletici para politikası uygulanır. Günümüzde para kavramının belirsizliği para sisteminin uygulanmasını ve sonuç alınmasını zorlaştırmaktadır. Oysa madeni para rejimlerinde para kavramı çok nettir. Bunun tarihte yaşanmış örnekleri arasında sayılan Osmanlı para sistemi; 1300-1477 arasında “akçe” denen gümüş sikkeye ve onun katlarına dayanan monometalist, 1477’den itibaren de ilk Osmanlı altın parasının (Sultani) basılmasıyla birlikte bimetalist dönemler geçirmişti. Bakır paranın (Mankur) tedavülde olduğu sıralarda ise (özellikle 1688-1691) trimetalizm söz konusu olmuştur.
Osmanlı Devleti bütçenin açık verdiği dönemlerde bir finansman aracı olarak paradan yararlanmıştır. Bununla ilgili bir çok belge mevcuttur. Zira tahta geçen her yeni padişahın kendi adına para (sikke) bastırması gerekiyordu. Hazine bundan darp hakkı ve darp ücreti olarak bir kazanç elde ediyordu (tecdid-i sikke siyaseti).
Osmanlı para sistemi Tanzimat’a girerken biraz karmaşıktı. Nitekim II. Mahmut döneminde 36 çeşit gümüş paranın tedavül ettiğini söylemek sanırım bu karmaşıklığı daha iyi açıklar. Tanzimat’la birlikte para sistemine bir düzen verilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla önce kaime çıkarılmış ve ardından da dört sene sonra Tashih-i Ayar Fermanı’yla sikke konusu düzenlenmeğe çalışılmıştır.
Osmanlı para sistemi içerisinde devletin itibarını sarsan en önemli gelişme kaime tedavülüdür. Çünkü kaime tedavülünün sebep olduğu en büyük ve telafisi en zor olan netice, halkın devlete olan güvenini kaybetmesidir. Devletin kaime hususunda vermiş olduğu taahhütleri yerine getirememesi ve birinci tertip uygulamaların güveni sarsması sonraki uygulamaları da etkilemiştir. Bu durumun meydana getirdiği siyasi ortamı bir kenara bıraksak bile; esas mesele sağlam bir ekonomik yapının ve piyasanın olmadığı bir ülkede söz konusu güvenin tekrar sağlanmasının son derece güç bir iş olduğudur.
Kısaca söylemek gerekirse, çağdaşı Batılı devletler oluşturdukları merkez bankaları vasıtası ile bir finansman aracı olarak paradan yararlanırken, Osmanlı Devleti, merkez bankasına sahip olmadan bir finansman aracı olarak paradan yararlanmaya çalıştığı için faydadan çok zarar görmüştür. Bu fırsattan yararlanmak isteyen yabancı finans kurumları ile yerli gayri-müslîm bankerler banka kurmak için devlet yöneticilerini ikna etmek için ellerinden gelen bütün gayretleri sarf etmekten geri durmamışlardır. Bu konuda en güzel örnek Osmanlı Bankası’nın kuruluşu için yapılan müracaat raporudur.
Osmanlı Devleti’nde on sene imtiyazlı bir banka kurmak için devlete yapılan bu müracaatta şöyle denilmektedir: “banka denilen şey, muâmelât-ı umumiyye-i ticaret ve sanayi ve ziraati teshîl ve tevsi’ zımnında yapılan sarrafhâne-i umumi-i memleket olub bunun menâf’-i fevâidi hakkında her devlet lüzûmunu bilüp yapmış olmalarından büyük delîl olamaz.” Buradan Osmanlı devlet adamlarının daha bankanın ne işe yaradığını dahi bilmediğini çıkarmak mümkündür. Çünkü müracaat raporu uzun uzadıya bankanın ne işe yaradığını anlatan bir girişle sunulmuştur.
XIX. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı Devleti’nde resmi bir banka kurulamamıştı. Bu boşluk, yaklaşık bir asır çağdaşı Batılı devletlerden farklı olarak sarraf ve bankerler ile para vakıfları ya da mürabahacılar tarafından doldurulmuştur. Bu sebeple bankacılıktaki gecikme, Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri arasında yer alması gereken en önemli hususlardan birisi olarak görülmeli. Duraklama ve gerilemeyi ortadan kaldıracak bir kredi ve finans kurumu olan bankacılık sisteminin zamanında kurulamamış olması önü alınamaz çöküşün de asıl sebepleri arasında sayılmalıdır.
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörlüğü / Türkiye