Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Dirlik Sistemi

1 136.056

Doç. Dr. Mustafa OFLAZ

Osmanlı Devleti’nde, bir bölgeye ait gelirlerin, belli hizmetler mukabili, maaş olarak askerî ve sivil erkâna terk ve tahsisi işlemine dirlik ya da tımar diyoruz. Dirlik ve tımar sürekli birbirlerinin yerine kullanılmış olup, dirlik sistemin genel ismidir. Tımar ise hem sistemin hem de dirlik çeşitlerinden üçüncü dilimin ismidir. Muhtemelen tımarların hem sayıca çok fazla olması hem de zeamet ve haslara göre daha fonksiyonel olması sebebiyle dirlikle eş anlamlı olarak ve diğerlerini de ifade eder tarzda kullanılmıştır. Dirlik ya da tımar, ordunun ve subaylarının sürekli askerlik hizmetlerine ve kendilerinin ve adamlarının savaşa hazır olmaları, sefere çıkıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silah, malzeme ve yiyeceklere karşılık ödenen bir maaş gibiydi. Osmanlı dirlik sistemi Avrupa Feodalite rejimiyle sık sık karıştırılırsa da, iki sistem hem menşe’, hem mülkiyet hakları, hem iktisadî hem de hukukî yönlerden birbirlerinden tamamıyla farklıdır.[1]

Osmanlı Devleti’nde dirlik sistemi bütün eyaletlerde mevcut olmayıp, “haslı” olarak niteleyeceğimiz eyaletlerde bu sistem mevcuttur. Osmanlı Devleti en geniş topraklara ulaştığı dönemlerde 34 beylerbeyilik mevcut olup, bunlardan 25’i haslı, 9’u salyanelidir. Haslı eyaletler dirlik sisteminin mevcut olduğu eyaletler olup, bunlarda arazi gelirleri tımar, zeamet ve has şeklinde ayrılmıştır. Salyane yıllık demek olup, bu eyaletlerde zeamet, tımar vb. toprak dirlikleri yoktur.

Dirlik sisteminde özellikle vurgulanması gereken hususların başında gelen tahsise konu olan şeydir. Sıkça yanlış anlaşılan veya yorumlanan husus, tahsise konu olanın arazi parçaları olduğudur. Halbuki burada terk ve tahsis edilen toprak değil, belli bir toprak parçasına ait arazi gelirleridir. Bir kısım askerî erkâna tahsis edilen ve oldukça az sayıda olan hassa çiftliklerini istisna edersek, tımarlı sipahinin arazi tasarruf etmesi veya kendi dirliğinden yakınlarına miri araziye ait tasarruf hakkını tahsis etmesi kesinlikle mümkün olmayıp, hatta dirliğini kaybetmesine sebebiyet vermektedir.

Daha Osman Bey’den itibaren uygulanmaya başlayan sistem devletin asıl gücünü oluşturan üç unsurdan biri olarak gösterilmektedir. Nitekim dirlik sistemi devletin hem askerî, hem malî, hem sosyal hem de idarî yapısıyla yakînen alakalıdır.

Dirlik Sisteminin Menşei

Osmanlı tarihiyle ilgilenen, özellikle de Batılı bazı ilim adamları Osmanlı dirlik sisteminin menşei hususunda çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Kimine göre sistemin menşei İran kaynaklı iken, çoğunluğuna göre de Osmanlılar bu teşkilatı Bizans’tan almışlardır. Tımar teşkilatının Bizans menşeli olduğunu ileri süren ilim adamlarının bir kısmına göre Bizans tesiri ilk dönemlerden itibaren mevcutken, bir kısmı ise İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in Bizans müesseselerini numune alarak devletini teşkilatlandırdığını iddia etmektedirler.[2]

Osmanlı tarihi ile ilgili çalışmalar yapan pek çok ilim adamı, Osmanlı Devleti’nin ilk teşkilatlanma dönemi olarak Orhan Bey Dönemi’ni kabul etmekte ve bu dönemde teşkilatlanma faaliyetleri gerçekleştirilirken Anadolu Selçuklu ve İlhanlı Devletlerinin numune olarak alındığında birleşmektedirler. Gerçekten de Osmanlı medeniyeti kendisinden önceki Türk ve İslâm devletlerinden büyük ölçüde faydalanmıştır. Bu durumda Osmanlı tımarlarını Bizans pronoyalarının bir taklidi, hatta bir devamı sayabilmek için Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında buna benzer bir müessese olmadığını ortaya koymak lazımdır. Ancak İslami Türk tarihinin özellikle Osmanlı öncesi tarihiyle, hassaten de teşkilat tarihiyle ilgilenen araştırmacıların çoğu “ikta” sistemi ile dirlik sistemi arasında büyük paralellikler olduğu ve dirliğin iktanın bir devamı olduğu hususunda müttefiktirler.[3] Daha XIV. yüzyılda tımar sisteminin Osmanlı Devleti’nde varlığı Selçuklu geleneğinin Osmanlılarda tabii bir şekilde devam ettiğine bir delil olduğu gibi, “timar, ziamet, hâss, ikta’, sipahi” gibi bu sisteme ait ıstılahlardan büyük bir kısmının Osmanlılardan evvelki Türk ve İslam devletlerinde mevcudiyeti de Bizans te’siri iddiasını red için diğer bir delil hükmündedir.[4]

“Tımar” kelimesine, eski Acemce tarihi metinlerde “ihtimam, ihsan ve inayet, bu maksatla verilen para, zahire, maaş veya ikta” manalarında daima tesadüf ediyoruz. Bu metinlerde maaş karşılığı, “nan-pare, rüsum, mevacib, cameki, berat, idrarat, zindegani” tabirlerine tesadüf olunur. Daima birbirleriyle karıştırılan ve müteradif olarak yekdiğeri manasında kullanılan bu kelimeler arasında “tımar” kelimesinin de bulunması, bunun “pronoya” mukabili olarak ortaya çıkarılmadığının bir delilidir. Anadolu Selçuklularına ait metinlerde de aynı manalarda tımar kelimesi mevcuttur. XIV. yüzyıl sonlarına ait Osmanlı eserlerinde “ekmek, ikta, tımar, dirlik” kelimeleri müteradif olarak kullanılmıştır. İslam eserlerinde daima tesadüf edilen “zaim, zeamet” tabirleriyle, “has” kelimesinin de eski İslam¬Türk devletlerinde mevcut olduğunu düşünürsek, Osmanlı tımar sistemindeki terimlerin İslam menşeinden geldiğini söyleyebiliriz. Tımar kelimesi Osmanlılara gelinceye kadar mana itibarıyla uzun bir tekamül devresi geçirmiş ve ancak o devirde muayyen bir ıstılah olarak takarrür etmiştir. Osmanlı tımar sisteminde kullanılan “dirlik” ve “sipahi” terimlerinden; dirlik, “maaş, zindegâni” gibi Arap ve Acem tabirlerinin Türkçe tercümesinden başka bir şey değildir. Sipahi ıstılahına ise, İran’da, daha Selçukîlerden evvel bile tesadüf edilmektedir.[5]

Dirlik Sisteminin Tarihi Gelişimi

Osmanlı Devleti’nin daha beylik devrinde, Osman Bey Dönemi’nde tımar sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Osman Bey daha ilk fetih yıllarında Karacahisar sancağını oğlu Orhan Bey’e, subaşılığını da kardeşi Gündüz’e verdi. Yarhisar’ı Hasan Alp’a, İnegöl’ü Turgut Alp’a verdi. Kayınatası Edebali’ye de Bilecik gelirini tımar olarak bıraktı.[6] 1317 yılından itibaren başlanan Bursa kuşatması sırasında da ele geçirdiği Bursa Kalesi’ne bağlı köyleri tımar sahiplerine dağıtmış, onlara reayayı hoşça tutmalarını tenbih etmişti.[7] Bilahare Tekür Pınarı’nın fethinden sonra bu toprakların gelirlerini de tımar sahibi sipahilere dağıtarak yurduna dönmüştü.[8]

Osman Bey, beyliği içerisinde cari olacak kanunları koyarken, tımar sisteminin esasları ile ilgili ilk kuralları da tespit etmişti. Aşıkpaşa’nın verdiği bilgilere göre Osman Bey bu hususta şöyle demişti: “Kime bir tımar verirsem elinden sebepsiz yere almasınalar. O ölünce oğluna versinler. Çok küçük dahi olsa versinler. O, savaşa yarayacak hale gelinceye kadar sefer vaktinde hizmetkârları sefere gitsin. Her kim bu kanunu tutarsa Allah razı olsun. Eğer neslime bu kanundan başka bir kanun koyduracak olurlarsa edenden ve ettirenden Allah razı olmasın”.[9] Tımar sisteminin umumiyetle Selçuklular Devri’nden kaldığı düşünülürse, Osman Gazi’nin sadece eski sistemi devam ettirdiği anlaşılır.[10]

Osmanlı topraklarının dirlik olarak dağıtılmasına Orhan Bey devam ettirmiş, bu cümleden olarak İzmit’i oğlu Süleyman Paşa’ya vermişti. Bursa sancağını da oğlu Murat’a verip adını bey sancağı koydu. Karacahisar’ı da amcası oğlu Gündüz’e verdiği gibi,[11] Karesi Beyliği’nin Osmanlı hakimiyetine alınmasından sonra büyük oğlu Süleyman Paşa’yı çağırdı, Karesi ilini ona tımar verdi.[12] Orhan Bey diğer taraftan Karesi ülkesinin sipahilerini de eski tımarlarında yön ve yöntemince oldukları gibi bıraktı.[13] Orhan Bey Devri’nde Rumeli’ye geçilip fetihler genişletilirken, bir taraftan da hızla tımar sisteminin tatbikine girişilerek Osmanlı sistemi oturtulmaya çalışılmıştır. Hatta ilk olarak fethedilen Gelibolu havalisi Yakup Ece ile Gazi Fazıl Beylere tımar olarak verilmiştir.[14]

Rumeli’de tımar sisteminin yerleştirilmesi ve bir kısım esasların tespiti Sultan I. Murad Devri’nde gerçekleşmiş olup, sistemin tesisinde Rumeli Beylerbeyi Timurtaş’ın önemli hizmetleri olmuştur. Sipahi oğlanları kuruluşu meydana getirilmesi, ölen sipahilerin görev ve tımarları evlatlarına bölüştürülerek kul oğullarının babaları görevlerinden yoksun kalmamaları yöntemi bu beyin güzel eserlerinden birisidir.[15] Dirliklerin gelirlerine göre tımar ve zeamet şeklinde ayırımı da yine Timurtaş Paşa’nın teşvikiyle Sultan Murat tarafından 1375 yılında yapılmıştır.[16]

Yıldırım Bayezid baba ve dedelerinin uygulamalarını devam ettirmiş, ülke topraklarını dirliklere ayırarak, ehliyet sahibi şahıslara tevcih etmiştir. Bu arada ele geçirdiği Anadolu beyliklerine ait toprakların bir kısmını da, beyliklerin eski sahiplerine dirlik olarak bırakmıştır. Candaroğlu İsfendiyaroğlu Kasım Bey’e verimli tımarlar bağışlayarak memnun ettiği gibi, İsfendiyar Bey’e bir mektup yazarak oğlunun tımarlarına eklenmek üzere topraklarından bazı yerleri de istemişti.[17] Bu devirde yazılmış Kenzü’l-Küberâ adlı mühim bir siyaset kitabında; “tımar, dirlik” tabirleri kullanılmakta, sipahilerin halka zulmetmemesi için bunların “ikta, tımar, dirlik”lerinin tamam olması gerektiğinden bahsedilmektedir. Eserdeki kayıtlardan; “sipahi, raiyyet, dirlik, tımar” gibi terimlerin XIV. yüzyıl sonlarına gelindiğinde umumiyetle kullanıldığı, üst düzey görevlilere hususi dirlikler verildiği, bilhassa serhadlerdeki tımar teşkilatına özel ehemmiyet verildiği, kullanılan “ulu tımar” tabirinden dirliklerin çeşitli büyüklüklerde olduğu anlaşılmaktadır.[18] Çelebi Mehmet Dönemim’nde de tımar teşkilatının devam ettiği hususunda dönemin kaynaklarında bilgiler mevcut olup, Şehzade Murat, Aydın ilinde Börklüce Mustafa’yı mağlup ettiğinde başarılı askerlere tımar tevcih etmişti.[19] Şeyh Bedreddin de Rumeli’de isyan teşebbüsüne giriştiğinde, civar illere gönderdiği adamları vasıtasıyla kendisine katılacak olan kişilere tımar ve subaşılık vaadinde bulunmuştu. Musa Çelebi yanında kazasker iken kendilerine tımar aldığı adamlar da bunun üzerine yanına gelmişlerdi.[20] Âli’den naklen Köprülü; gerek Bedreddin isyanında, gerekse II. Murad’ın saltanatının ilk yıllarındaki isyan hareketlerinde, Çelebi, Mehmed’in kardeşi Musa Çelebi’nin isyanını bastırmasından sonra, O’nu destekleyen tımar sahiplerinin ellerinden tımarlarının alınmasının önemli bir etken olduğunu kaydetmektedir. Nitekim II. Murat, Şehzade Mustafa isyanında Rumeli’deki tımar sahiplerini cezalandırmayarak durumu düzeltmeye çalışmıştır.[21]

Fatih Dönemi’ne gelindiğinde tımar teşkilatı tamamıyla yerine oturmuştu. Bu dönemde tımar sistemiyle ilgili yapılan en ehemmiyetli değişiklik Boğdan seferinden dönüşte tımar sahiplerinin beratlarının bir suretinin deftere yazılması ve köylerle çiftliklerin belirlenmesi usulünün ferman-ı hümayun gereği kanun haline getirilmesidir.[22] Tevcih usulü ilk zamanlar filan tımar falanca ve falan zeamet filana verilsin emrinden ibaret idi. Hudut ve miktarı tayin edilmeksizin yalnız tevcihi gösterir bir berat verilirdi. Boğdan seferinde tımar ve zeamet işlerinde birçok karışıklık görüldüğünden 1476’da bunlara mahsus defterler tanzim ve hususî beratlar oluşturulmuştur. Tımarlılarla zaimlerin tasarrufları altında bulunan dirliklerin bulunduğu köy ve mezraların isimleri yazılmış, hisseleri açıkça belirtilmek suretiyle ellerine hem berat hem de defter sureti verilmesi usulü kabul edilmiştir.[23] Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi sonrasında Halep Kadısı Çölmekçizade Kemal Çelebi’yi Arap defterdarlığına getirerek, yazıcılara Arap vilayetlerini sayılması, en küçük gelirleri bile defterlere işlenmesi, tımar ehline verilmeye elverişli olanların eskiden olduğu gibi bölünerek dağıtılmaya uygun hale getirmelerini emretmişti.[24]

Dirlik sistemi Kanuni Dönemi’ne gelindiğinde en ihtişamlı dönemine ulaşmıştı. Pek çok alanda olduğu gibi tımar sistemi hususunda da kanunlar gözden geçirilerek bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu dönemde yapılan en mühim yenilik “tezkireli” ve “tezkiresiz” tımar ayrımının getirilmesidir. Kanuni, 1530 yılında beylerbeyilerin hükümet merkezinin izni olmaksızın tımarları tevcih edebilmelerini kanun halinde koydu. Kılıçtan bir akçeya kadar eksik tımarları beylerbeyiler merkeze sormadan tevcih edebilecek ve kendi nişanlarıyla berat verebileceklerdi. Bu yetkinin ancak kılıç hakkına ait olduğu bu tımarlarlara “tezkiresiz tımar” denilecekti. Kılıcı aşan dirlikler ise İstanbul’a teklif edilecek, merkezden tevcih edilecek bu tımarların beratları da merkezden gönderilecekti. İstanbul’dan tevcihi yapılacak tımarlara ise “tezkireli” tımar denilmişti.

Tezkireli ya da tezkiresiz tımarın haddi, eyaletlere göre belirlenen kılıç miktarına göre değişiyordu. Yine Kanuni Dönemi’nde çıkarılan bir kanuna göre yirmi binden elli bin akçeya kadar hasılatı olan bir zeamet sahibi üç evlât bırakarak ölmüşse, bunlara dört binden altı bin akçeye kadar hasılatlı birer tımar verilebilecekti. Bu zeametin tımara tebdili hakkında bir istisna teşkil ediyordu.[25]

Tımar, XVI. asrın ikinci yarısından itibaren bozulmaya başlamıştır. İlk bozulma alametleri “düşen dirliklerin” sipahiliğe yarar kimselere verilmeyerek Hass-ı Hümayun’a katılması veya saray halkı, ümera gibi yüksek zümreye has olarak verilmesi şeklinde başlamıştır.[26] Diğer taraftan Kanuni Devri’nde yalnız seferlerde yararlılık gösteren “garip yiğitlere” değil, Anadolu’da isyan eden eşkıya gruplarına karşı hükümete yardımda bulunanlara da mükafat olarak dirlik verilmeye başlanmıştı.[27] Aynı zamanda 1530 yılından itibaren tımar erbabı eski refahını kaybetmeye başlayıp, doğu ve batıda devam eden sürekli savaşlar sebebiyle bir yorgunluk da gelmişti.[28] Ancak devletin oldukça güçlü olması ve başta oldukça otoriter bir hükümdarın olması ciddi bir problem çıkmasını önlemişti.

Kanuni’nin vefatından sonra, pek çok müessesede olduğu gibi dirlik sisteminde de bozulmalar başlamıştır. Dirlik dağıtımında uyulan esaslara uyulmaması, üst düzey devlet adamlarının tımar dağıtımına müdahale ederek kendi adamlarına dirlikler verdirmeleri sistemin bozulmasında rol oynayan ehemmiyetli hususlardır. Bu hususu Koçi Bey Risalesi’nde şöyle ifade etmektedir: “1574 tarihinden beri nedimler ve diğer padişah yakınları padişah huzurunda meydan ve rütbeler bulup saltanat işlerine karışır oldular. Vezirler mecburen iç halkına uyup havalarına göre hareket edip her ne isteseler reddetmez oldular. Onlar da pek çok işlere karışmaya başlayıp köyleri, tarlaları birer yolunu bulup kimini paşmaklık ve kimini arpalık kimini de mülk olarak verdirip kendileri tamamen doyduktan sonra her biri adamlarına nice tımar ve zeametler verdirip kılıç erbabının dirliklerini kestiler”.[29] Diğer taraftan Vezir Rüstem Paşa zamanında tımarların iltizama verilmesi de sistemin bozulmasında önemli bir etken olmuştur.[30] Sokullu Mehmet Paşa kılıçların parçalanmasını ve büyük hizmetler görmeden dirlik sahiplerinin yeni tevcihlerle mükafatlandırılmasını yasaklamak suretiyle bozulmalarına önünü almaya çalışmıştır.

Dirlik sisteminin bozulmasında etkili olan bir diğer husus da rüşvet karşılığı tımar tevcihi usulünün ihdas edilmesidir. Kendi adamlarına dirlik tahsis ettirerek sistemi bozanlar bu kez de rüşvet alarak dirlikleri ehliyet sahibi olmayan kişilere tahsis ettirmek suretiyle tımar ve zeamet erbabının giderek yok olmasına vesile olmuşlardır. Dirlik sistemindeki bu bozulma Osmanlı Devleti’nde tımarla yakın alakalı olan askerî sistemin de bozulmasına vesile olmuştur.[31] Askerî sistemin bozulması bir taraftan sürekli yenilgileri peşinden getirirken, bunla bağlantılı olarak ekonomik sistemin de bozulmasına sebebiyet vermiştir. Askeri sistemin bozulması memleket dahilinde fitne ve fesat, şer ve kavganın duyulup yayılmasına eşkıya ve azgınların üstün gelip şöhret bulmalarına sebep olmuş, zeamet ve tımar askerinin dirlikleri kesilip kendilerinin nam ve nişanlarının kaybolmasına yol açmıştır.

Osmanlı dirlik sisteminin bozulmasında önemli dönüm noktalarından birisi de 1584 tarihidir. Bu tarihte Özdemiroğlu Osman Paşa şecaatleri görülen, sipahizade olmayan bazı şahıslara üçer bin akçe başlangıç verip, sipahizade olmayanların da tımar sahibi olmaları yolunu açmıştır. Bu tarihe gelinceye kadar köyler ve tarlalar kılıç ehli elinde ve ocakzadelerde olup, yabancı ve kötü asıllı kişiler girmemiş idi. İlk defa bozulması bu yüzden olmuştur. Osman Paşa başlangıçta gerçekten dirlik tasarruf edebilecek, iyi kişilere vermişti. Fakat ondan sonra gelenler kâr budur diye iyi kötü demeyip münasebeti olmayan aslında ve cinsinde dirlik sahibi olmayan şehir oğlanı ve reaya kısmından bir alay işe yaramaz soysuzlara başlama emirlerini verip zeamet ve tımar isteyenler bir günde yüzbin akçe tımara hak sahibi oldular.[32] Burada dikkat çeken bir husus da, XVI. yüzyıl sonlarına doğru gelindiğinde artık sipahilerin eskisi gibi aşk ve şevkle seferlere iştirak etmemesidir. Nitekim Özdemiroğlu Osman Paşa 1584 tarihli İran Seferi’ne giderken, ihtiyaç duyduğu askeri Anadolu halkı arasından kapı kulluğu vermek vaadiyle toplayabilmişti ve Osman Paşa bu icraatında haklıydı.[33]

Sistemin bozulmasında rol oynayan önemli gelişmelerden birisi de boşalan tımar ve zeametlerin eski kanunlara aykırı olarak İstanbul’dan verilmeye başlanmasıdır. Bu geleneğin ihdas edilmesiyle de ileri gelen devlet adamları ve vükela boşalan yerleri adamlarına ve akrabalarına verip; kanunlara aykırı olarak, Osmanlı memleketlerinde olan tımar ve zeametin seçmelerinin, kimini paşmaklık yapmış, kimini mülk olarak vermiş, kimini de sıhhatte olanlara emeklilik olarak verip bütün zeamet ve tımarları ileri gelenlerin yemliği yapmışlardır. Bu bozukluklar devletin askerinin harap olmasına sebep oldu. Beylerbeylerinde ve sancakbeylerinde, vezirlerin ağalarında, müteferrika, çavuş ve katipler zümresinde, dilsiz cüce taifesinde padişah nedimlerinde bölük halkının ileri gelenlerinde birçok tımar ve zeametler mevcuttu. Bunlar hizmetkarları ve azatsız kulları üzerine dirlik beratı çıkarmışlardı. Dirlikler adamlarının üzerine kayıtlı olup, hasılatını ise kendileri kullanıyordu. 20-30 veya 40-50 kadar zeamet ve tımarı bu yolla alıp ürününü kendileri yiyen bu şahıslar, sefer-i hümayun vaki olunca sırf yoklamada mevcut görünsün diye adamlarına iki bin akçe harçlık verip cebe ve cevşen yerine aba ve kebe giydirip, birer semerli beygir ile sefere gönderirlerdi.[34] Nitekim I. Mustafa zamanında tımar ve zeametlerin büyük bir kısmı sepete düşmüş yani isimleri defterde yazılı olduğu halde hiçbir zaman ordu ile birlikte bulunmaz adamlara ihsan edilmişti.

Nasuh Paşa intizamsızlığa çare bulmak için 1613 yılında Edirne’de tımar ve zeamet sahiplerini yoklama ettiği zaman devletin ekabirinin kendilerine sepet ve tımar zeametleri verilmiş adamları sipahi silah ve elbisesiyle isbat-ı vücut ettiğinden suiistimallerin önü alınamayıp eskisi gibi devam eder oldu.[35] Gerçekten vezir ve ümeranın istismarları sonucu tımar ve zeametlerin çoğu beceriksiz ve pısırık ellerine geçmiş, dirlikler bir tür geçim yolu hükmüne girmişti.

Zeamet ve tımarların İstanbul’dan verilmesi birçok problemin ve kavganın ortaya çıkması sonucunu doğurur. Birçok adamın elinde beratlar ve yerinde bırakma emirleri olup, rakiplerinin elindeki berat ve emirlerde de “hak bunundur, buna verilsin” diye yazılmıştı. Böylece tımar ve zeamet erbabı kullara büyük zulüm edilirken, ürünler de bu kavga arasında ziyan oluyor, reaya ayaklar altında kalıyordu. Tımar ve zeamet ahvali karmakarışık olup, alan satan belirsiz hale gelmişti. Tımar erbabı ırgat işini görür olmuştu. Daha önceden Beylerbeyiler ehliyetsiz kimselere verdikleri vakit ehliyetli olanlar Divan-ı Hümayun’a gelip şikayet ederlerdi. Fakat veziriazam olanlar ehliyetsizlere verince hak sahibi olanlar şikayet edecek merci bulamıyordu.[36]

Tımar ve zeamet ehliyle ilgili dikkat çeken bir nokta da, halkın olsun, tımarlı sipahilerin olsun dirlik yerine hep kapıkulu olma arzusunu beslemeleridir. Bu sadece Aynî Ali zamanında değil, Kanunî Devri’nden beri dirlik sahiplerinin arzusudur. Bunun bir sonucu olarak da 1623 yılı civarında, kapıkulu taifesinin yüz bine ulaştığı görülür.[37]

Netayicü’l-Vukuât müellifi Mustafa Nuri Paşa’ya dirlik sistemindeki bozuklukların sebeplerini şöyle ifade etmektedir:

Birincisi, çok sayıdaki verimli tımar ve zeametler boşaldıkça devlet tarafından miri mukataa haline getirilmesi. Devlet arşivlerinde bulunan pek çok defter kaydında, her ne kadar dirliklerin mukataaya çevrilmesi sıkı sıkıya yasaklanmış ise de, adı geçen kişinin ödüllendirmeye değer bir kişi olması sebebiyle, başkalarına örnek olmamak üzere zeametin mukataaya çevrildiği belirtilmektedir. Ancak anlaşıldığı kadarıyla pek çok zeamet başkalarına örnek olmamak üzere mukataaya çevrilmiştir.

İkincisi, birtakım zeamet ve tımarların saray-ı hümayun ağalarına çıraklık olarak verilmesi. Bazı kayıtlarda tımarın verimsiz olmasından dolayı kimse almak istemediğinden, bazı sadrazam veya kaymakam paşanın adamlarına verildiği yazılmaktadır.

Üçüncüsü, dirlikler boşaldıkça valiler veya alaybeylerinin daha çok rüşvet verenlerin üzerine yazdırmaları.

Dördüncüsü, bazı tımarların, verimli ve taliplileri olduğu halde, verimlerinin azalması sebebiyle taliplileri olmadığı bahanesiyle “sepet tımarı” denerek vali ve alaybeylerine yemlik olarak verilmesi. Bu tür tımarların bir kısmına ise hayalî kişilere verilmek üzere berat çıkarılması da vakidir.

Beşincisi de, sefer vuku bulduğunda, valiler ve alaybeylerinin, zengin dirlik sahiplerinden para alarak bir bahaneyle yerlerinde bırakırken, fakirlerini sefere götürmeleridir. Bu dirlik sahipleri çelimsiz ve fakir olduklarından, devlet ileri gelenleri ve zenginlerin dairelerinde çalışmak zorunda kalıyorlardı.[38]

Ömer Lütfi Barkan XVI. yüzyıl sonlarında yazıldığını tahmin ettiği bir risaleye dayanarak, dirlik sistemindeki bozulmaların bir sebebinin de tımar sahiplerinin seferlerde yapılması gereken yoklamalarının düzenli bir şekilde yapılamaması olduğunu kaydetmektedir. Bu yoklamaların daha sonra yapılacak tımar işlemlerine esas teşkil etmek üzere itina ile muhafaza edilememesi merkezî devlet bürolarındaki tımar kayıtlarının son derece karışık bir hale düşmesine sebebiyet vermiştir.[39]

Eski tımar sisteminin bozulması ve devlet içerisinde büyük sıkıntılara sebep olması üzerine, bu devirlerdeki bozulmaların mahiyeti ve ıslahı çareleri hakkında birtakım risalelerin yazılmaya başlanmıştır. Aynî Ali Efendi’nin “Kavânîn-i Âl-i Osman der Mezâmin-i Defter-i Dîvân” adlı risalesi ve “Koçi Bey Risalesi” bu tür eserlerdir. Dirlik sistemindeki bozulmalarla birlikte XVII. yüzyıl başlarından itibaren ıslah faaliyetleri de başlamıştır. İlk olarak I. Ahmet Devri’nde sadrazam olan Murat Paşa tarafından Defter-i Hâkânî eminliğine tayin edilen Aynî Ali Efendi, Osmanlı Devleti’nde yüksek rütbeli ve iktidar sahibi kimselerin ve askerlerin ne kadar tımarları olduğunu; her sancakta bulunan kılıç, tımar ve zeamet sayısını tespitle görevlendirilmiştir. Ancak yapılan ıslah çabaları bir netice vermemiştir.

Dirlik sisteminin ıslahıyla ilgili önemli teşebbüslerden birisi de IV. Murad Dönemi’nde gerçekleştirilmiştir. Koçi Bey tarafından 1632 tarihinde padişaha takdim edilen layihada teklif edilen tedbirler, Sultan IV. Murad tarafından derhal tatbik mevkiine konulmuştur. Vezir Hüseyin Paşa Rumeli’deki tımarları teftiş etmek üzere fevkalade yetkilerle beylerbeyi tayin edilir. Yapılacak işleri muhtevi beratta, dirlik bölgesinde ikamet edemeyecek durumda olanların ve beylerbeyinin yapacağı yoklamaya lüzumlu belgelerle gelerek bizzat isbat-ı vücut etmeyenlerin tımarları ellerinden alınacaktır. Bozulmuş olan eski kılıç tımarlar tespit edilerek yeniden teşkil edilecek ve “ulufeliden (kapı kullarından) talip olanlara veya müstahak yiğitlere” verilecektir. Koçi Bey’in tavsiyeleri doğrultusunda kadrolarda büyük ölçüde tenkisat yapılmış, açıkta kalanların tımarları, ancak bizzat sefere gitmek ve tımarlarının bulunduğu sancakta ikamet etmek şartlarıyla ellerinden alınmamıştır.[40] Kapıkulları ocaklarından büyük bir kısmının tımar kadrolarına aktarılması suretiyle yapılan bu düzenlemeler oldukça ehemmiyetli olmakla birlikte, tımar sistemini yeniden eski canlılığı ile ihya etmek mümkün olmamıştır. Zaten Sultan Murad’ın vefatıyla, diğer müesseselerde olduğu gibi, dirlik sistemindeki ıslahat teşebbüsleri de akim kalmıştır.

Sultan Murad’ın ıslahat teşebbüsleri IV. Mehmed Dönemi’nde Köprülü Mehmed Paşa tarafından devam ettirilmeye çalışılmış ise de, bir netice alınamamıştır. Devlet otoritesinin de zayıflamasıyla birlikte XVII. yüzyıl boyunca dirlik sistemindeki bozulmalar da devam ettiğinden, bu dönemde tımar ve zeamet sahipleri yok denecek kadar azaldığı gibi, mevcut olanlar da askerî bir niteliğe sahip olmaktan çok uzaktı.

1683 yılında ortaya çıkıp, 1699 yılına dek süren ünlü savaşlarda asker yazılan askerlerin ulufeleri tutarı çok arttığından barış anlaşmasının imza edilmesinden sonra boş kalan tımar ve zeametler hazineye mal edilerek kimseye verilmemeye başlamıştır.[41] 1699 yılında Karlofça Barışı imza edilerek fevkalade savaş giderleri ortadan kalktığından, devletin büyük giderleri tımar ve zeamet ve öteki tahsisatlardan ödenirdi.[42] Daha sonraları yavaş vezirlerin ve emirlerin hasları kaldırılıp padişah haslarına katıldığı gibi, verimi çokça olan zeamet ve tımarlar da boşaldıkça başkasına verilmeyip yine miri tarafından alınıp iltizama verilmeye başladığından bunların hepsine “mîrî mukataalar” adı verildi.[43]

XVIII. yüzyılda dirlikler yeniden ele alınarak, ihya edilmek suretiyle istifade yoluna gidilmiştir. Bu yüzyılda yaşamış olan Canikli Ali Paşa, “Tedâbirü’l-gazavât” adlı meşhur risalesinde tımar ve zeametlerin durumundan da bahsetmektedir. O’na göre dirlikte medhali olmayan ve askerlikle alakası olmayan kimseleri dirlikten çıkarmak ve reaya sınıfına geçirmek gerekir. Direnen olursa öldürülmeli, hatır ve gönüle bakılmamalıdır. Tımar ve zeametlere VIII. yüzyılda fazla itibar edilmemesinin bir sebebi de gerek ayanların, gerekse ehl-i örf ve ehl-i şer’ mensuplarının bunlar üzerinde hakimiyet kurma çabalarıdır. Bir zamanların çok itibarlı bu sınıfı artık kimsenin itibar göstermediği bir sınıf haline gelmişti. Vali ve hakimler tımar ve zeamet sahiplerini sebepsiz yere cezalandırarak hapsediyor veya para cezası alıyordu.[44] Sefere katılanlar genelde zayıf ve fakir kimseler olduğu gibi, katıldıkları seferler onları büsbütün fakirleştiriyor, acınacak bir hale düşürüyordu. Bu aynı zamanda ordunun gücüne de yansıyordu.

Sultan I. Mahmud Dönemi’nde Humbaracı Ocağı’nı düzene sokmakla görevlendirilen Ahmet Paşa, eskiden humbaracılara mahsus olan zeamet ve tımarlar boşaldıkça, bunlardan emeği geçenlere verilmesini öğütler.[45] 1728 yılı Aralık ayında sadrazamlık makamına atanan Halil Hamid Paşa, orduyu ıslah için faaliyetler giriştiğinde, bir taraftan tımarlı sipahilere toprak verilmesine çalışılırken, beceriksiz ve liyakatsiz kişilere tımar ve zeamet verilmemesi için de bir düzen kurulmuştu.[46] Sultan I. Abdulhamid zamanında da tımarlı askerlerin düzeltilmesine çalışılmış, kendilerine tımar ve zeamet verildiğinde ve bir tarafa görevlendirildiklerinde nasıl davranacakları hakkında yeni yönetmelikler yapılmıştı.[47] 1791 yılında Anadolu eyaleti sipahileri İsmail Kalesi hadisesi sonrasında, şehitlerin durumu belli oluncaya dek mahlul tımarların verilmemesi padişah tarafından emredilmişti. Bilahare yapılan tetkiklerde tımar sahiplerinin çoğunun sefere gelmeyip bir yolla alaybeylerini ve diğer idarecilerini susturdukları anlaşılınca yeni bir tımar kanunu hazırlanmıştır. Bu yeni kanunla boş olan tımarlar müstahaklara verilerek tımar ve zeametlere yoklama usulü getirilmiştir. Gene bu kanuna göre eyalet askerlerine izin devlet tarafından verilecek, fermanla izin gelmediği halde izin veren bunun için rüşvet alan valiler cezalandırılacaktır.[48] Diğer taraftan mahlul tımarların mukataaya çevrilmesi usulü uygulanmaya başlamıştır.[49]

III. Selim tarafından 9 Eylül 1792 tarihli kanun ve buna bağlı Hatt-ı Hümayun’la eyalet askerinin düzene konulacağı umulmaktaydı. Ama bütün gayretlere rağmen pek çok tımara rağbet olmadığından, bunların pek çoğu hazine tarafından zapt edilmiştir. Devlet üzerinde tımar ve zeamet olduğu halde sefere gelmeyenleri titizlikle tespit edip, bunları boş kabul ederek hak sahibi olan taliplilere verilmesi için gayret sarf etmişse de tımarlara rağbet az olmuştur.[50] 29 Kasım 1796 tarihli bir hükümden, Anadolu Eyaleti’nde bulunan bütün tımar ve zeamet sahiplerinin sancakları ile levent çiftliğinin Üsküdar Ocağı’na bağlanması kararlaştırılmıştır. 9 Şubat 1805’te de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan tımar sahiplerinden çocuksuz ölenler ile yerlerinde mevcut olmayanların tımarlarının İrad-ı Cedid hazinesinden zapt yoluyla iltizama verilmesi kararı alınmıştır.[51]

Rum isyanının meydana getirdiği tehlikeli vaziyet üzerine orduda hazır bulunmaları ısrarla emredildiği halde Rumeli sipahilerinin gelmemeleri üzerine, ocağın büsbütün tasfiyesine yarayacak bir sıra ciddi tedbir alınmasına yol açmıştır. İlk anda tımarlı sipahilerin idareleri humbaracı ve lağımcı ocaklarına bağlanmış ve mevcut sipahilerden üçte birini her sene İstanbul’daki kışlalarda hizmete hazırlanmaları mecburiyeti getirilmiştir. 1827 yılına doğru ise Anadolu ve Rumeli’den bir miktar tımarlı sipahi kendi tımar gelirleriyle “Asâkir-i Mansûre Süvarisi” haline sokularak İstanbul’a celbedilir. Bu eski sipahilerin çoğunun kendi tımarlarının gelirleriyle geçinmesi imkansız görülerek ilave tayin ve tahsisat ödenmiştir. Gerçekten de son devir tımarlı sipahilerinin çoğu harp masraflarını karşılayacak seviyede değillerdi.[52]

Tanzimat’ın getirdiği temel hususlardan birisi de bütün devlet gelirlerinin doğrudan doğruya hazinede toplanarak, giderlerin de hazineden ödenmesi idi. Tanzimat’ın ilk iki yılında bütün vergiler, dolayısıyla dirlik topraklar da, emanet yoluyla yönetilmişti. Bunların emanet yoluyla idare edildikleri üçer yıllık ürünleri üçe bölünerek bedeli tespit edildikten sonra yıl yıl hazine tarafından sahiplerine verilmesi kararlaştırılmıştı. Ancak birtakım etkili kişiler güçlerini kullanarak ellerinde bulundurdukları zeametlerine bedelinin çok üstünde değer biçtirmişlerdi.[53]

Tımar sahiplerinin İstanbul’a celbi ve buradaki talimlerinde bazı zorluklarla karşılaşılması üzerine tımarları ellerinden alınarak aylıklı süvari sınıfına geçirildiler. 1844 yılında ise, savaşlarda faydalı olamayan, fakat açıkta bırakılmaları da doğru görülmeyen bir kısım sipahilerin zaptiye hizmetlerinde kullanılması düşünülmüştür. Böylece devlete ehemmiyetli bir tasarruf sağlanması düşünülüyordu.[54]

Daha önceki dönemlerde mahlul olan dirliklerin mukataaya çevrilmesi usulü uygulanması sebebiyle tımar ve zeametlerin, dolayısıyla sipahilerin mevcudu azalmıştır. Elde mevcut otuz bin kadar sipahinin düzenli askerler haline getirilmesine çalışılmıştır. Bu sipahilere yüksek tımar bedelleri ödendiği halde bunlardan gereği gibi yaralanılamadığı, bu para ile daha mükemmel atlı birlikler yetiştirilebileceği düşünülerek, 1847 yılında bütün tımar sahipleri hayatları boyunca geçerli olmak üzere, tımar bedellerini yarısı ile emekli edilirler.[55] Bu yeni düzenleme ile dirlik sistemi tamamen ortadan kalkmış oluyordu.

Dirlik Çeşitleri

Dirlikler değişik kıstaslara göre çeşitlere ayrılmıştır. Bu kıstaslardan en meşhur olanı ve en çok bilineni de dirliklerin gelirlerine göre tanzimidir. Dirlikler gelirlerine göre üç kısma ayrılmaktadır: Has, zeamet ve tımar. Dirliklerin bu şekilde gelirlerine göre ayrılması yaygın olarak Osmanlı Devleti’nde mevcut olup, diğer İslâm ve Türk devletlerinde genel olarak bir tek isim altında toplanmaktadır. Osmanlı Devleti’nde de ilk dönemlerde sadece has ve tımar ıstılahları mevcut olup, dirliğin bir çeşidi olarak zeamet, yukarıda da belirttiğimiz üzeren 1375 yılında itibaren Timurtaş Paşa’nın teşvikiyle Sultan Murat Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Tımarlar ikiye ayrılarak geliri yüksek olanlara zeamet, düşük gelirlilere de tımar denilmeye başlamıştır. Zeamet tabirini bu şekilde ilk defa Osmanlılar kullanmıştır ve onu Memlûklar ve Anadolu Selçuklularında kullanılan, reis ve baş manasına gelen “zaim” tabirinden almışlardır.[56]

Dirlikleri idarî ve malî muhtariyet meselesi bakımından[57] “serbest tımarlar” ve “serbest olmayan tımarlar” olarak da iki kısımda mütalaa etmemiz mümkündür. Dirliklerin bu şekilde tasnifi “rüsûm-ı serbestiye” olarak bilinen ve “niyâbet ve “bâd-ı heva” olarak kaydedilen; resm-i tapu, resm-i arûsâne, “cürm ü cinayet” gibi, miktarı önceden bilinmeyen vergilerin dirlik sahibi tarafından toplanmasıyla alakalıdır. Serbest tımarlarda dirlik sahibi bu vergileri toplama hakkına sahiptir. Haslar ve askerî amirlerin zeametleri serbest tımarlar olarak adlandırılırlardı. Bu tür dirliklerde dirlik sahibi, dirliği sınırları içinde suç işleyen kişileri takip, tevkif ve kadı tarafından verilen para cezalarını tahsil etme suretiyle, kısmî olarak cezalandırma hakkına sahiptir. Serbest olmayan tımarlarda ise, dirlik sahibinin bu cezaları tahsil etme hakkı söz konusu olmayıp, bu resimlerin tamamı sancakbeyine aitti. Bazı bölgelerde sancakbeyi veya subaşının adamları ile dirlik sahipleri para cezalarını yarı-yarıya paylaşabilmektedir.[58]

  1. Has

Osmanlı dirlikleri içerisinde geliri en yüksek olanına verilen isim olup, alt limiti yüz bin akçeden başlamaktadır. Genel olarak has tabiri devlet başkanına ait olan her tür mülkü ifade etmekte olup, Osmanlı Devleti’nden önce de sıkça kullanılmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde sultanın malları için kullanılmış, hükümdara mahsus dirliklere has denilmiş ve bu tabir Anadolu Selçuklu Devleti’ne de intikal etmiştir. Has, Osmanlı idari terminolojisine has veya hassa şeklinde girmiştir. İlk has topraklarına Bayezid Devri kayıtlarında rastlanması, bu müessesenin daha önceki dönemlere gitmesi ihtimalini kuvvetlendirmektedir.[59] Bunlar önceleri padişah ile ailesine ayrılmışken, sonraları padişahın gözüne giren sadrazam ve diğer vezirlere dağıtılmaya başlanılmıştır.[60]

Osmanlı Devleti’nde hanedan üyeleriyle üst düzey devlet memurlarına tevcih edilen haslar kendi arasında; padişah hasları, vezirler diğer yüksek devlet memurlarına verilenler, hanedan mensubu hanımlara verilen “paşmaklıklar” olarak üç guruba ayrılmaktaydı.[61] Ancak zaman zaman tımar, zeamet ve has terimlerinin birbirleri yerine kullanılması da vaki olmuştur. II. Murad zamanında tımar hasları da içine alan genel bir terim olarak kullanılmış, subaşı dahil beylere ait tımarlara has denilmiştir. Aynı durum Fatih Sultan Mehmed Devri metinlerinde de görülür.[62]

Padişah hasları, Osmanlıların fetih dönemlerinde yeni fethedilen arazilerden devlet hissesi olarak ayrılan haslardır. Havass-ı Hümayun olarak anılan bu hasların gelirinin bir kısmı doğrudan hazineye girerken, doğrudan doğruya hükümdara ait olan kısmı ise İçhazine’ye konurdu.[63] Bunlar; şehirlerde alınan bir kısım resimlerden, mukataa gelirlerinden, birçok köy ve mezranın hasıllarından, bac-ı ubur, adet-i ağnam, gümrük, cizye ve cemaat gelirlerinden oluşmaktadır. Fatih Kanunnamesi’nde yer alan “bana yarar has defterdarlarım her kimde bulsalar ellerinden alıp yerine benim haslarımdan bi-hasıl olanları vereler” kaidesinin uygulanmasıyla “hass-ı atik” ve “hass-ı cedid” tabirleri ortaya çıkmış olup, cedid hasların gelirleri pek çok yerde atik hasların üç katı civarındadır.[64] Padişah hasları “dış hazine” denilen esas devlet hazinesinin esas gelir kalemini teşkil ediyordu.[65]

İkinci grup haslar başta vezirler olmak üzere, beylerbeyiler, sancakbeyleri, Divan-ı Hümayun üyeleriyle sair üst düzey askerî ve sivil erkana tevcih edilmişlerdir. Fatih Kanunnamesi’nde vezirlere 1.200.000, beylerbeylerine 800.000-1.200.000, defterdarlara 600.000 akçelik haslar verilmesi hükme bağlanmıştır.[66] Sancakbeylerine ise 200.000 akçeden başlamak üzere, 500-600.000 akçeye kadar haslar tasarruf ederlerdi.[67]

Haslar genel olarak yuvarlak rakamlı gelirlere sahiptirler. Bu rakamlardaki küsurlara “ziyade” denilir ve kayıtların yanlarındaki açıklamada belirtilirdi. Hasların diğer dirliklerden önemli bir farkı bunlarda kılıç hakkının bulunmayışıdır.[68]

Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, divan üyeleri ve diğer üst düzey devlet görevlilerine tahsis edilen bu haslar göreve bağlı olup, emeklilik, tayin veya azilleri durumunda kendilerinden sonra bu göreve tayin edilen şahıslara devredilirdi. Has sahibi beylerbeyi ve sancakbeyleri sefere giderken gelirlerinin her beş bin akçesi için mükemmel bir cebelü götürmek mecburiyetindeydiler.[69]

Paşmaklık; padişahın annesi, eşleri, kızları ve kış kardeşlerine bazı ihtiyaçlarını karşılamaları için tahsis edilmiş olan haslardır. Bunlar kayd-ı hayat şartıyla tahsis edilmiş olup, birbirlerine intikal etmedi. Vefatlarıyla veya kendi arzularıyla bırakmaları durumunda havass-ı hümayuna intikal ederdi.[70]

Her türlü has arazileri serbest sayılır, bunlara çok ağır bir suç veya şer’an organ kesmeye veya idama müstahak bir cürüm işlenmedikçe beylerbeyileri ve sancakbeyleri giremezler ve müdahalede bulunamazlardı. Buraların gelirleri has sahiplerinin emin voyvodaları vasıtasıyla toplanırdı. Rüstem Paşa zamanından itibaren gerek havass-ı hümayun hasları, gerekse vezir, beylerbeyi ve sancakbeyi haslarıyla paşmaklıkların iltizam usulüyle yönetilmeye başlandı. Mültezimlerin gelecek yılı düşünmeden köylüyü ezmesi ve köylünün de bu sebeple yerini terk etmesi sonucunu doğurmuş ve sosyal sıkıntılara yol açmıştır.[71] Bu husus has gelirlerinde bir düşüşe yol açtığı gibi, kuraklık, salgın hastalıklar gibi tabi felaketler sebebiyle köylünün toprağını terk etmesi de haslardaki gelir kaybına sebebiyet vermiştir. Bu gelişmeler doğrultusunda vezirlere, beylerbeylerine ve sancakbeylerine ait haslar zamanla kaldırılarak miri mukataalara eklenmiş, yerine nakdi ödeme yapılmıştır.

1699’da Karlofça Antlaşması’ndan sonra bazı beylerbeylerine yeni haslar ve bazı bölgelerin hazeriyye ve seferiyye vergilerini toplama hakkı verilmiştir. Haslar mukataası kalemi de XVII. yüzyılda kurulmuş daha sonra yalnız vezirlerin, kaptan-ı deryaların ve nişancıların has arazileri muhafaza edilmiş, diğerleri miri mukataalara veya hass-ı hümayuna devrolunmuştur. 1790’dan sonra sultanın kadınlarına ait bütün has arazileri yeni teşekkül eden irad-ı cedid hazinesine aktarılmıştır. Tanzimat’tan sonra harcamaların devlet hazinesinden yapılması ilkesi benimsenmiş, hass-ı hümayun gelirleri valilere terkedilmiştir.[72]

  1. Zeamet

Dirliklerin 20.000-100.000 akçe gelire sahip orta dilimini teşkil etmektedir. Zeamet Osmanlı Devleti’nde sayıca az olup, bunları tasarruf edenler daha ziyade orta dereceli devlet görevlileri ve sipahi subaylarıdır. Sahiplerine zâim (çoğunluğu zuamâ) veya erbâb-ı ze’âmet denilirdi.[73] Dirlik çeşitleri içerisinde sayıca en az olanıdır.

Osmanlılar, zeameti; alaybeyi, tımar defterdarı, tımar kethüdası, divan katip ve çavuşlarıyla müteferrika ve saire gibi orta derecedeki devlet memurlarına, yörük beyleri, müsellem beyleri, defter kethüdaları, tımar defterdarları, beylerbeyi ve sancakbeylerinin oğullarına tahsis etmişlerdir ki beylerbeyi ve sancakbeylerinin oğullarına zeamet tevcih edilmesi kanun gereği idi. Savaşta üstün yetenek ve kahramanlık gösteren tımar sahipleri de kılıçlarına yapılan terakkilerle zeamet sahibi olurdu.

Bunlara ilaveten Anadolu’nun çeşitli sancaklarındaki piyadegan beyleri de değişik dirlik meblağları ile eyaletlerin varsa tımar defterdarları ve defter kethüdaları da zaim sayılmalıdır. Dirlik veya ulufe tasarruf eden çavuş, müteferrika, kapıcı ve bazı divan katipleri de dirlik tercih ettikleri takdirde zaim oluyorlardı. Buna mukabil zeamet sahibi olup, uzun müddet hizmeti geçenlere mükafat olarak dergâh-ı ali müteferrikalığının verildiği de görülmektedir.[74] Zeamet tevcih beratları da merkezden gönderilmekte idi.

Zeametin de kılıç adı verilen bir kadro bölümü vardı ve zeametlerde kılıç miktarı 20.000 akçedir. Ölüm, terakki veya becayiş gibi hallerde zeamet mahlul kalırsa, kılıç denilen kısmına dokunulmaz ve bu kısımdaki topraklar parçalanmazdı. Kılıcın dışında kalan dirlik kısmına hisse adı verilir ve bunun gelirleri tımar veya zeametlere terakki yoluyla veya yeniden tevcih ile verilebilirdi.

Osmanlı belgelerinde iki tür zeamete rastlanır; “İcmallü zeamet” ve sadece “zeamet” Asıl zeametler bu icmallü zeamet veya “icmallü kılıç zeamet” olarak kayıtlı olanlar olup, normal zeametler tımar olarak tevcih olup, sonradan verilen terakkilerle zeamet derecesine ulaşanlardır ve bunlar için hiçbir şekilde icmallü zeamet tabiri kullanılamaz. Dolayısıyla bunlar miktar olarak zeamet olsalar bile klasik manada zeamet kavramı içerisine girmezler.

Zira bunlar tahrirde zeamet olarak değil, tımar olarak yazılmışlardır. Bir kılıca dayanmadığı için icmal defterinde kaydı yoktur. Bunun için de icmalli sayılmaz. Çünkü icmalli olabilmesi için mutlaka çekirdek olarak bir kılıca dayanması şarttır.[75] İcmallü zeametler mahlul olduklarında yirmi bin akçelik asıl kılıç olan kısmı parçalanmayıp zeamet olarak muhafaza edilirken, terakkilerle tımardan zeamete dönüşenler parçalanırdı.[76]

Kanunnâmelerde zeametlerin parçalanarak tımara dönüştürülemeyeceği şeklindeki hükümlerde kastedilen icmallü tımarlardır. İcmal defterlerinde zeamet kayıtları yanında rastlanan “an zeamet” ibareleri hisseye tekabül edip, bu hisse sahiplerinin hasıl ve zeametlerinin başka sancaklarda olduğuna işaret etmektedir. Zaimler de asker yetiştirmek mükellefiyetinde olup, seferlerde ilk beş bin akçedan sonrası[77] her beş bin akçe için bir cebelü getirmekle mükelleftiler.

Zaimler dirlik bölgesinde ikamet etmek zorunda idi. Zeametler serbest tımar statüsünde olduğu için, zaimler dirlik bölgelerindeki “bâd-ı heva” vergilerinin tamamını tasarruf etme hakkına sahipti. Sefere gitmedikleri takdirde zeametleri ellerinden alınmaz, sadece bir yıllık gelirlerine el konurdu.[78]

  1. Tımar

Osmanlı dirlik sisteminin esasını ve sayı olarak da ana gurubunu oluştururlar. Yıllık geliri 19.999 akçeye kadar olan dirliklerdir. Sahiplerine erbâb-ı tımar denir. Tımarların başlangıcı olan ilk üç veya altı bin akçesı için kılıç tabiri kullanılıp, bu miktar dirliklerin çekirdeğini teşkil eden ve sipahinin maaşına tekabül eden kısımdır. Dirlikler tahrir defterlerinde kılıç olarak kayıtlı olup, kılıç sayısı aynı zamanda sipahi sayını da karşılamakta olup, bir kişinin iki kılıca veya iki kişinin bir kılıca tasarruf etmesi mümkün değildi. İstisnai olarak babalarının tımarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilebilirdi. Her dirliğin mutlaka bir kılıcı olup, Kılıcın miktarı eyaletlere göre 2.000 ila 3.000 akçe olup, her eyalette kılıcın miktarı o eyalete ait kanunnamelerde kayıtlıdır. Kılıç miktarını teşkil eden geliri sağlayan köyler hiçbir surette birbirinden ayrılmazdı. Yani kılıç asla bölünmezdi. Kılıcı olmayıp, hisselerin birleştirilmesiyle oluşturulan tımarlar da mevcutsa da, bunlar icmal defterlerinde kayıtlı bulunmazdı. Bunların sayıca az oldukları da tahmin edilebilir. Arazi ve vergi tahrir defterlerinde bu gibi dirlikler an-tımar veya an-zeamet şeklinde kayıtlıdır ve bu tabir dolayısıyla icmalli dirliklerden ayırt edilir. Bu gibilere kılıç denilmez, hisse denilir. Çünkü böyle bir tımar ve zeametin ibtidaları mevcut olsa bile kılıç şeklinde bir çekirdekleri yoktur ve toprak dirliklerine ait kadro yani icmal defterlerinde kayıtlı değillerdir.[79]

Tımarların ilk tevcihinde verilen en az miktara ise ibtida denilirdi ve eyaletlere göre değişirdi. Rumeli eyaletlerinde tımarların iptidası en çok altı bin akçe olup bunun üç bini kılıç ve kalan üç bini hisse idi. Anadolu, Cezayir ve Kıbrıs eyaletlerinde iptida beş bin; Karaman, Zülkadriye ve Sivas eyaletlerinde üç bin ve kalan toprak dirlikli eyaletlerde altı bin akçe olup, kılıçları ikişer bin akçe idi ve üst tarafı hisse veya ifrazdı. Diyarbekir’de ve Şarkî Anadolu’nun bazı bölgelerinde iki bin, hatta bin akçelık ibtidalar vardı ki, tamamen kılıç sayılırdı. Bir tımar herhangi bir sebep dolayısıyla boşaldığı zaman kılıç haricindeki hisseler düşer ve yeni bir ibtida teşkil edilerek tevcih edilirdi.[80] Tımarların kılıcın üst tarafına da “terakki”, “ifraz” veya “hisse” denilirdi. İlk defa kılıç hakkı ile işe başlayan sipahi harplerde gösterdiği liyakat nispetinde kendisine terakki verilir, bu suretle tımarı yirmi bin akçeya kadar yükselirdi. Bazan tımarın miktarı yirmi bini aşardı ve bu zaman zeamet adını alırdı. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tımarları klasik zeamet kavramı içerisine koymak mümkün değildir. Bunlar aslen tımar olduklarından bir nevi geçici olarak zeamet statüsü kazanmışlardır. Zira mutasarrıfının vefatı ve vazgeçmesi durumunda parçalanarak tekrar tımara döndürülmektedir.

Kılıç tımarlar, tevcihleri bakımından tezkireli tımar ve tezkiresiz tımar olarak iki kısma ayrılmaktaydı. Tezkiresiz tımarlar beylerbeyilerin İstanbul’a sormaksızın doğrudan kendi beratları ile tevcih edebildikleri tımarlardır. Tezkiresiz tımarların miktarı eyaletlere göre farklı olup, Rumeli, Budin, Bosna, Diyarbekir, Erzurum, Şam, Halep, Bağdat eyaletlerinde 5.999, Anadolu Eyaleti’nde 4.999, Karaman, Maraş ve Rûm Beylerbeyiliklerinde 2.999 akçedir.[81] Bunların bir akçe fazlası tezkireli tımar olarak kabul edilmekteydi. Tezkireli tımar ise mahlul olduğunda tevcih ve tefvizi için padişah fermanına ihtiyaç duyulan ve beylerbeylerinin doğrudan tefviz edemedikleri tımarlardır.

Geliri yüksek olana bir tımarın mahlûliyeti (boşalması) durumunda, bu dirliği tasarrufuna almak isteyen sipahinin eline beylerbeyi veya sancakbeyi tarafından Divan-ı Hümâyûn’a hitaben yazılmış, kendisini tanıyan sipahi ve sipahi subaylarının da müsbet görüşlerini ihtiva eden bir nevi tavsiye mektubu niteliğinde bir belge verirlerdi. İstanbul’un uygun bulması durumunda bu kez beylerbeyi tarafından sipahiye bir tezkere verilmekte ve tezkerenin İstanbul’a gelmesinden sonra sipahiye tımarı tasarruf etmeye kazandığını belirtir bir berat verilmektedir. Beylerbeyilerin verdikleri tezkereler doğrultusunda yapılan tımar tevcihleri haricinde, İstanbul’dan her tür tımarlar için doğrudan tevcihler de yapılabilmekteydi.[82]

Tımar sahibinin mükellefiyetine veya ifa etmiş olduğu vazifeye göre tımarlar üçe ayrılırdı: Eşkinci tımarı, mustahfız tımarı ve hademe tımarı.

Eşkinci tımarı, sefer vuku bulduğunda alaybeylerinin bayrağı altında bizzat sefere gitmekle mükellef sipahilerin tasarrufunda bulunan dirliklerdir. Bunlar ayrıca yukarıda da belirttiğimiz üzere, gelirleri oranında cebelü denilen kendi yetiştirdikleri askerleri de savaşa götürürlerdi. Tımarlar içerisinde sayıca en fazla, ve en fonksiyonel olan tımar çeşidi eşkinci tımarlarıdır. Osmanlı ordusunun eyalet askeri kısmını eşkinciler oluştururdu.

Mustahfız tımarı, Osmanlı topraklarında bulunan kaleleri muhafazayla görevli sipahilere tahsis edilen tımarlardır. Her kalenin “dizdâr” denilen kumandanı, “kethüda” olarak adlandırılan kumandan yardımcısı ve onların komutasında bulunan ve “kale erenleri” denilen askerleri bulunurdu. Bunlar “gedik”[83] olarak adlandırılan icmallü tımar tasarruf ederlerdi. Bunlar hizmetlerini yerine getirdikleri müddetçe tımar ve gediklerine el konmazdı. Tımar ve gediklerin mahlulatı durumunda varsa oğluna, yoksa “kale mülazımı” denilen gediksiz hizmetlilere verilirdi. Bunların atanma ve azledilmeleri dizdarın arzı doğrultusunda gerçekleşirdi.

Hademe Tımarı, serhadlerdeki bazı camilerin imamet ve hitabette hizmetini ifa eden şahıslara tevcih edilirdi. Saraya mahsus, sümbül soğanı yetiştirmek, şahin ve çakır kuşlarını temin ve takdim gibi bazı hizmetleri yerine getiren şahıslar da hademe tımarı tasarruf ederlerdi. Bunların tımara tasarrufu noktasında diğer tımarlardan bir farkları yoktur. Vâkıa bunlar asker değillerdir. Fakat serhadlerde bulunmak dolayısıyla bir nevi askerliğe taalluk vardır. Yine serhadlerdeki bir kısım vazfelilere de bu tür tımarlar veriliyordu. Bunlara “hizmet tımarı” da denilirdi.[84]

Tımarın ayrıca; münavebe tımarı, mülk tımar, mensuhat tımarı, sepet tımarı gibi çeşitleri de vardır.

Münavebe tımarı; buna “kâr-ı be-nevbet tımar” da denilirdi.[85] İcmal defterlerinde kaç kişiye kayıtlı ise, bunlar ortaklaşa tasarruf ederler ve harp zamanlarında da nöbetle sefere giderlerdi. Sefere bizzat kendileri gitmekle mükellef olup, cebelü gönderemezlerdi. Be-nevbet tımar Eyalet-i Rum denilen Sivas Eyaleti’nde sipahilerin mevrus mülkü gibi mutlaka varislerine intikal ederdi.[86] Tımar sahibinin vefatında oğluna tevcih edilir, oğlu yoksa veya tımara talip olmazsa başkasına tevcih edilirdi. Eğer babalarından kalmış tımarsa kardeşe de verilirdi.

Mülk tımar; sefer vaki oldukta cebelü göndermesi şartıyla tevcih olunan tımarlardır. Tımar sahibinin bizzat sefere gitmesi şartı mevcut değildir. Anadolu eyaletlerinde mevcut olan bu tımarlarda, cebelü göndermediği zaman tımarlarına el konulmayıp, yalnız cebelü göndermediği senenin mahsulü ceza olarak alınırdı. Bu tımar, tımar sahiplerinin oğullarına ve vârislerine intikal ederdi. Buna malikâne tımarı, eşkincilü mülk ya da mülk eşkincilü tımarlar da denirdi.

Mensuhat tımarı; ihtiyaç halinde, bir hizmet mukabilinde tevcih olunmak üzere ayrıca idare ve kaydedilmiş olan tımarlardır. Bu tımarlar daha sonraları ehemmiyetli bir miktara vardığında “Derya kalemi” namıyla teşkil olunan kaleme nakledilmiş, “levent” teşkilatında onlara tevcih olunmuştur. Hizmete gelmedikleri zaman yerlerine bedel gönderirlerdi.[87]

Sepet tımarı; sahibinin bir varis bırakmaksızın vefatıyla mahlûl olmuş ve kimseye tevcih edilmeyerek sahipsiz kalmış, hasılatları az olan tımarlardır. Bu tımarlara gördükleri muameleden kinaye olarak bu isim verilmiştir. Bu tımarlar sonraları devlet ricaliyle sancak beylerine yemeklik olarak kullanılmıştır.[88]

Sipahinin Tımar Tasarrufu ve İntikal

Osmanlı Devleti’nde tımar tevcihi ve intikali hususunda birçok kanunlar konmuş olup, zaman içerisinde bazı küçük değişmelerle birlikte sistem esas itibariyle aynı kalmıştır.[89] Tımar tevcihinde, tımarın durumuna göre değişen kaideler uygulanırdı. Küçük dereceli zeametlerle tımarlar söz konusu olduğunda, bu hususta birinci derecede öncelik sipahizâdelere aitti. Küçük tımar tasarruf edenlerin büyük çoğunluğu baba ve dedelerinden kalma dirliğe sahip kimselerdi. İlk fetih dönemlerinde Osmanlı hükümdarları ele geçirdikleri beyliklerin tımar sistemine fazla dokunmayıp, mevcut dirlik sahiplerinin haklarını muhafaza etmişlerdir. “Şehir oğlanları ve reaya taifesinin tımar istemeleri küfürle beraberdi”.[90] İlk dönemlerde tımar emri verildiğinde, bunların hakikaten sipahizâde olduğuna zeamet ve tımar erbabından on kişinin şahitliği lazımdı. Şahitliklerinin aksi olursa, ibret olması için, şahit olanların hepsinin tımar ve zeametleri alınırdı.[91] Koçi Bey’e göre ilk dönemlerde tımar tevcihi tamamen beylerbeyi tarafından yapılıp, İstanbul’dan kimseye dirlik verilmezdi. Bu yüzden Osmanlı ülkesinde kavgalı bir zeamet ve tımar yoktu. Yabancı ve ehliyetsiz karışmazdı. Eğer beylerbeyileri bir tımarı ehliyetsiz bir kimseye verirlerse hak sahibi olanlar İstanbul’a gelip feryat ve şikayet ederlerdi. O beylerbeyi ve padişahtan pek çok azar yiyip makamından azline sebep olurdu. Bu yüzden zeamet ve tımar erbabının elinde idi.[92]

Tımarların dağıtılmasında beylerbeyilerin büyük salahiyetlere sahip olup, tezkiresiz tımarları beylerbeyiler kendi tuğralarını taşıyan tuğralarla doğrudan tayin edebiliyorlardı. Tezkireli tımarların tevziinde ise, tımara hak kazanan sipahinin tayininde önemli rol oynayan “tezkereler” beylerbeyi tarafından verilirdi.

Tımar tevziatının yapıldığı beylerbeyi divanlarında çalışan katipler, tımar defterdar ve kethüdaları tevzi işlerini murakabe etmekte ve usulsüz muameleler görüldüğü zaman beylerbeyini uyarmak, hatalı yolda ısrar edildiği takdirde ise merkeze bildirmek zorundaydılar.[93] Devlet merkezi, her dereceden tımarları doğrudan doğruya tayin etme hakkına sahip olup, devlet merkezinin tekelinde bulunan haklardan birisi de tımarlı sipahi zümresinden olmayan birisine “mahall-i himmetten” tımar tevcihi hususudur. Reâya zümresinden birisi için tımar sahibi olmanın tek yolu “sipahi hizmetkârı” olup, seferlere gitmek veya hudut boylarındaki askerî harekatlarda “kale fethinde bayrak dikmek”, “yara diller (esir) ele getürmek ve başlar kesüb yararlılığı ve dilaverliği görülmek” idi. Ancak bu taktirde serhat beyleri veya seraskerler tarafından devlet merkezine gönderilecek “yoldaşlık defteri”nde kayıt ve gerekli tekliflerin de bulunması şartıyla raiyyetlikten kurtulup, “ibtida beratı” almaya hak kazanırlardı.

Beylerbeyilik, sancakbeyilik, çeribaşılık, alaybeyi ve zaimlik gibi yüksek rütbeli tımarlar ve kumandanlıklar çoğunlukla saray erkânıyla, kapıkulu ordusunun yeniçeri ve sipahi bölüklerinin yüksek rütbeli subayları ve diğer mensuplarının terfi edebilecekleri yerlerdir. Bu kadrolarda terfi edebilmek ve yeni yetişenlere yer temini için sancağa çıkmak adeti vardı. Bu takdirde 200.000 ile 500.00 akçelik haslar ve ona göre de vazifeler alırlardı.[94] Vezirler, beylerbeyiler ve sancakbeylerinin sağlıklarında adamlarına tımar verilmezdi, ancak ölünce adamlarına dirlik vermek kanundu.[95] Vezirlik rütbesini haiz iken ölmüş olanların kethüda, kapıcıbaşı, emîr-i ahûr, hazinedâr, ulûfeci, çaşnigir, kapıcı kethüdâsı vb. gibi umumiyetle kölelikten yetişme adamlarına ve 5 nefer subaşılarına büyük tımarlar verilmekte idi. Beylerbeyilerinin de kapıları halkının ileri gelenlerinden bir kısmına, beylerinin vazife halinde veya mâzûl iken vefat etmiş olmalarına göre büyük tımarlar verildiği gibi, beylerbeyilerinin bir oğulları varsa 40.000, iki oğulları kalmışsa her birine 20-25.000 akçelik zeamet verilmekte idi. Sancakbeylerinin ileri gelenleri vefat ettiklerinde hizmete yarar bir oğulları bulunursa 30.000 akçelik bir zeamet, iki veya üç oğulları kalmışsa her birine 10-15’er bin akçelik tımarlar verilirdi. Küçük derecedeki sancakbeylerinin oğullarına da daha düşük nispetlerde olmakla birlikte ehemmiyetli tımarlar verilirdi. Yeniçeri ortalarının veya acemi oğlanlarının “yayabaşı” ismini taşıyan zabitlerine ise 20-30.000 akçelik tımarlar verilirdi.[96]

Osmanlı Devleti’nde yüksek hasıllı dirlikler mevkiler tamamıyla kul ve devşirmelikten yetiştirilme kapıkullarının tekelinde olup, sipahi menşeli kişilere hemen hiç rastlanmaz. Zeamet ve tımarların intikallerinde ise kılıç miktarına dönülerek, sipahilerin terfi imkanları sınırlanmıştır. Selçuklularda devletin parçalanmasında ikta sahiplerinin rolü düşünülürse, bu devletin merkezî yapısının korunabilmesi için alınan bir tedbir olarak düşünülebilir.

Sancaklarda zeamet ve tımarların dağılış şekillerinin ve kadro mevcutlarının aynı kalması için de tedbirler alınmıştı. Kılıçların adedi ve yerleri değişmezdi. İki kılıcın birleştirilerek daha büyük bir dirlik meydana getirilmesi ve tımar kadrolarında bir yerin iptali mümkün değildi. Tımarların tezkireli ya da tezkiresiz oluşu, has, zeamet veya tımar olarak kategorisi de değiştirilemiyordu. Tımar, sahibinin dirliğine yapılan ilavelerle zeamet haline ya da zeamet, verilen terakkilerle has haline dönüşebiliyordu. Ancak bu dönüşümler şahsa mahsus geçici dönüşümler olup, mahlûlatında, terakkiler ayrılarak tekrar eski haline iade edilirdi. Diğer taraftan dirlik sahiplerinin ulaşabilecekleri âzami hadde mevcut olup, o seviyeye erişmiş olan tımar sahibinin daha fazla terfi edebilmesi için yüksek dereceli başka bir tımara tayin edilmesi lazımdı.[97]

Tımar veya zeamet mahlul olduğunda, bu dirlik bir başkasına tevcih edilirdi. Dirliğin mahlûlatı değişik şekillerde olmaktadır. Kişinin kendi isteğiyle tasarruftan vazgeçmesi ve ölümü dirliğin mahlûlatında en fazla rastlanan hususlardır. Babalar sağ oldukça evlatlarına dirlik verilmezdi. Ancak sipahinin savaş hizmetini yerine getiremeyecek derecede yaşlanması veya hastalanması durumunda, kendisinin başka tımar istememesi şartıyla tımarını yetişmiş ve hizmete yarar oğluna devredebilirdi. Babalarının sağlığında tasarruf hakkını elde etmiş olan evlatları babalarının vefatını müteakip yedi yıl içerisinde müracaatla tımarı kendi adlarına tahsis ettirirlerdi. Babadan oğula olduğu gibi, dededen toruna intikal de mevcut olup, dedenin vefatıyla torunu on yıl içerisinde müracaat ederek tımarını kendi üzerine kaydettirirlerdi.

Babasının vefatı sırasında oğlunun küçük yaşta olması sebebiyle sefer hizmetini yerine getiremese bile dirlik oğula intikal ettirilirdi. Bu durumda çocuğun yerine bir cebeli savaşa giderdi. Savaşa gidebilecek yaşa gelen sipahizâde yedi yıl içerisinde babasının dirliğini almak için müracaat etmek zorunda idi. Mazûl sipahi de yedi yıl içerisinde tımar talebinde bulunabilmek maksadıyla seferlere gitmek zorunda idi.

Bu şartlara uymayan mazûl sipahi ve sipahizâdeler tımar tasarruf hakkından vazgeçmiş sayılarak raiyyet yazılıp, rüsumla mükellef tutulurlardı. Ancak bu süre içinde hizmet kabul etmeye hazır bulunmalarına rağmen henüz bir tımara sahip olamamış sipahizâde veya mazûl sipahiler haklarını kaybetmezlerdi.

Babanın vefatıyla oğluna dirliğinin tamamı verilmeyip, terakkiler ayrılarak, o eyalette ibtida kılıç ne kadarsa, o kadarı verilirdi. Eğer sipahinin iki oğlu varsa, kılıç parçalanmayıp bervech-i iştirak verilir. Sipahinin üç oğlu varsa, yaşça en küçük olanına babası tımarı verilemez. Ancak, babaları tımarı geliri yüksek olup kanun üzere tahsis edilerek berat verilmiş ise, üçüncü oğula tımar yoktur denilerek geri alınmazdı. Zira sultanın onayından geçerek makbul olmuştur.[98] İbtidasının tamamı beş veya altı bin akçelik kılıç olan tımar sahibinin ölümünde, şayet tek oğlu varsa, kanun üzere bu tımar kendisine verilmeyip, istihkak sahibi başka birine verilir. Zira sipahizâdeye babası tımarından en çok üç bin akçelik bir kılıç tevcih olunabilip, ibtidâen beş veya altı bin akçelik tımar tevcih kanuna aykırıdır.[99] Normal vefat edenle şehit düşenin tımarlarının intikalinde fark olup, şehit çocuklarına daha yüksek gelirli dirlik tevcih edilirdi.[100] Tımarların sahiplerinin değişmesi veya intikali hallerinde tımarın başlangıç haddi olan kılıç miktarına dönülmesi ve her tımar kategorisinde terfi imkanlarının farklı derecelerle sınırlanmış olması, tımar arazisinin zamanla türlü fırsatlardan yararlanılarak büyütülmesi, tımar sahipliğinin zamanla bir aile mülkü haline getirilerek nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalmasına mani olmuştur.[101]

Bunların dışında; adam öldürmek, esir düşmek, delirmek, ortadan kaybolmak gibi durumlarda da dirlik mahlûl olurdu. Bu durumda şahsın dirliği bir başkasına tevcih edilirdi. Ancak şahsın dirlik tasarrufunu engelleyen bu durumların ortadan kalkması durumunda dirlikleri kendilerine geri iade edilirdi.[102]

Normal olarak da sipahinin yer değiştirmesi mümkün olabilmekteydi. Dirliğinden memnun olmayan sipahilerin onu bir başka tımarla değiştirmesi veya daha iyisini bulmak ümidiyle tımarı başkasına devredip mazûller arasında beklemesi ve daha iyi bir tımarı almak ümidiyle sefere gitmesi sık rastlanan hadiselerdendi. Terakki sağlamak için hile ve bahane ile tımarlarından feragat edip bir diğer tımara talip olanların bu haklarını kötüye kullanmalarını önlemek için çeşitli tedbirler alınmışsa da bunlar her zaman tesirli olamıyordu.[103]

Sipahi, bir devlet memuru olarak, üzerine düşen görevleri yapmak mecburiyetinde olup, mazeretsiz sefere iştirak etmeyenlerin hasılatının mevkuf tutularak mevkufçu adı verilen memurlar tarafından el konulması kanun gereği idi. Müştereken tasarruf olunan tımarlarda ise yalnız nöbeti olanın hissesine el konur, diğerlerinin hasılatına müdahale edilmezdi. Tımar sahipleri sefere birlikte götürdükleri cebelülerle oğlanlardan kaçanların yerlerine başka birisini getirmeye mecbur idiler. Yoklamada kaçanların yerine başka birisini getirmeyenlerin hasılatı da derhal zaptedilirdi. Tımarlı sipahilerin mükellefiyetleri ile ilgili her türlü yoklama beylerbeyine ait olup, mükellefiyetini yerine getirmeyenlerin hasılatına mevkufçu marifetiyle el koydururlardı.

Tımarda tasarruf, sipahiliği veya zaimliği fiilen yerine getirmekle mümkündü. Sipahi veya zaimler aslî vazifelerini terk ile ticarete veya başka bir mesleğe başlamaları halinde ellerindeki tımarları alınır, diğer hak sahiplerine verilirdi. Kanunnâmelere göre bu müddeti yedi yıl olup, yedi seneden fazla başka bir meslekle iştigal ederlerse raiyyet yazılır ve reâyanın ödemekle mükellef olduğu vergileri ödemekle mükellef tutulurlardı. Tımar sahibi aynı zamanda tımarın bulunduğu sancakta oturmak mecburiyetinde idi. Bir sipahinin sancak dışında oturması azline sebep olurdu.

Dirlik Sisteminde Köylü-Sipahi Münasebetleri

Sipahi-köylü ilişkileri feodal ilişkilerden tamamen farklı, şahsî mecburiyet tanımayan bir statü içindedir. Sipahi; köylüyü üretim aracı olarak kullanabilecek bir sahiplik hakkına haiz olmayıp, köylü sipahinin ne mülküdür ne de tasarrufundadır. Bu ilişkiler miri hukukça; en küçük meseleye kadar tanzim edilmiştir. Ne sipahi ne de köylü bunun dışına taşamaz. Sipahi devletin toprağında, halkın zirai çalışmasını kontrol eden, miri kanunların tatbiki için gerektiğinde devlet adına müdahale eden bir memurdur. Sipahinin sıfat ve salahiyetleri Divan’ın temsilcisi ve görevlisi olmasından ileri gelmektedir. Dirlik sistemi içerisinde sipahi ve köylünün birbirlerine karşı kanunlarla tespit edilmiş birtakım mükellefiyetleri olup, bunların dışına çıkmaları mümkün değildir.

Sipahinin reayaya karşı temel mükellefiyeti, devletin temsilcisi olarak, dirliği sınırları içerisindeki boş miri arazileri reayaya dağıtmaktır. Osmanlı arazi sistemi içerisinde rakabesi devlete ait olan mîrî arazinin tasarruf hakkı devlete aitti. Sipahinin, bazı dirliklerde mevcut ve işletme hakkı sipahiye ait olan “hassa çiftlikleri” dışında toprak tasarruf etme hakkı söz konusu olmayıp, kendi adına veya akrabaları adına toprak tasarruf etme hakkı bulunmamaktaydı. Sipahi bu görevini yerine getirmesinin karşılığı olarak, bir defaya mahsus olmak üzere, “tapu resmi” denilen bir vergi tahsil ederdi.

Sipahinin köylüden isteme hakkına sahip olduğu hususlar ise, devletin reayadan alacağı vergilerin toplanması ve birtakım angaryaların yerine getirilmesidir. Sipahinin maaşı köyün hasılatına bağlanmış olup, halkın vergilerini devlet adına toplama hakkına sahiptir. Sipahi, reâyanın devlete vermekle mükellef olduğu bütün öşür ve rüsumu toplama hakkına sahipti. Ancak sipahinin toplayabileceği miktar, gerek kendi ellerine verilen belgelerde, gerekse icmal ve mufassal defterlerde kayıtlı olup, bundan fazlasını talep etme hakkına sahip değildir. Köylü iktisadi olarak tamamen hür ve bağımsız olup, verecek olduğu öşrün dışında kalan tüm hasılatı kendisine aittir.

Köylünün sipahiye vereceği öşrü harman yaptıktan sonra vermekle mükellefti. Köylü, ekinini harman yaptıktan sonra ölçüm yapılması ve sipahi hissesinin ayrılması için bir hafta sipahi ve yetkili memurları beklerdi. Kanunî Kanunnâmesi’ne göre, eğer bu müddet içerisinde gelmezlerse, kadı izniyle; köyün imamı, kethüdası ve emin kimseler vasıtasıyla mahsulünü ölçtürür. Sipahi de bu ölçüme uymak zorundadır. Köylü vereceği öşrü en yakın pazara veya köyde bulunan sipahi ambarına götürmek zorundadır. Ancak mesafenin bir günlükten fazla olması durumunda köylü, ürünü taşımak zorunda değildir.

Köylünün sipahiye hizmetlerinden birisi de sipahiye ev ve köyün öşrünün konacağı ambar yoksa, o köye bir ambar yapmaktır. Kanunî Kanunnâmesi, reayanın sipahiye ev yapması mükellefiyetini iptal etmiştir. Bu mükellefiyet köy halkının beraberce yaptığı bir defaya mahsus hizmettir. Her yeni gelen sipahi o köy ambarını kullanmak mecburiyetindedir. Ambarı beğenmeyip yenisini yaptıramaz. Veya, “ben öşrü bu köyün değil başka köyün ambarına koyacağım” diyemez.

Buraya kadar özetlediğimiz hizmetlerin dışında; köylüyü çalıştırmak yahut dirlik defterinde kayıtlı mükellefiyetlerin üzerinde hizmet ve vergi talep etmek kesin bir şekilde yasaklanmaktadır. Bilhassa yeni bölgelerde görülen feodal kalıntılarının zamanla kaldırıldığını, sipahinin halktan kanunsuz vergiler almasının behemehal yasaklandığını ve cezâi tedbirler konduğunu görmekteyiz. Sipahinin bu kurallara uymaması durumunda köylü sipahiyi Divân-ı Hümayun’a şikayet etme hakkına sahipti. Aynı şekilde sipahinin köyde bulunan zanaatkârlara, kanunî mükellefiyetlerinin dışında, zorla ve ücretsiz iş yaptırması da kanunen yasaklanmıştır. Sipahinin reâyadan kanun dışı resm ve hizmet talep etmesi, dirliğinin elinden alınması için bir vesile teşkil ederdi.

Sancak beyi, subaşı ve sipahi köy halkını kendi işlerinde veya devlet işinde zorla çalıştırmadığı gibi, ihtiyaç maddelerini de para ile satın almak mecburiyetindedir. Hayvanları ve kendileri için ücretsiz hiçbir şey almamaları kanunnâmelerde sık sık tekrar edilmektedir. Bunun için kanunnâmelerde “amillere yasak oluna ki akçesiz yem, yemek almayalar” veya “akçesiz nesne almayalar” şeklindeki ibareler çok geçmektedir. Sipahiler görevleri esnasında da köylüyü rahatsız edemezler, köyleri teftişe gittiklerinde fakir kimselerin evinde üç günden fazla kalamazlardı. Durumu iyi olan köylülerin evinde misafir olabilirler, fakat zorla kendilerini hiç kimseye baktıramazlardı. Ve gerektiğinde halka zulmeden sipahinin tımarı elinden alınmaktadır.

Sipahinin cezalandırılması doğrudan “Divan” tarafından yapılmaktadır. Binaenaleyh sipahilerin şikayet edildiği merci de orasıdır. “Hükümet kadılarından”, suç işleyen sipahilerin “isim ve resimleriyle beraber” bildirilmesini istemekte; sipahinin cezalandırılması yetkisini elinde tutmaktadır. Diğer önemli bir husus da; sipahinin köylüye ceza verme salahiyetinin olmamasıdır. Köylüyü yargılamakla kadı yetkilidir. O bölgenin adlî organının başında bulunan kadı; köylüyü muhakeme eden hakim durumundadır. Divan yazdığı bir emirdeköylünün cezalandırılmasını kadılara tevdi etmiştir. Sipahi gibi sancakbeyi ve subaşı da köylüyü cezalandırma hakkına sahip olmayıp, ancak mahkemenin kararını uygulamakla yetkilidirler.

Doç. Dr. Mustafa OFLAZ

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 695-708


Dipnotlar :
[1] Bu konuda detaylı bilgi için bakınız; Sadık Albayrak; Budin Kanunnâmesi ve Osmanlı Toprak Meselesi, (tarihsiz), Tercüman 1001 Temel Eser; A. Selçuk Özçelik; “Avrupa Feodalitesi ile Türk Tımar Teşkilatının Mukayesesi”, İst. Ün. Hukuk Fakültesi Mecmuası, C 17, S 3-4, İstanbul 1951, s 847-859.
[2] Bu konuda geniş bilgi için bakınız, M. Fuat Köprülü; Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseslerine Tesiri, Ankara 1992, s 10-15.
[3] İkta sistmi hususunda detaylı bilgi için bakınız; Osman Turan; “İkta”, İslâm Ansiklopedisi, C V/2, İstanbul 1993, s 949-959, Mustafa Demirci – Sadi S. Kucur – Beşir Gözübenli; “İkta”, DİA, C. 22, s 43-52.
[4] M. F. Köprülü, a.g.e., s 126. Dirlik sistemine Bizans tesiri hakkında detaylı bilgi için, aynı eser, s 94-130.
[5] M. Zeki Pakalın; “Tımar”, Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, C III, İstanbul 1983, s 498. Ayrıca bakınız Ö. Lütfi Barkan; “Tımar”, İslam Ansiklopedisi, C XII/1, İstanbul 1993, s 293-294.
[6] Aşıkpaşaoğlu Tarihi; (Haz. Nihal Atsız), İstanbul 1970, s 24.
[7] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih I, (Yay. Haz. İsmet Parmaksızoğlu), Ankara 1992, s 41
[8] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih I, s 45.
[9] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s 24.
[10] M. Fuat Köprülü; a.g.e., s 115.
[11] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s 47.
[12] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s 49.
[13] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih I, s 84.
[14] M. Fuat Köprülü; a.g.e., s 116.
[15] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih I, s 147.
[16] M. Fuat Köprülü; a.g.e., s 116.
[17] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih II, s 94.
[18] M. Fuat Köprülü; a.g.e., s 119.
[19] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih II, s 112.
[20] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, s 98.
[21] M. F. Köprülü, a.g.e., s 121.
[22] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih III, s 112.
[23] M. Zeki Pakalın; Tımar, s 499.
[24] Hoca Saadeddin; Tacü’t-tevarih IV, s 340.
[25] M. Zeki Pakalın; Tımar, s 501.
[26] Mustafa Akdağ; “Tımar Rejiminin Bozuluşu”, Ank. Ün. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C III, S 4, Ankara 1945, s 420.
[27] Mustafa Akdağ, a.g.e., s 421.
[28] Mustafa Akdağ, a.g.e., s 422.
[29] Koçi Bey Risalesi; (sad. Zuhuri Danışman), Ankara 1985, s 49.
[30] Halil Cin; Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Ankara 1978, s. 107.
[31] M. Nuri Paşa; Netayicü’l-Vukuât III-IV, (Haz. Neşet Çağatay), Ankara 1980, s. 150.
[32] Koçi Bey Risalesi; s 57.
[33] Mustafa Akdağ, a.g.e., s 424.
[34] Koçi Bey Risalesi; s 58.
[35] M. Zeki Pakalın; Tımar, s 505.
[36] Koçi Bey Risalesi; s 59-60.
[37] Mustafa Akdağ, a.g.e., s 425-427.
[38] Mustafa Nuri Paşa, a.g.e., s 124-125.
[39] Ö. Lütfi Barkan; Tımar, s 320.
[40] Ö. L. Barkan, a.g.e., s 323.
[41] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 113.
[42] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 128.
[43] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 130.
[44] Yücel Özkaya; “XVIII. Yüzyıl Sonlarında Tımar ve Zeametlerin Düzeni Konusunda Alınan Tedbirler ve Sonuçları”, Tarih Dergisi (Ord. Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı Hatıra Sayısı), S XXXII, İstanbul 1979, s 220-221.
[45] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 120.
[46] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 157.
[47] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 298.
[48] Y. Özkaya, a.g.e., s 223.
[49] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 299.
[50] Y. Özkaya, a.g.e., s 225, 233, 240.
[51] Y. Özkaya, a.g.e., s 242.
[52] Barkan, Tımar, s 330-331.
[53] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 289-290.
[54] Barkan, Tımar, s 331.
[55] M. Nuri Paşa, a.g.e., s 299.
[56] M. Zeki Pakalın, Tımar, s 499.
[57] M. Ali Ünal; Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 1998, s 172.
[58] M. Ali Ünal, a.g.e., s 175.
[59] Cengiz Orhonlu – Nejat Göyünç; “Has”, TDVİA, C 16, İstanbul 1997, s 268.
[60] Stanford Shaw; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C I, (Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 1982, s 182.
[61] Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri I, İstanbul 1990, s 144.
[62] Cengiz Orhonlu – Nejat Göyünç; Has, s 268.
[63] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, (Haz. Midhat Sertoğlu), İstanbul 1992, s 3.
[64] Cengiz Orhonlu – Nejat Göyünç; Has, s 268.
[65] M. Ali Ünal, a.g.e., s 168.
[66] Cengiz Orhonlu – Nejat Göyünç; Has, s 268.
[67] M. Ali Ünal, a.g.e., s 212.
[68] M. Z. Pakalın, “Kılıç Hakkı”, Osmannlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, C II, s 264.
[69] Cengiz Orhonlu – Nejat Göyünç; Has, s 269.
[70] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, s 48-49.
[71] İ. Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Tarihi III/2, Ankara 1977, s 293.
[72] Cengiz Orhonlu – Nejat Göyünç; Has, s 269.
[73] Akgündüz, Kanunnâmeler, s 144.
[74] Halil Sahillioğlu; “Zeamet”, İslam Ansiklopedisi XIII, İstanbul 1993, s 478.
[75] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, s 80.
[76] M. Z. Pakalın, “İcmallü Zeamet”, Osmannlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü II, s 24.
[77] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, s 22.
[78] M. Ali Ünal, a.g.e., s 170.
[79] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, s 81.
[80] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, s 4.
[81] M. Ali Ünal, a.g.e., s 171.
[82] M. Ali Ünal, a.g.e., s 175.
[83] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, s 69.
[84] Pakalın, tımar, s 498-499; “Hizmet Tımarı”, Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü I, s 845.
[85] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, s 65.
[86] Pakalın, Tımar, s 506.
[87] Pakalın, “Mensuhat Tımarı”, Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü II, s 476.
[88] Pakalın, “Sepet Tımarı”, Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü II, s 175.
[89] Dirlik tevcih ve intikaliyle ilgili detaylı bilgi için bakınız M. Tayyip Gökbilgin; “Kanunî Sultan Süleyman’ın Tımar ve Zeamet Tevcihi İle İlgili Fermanları”, İ. Ü. Tarih Dergisi, C XVII, S 22, İstanbul 1968, s 35-48.
[90] Koçi Bey Risalesi, s 39.
[91] Koçi Bey Risalesi, s 39.
[92] Koçi Bey Risalesi, s 40.
[93] Barkan, Tımar, s 316.
[94] Barkan, Tımar, s 314-315; M. Ali Ünal, a.g.e., s 178
[95] Pakalın, Tımar, s 501.
[96] M. Ali Ünal, a.g.e., s-178.
[97] Barkan, Tımar, s 316.
[98] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, s 95-96.
[99] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, s 97.
[100] Pakalın, Tımar, s 500.
[101] M. Ali Ünal, a.g.e., s 177.
[102] Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, s 101.
[103] Barkan, Tımar, s 317.
1 yorum
  1. Özlem diyor

    Huu huuu mutfiss

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.