Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Devri Türk Kültür Ve Medeniyetinin Temel Özellikleri

0 23.602

Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL

Türk Tarihi ve Kültürünün Genel Özelliği

Kültür, bir millete ait davranış ve karakterlere denir. Medeniyet ise, inanç ve ahlâk nizamıdır. Her milletin olaylar karşısında gösterdiği tepki farklıdır. İşte en basit anlamıyla kültür, toplumun karşılaştığı bir olay karşısında sergilediği tavır ve hareket tarzıdır. Bir toplumun kültürel hayatını şekillendiren en mühim unsur ise dinî inançlar ve geleneklerdir. Atadan, dededen kalma davranış kalıpları olan gelenekler sosyal hayatı yönlendiren temel normlardır. Dünya ve eşyayı algılamakta insanın davranışlarını tayin eden en önemli faktör de inançtır.

Türk tarihinin, diğer milletlerin tarihine nazaran birbirinden çok farklı coğrafyalarda cereyan ettiği görülür. Bu yönüyle Türklere benzeyen başka bir millet bulmak zordur. Çünkü Türkler, Orta Asya’da meydana çıkmışlar, fakat orada kalmayarak eski dünyanın birçok bölgesine yayılmışlardır. Ana kol, İran üzerinden Anadolu, Kafkaslar, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Avrupa’ya uzanmış; ikinci bir kol Hazar Denizi’nin kuzeyinden Ukrayna, Balkanlar ve yine Avrupa’ya inmiş; diğer bir kol ise Hindistan’a ulaşmıştır. Birbirinden çok farklı özelliklere sahip ülkelere yerleşen Türkler, değişik zaman ve mekânlarda birçok devletler kurmuşlardır.

Türkler, geniş bir coğrafya üzerinde sürekli hareket halinde oldukları için, birbirinden çok farklı, değişik toplum ve kültürlerle karşılaşmışlardır. Bu kültürlerden pek çok unsur almışlar ve o kültürlere de pek çok şey hediye etmişlerdir. Bu durum Türk kültürüne dinamik bir yapı kazandırmıştır.

Bir toplumun kültürü için en büyük iki tehlikeden ilki, başka toplumlarla münasebette bulunmamak ve kendi içerisine kapanmaktır. Böyle bir durumda kültür, dinamizmini, yani kendini yenileme ve üretme kabiliyetini kaybeder. Bu yüzden diğer toplumlarla sürekli münasebet halinde olan toplumlar kültür açısından şanslı ve güçlüdürler. Kolay kolay hâkim karakterini kaybetmezler. İkincisi ise kültürün kaynağı olan medeniyette bir çözülme başlaması yani, toplumun inanç ve ahlâkında bir yozlaşma meydana gelmesidir. Bu durumda kültür, seçme gücünü ve kendine has ahengi kaybeder.

Belirli bir coğrafya üzerinde kalmış, siyasî ve askerî bakımdan herhangi bir varlık gösterememiş ve başka toplumlarla münasebet kurmamış toplumların kültürleri yeknesaktır (homojen), saftır, işlenmemiştir. Buna karşılık, Türkler gibi hareketli bir milletin kültürü çeşitlilik arz eder. Makbul olan da budur. Bir kültür, farklı toplumların kültürüyle temas ettiği ölçüde gelişme imkânı bulur ve güçlenir. Kültürde saflık, basitliği ve zayıflığı ifade eder. Kültür sürekli bir değişim ve gelişim içerisinde olmalıdır. Bu da ancak diğer kültürlerle kurduğu sağlıklı ilişki sayesinde mümkün olabilir. Türk kültürü bu yönüyle son derece dinamiktir. Çeşitli toplumlardan alınan unsurlarla zenginleşmiş ve güçlenmiştir.

Kültürün, anî ve köklü bir değişiklik karşısında kalması onu zaafa uğratır ve belirli bir süre de olsa bocalatır. Türk kültürü bunu yaşamış ve tarih boyunca iki büyük badire atlatmıştır.

Bunlardan birincisi, Türklerin Müslüman olmaları sırasında yaşanmıştır. IX. ve XI. yüzyıllarda Müslüman olan Türkler, ataları Müslüman olmadıkları için onların kültürel değerlerinin çoğunu terk etmişler, Orta Asya’da kullandıkları yazıyı da bırakmışlardır. Arap harfleri ile Türkçe eserlerin Anadolu’da ortaya çıkışı XII. yüzyılın sonlarında gerçekleşebilmiştir. Bu, 300 seneden fazla Anadolu Türklerinin kendi dilleri ile yazı yazmadıklarını gösterir. Bu durum Türk kültürü için çok zararlı olmuş, Orta Asya’da yüzlerce yılda teşekkül etmiş kültür birikimi yeni nesillere aktarılamamış, yazılı ve sözlü kültür unsurları unutulup gitmiştir. Sadece Oğuz Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri gibi Türkler arasında sözlü olarak yaşayan bazı destanlar ancak XV. yüzyıldan sonra yazıya geçirilebilmiştir. Fakat dinamik yapısı sayesinde[1] Türk kültürü kısa sürede bu kesintiyi telafi etmiş ve Osmanlı Devleti zamanında son derece güçlenmiş, işlenmiş ve bir imparatorluk kültürü haline gelmiştir. Bu dönemde meydana getirilen eserler ve ortaya konulan değerler Türk kültürünün klasiklerini teşkil eder.

Osmanlı devrinde teşekkül eden kültürü de, bütün diğer kültürler gibi homojen ve statik olarak kabul edemeyiz. Zamanın ve şartların değişmesi ile farklı toplumlarla kurulan münasebetler çerçevesinde kültür sürekli bir değişim içerisindedir. Bu sebeple XIV. yüzyıldaki Osmanlı kültürü ile XIX. yüzyıldaki arasında dağlar kadar fark vardır. Sosyal değişmenin çapı bütün kültürü kapsadığı için, statik, yeknesak bir kültürden söz edilemez. Ancak XV. yüzyıldan XVIII. yüzyılın ortalarına kadar olan 250-300 yıllık dönemde köklü kültür değişmeleri yoktur ve kültür kendi tabiî seyri içerisinde bir gelişme ve değişme göstermiştir.

Türk kültürünün karşılaştığı ikinci büyük tehlike ise, Batı ile yüz yüze kaldığımız son iki yüz yıllık dönemde ortaya çıkmıştır. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren birleşik Avrupa karşısında uğradığımız askerî mağlubiyetler Türk insanında bir şok meydana getirmiş, teknolojik ve ekonomik alanda Batı’nın gerisinde kalmamız bu şoku pekiştirmiştir. Zaman içerisinde Batı’nın ilim, teknik, askerlik ve siyaset alanında gösterdiği üstünlük, insanımızı sahip olduğumuz değerlerden şüpheye düşürmüş ve sonuçta kendine ait değerleri inkâra götürmüştür. Bunun tabiî sonucu olarak Türk kültürüne ait unsurlar ihmal ve hatta tahrip edilmiştir. Sultan II. Mahmud’dan itibaren devlet kurumlarını Batılılaştırmak için bir program uygulanmıştır. Bu uygulamaların toplumun kültüründe büyük değişiklikler meydana getirdiği ve hatta yer yer dejenerasyona uğrattığı bir gerçektir. Merhum Mümtaz Turhan bu döneme “Zoraki Kültür Değişmeleri Dönemi” adını vermektedir.[2]

Osmanlı Devri Türk Kültürünün Evreleri

Bu noktadan bakıldığında Osmanlı dönemi Türk kültürünün iki safhada ele alınması icap eder kanaatindeyiz.

Birinci safha kuruluştan 1720’lere kadar olan devir,

İkinci safha ise 1720’lerden XX. yüzyıla kadar olan devirdir.

Klasik dönem olarak tanımlanan ilk safha da kültürün teşekkülü ve kemal devri olmak üzere ikiye ayrılabilir.

Kültürün teşekkülü ve kemal devrinde Osmanlı kültürü son derece dinamik ve şahsiyetlidir. Hâkim millet olmanın sağladığı avantajla da, farklı kültürleri kendi potasında eriterek, hepsine kendi damgasını vurabilmiştir. Bu kültür zenginliğinin içerisine Orta Asya’dan gelenek halinde intikal eden Türklüğe ait değerler, İslamiyet’in Türk milletine kazandırdığı iman ve kendine güven duygusu ile Türklerin Anadolu ve Rumeli’de karşılaştığı toplumlara ait unsurlar yer almaktadır.

XV. yüzyılın ortalarına doğru, Osmanlı Devleti klasik yapısını buldu. Fatih Sultan Mehmed, imparatorluğu merkezî devlet esaslarına göre düzenledi ve bu yapı XIX. yüzyıla kadar ufak tefek değişikliklerle devam etti. Tarihçiler, 1453’ten sonraki döneme Osmanlı Klasik Devri adını vermektedirler. Ancak klasik dönemin ne zaman sona erdiği konusunda kesin bir tarih verilememektedir. Bazıları bunu III. Selim, bazıları II. Mahmud’a kadar uzatmaktadırlar. Bir kısmı da Avrupa’nın tesiriyle kabul edilmiş olan Yeni Çağ ve Yakın Çağ gibi bölümlemeyi esas alarak klasik dönemi 1789’larda sonlandırmaktadırlar.

Bizim kanaatimize göre Osmanlı klasik döneminin sonu 1720’lerde başlamaktadır. Tarihçilerin Lâle Devri diye adlandırdıkları dönem, Türk kültür tarihinde mühim bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu tarihten itibaren Osmanlı kültürü gittikçe süratlenen bir değişime maruz kalmıştır.

Osmanlı kültürünün temel özelliklerine geçmeden evvel, bu kültürü meydana getiren Osmanlı medeniyetine, yani Osmanlı inanç ve ahlâk nizamına kısaca temas etmek gerekmektedir. Burada uzun uzadıya medeniyet ve kültür ayırımına girmek istemiyoruz. Çünkü bu konu oldukça çetrefil ve uzundur. Medeniyet ve kültür kavramlarının tanımı konusunda bir fikir birliği yoktur. İkisini aynı şey sayanlar olduğu gibi, ikisi arasında hiçbir fark olmadığı görüşünü paylaşanlar da çoktur. Bu hususta bizde ilk olarak Ziya Gökalp medeniyet ve kültür (hars) kavramları üzerinde durmuş ve medeniyeti kültürün bir sonucu olarak telakki etmiş ve medeniyetin kısaca bilim ve teknik ile meydana getirilen eserlerden ibaret olduğunu belirtmiştir. Bundan başka Ziya Gökalp, medeniyeti insanlığın ortak malı kabul etmiş ve malum olduğu üzere, Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Garp medeniyetindenim, demişti.[3]

Günümüz bilim ve fikir adamlarından Yılmaz Özakpınar ise tam tersine, medeniyeti bir inanç ve ahlâk nizamı olarak tarif etmekte; medeniyetin kültürü meydana getirdiğini, yani ona kaynaklık ettiğini ileri sürmekte ve bu konuda yeni bir teori ortaya atmaktadır.[4]

Bizce de bu teori, ciddiye alınması gereken, Osmanlı medeniyet ve kültürünü izahta azami ölçüde başarılı bir görüştür. Burada tabii ki, sayın Özakpınar’ın teorisinden uzun uzadıya bahsedecek değiliz. Kendisi mezkur görüşlerini muhtelif kitap ve makalelerinde işlemiştir. Sadece burada medeniyeti onun tanımına uyarak, “bir inanç ve ahlâk nizamı” olarak ele alacağımızı belirtmek isteriz.

Bu noktadan hareketle Osmanlı kültürünü yaratan medeniyetin temelinde yatan aslî unsurun ne olduğu hususuna bakmamız gerekmektedir. Zira Osmanlı inanç ve ahlâk nizamını kavramadan, 1450’lerden 1700’lere kadar bir cihan devleti olmayı başarmış ve sadece Osmanlı coğrafyası değil, bütün Avrupa, Akdeniz ve Asya’da siyasî, askerî ve kültürel açıdan başat bir rol oynamış olan Osmanlı medeniyeti vakıasını izah edemeyiz.

Osmanlı Medeniyetinin Dayandığı Temeller

M. Fuad Köprülü, “Selçukîler Zamanında Anadolu’da Türk Medeniyeti” adlı araştırmasında Uçlarda yaşayan Türkmenlerin yaşantıları, gelenekleri ve Selçuklu merkeziyle olan münasebetleri üzerinde durur.[5] Haçlı savaşları dalgası atlatıldıktan sonra XIII. yüzyılda Bizans hudut boyları Türkmen beyliklerine emanet edilmiştir. Henüz Orta Asya karakterini büyük ölçüde devam ettiren bu konar-göçer Türkmenlerin hayatı, Dede Korkut hikayelerinde anlatılan yaşantı biçimine çok benzemektedir.

Osmanlılar da, XIII. yüzyılın sonlarında ortaya çıktığı zaman Selçuklu Devleti’nin bir Uç Beyi idiler. Uç Beylerinin temel görevi düşmanın âni bir saldırısını önlemek ve merkezin emri üzerine gerektiğinde düşmana baskınlar yaparak zarar verdirmek şeklinde özetlenebilir. Uçlardaki hayat içerisinde en dikkati çeken nokta “gazâ ve cihad” motifidir.

Ertuğrul Gâzi’ye bağlı Kayı aşiretinden güçlü bir devletin ortaya çıkışı konusu üzerinde tarihçilerce çok durulmuştur. Bu sebepsiz değildir. Çünkü Osmanlı Beyliği, Uç ve aşiret geleneklerinden sıyrılıp, toprağa bağlı bir toplum tipini esas alan, merkezî bir devlete dönüşümü gerçekleştirebilmiştir. Anadolu’daki diğer beylikler de XV. yüzyıla kadar mevcudiyetlerini sürdürdükleri halde bu konuda başarılı olamamışlar, aşiret karakterli yapıdan bir türlü kurtulamamışlardır.

Kuruluş dönemine ait kaynaklar üzerinde yapılan tetkikler, Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Aşıkpaşazâde, Osmanlı Devleti’ni kuranlar arasında saydığı dört unsurdan ikisi Ahiyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum’dur.[6] Osman Gâzi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu hürmet ile onu takip eden Orhan, I. Murad ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri izzet ve ihtiram Osmanlı medeniyetinin karakteri konusunda bir fikir vermektedir. Bazılarının zannettiği gibi, Osmanlı hükümdarları siyaseten böyle davranıyor değildirler. Bu konuda son derece samimidirler. Nitekim Enderun ve Harem’deki eğitimin esası da dine dayanmaktadır. Osmanlı şehzadelerinin eğitiminde de din en önemli yeri işgal etmektedir.

Gerek devlet hayatında ve gerekse sosyal hayatta dindârlık en mühim haslettir. Bir göreve tayin edilecek kişide aranan üç özellikten en baştaki dindârlık, sonrakiler ehl-i vukûf ve sırat-ı müstakim üzere olmaktır.

Bir görüşe göre Osmanlı Devleti’nin temel ve resmî ideolojisi İslamiyet’tir. Bu ideoloji, İslamın ehl-i sünnet ve’l-cemâat yorumuna dayanmaktadır.[7] Osmanlı Devlet adamları da devletlerini bir İslam Devleti olarak görüyorlardı. Nitekim Osmanlı kaynaklarında padişah için birçok yerde “İslam Padişahı” denilmektedir.

İslam inanç ve telakkisi o derece güçlüdür ki, İslam kaynaklı olmayan Orta Asya’dan gelen birçok örf ve âdet yanında, vergi hukukuna ait Bizans, Sasanî kalıntısı birçok unsurun da zamanla İslamileştirildiği görülmektedir.[8] Fetihler için motivasyonu sağlayan temel unsur da İslamın gazâ ve cihad anlayışı olmuştur.

Osmanlı Devleti’ni kuranların kimliğine bakılacak olursa İslamî unsurun ne derecede ağır bastığı görülebilir. Bir kısmı Selçuklu bürokrasisine mensup, bir kısmı ahi, şeyh, abdal vs. olan bu insanların ortak yönü, nizâm-ı âlem ülküsüne inanmış, ilâ-yı kelimetullah, yani Allah’ın şanının yücelmesi uğrunda kendi benliğini yok etmiş idealist insanlar olmalarıdır. İşte Osmanlı medeniyetinin temelinde yatan esas unsur, güçlü bir iman, sağlam bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Ahlâk anlayışının esası Hz. Peygamber’in güzel ahlâkıdır. Hz. Peygamber’in hareket, tavır, davranış ve sözleri her Müslüman için bir örnek teşkil etmiştir. Ayrıca İslam inanç ve imanı Türk insanına kendine güven duygusu vermiş, İslamın dışındaki hiçbir unsura kıymet atfedilmemiştir.

Osmanlı Beyliği’nin büyük bir devlet olarak ortaya çıkmasını ve kurumlaşmasını sağlayanlar ise Selçuklu devlet adamlarıdır. Kaynaklarda bunlardan bahsedilmektedir.[9]

Osmanlı Medeniyetinin Üç Özelliği: Tevazu, Tesamuh ve Vakar

Orta Asya’dan beri yaşayıp gelen gelenekler, fethedilen coğrafyada karşılaşılan unsurlar bu İslamî pota içerisinde eriyerek Osmanlı kültürünü meydana getirmiştir. Muhakkak ki, bu kültürün içerisinde, imparatorluk coğrafyası içerisindeki toplumların her birinden bir unsur bulunmaktadır.[10] Fakat bu unsurları kaynaştırıp, imtizacı gerçekleştiren Türk’ün kendine has karakter ve vasıfları ile İslamın kazandırdığı tesamuh, tevazu ve vakârdır.

Ayrıca Osmanlı kavramının siyasî ve askerî mânâsından başka, vakur, hamiyetli, salabetli, şecaatli, mürüvvetli, cömert, merhametli, semahatli, ferasetli, faziletli, celadetli, nezaketli, şerefli ve haysiyetli bir insan tipini ifade eden “Osmanlı adam” ya da “Osmanlı kadın” gibi sıfat haline gelmesi Osmanlı kültürünün temel özellikleri arasındadır. Kısacası Osmanlı insanı bu dünyayı fâni bulan, fâni bulduğu için de ona metelik vermeyen, serâzâd ve kimseye minnet etmeyen bir özelliğe sahiptir. Bunu

XVI. yüzyılın büyük şairi Bâkî’nin:

“Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız
Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allahadır tevekkülümüz, itimâdımız…”

adlı şiirinde buluruz. Keza aynı yüzyılda bir Osmanlı sipahisi kılıcının üzerine:

“Ey gönül bir can içün her cana minnet eyleme
İzzet-i dünya içün sultana minnet eyleme”,

diye bir beyit yazdırmıştır ki, Osmanlı insanını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir.

Tesamuha gelince; medeniyetler için ölçü olarak alınabilecek temel bir tavır, o medeniyeti kuran toplumun kendine benzemeyenlere karşı olan yaklaşımıdır. Bu mânâda Osmanlı idaresinin temel prensibinin her toplumun inanç ve değerlerine saygı göstermek ve devlet düzenine zarar vermediği müddetçe diledikleri gibi örf ve âdetlerini yaşamaları konusunda müsamaha göstermek olduğu görülür.

Osmanlı Devleti İslamiyet’i bir ideoloji olarak benimsemişse de ehl-i kitap saydığı zümrelerin din ve diyanetlerini sürdürmeleri hususunda son derece hoşgörülü davranmıştır. Bu hoşgörü bugün için bir anlam ifade etmeyebilir ancak mezhep farklılıklarına bile tahammül edilemeyen ve Engizisyon Mahkemeleri’nin hüküm sürdüğü aynı dönemdeki Avrupa göz önüne alınırsa önemi ortaya çıkar. Gerçi Osmanlı idaresinin Şiîlere karşı her zaman pek hoşgörülü davranmadığı ileri sürülebilir. Fakat bu da daha çok Safevîlerle siyasi ve askeri ilişkilerin gerginleştiği dönemlerde ortaya çıkan arızî bir durumdur.

Osmanlı tavır ve vakarının kaynağı ise eskilerin salabet-i diniyye dedikleri iman pekliği ve kendine güven duygusudur. Vakar, XVII. yüzyıl sonlarına kadar sürekli zafer haberleri almaya alışmış, geniş bir coğrafya üzerinde hüküm sürmenin insan üzerinde meydana getirdiği mağrurluk duygusuna kapılmaktan korkan Osmanlı insanının geliştirdiği bir tavırdır. “Padişah-ı Cihan” denilen Osmanlı padişahlarının Cuma Selamlığı törenlerinde bir tabur askere “mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!” diye bağırtmalarının sebebi budur.

Osmanlı Kültür Üretim Merkezleri

Osmanlı döneminde kültürün en başta gelen üretim merkezleri saray ve konaklardır. Buralarda, sanat ve bilim alanında en önde gelen isimler toplanmış olduğundan kültür faaliyetleri konusunda halka öncülük edilen yerler olmuştur. Padişah, vezir, paşa ve beylerin rütbeleriyle mütenasip büyüklükteki saray ve konaklarında ilim ve sanat adamları himaye edilmiştir. Bu sebeple yemek kültürü, güzel konuşma, şiir, musiki vs. alanında saray ve konaklar bulundukları çevreyi etkilemişlerdir. Kul sistemi içerisinde yetişen ve taşraya subaşı, sancakbeyi, beylerbeyi, kadı, müfti vs. olarak atanan devlet adamları da vazifeli olarak gittikleri yerlerde İstanbul’daki sarayın daha küçük çaptaki benzerini kurarak Osmanlı kültürünün üretilmesinde ve bütün imparatorluk coğrafyasına yayılmasında mühim bir rol oynamışlar, gittikleri yerlerdeki toplumları etkilemişlerdir.[11]

Saray ve konaklarda üretilen Osmanlı kültürü tabiatıyla şehirlidir, şehir kültürüdür. Bu meyanda İstanbul ,kozmopolit yapısı ile geniş Osmanlı coğrafyasının her yöresinden birçok unsuru bünyesinde toplamıştır. İstanbul’da, Kuzey Afrika’dan, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan, Orta Avrupa’dan kısacası en ücra eyalet ve bölgelerden farklı etnik kökenlere ve inançlara mensup gruplar bulunduğu gibi, ticaret, elçilik vs. amaçlarla Osmanlı hudutları haricinde kalan İran ve Hindistan gibi Doğu ülkelerinden gelmiş heyetlere de sık rastlanırdı.

Bütün bu değişik ve farklı unsurların İstanbul’un kültürü üzerinde tesiri olduğu gibi, bu grupların da İstanbul kültüründen yani merkezi Osmanlı kültüründen etkilenmeleri söz konusu idi. İstanbul’un idare merkezi olması itibariyle yönetim, askerlik, tören, eğlence kültürü ve günlük yaşantı ile ilgili âdet ve gelenekleri, bu gruplarca uzak eyalet ve ülkelere taşınmakta idi. Bunların başında Osmanlı nezaket ve inceliğinin, mütehakkim diplomatik lisanın, nüktedanlığın, otoriter tavrın model olarak alındığı bilinmektedir.

Bunların dışında medrese ve tekkenin kültür üretiminde ve toplum kesimine yayılmasında mühim yeri olduğunu da belirtmek icap eder. Bilhassa tasavvuf İslamının halk arasındaki medreseyi gölgede bırakan nüfuz ve itibarı zikredilmeye değerdir. Yukarıda bahsettiğimiz tevazunun en önemli kaynaklarından birisi de tasavvuftur.

Osmanlı Kültürünün Tesirleri

Her devlet ve medeniyet kendisinden önceki medeniyetlerin kültürel mirasından istifade eder. Müesseseler ve teşkilat yapısı çok defa örnek alınır. Fakat bu durum, herhangi bir müessesenin aynen alınması, yani taklit mânâsına gelmez. Taklit başka, müteessiriyet (etkilenme) başkadır. Etkilenmede orijinalliği kaybetmek söz konusu değildir. Taklitte ise şuur ve irade kaybolmuş demektir. Dolayısıyla taklit, bir toplumun ruhunu ve sanat zevkini yansıtamaz.[12]

Osmanlı Devleti de kendisinden önceki Selçuklu, Bizans, Abbasî ve İlhanlı devletlerinden birtakım kurumlar iktibas etmiştir. Fakat bunların Osmanlı devrinde kazandıkları mahiyet ve fonksiyon tamamen farklı bir şekilde tezahür etmiştir. Çünkü klâsik dönemde Osmanlı medeniyeti kendi şahsiyetini müdriktir ve kültür kendini yenileme kabiliyetine sahiptir.

Ayrıca Osmanlı medeniyetinin özelliği, sadece uzun bir dönemi kapsaması değildir. Hakim olduğu coğrafya üzerindeki toplumlar üzerinde bıraktığı muazzam tesirlerdir. Bazıları Girit’teki Rum’un, Yemen’deki Arab’ın, Kuzey Afrika’daki Berberi’nin Osmanlı ile ne alakası var diyorlar. Böyle sakat bir tarih anlayışı esasen bilgi eksikliğinden ve Osmanlı devri kültürünün özelliklerini kavrayamamaktan ileri gelmektedir. Orta Avrupa’dan Yemen’e, Afrika içlerinden Ukrayna bozkırlarına kadar olan geniş Osmanlı coğrafyası içerisinde hiçbir toplum yoktur ki, Osmanlı kültürünün herhangi bir unsurundan etkilenmemiş olsun. Bu coğrafya içerisindeki toplumlar hiç Türkçe bilmese ve Müslüman olmasa bile, kimisi Osmanlı lisanından, kimisi Osmanlı nezaket ve zarafetinden, kimisi devlet idare etme kabiliyetinden, kimisi askerî disiplininden, kimisi yemek kültüründen, kimisi oturup kalkma âdâbından, kimisi Türk musikisinden,[13] kimisi mimarisinden, kimisi giyim kuşamından, kimisi Osmanlı vakârından şöyle veya böyle etkilenmiştir.

Osmanlı Devleti’nin bir dünya devleti haline gelmesi ve askerî ve siyasî gücü elinde tutuyor olması iletişim vasıtalarının bugünkü kadar gelişmemiş olduğu bir çağda, Osmanlı dışındaki toplumlara bile belli ölçülerle de olsa tesir etmiştir.

Osmanlı Medeniyetinde Sarsılma

XVI. yüzyılın sonlarında devlet, gücünün zirvesine ulaşmış, Osmanlı medeniyeti en parlak çağını yaşamıştı. Bu yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı medeniyeti geçmişte birçok medeniyetin başına gelmiş bir kaderi yaşamaya başladı ve kendi içerisine kapanmaya yüz tuttu. Dünya ticaretinin Akdeniz’den okyanuslara kayması, Amerika gibi yeni kıtaların maddi kaynaklarının Avrupalılar tarafından istismar edilmesi ve bu sayede sermaye birikimi sağlayıp, Rönesans ve reform hareketleri ile bilim ve teknolojide önemli merhaleler kat etmesi gibi gelişmelere yabancı kaldı. Osmanlı, kefere-i fecere, küffâr-ı hâksar gibi sıfatlarla hakir gördüğü, savaş meydanlarında yendiği, ahlâk ve faziletçe kendisinden çok geri olan Batılının ilim ve hikmette o derece ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordu.

XVII. yüzyılın sonlarında girdiği ve bütün Avrupa devletlerine karşı giriştiği savaşı kaybedince Osmanlı şok oldu. XVIII. yüzyılda bir dizi savaş daha yapılarak şok atlatılmaya, Karlofça Antlaşması’yla kaybedilen topraklar geri alınmaya çalışıldı. Avrupalının kazanması tesadüf eseri zannediliyordu. Fakat bu defa da muvaffak olunamayınca o zaman bir şeylerin değiştiği anlaşıldı ve Batı’yı tanımak için harekete geçildi. Sefirler gönderilerek Avrupa’daki değişme ve gelişmeler öğrenilmeye çalışıldı ancak bu işte de muvaffak olunamadı. Giden bütün sefirler Batı’nın dış görünüşünün etkisinde kaldılar. Batı’yı, Batı yapan değerleri kavrayamadılar. Fransa’ya giden ilk elçimiz Yirmisekiz Mehmed Çelebi, bugün elimizde olan sefaretnâmesinde Fransa Kralının saraylarından, bahçelerinden, caddelerinin genişliğinden; Fransız örf ve âdetlerinden ve katıldığı davetlerden bahsedip durmaktadır. Onu takip eden sefirler de aynı gözlemlerle döndüler. Birçoğu Avrupa ordu düzeninin, silahlarının ve donanımının alınması halinde meselenin hallolacağını düşünüyordu.

Oysa Batı’nın askerî alandaki üstünlüğü, silah sanayi ve teknolojisi birer sonuçtu. Bu sonuçları meydana getiren gelişmenin arkasında teorik alanda Rönesans döneminden beri süregelen disiplinli ve büyük bir gayretin ürünü olan ilmî araştırma ve çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış bilgi birikimi yatıyordu. Dolayısıyla Batı’nın sahip olduğu bu bilgi birikimini iktibas etmeden ve bunu geliştirmek için bir araştırmacı bilim adamı sınıfı yetiştirmeden problemin çözümü mümkün değildi. Gel gör ki, bütün reformcular, Batı’nın kültürel değerleri ile teknolojik ürünlerini almaya çalıştılar. Teknolojik ürünler ise oldukça pahalıydı ve kısa zamanda demode oluyorlardı.

XVIII.  yüzyıl, Osmanlı medeniyet ve kültürü için bir dönüm noktası oldu. Osmanlı insanı kendine güven duygusunu kaybetti. Sahip olduğu değerlerden şüphelenmeye başladı. Medeniyet, kendi asıl çizgisini, sentez ve üretim kabiliyetini kaybetti. İnanç ve ahlâk nizâmı açısından tamamen farklı ve taban tabana zıt bir medeniyetin maddî plandaki üstünlüğü Türk kültürünü bir bocalamaya itti. Türk insanı, şahsiyetini ve kendine has tavır ve karakterini yitirdi. Ne yapacağını bilemez hale düştü. Batı’yı körü körüne bir taklit başladı. Böylece Osmanlı medeniyeti kendine özgü ahengi ve seçme gücünü kaybetti.[14]

Sultan III. Selim, II. Mahmud, Tanzimatçılar ve Meşrutiyetçiler birçok reformlar yapmaya çalıştılar. Fakat bunlar iyi düşünülmüş ve araştırılmış teşebbüsler değildi. Ayrıca Batı kültürünün halka zorla kabul ettirilmeye çalışılması bir fayda sağlamadı. Avrupa’yı tanımak ve ilim tahsil etmek için Avrupa’ya birçok talebe gönderildi. Fakat çoğu paşazâde olan bu grup da Avrupa kültürünün ülkemize taşınmasından başka bir hizmette bulunmadılar. Ancak bu sayede Batı’nın kültürel değerlerini benimsemiş bir aydın sınıfı yetişmişti ve bunlar meselenin çözümünü Avrupa’nın rejimini almakta görüyorlardı. Bunu da yaptılar fakat sonuç yine hüsran oldu.

Türk aydını müthiş bir şekilciliğe sapmıştı. Bu şekilcilik insanın görünüşünden tutun da, yaşanılan çevrenin fizikî yapısına kadar her şeye teşmil edilebilir. Sultan II. Mahmud, sarık yerine fes, şalvar ve diğer klasik kıyafetler yerine ceket, pantolon giyilmesi halinde Batılı olunacağını zannediyordu. Sultan Abdülmecid ve Aziz zamanlarında ise Avrupa tarzında saraylar yapılarak kalkınacağımız ve modernleşeceğimiz zannına kapılındı.[15]

Malum, kültür bir davranış ve tavır olarak da tanımlanmaktadır. Bu tanımdan hareket edecek olursak, adına ister modernleşme, ister Batılılaşma, ister çağdaşlaşma, ne dersek diyelim, XVIII. yüzyıldan itibaren Türk’ün Osmanlı klasik devrindeki karakterinde köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Çünkü klasik dönem Osmanlı toplum ve insanı hakkında bilgi veren kaynaklardaki Türk insanı ile XIX. ve XX. yüzyıldaki Türk insanı arasında tavır, karakter, ahlâk ve fazilet bakımından büyük farklılıklar mevcuttur. Bu cihetlerden Osmanlı dönemi kültürünün genel özellikleri konusunda kesin sonuçlara ulaşmak için daha pek ve esaslı çalışmaların yapılması gerekmektedir, kanaatindeyiz.

Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL

Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 54-59


Dipnotlar :
[1] Türk kültürünün dinamik yapısı, Türklerin İslamiyet’e geçerken hakim millet olmasından kaynaklanmaktadır. Karahanlılar zamanında kitleler halinde Müslümanlığı kabul ettikleri zaman devlet sahibi konumundaydılar. Keza Selçuklu Devleti kurulduğu sıralarda da Türklerin İslamiyet’e geçişi devam ediyordu. Türkler İslamiyet’e geçtikleri sırada başka bir devletin tebası olmuş olsalardı o medeniyetin içerisinde kaybolup gidecekleri, ad ve sanlarının dahi kalmayacağı ve dolayısıyla Türk tarihinin çok farklı şekillerde tezahür edeceği muhakkaktı.
[2] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987.
[3] Bu konuda Z. Gökalp’in Türkçülüğün Esasları ve Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, adlı eserlerine bakılabilir.
[4] Yılmaz Özakpınar, Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir medeniyet Teorisi, İstanbul 1997; aynı yazar, Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan, İstanbul 1997.
[5] M. Fuad Köprülü, “Selçukîler Zamanında Anadolu’da Türk Medeniyeti”, Millî Tetebbular Mecmuası, c. 2, sayı 5, (1331), s. 193-232.
[6] Bu konuda bkz. M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İstanbul 1972.
[7] Bu hususta bkz. A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 1998, s. 71 vd.
[8] Bu konuda bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Kanunnâme”, İslam Ansiklopedisi (İA), c. VI, s. 191.
[9] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Çandarlı Vezir Ailesi, Ankara 1974, s. 12. “…Cenderelü Kara Halil ve Karamanî Türk Rüstem bu ikisi ol zamanda ulular ve âlimler idi. Anlardan ilerü hisap ve defter bilmezlerdi, heman kim onlar Osman beyleri yanına geldiler defteri ve hesabı onlar için telif ettiler”.
[10] Ancak bu haricî unsurları birer malzeme olarak değerlendirmek gerekir. Bunların Türk kültür hayatındaki rolü son derece sınırlı kalmıştır. Çünkü “gavur” denilen bu toplumlara karşı Türkler psikolojik bir üstünlük duygusu içerisinde oldukları gibi, din farklılığı dolayısıyla gavura benzemek gibi bir zillete düşmek korkusu yüzünden yerli toplumların kültürel hayatı Türkler için bir örnek teşkil etmemiştir. Bilakis hakim millet olmanın sağladığı avantajlar sebebiyle Türk toplum hayatı onlar için örnek teşkil etmiş ve kıyafet başta olmak üzere toplum hayatıyla ilgili olarak konulan bazı tahditlere rağmen taklid yoluna gidilmiştir. Bu sebeple yerli ahali ile kültürel olarak tam bir kaynaşma meydana gelmemiş, temas etmeden ve yanyana yaşamak söz konusu olmuştur. Bkz. Ahmet Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul 2000, s. 98-99.
[11] Saray’ın Osmanlı kültür üretimindeki yeri için bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 1998, s. 23 vd.
[12] Y. Özakpınar, bkz. yukarıda zikredilen eserleri.
[13] Türk musıkisinin Osmanlı coğrafyası ve buna komşu olan coğrafya üzerindeki tesirleri için bkz. Hüseyin Sadettin Arel, Türk Musıkisi Kimindir?, İstanbul 1969.
[14] Özakpınar, Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan, İstanbul 1997.
[15] Bu dönemi Mümtaz Turhan, Zoraki Kültür değişmeleri dönemi olarak nitelemektedir, bkz. Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.