Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Osmanlı Devletinin Yenileşme Döneminde Türk Edebiyatı

0 10.832

Prof. Dr. M. Orhan OKAY

Yenileşmenin Sınırları

Her fikir ve hâdise hatta tarihî olay için olduğu gibi Türklerin Batı medeniyeti dairesine girme teşebbüsleri hakkında da konuya tenkitçi açıdan yaklaşmak, aydın insanın en tabiî hakkıdır. Osmanlılar için on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlayan ve dalbudak salarak Cumhuriyet’ten sonra da günümüze kadar devam eden bu hâdisenin, kendi zamanından itibaren teceddüt, temeddün, muasırlaşmak, asrîleşmek, Avrupalılaşmak, Batılılaşmak, modernizm, çağdaşlaşmak gibi birbirine benzeyen fakat birbirinden az çok farklı adlarla anılması bile daha isminden başlayarak konunun münakaşa götürür olduğunu düşündürmektedir.

Değişmenin ilk yüz yılı içinde, Türkiye’de ilk demokrasi tecrübelerinin ciddî olarak başlatıldığı yıllara kadar, iktidarlar ve onun izinde olan aydınlar tarafından çok defa tenkitsiz benimsenen Batılılaşmanın, bu tarihten sonra zaman zaman iktidarların da kısmen desteği hissedilen fakat daha ziyade muhafazakâr kesim tarafından gittikçe ivmesi artan bir şiddetle tenkide uğradığı görülmektedir. Batılılaşmanın ilk ve en basit adımı, on yedinci yüzyıldanberi geliştirdiği felsefeyle, edindiği bilgi ve bunların uygulaması olan teknikle, savaş ve ticaret alanlarındaki kazançlarıyla bir çığ gibi Doğu’nun üzerine gelen Batı’yı, yani hasmı tanımaktır. Müteakip adımları ise tanınan ve hoşa giden tarafların yavaş yavaş benimsenmesi, metot ve aletlerin kullanılması, bu aletlerle beraber âdetlerin de kabulü, böylece savaş alanında galibiyetinden korkulan hasmın tasallutu altında kültür alanında, hatta giderek bütün yaşama tarzında bir “yarı müstemleke oluş” sürecidir.

Burada tanıma’yı ve yarı müstemleke oluş’u Batılılaşma grafiği eğrisinin ‘1’ ve ‘100’ seviyeleri için kullandım. Yoksa Türk aydınının ve genel olarak insanının hadiseye bakış ve benimseyişi bu iki nokta arasındaki bir yığın milimetrik kareye dağılmış durumdadır. Hepimiz bu iki nokta arasındaki eğrinin bir yerindeyiz. Her Türk aydını da ister istemez bir “Doğu-Batı Sentezi” (Peyami Safa) peşindedir veya “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” (Mümtaz Turhan) sorusunu kendi kendine defalarca sormuştur.

Resmî ve yaygın tarih görüşü, Türkiye’de Batılılaşma hareketlerinin, Gülhane Hatt-ı Hümayunu da denilen Padişah Abdülmecid’in Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla başladığını benimsemektedir. Fakat meseleye daha kapsamlı bakıldığı zaman Batılılaşmanın bize göre (çünkü başka milletlerin de Batılılaşma tarihleri vardır) en uzak tarihi herhalde, Asya için batı demek olan Küçük Asya’ya gelişimizle başlamış olmalıdır. Bizans ve Ortodoks dünyası, Roma pusulasıyla belki doğu idi, ama bize göre Batı’nın bir uzantısıydı. Bu uzun asırlar içinde Tanzimat ve onu takip eden Islahat fermanları, değişme gereğinin devletçe resmen ilânı manasına geliyordu. Yoksa, fiilî olarak siyasî ve ticarî akitler, ithal eşyanın rağbet görmesi, askerî alandaki başarısızlıklar üzerine ordunun ve malzemesinin Batı sistemine adapte gayretleri gibi hadiselere bakıldığında Batılılaşma’nın daha gerilere doğru II. Mahmud, III. Selim, IV. Mustafa, I. Mahmud ve III. Ahmed’in hükümdarlıkları dönemindeki yenileşme ve ıslahat teşebbüsleri de aynı sürecin bir parçası sayılmalıdır. Böylece Tanzimat, o tarihten en az bir buçuk asır önce başlayıp günümüzde de aktüalitesini koruyan değişmeler zincirinin sadece bir halkası durumunda olmaktadır.

Başka bir açıdan, Batı ve Doğu bu kadar kesin çizgilerle birbirinden ayrılabilmekte midir ve ayırmaya gerek var mıdır? Hâlık-ı Tealâ “Rabbü’l-Maşrıkı ve’l-Mağrib”, yani hem doğunun hem batının Rabbi değil midir? Bu bakımdan adını ne koymak gerekirse gereksin, şimdi Batılılaşma veya çağdaşlaşma dediğimiz hâdise beşeriyetin ulaştığı doğru, güzel ve iyi olan her şeyin adaletle, aklıselimle paylaşılması demek olmalıdır. “Hülya! Olsun, ben o hülyaya da bin canla inandım.”

Edebiyata İlk Yenilikçiler ve Edebî Topluluklar

Siyasî tarihte Tanzimat Devri’nin, fermanın ilânı günü olan 3 Kasım 1839’da başladığı kabul edilmiştir. Tanzimat, bu tarihten on altı yıl sonra, yine Abdülmecid’in tuğrasını taşıyan Islahat Fermanı ile bir bütünlük teşkil eden ve idareden başlayarak askerlik, maliye, eğitim, adliye… gibi değişik alanlarda arka arkaya yapılan birtakım reform hareketlerinin de adı olmuştur. Tanzimat ve Islahat, her iki kelime de tekil olarak eskiden beri Osmanlıcada kullanılmış ise de, çoğul şekilleri muhtemelen bu tarihten sonra ve Fransızca reformes karşılığı olarak âdeta tercüme yoluyla türetilmiş olmalıdır. Nitekim bu dönemin aydınlarından olan Şemseddin Sami de Kamus-ı Fransevî’sinin hem Türkçeden Osmanlıcaya hem Osmanlıcadan Türkçeye olan ciltlerinde reformes ile tanzimat-ıslahat kavramlarını birbirlerine karşılık olarak göstermiştir.

Bugün adına Tanzimat Edebiyatı dediğimiz edebî dönemin, bahsettiğimiz siyasî Tanzimat’la ilgisi, her ikisinin de, esası Batı’ya yönelmek olan yenileşme teşebbüsleri içinde olmalarıdır. Yoksa siyasî Tanzimat’ın edebiyatla bunun dışında bir ilişkisi yoktur. Tanzimat 1839’da ilân edilmiş, edebiyatta Batı tesirinin ilk izleri ise 1859’dan itibaren görülmeye başlanmıştır. Ancak devletin çeşitli alanlarda, özellikle eğitimde başlattığı yenileşmenin bir süre sonra dolaylı olarak edebiyata yansımış olması tabiîdir. Bütün 19. yüzyıl boyunca, herhangi bir yazıda veya edebiyat tarihi denemelerinde, devrin “Tanzimat Edebiyatı” olarak bilindiğine dair bir belirti yoktur. Buna mukabil “devr-i cedid-i edebî”, “edebiyatı-ı cedide”, “Şinasi mekteb-i edebîsi”, “Şinasi-Kemal mektebi”, “Avrupa Mekteb-i Edebî-i Osmanîsi”, “teceddüd devri” gibi birbirinden farklı ve pek de net olmayan tabirlerin kullanıldığı görülmektedir. Döneme Tanzimat Edebiyatı adının verilmesi ise 1908 Meşrutiyeti’nden epey sonradır.

Alışılmış olan bir tasnifle 1859-1896 yılları arası Türk edebiyatı kendi içinde iki grupta ele alınmıştır: Birincisi Şinasi-Ziya Paşa-Namık Kemal üçlüsünün oluşturduğu itibarî gruptur ki II. Abdülhamid’in tahta cülûsu (Ağustos 1876), ilk Meşrutiyet’in ilânı (Aralık 1876), Meclis-i Mebusan’ın açılışı (Mart 1877) veya bu Meclisin feshedilmesi (Şubat 1878) gibi tarihlerde sona erdiği kabul edilmektedir. Bu edebî dönemin başlıca özelliği siyasî ve sosyal ağırlıkta temaların işlenmesidir. Onu takip eden Recaizade Ekrem-Abdülhak Hamid-Samipaşazade Sezai üçlüsünün temsil ettiği benimsenen edebiyat ise daha çok sanat ve estetik ağırlıklıdır. Öncekilerin kendi aralarında zaman zaman siyaset, gazetecilik ve edebiyat alanlarında ortak çalışmaları bulunmaktaysa da ikinci grubun herhangi bir ortaklıkları veya basın organı gibi bir topluluk içinde bile beraberlikleri yoktur. Onları birbirine bağlı gösteren, şahsî mizaçları ve siyasî dönemin gereği olarak toplum meselelerinden ve politikadan uzak bir edebiyat anlayışına sahip olmalarıdır.

Bu gruba mensup Recaizade Ekrem’in, yine aynı tarihî dönem içinde, 1896 yılı başlarında öğrencilerini bir araya getirerek Servet-i Fünun dergisi etrafında toplamasıyla başlayan Edebiyat-ı Cedide hareketi ise tabiî olarak öncekilerin bir bakıma devamı gibidir. Yine II. Abdülhamid’in saltanat yıllarına ve onun otoriter yönetimine rastlayan, aralarında psiko-sosyal ve organik bağları daha belirli olan Edebiyat-ı Cedide mensupları, genel karakterleri itibarıyla topluma küskün; buna mukabil estetik meselelere ve Batılı bir edebiyat anlayışına yatkın, kısa süreli (1896-1901) fakat yoğun bir edebî dönemin kurucuları olmuşlardır. II. Meşrutiyet Dönemi ise edebiyatta kısa nefesli bir Fecr-i Âti ile Cumhuriyet’ten sonraki yıllarda da tesirlerini gösteren Millî Edebiyat hareketini doğurmuştur.

Toplumun Hizmetinde Edebiyat

Milletlerin medeniyet ve kültür dairelerini değiştirmelerinde tercümelerin rolü büyüktür. Tanzimat devri edebiyatının başlamasında da tercümelerin bir dereceye kadar ilgi uyandırmış olması üzerinde durulmalıdır. Ancak edebiyatta yenileşmenin ilk on yılı içinde (1859-1868) yayınlanmış edebî hatta fikrî tercüme eserler, bu hükmümüzü destekleyecek sayıda değildir. Şinasi’nin birkaç Fransız şairinden çevirdiği tek formalık ilk şiir tercümesinin risalesi olan Tercüme-i Manzume’si (1859), Münif Paşa’nın Fenelon’dan Muhaverat-ı Hikemiyye’si (1859), Yusuf Kâmil Paşa’nın yine Fenelon’dan Tercüme-i Telemak’ı (1862), Teodor Kasap’ın Victor Hugo’dan Hikâye-i Mağdûrîn’i (1862), Ahmed Lütfi’nin Daniel Defoe’den Hikâye-i Robenson’u (1864), Memduh Paşa’nın Lamartine’den Hikâye-i Jöneviev’i (1868) ile bu on yılın edebî karakterde denilebilecek tercüme yayınları tamamlanmış olur. Buna mukabil bu tarihten 1880 yılına kadar Telemak tercümesinin on bir, Robenson’un altı defa basılmış olması Batı edebiyatına karşı Osmanlı okuyucusunda uyanan bir ilginin işareti sayılabilir.

Edebiyatın Batılılaşması yahut yenileşmesi, bilinen edebî türlerin şekil ve muhteva bakımından değişmeleri ve yeni türlerin ortaya çıkmasıyla kendisini gösterir. İlk şiir tercümelerini veren Şinasi (1826-1871), Türk şiirinde ilk sathî değişiklik denemelerini de yapar. Aslında kuvvetli bir şair olamayan Şinasi’nin bütün şiirleri, Müntehabat-ı Eş’ar (1862) adını verdiği küçük boyda altı formalık bir kitaptan ibarettir. Lirizmden mahrum, daha çok didaktik ve hikemî karakterde manzumeleri ihtiva eden bu kitabın yeniliği, özellikle Mustafa Reşid Paşa için yazılmış kasidelerde birtakım siyasî ve hukukî kavramların kullanılmasıdır. Halk için ve oldukça ileri sade bir dille yazılmış olması ise bu şiirlerle beraber diğer çalışmalarının da özelliğini teşkil eder.

Devrin önemli ikinci şahsiyeti Ziya Paşa (1829-1880), edebiyat hakkındaki görüşleri ve şiirleriyle daha muhafazakâr ve ihtiyatlı bir şairdir. Dilin sadeleşmesi ve edebiyatın halka inmesi konusunda tek önemli yazısı “Şiir ve İnşa” (1868) makalesidir. Bu yazısında eski Osmanlı nesrinin, dolayısıyla dilinin ağırlığından şikâyet eden ve gerçek şiirimizin halk şiiri olduğunu ileri süren Ziya Paşa, bunun dışındaki şiirleri, özellikle Harabat (1874) ön sözüyle tamamen eski geleneğe bağlı olduğunu göstermiştir. Ölümünden sonra iki defa basılan şiirleri (Eş’âr-ı Ziya, 1881; Külliyat-ı Ziya Paşa, 1924) oldukça hacimli bir divan görünüşündedir ve gerek şekil, gerekse muhteva bakımından geleneğe bağlı olmakla beraber Batı düşüncesinin izlerini taşıyan bazı felsefî-sosyal meselelerle yenilik gösterir. Bunun dışında yer yer lirizme yükselen hikmetli şiirleriyle başarılı bir divan şairidir.

Grubun en genç ve dinamik şairi Namık Kemal (1840-1888), eski edebiyata, özellikle divan şiirine karşı polemikleriyle ilk ayaklanan insan olur. Mücadele arkadaşı Ziya Paşa’nın Harabat’ına, Tahrib-i Harabat (1886) ve Takib (1886) adlı eserleriyle çoğunda haksız, fakat o nispette şiddetli hücumlarda bulunur. Bunların dışında Namık Kemal’in şiiri, başlangıçta tamamen divan estetiğine bağlı iken, Şinasi’nin “Münacât”ı ve diğer şiirleri ona yeni bir ufuk açar. Şinasi kadar olmamak şartıyla dilde nispî bir sadeleşmeye gayret gösterir. Bundan da güçlü olarak, sert hitabet tonu ile sosyal ve siyasî fikirlerini şiirlerine sokar. “Hürriyet Kasidesi” adıyla bilinen manzumesi bu tarzın en başarılı örneğidir. Bununla beraber nazım formunda genellikle divan geleneğine bağlı kalmıştır. Şekil bakımından değişiklik gösteren “Vaveylâ”, “Hilâl-î Osmani” gibi şiirleri ise kendisinden sonraki nesle mensup ve on iki yaş daha genç olan Abdülhak Hamid’in Sahra’sındaki kıtalara özenerek yazdıklarıdır. Namık Kemal’in Türk şiirine getirdiği asıl önemli yenilik, aynı zamanda onun diğer eserlerinin, dolayısıyla şahsiyetinin de bir tarafı olan kavramlardır: vatan, millet, devlet, hürriyet, hak, kanun, adalet, şehadet, bayrak, halk, ahlâk, hizmet gibi kavramlar onun şiirlerinde eski divan mazmunlarının yerine geçmiş gibidir.

Dönemin roman ve hikâyesi, henüz birbirinden ayırt edilemeyecek tek bir tür gibidir. Bir hikâye ayrımı yapmak gerekirse, buna büyük hikâye adını vermek daha doğru olur. Roman türü Tanzimat Devri’nde, şiire göre biraz daha geç zuhur eder. 1870-1876 yılları arasında, eski meddah hikâyeleri ile Batı romanı arasında bir tarz tutturmuş olan birkaç yazarla karşılaşırız.

Bir roman dilinin henüz tam manasıyla kullanılmadığı, hatta üslûpta ve cümle yapısında bayağı itinasız ilk örnekleri Letâif-i Rivayat serisinde on iki büyük hikâye ve altı romanıyla Ahmed Midhat, Müsameretname (1872-1875) adı altında toplanmış yedi büyük hikâyesiyle Emin Nihad ve tek romanı Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ıyla (1872) Şemseddin Sami verir. Bunların hepsi yukarıda belirtildiği gibi edebî bir eser hüviyeti taşımayan, belki halka roman okuma alışkanlığı kazandırmak gayesiyle yazılmış, çoğu hissî aşk vak’alarına dayanan ve yenilik olarak da esaret, evlilik, kadın hakları, tahsilin önemi ve Batı’yla karşılaşan Osmanlı’nın problemlerini işleyen denemelerdir. Namık Kemal’in bunları takip eden İntibah’ı (1876) ise halk hikâyesinden edebî romana geçişin ilk örneği olur. İlk psikolojik tahlil denemeleri, daha itinalı ve özentili biraz da şairane diliyle İntibah, roman türünün ilk örneği sayılmaktadır. Yayın tarihi Tanzimat’ın ikinci devresine kayan Cezmi (1881) ise, edebî dil aramada biraz daha özentili üslûbuyla ilk tarihî roman olma özelliğini taşır.

Meddah, Karagöz, orta oyunu gibi metne dayanmayan seyirlik oyunlar geleneğine sahip olan Türk tiyatrosunda Batı’daki örneklerine benzer ilk eser de Şinasi’ye aittir. Defterlerde yazma veya tasarı hâlinde kalmış bazı denemeler, Şinasi’den önce yazılmış oldukları hâlde ancak son yıllarda okuyucunun karşısına çıkabildiği için Şinasi, tek perdelik Şair Evlenmesi (1860) ile bu alanda da öncülüğünü korumaktadır. Görmeden evlenmenin mahzurları üzerine kurulmuş bu örf komedisinin, tiyatro dili ve tekniği bakımından da daha sonraki yıllarda örneği nadir görülecek bir ustalığı vardır. Nitekim ilk trajedi yazarı sayılabilecek olan Ali Haydar Bey’in manzum iki dramı İkinci Ersas (1866) ve Sergüzeşt-i Perviz (1866) ile bir komedi olan Rüya Oyunu (1875), dil ve kuruluş bakımından Şinasi’ninkinden daha zayıftır. Devrin en verimli tiyatro yazarı ise altı dramıyla Namık Kemal’dir. Vatan ve kahramanlık temalarının güçlü ve duygulu bir şekilde işlendiği Vatan yahut Silistre (1873) uzun zaman aşılamayacak bir sahne ve seyirci rekoru kırmıştır. Onun gibi bir tarihî tiyatro olan Celâleddin Harzemşah (1875); birer aşk dramı olan Zavallı Çocuk (1873), Akif Bey (1874), Gülnihal (1875) ve ölümünden çok sonra yayımlanan Kara Belâ (1910) ile Namık Kemal’in bütün tiyatroları, onun yazı hayatının birkaç senesine sıkışmış eserler olarak görünür. Aşk dramları da dâhil olmak üzere bütün tiyatrolarının ortak özelliği vatanperverlik, fedakârlık, ahlâk gibi büyük insanî değerlerin aşk duygusuyla çatışması ve üstünlüğüdür. Bu tarafıyla klâsik Fransız trajedilerini düşündürdüğü gibi, kahramanlarının hassasiyet gösteren diyalogları da romantizmden gelir.

Tezkirelerdeki birtakım değerlendirmelerin ve klâsik belâgat kitaplarınının dışında, hemen hemen bir geleneği bulunmayan edebiyat teorisi ve tenkit alanında, bu yıllarda Şinasi’nin ve Ziya Paşa’nın önemli bir çalışması yoktur. Şinasi’nin yeniden yayınlamaya teşebbüs ettiği Fatin Tezkiresi’nin bulunabilen birkaç formasında yaptığı değişiklikler, edebî şahsiyet ve eserlerin değerlendirilmesinde birtakım yeni görüşlere sahip olduğunu göstermektedir.

Ziya Paşa’nın da “Şiir ve İnşa” makalesiyle manzum “Harabat Mukaddimesi” dışında, konuyla ilgili olarak söyleyeceği bir söz yoktur. Namık Kemal’in dil, eski edebiyat, edebî türler, üslûp gibi edebiyatın çeşitli meseleleri üzerine epey hacimli makaleler külliyatı vardır.

Bunlar arasında önemlileri “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında”, “Bahâr-ı Dâniş Mukaddimesi”, “İrfan Paşa’ya Mektup”, “Meprizon Muahezenamesi” ve “Mukaddime-i Celâl” dir. Ayrıca kitap olarak basılmış Tahrib-i Harabat ve Takib de tenkit vadisinde önemli eserlerdir. Genel olarak eski edebiyata olan tenkitleri ve yeni edebiyatın nasıl olması gerektiği hakkındaki düşünceleri, hayalden uzak bir edebiyatın müdafaası, halkı aydınlatacak, dolayısıyla halka hitap eden bir dille yazılacak edebiyatı arayışı Namık Kemal’e haklı olarak Tanzimat Edebiyatı’nın bu ilk devresi için ilk yenilikçi unvanını kazandıracaktır.

Edebiyatın İçe Kapanması

Doksan Üç Harbi de denilen Osmanlı-Rus savaşı sonrasında II. Abdülhamid’in memleket için duyduğu birtakım endişeler sebebiyle Meclis-i Mebusan’ı kapatması, Meşrutî rejime son vermesi, bir süre sonra hâliyle siyasî hatta sosyal meselelerin gündemden kalkmasına ve giderek ağırlaşan bir sansür sisteminin kurulmasına yol açmıştır. Bu durum edebî eserlerin de aynı kontrol mekanizmasından geçmesini gerektirdiğinden edebiyat, önceki devirde başlayan sosyal zeminden uzaklaşarak estetik bir yol aramıştır. Böylece artık halka hitap etmesi gerekmeyen, buna bağlı olarak dilinin sade olmasına da lüzum olmayan, buna mukabil sanat değeri ön plâna çıkan bir edebiyat gelişmeye başlamıştır. Çok bilinen bir deyişle öncekinin “toplum için edebiyat”ına karşılık bu defa “edebiyat için edebiyat” bahis konusu oluyordu. Namık Kemal’in, kendi neslini çok iyi belirleyen “Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umumîdir Kemal/Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” beyti karşısına, sadece kendi küçük çevrelerinin dertleriyle uğraşan ferdî, hissî ve estetik ağırlıklı bir edebiyat ortaya çıkıyordu.

Tanzimat Devri edebiyatının bu ikinci dönem mensuplarının, yani Ekrem-Hamid-Sezai üçlüsünün edebiyata kazandırdıkları özellik sadece siyasî baskıyla açıklanamaz. Bilhassa Ekrem ve Hamid, yaradılış bakımından öncekiler gibi aktif politikanın içinde yer alacak karakterde değildirler. Her ikisi de edebiyatı birtakım fikirlerin ifade vasıtası olmaktan çok kendi acılarının ve ihtiraslarının aracı olarak benimsemişlerdir. Her ikisinde de hayatlarında karşılaştıkları büyük ölüm vak’aları sebebiyle eserlerinin eksenini ölüm teşkil etmiştir. Böylece edebiyat, mizaçların tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır.

Şiir bu dönemin belirleyici türüdür. Ekrem’i de, Hamid’i de şiirleri meşhur eder. Recaizade Ekrem (1847-1914), şiirde şekil meselesine Namık Kemal’in bıraktığı yerden eğilir. Bir taraftan divan şiirinin şekilleriyle yazarken, bir taraftan da onlara yeni adlar, başlıklar koyar. Hamid’in cesaretle denediği yeni nazım şekillerini ise onun izinden giderek, fakat daha ihtiyatlı olarak dener. “Gerçek tabiat” ilk defa onun şiiriyle edebiyatımıza girmiştir. Ancak bu, derinliksiz, sathî biraz da çocukça birtakım tasvirlerden ibarettir. Ailesi içinden genç yaşta arka arkaya kaybettiği insanlar, ona şiirinde yeni bir tema kazandırır: Ölüm. Ancak Ekrem, hayatın bu büyük gerçeği karşısında da hassas bir insan tavrı göstermekten daha fazla bir derinliğe ulaşamaz. Ölümün bizzat kendisi onun için beşerî veya ilâhî bir mesele değildir. Sadece mersiye geleneği biraz dili ve pek az motifleri değişerek yenilenmiştir. Yani ölenleri hayırla yâd etmek ve onlara duyulan bitip tükenmez bir hasret. Bununla beraber Ekrem’in yeni bir şiir dili bulma gayreti de belirtilmelidir. Şinasi’de makale cümlelerini aşamayan, Namık Kemal’de hitabet tonu içinde sentaks bozuklukları fark edilmeyen, Ziya Paşa’da ise zaten tamamıyla eski şiirin dilini devam ettiren yapı, Ekrem’in gayretleriyle yeni tarz şiir için sağlam bir mısra diline doğru gider. İlk basılış yıllarına göre şiir kitapları şunlardır: Nağme-i Seher (1873); Yadigâr-ı Şebab (1873); Zemzeme I (1882), II (1883), III (1884); Tefekkür (1886); Pejmürde (1895); Nijad Ekrem I (1900), II (1910); Nefrîn (1914).

Yalnız Tanzimat şiirinde değil, 1940’lara kadar bütün Türk şiirinde en büyük hamleleri yapan Abdülhak Hamid’dir (1852-1937). Onun şiir dilinden başlayarak nazım şekillerinde, kafiyede, şiirin muhtevasında, imaj ve temalarda gerçekten önemli ve birçoğu cür’etli sayılabilecek değişiklikler yapması, kendi şiiri için hem ustalığı, hem de birtakım zaafları ortaya koymaya vesile olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar yetişen Hamid her nesilde şiirine yeni bir hamle vermiştir. Çok şiir yazan, biraz kendini ilhamına bırakan şairin, şiir dili üzerinde yeterince durmayışı, bazen orijinal imajlar yaratmak için mantığın ve hayal gücünün de dışına taşması şiiri için bir zaaf teşkil eder. Yazdığı yirmi altı tiyatronun bir kısmının manzum, bir kısmının nazım-nesir karışımı olduğu, hatta çoğunda diyalogların dışında şiir metinlerinin bulunduğu dikkate alınırsa, onun tiyatroda da şairaneliği tercih ettiği anlaşılır. Hamid’in hayatında karısı Fatma Hanım’ın ölümü, onun şiir mekanizmasını harekete geçiren güçlü bir motif olarak görünür. Makber (1885) bu duyguların mahsulü olan uzun bir poemdir. Çoğu belli bir tema etrafında teşekkül etmiş şiirlerinden meydana gelen on kitabından bazıları da tek ve uzun birer poem karakterindedir. İlk şiir kitabı olan Sahra (1879) kır hayatının sade ve saf aşklarını, ibadetleri, dostlukları dile getirir. Makber’le beraber Ölü (1885), Bunlar Odur (1885) ve Hacle de (1885) Fatma Hanım’ın ölümü ve ölüm düşüncesi etrafında şekillenir. Bunlar ve duraksız 13’lü hece vezniyle aşırı anjambmanlarla yazılmış olan Bâlâdan Bir Ses (1912) hep uzun poemler hâlindedir. Küçük şiirlerini toplamak istediği “Hep yâhut Hiç” ise ölümünden çok sonra yayımlanabilmiştir (Hz. İnci Enginün, 1982).

Basılmamış iki tiyatrosuyla beraber 25 oyunu olan Hamid’in bu eserlerinin hepsi trajedidir. İlk tiyatroları olan Macera-yı Aşk (1873), Sabr ü Sebat (1875) ve İçli Kız’da (1875) devrinin hissî dramlarının, özellikle Namık Kemal’in tesirindeyken daha sonrakilerde Hamid’in şahsiyeti belirir. Tiyatro metni ve tiyatro tekniği bakımından tenkit edilmiş olan, çoğu sahneye aktarılması mümkün olmayan, epey ağır ve külfetli bir dilin kullanıldığı tiyatroları, bu kusurlarının dışında edebiyatımıza çok şey kazandırmıştır. Afganistan, Hindistan, Avusturalya, Kanada, Fransa, İngiltere, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir mekânda, Endülüs, Âsur, İlhanlı, Makedonya ve Orta Asya Türk tarihlerine uzanan bir tarih duygusu, otantik ve fiktif şahsiyetler, reel ve irreel varlıklarla yalnız kendi dönemine değil sonraki edebiyat nesillerine ve gruplarına da geniş ufuklar açmıştır.

Recaizade Ekrem’in tiyatroyla ilgili çalışmaları Namık Kemal’den de önce başlar. Ancak bunlar, şiirlerinde olduğundan daha da başarısızdır. Afife Anjelik (1869) ve Vuslat yahut Süreksiz Sevinç (1874) basit birer romantik aşk dramı, Çok Bilen Çok Yanılır (1916, yazılışı 1875) ise konusu halk hikâyelerinden çıkarılmış bir örf komedisidir. Châteaubriand’dan çevirdiği Atala romanının gördüğü rağbet üzerine onu bir süre sonra tiyatro hâline getirmesi de devri içinde orijinal bir çalışma olarak kalmıştır (1873).

Bu dönemin roman türündeki mahsulleri fazla verimli değildir. Küçük hikâyenin hâlâ belirmediği, hikâye ve roman türlerinin birbirine karıştığı bu yıllarda Ekrem, Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Tecellisi (1890) ve Şemsâ (1895) adlı uzun hikâyeleri dener. Teknik bakımdan daha başarılı bir sosyal hiciv romanı olan Araba Sevdası (1896) ise çarpık Batılılaşma serüvenindeki tiplerin karikatürünü çizer.

Dönemin zikre değer roman ve hikâye yazarı Samipaşazade Sezai’dir. Hikâyenin romandan ayrılması ve küçük hikâyenin (nouvelle) başlaması onun çalışmalarıyla olur. Dönem olarak bulunduğu grup içinde diğerleri gibi aşırı hissî ve romantik akıma fazla kapılmamış ve asıl meyvesini Servet-i Fünun romanında verecek olan realist edebiyata yolu da o açmıştır. İlk hikâye denemelerini topladığı Küçük Şeyler (1891), bazı denemeleriyle beraber hikâyelerini de ihtiva eden Rumuzü’l-Edeb (1898) ve İclâl (1924) küçük günlük vak’aları işleyen iddiasız, fakat kendinden sonrakilere sağlam bir hikâye dili ve tekniği emanet eden eserlerdir. Tek romanı Sergüzeşt’te (1888) ise, Tanzimat Dönemi’nde en çok işlenen kölelik konusunu temel olarak kullanırken kendi hayat tecrübelerinden faydalanmak gibi realist romanın ana kuralını uygulamaya gayret etmiştir.

Edebiyatın teorik meseleleri konusunda Ekrem önemli bir yer tutar. Ona zamanında Üstad-ı Ekrem denilmesi Servet-i Fünun edebî grubuna birçok bakımdan öncülük etmesindendir. Talim-i Edebiyat (1879), gelenekten gelen belâgat kitaplarının karşısında modern bir edebiyat psikolojisi ve edebiyat estetiği denemesidir. Buradaki fikirlerini daha sonra genç şair Menemenlizade Tahir’in Elhan adlı seksen dört sayfalık kitabına seksen beş sayfa hacminde bir tanıtma kitabı yazarak geliştirdiği Takdir-i Elhan’da (1886) kendinden önceki nesilde fikre angaje olmuş edebiyatı, özellikle şiiri estetik bir zemine oturtmaya çalışır. Üçüncü Zemzeme (1884) mukaddimesinde ve Takrizat’ta da (1896) hep yenileşen edebiyatı savunur ve genç amatörleri teşvik eder. Servet-i Fünun Edebiyatı onun açtığı yoldan, onun teşvikleri ve gayretleriyle kurulmuştur.

Ara Nesil ve Diğerleri

İlk defa Mehmet Kaplan’ın Tevfik Fikret hakkındaki araştırmasında devrin panoramasını çizerken Tanzimat’ın ikinci grubu ile Servet-i Fünun arasında bir ara nesilden söz etmesinden beri böyle bir topluluğun varlığı düşünülmektedir. Bu ara neslin özellikleri küçük, günlük hassasiyetleri eserlerine konu olarak almalarıdır. Aslında bu özelliklerin de dışında şiir, hikâye ve roman alanında eser vermiş çok sayıda yazar vardır. Genellikle edebiyat tarihlerindeki tasniflerin dışında tutulan bu yazarlardan başlıcaları üzerinde de kısaca durmak gerekir.

Şiir kitapları ve hikâyeleri olan Nâbizade Nazım (1862-1893) Karabibik adlı uzun hikâyesi ve Zehra romanıyla tanınmıştır. Karabibik (1890) şuurlu olarak realist hatta natüralist türde bir eser ortaya koymak niyetiyle kaleme alınmış, gözleme dayanan ilk köy hikâyesidir. Zehra (1896) ise marazî derecede kıskanç bir kadının duygularının psikolojik gelişmesini başarıyla veren bir romandır. Mizancı Mehmed Murad’ı (1854-1917) edebiyat tarihlerine geçiren Turfanda mı yoksa Turfa mı? (1891) romanı, İslâm birliği idealinin mesajlarını veren, siyasî ve sosyal tenkitleriyle daha çok Tanzimat Dönemi romanlarını andıran bir eserdir. Şiir, hikâye, roman, inceleme türünde yüze yakın kitabı bulunan Mehmed Celâl (1862-1912) bu verimliliğine oranla vasat bir şair ve yazar olarak kalmıştır. Şiirleri Ekrem’le Hamid arasında bazı yeni şekil denemeleri ile yerli imaj ve motifleri arama gayreti gösterir. Roman adı altında yayımlanmış eserlerinin çoğu ise basit ve hissî aşk konularını işleyen uzun hikâyelerdir. Yine onun gibi uzun hikâye ve şiirleri, zamanında sevilip okunmuş, daha sonra unutulmuş bir başka yazar Mustafa Reşid’dir (1861-1936). Aynı geleneğe bağlı şairlerden Menemenlizade Tahir (1862-1903), Recaizade Ekrem’in, hakkında bir kitap yazdığı Elhan’daki (1886) şiirleri ve edebiyatla ilgili teorik yazılarıyla bilinir.

Edebiyat tarihi kadrosunda hemen daima marjinal olarak düşünülmüş önemli bir şahsiyet olan Muallim Naci (1850-1893) Ekrem’le aralarında başlayan, daha sonra taraftarlarının katılmasıyla devam eden münakaşalar sonunda Naci’yi eskinin, Ekrem’i yeninin yanında göstermek gibi bir değer yargısıyla hatırlanmıştır. Aslında Muallim Naci, form bakımından geleneğe bağlı şiirlerinde bile duygu açısından yenilikler aramış, bunun dışında şekil olarak Fransız nazmını andıran, hatta daha da orijinal denemeleri olan bir şairdir. Devrinde Türkçeyi bir şiir dili hâline getirmedeki rolü yanında, daima yerli bir çizgiyi arayışı da önemlidir. Basılmış elli kadar eseri arasında başlıca şiir kitapları şunlardır: Ateşpâre (1883), Şerâre (1884), Füruzan (1886), Sünbüle (1890), Yadigâr-ı Naci (1897).

Yukarıda ara nesil mensupları olarak adları geçen Mustafa Reşid ve Mehmed Celâl’le beraber Şeyh Vasfi (1851-1910), Nigâr Hanım (1862-1918) gibi isimler bir bakıma Naci etrafında veya divan şiirini yenileştirerek devam ettiren şairlerdir. Hatta Servet-i Fünun şairlerinin çoğu Ekrem-Naci münakaşalarından önce Naci’yi üstat olarak benimsemişlerdir.

Bu bahiste edebiyat gruplarının dışında kalan iki şahsiyetten daha söz etmek gerekir. İlki Tanzimat’ın ilk devresindeki roman yazarları arasında zikredilen, fakat asıl verimli yıllarını bu devrede geçiren Ahmed Midhat’tır (1844-1912). Önemli olmayan birkaç tiyatro denemesi ile ansiklopedik ve didaktik bilgiler veren kitapları dışında Ahmed Midhat uzun hikâye ve romanları ile bilinir. Letaif-i Rivayat serisinde çıkan ve kısa birer roman olarak da kabul edilebilecek 17 uzun hikâyesi ve 27 romanıyla o uzun süre kırılamıyacak bir rekoru elinde tutar. Bu sayıya, Tanzimat’ın ilk devresi olarak belirttiğimiz 1876 yılına kadar yazdıkları dâhil değildir. Ancak Ahmed Midhat Efendi’yi, her türlü edebî endişeden uzak, eski devrin hikâye anlatıcıları olan meddahların biraz daha gelişmişi olarak kabul etmek gerekir. O, halkını okumaya alıştıran popüler ve popülist bir yazardır. Bu açıdan ilk Tanzimat edebî mektebinin felsefesi olan “eğlendirerek öğretmek” prensibini kendisine çıkış yolu yapmıştır. Herhangi bir tahlile dayanmayan ve gerçekle olağanüstünün birbirine karıştığı, fevkalâde tesadüflerin, bütünüyle iyi ve kötü kahramanların üstüste yığıldığı, daha çok vakâ görünüşünde eserler kaleme almıştır. Osmanlı’nın bir süredir karşı karşıya kaldığı yeni medeniyet dairesinin, yani Batı’nın, iyi ve kötü taraflarını göstermek, bu romanların başlıca tezini teşkil eder. Çoğu macera romanı karakterinde olan bu kitaplar arasında nispeten sağlam bir olay örgüsüne dayanan ve yine nispeten edebî olmaya yaklaşan başlıcaları şunlardır: Yeryüzünde Bir Melek (1875), Felâtun Beyle Râkım Efendi (1875), Karnaval (1881), Müşahedat (1891), Jön Türk (1910).

Dönemin ikinci önemli şahsiyeti Beşir Fuad’dır (1852-1887). Aslında edebî bir eseri bulunmayan, hatta bir bakıma edebiyata da karşı olan Beşir Fuad, edebî tenkit alanında devri içinde önemli bir yazardır. Felsefî görüşü materyalist ve pozitivist olan Beşir Fuad bu ikinci doktrinin gereği olarak edebiyatta da natüralizmi benimsemiş, böylece devrin hayalî, romantik ve gözyaşı yüklü edebiyatına karşı çıkmıştır. Ona göre edebî bir eser ancak ilmin gerçeklerine uygun olursa bir değer taşır. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, gerçeklere uyan realist ve tecrübeye dayanan natüralist romanı tavsiye eder.

Osmanlı yazarlarının romantikleri değil, Emil Zola gibi realist ve natüralistleri takip etmeleri gerektiğini ileri sürer. Bu konular dolayısıyla edebî ve felsefî birtakım münakaşalara sebep olan Beşir Fuad, yalın üslûbu, makalelerindeki vuzuh ve şahsiyetten daima kaçan objektifliği ile devrin tenkit anlayışının üzerinde bir zihniyetin sahibi olmuştur. Muallim Naci ile dile ve edebiyata dair karşılıklı mektuplarından meydana gelen İntikad (1887) ile romantizmin tenkidini ve natüralizmin prensiplerini ortaya koyduğu Viktor Hugo (1885) monografisi önemli eserlerindendir (Edebiyatla ilgili münakaşalarını ihtiva eden bütün yazıları, mektupları ve yukarıda zikredilen iki eserinin tam metinleri için Handan İnci tarafından yayına hazırlanan Beşir Fuad. Şiir ve Hakikat, İst. 1999 adlı çalışmaya bakılabilir).

Servet-i Fünun Edebiyatı

Aslında 1891 yılından başlayıp pek az fasılalarla 1944’e kadar sürekli çıkmış bir edebî dergi olan Servet-i Fünun, 1896-1901 yılları arasında bir araya gelmiş, şuurlu olarak Batı edebiyatına açılan, edebî teknik ve estetik bakımından önem taşıyan bir edebiyat topluluğunun da adı olmuştur. 1884’te patlak veren Ekrem-Naci ve taraftarlarının münakaşası muhafazakâr ve Avrupaî edebiyat mensuplarını bir süre sonra kendiliğinden iki ayrı cepheye ayırmıştı. Hasan Asaf adlı bir gencin bir şiirindeki “abes-muktebes” kelimelerinin kafiye olup olmayacağı konusu meseleyi yeniden alevlendirince Recaizade Ekrem, yenilik taraftarları için bir yayın organına ihtiyaç duyar. Eski öğrencilerinden Ahmed İhsan’ın çıkarmakta olduğu Servet-i Fünun dergisi 7 Şubat 1896 tarihli sayısından itibaren, Tevfik Fikret’in yöneticiliğinde yeni bir istikamet kazanır. Aynı edebiyat anlayışına sahip olup da o zamana kadar değişik dergilerde yazan yenilikçi şair ve yazarlar bu tarihten sonra yavaş yavaş Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanırlar. Esasen Ahmed İhsan, Tevfik Fikret, İsmail Safa, Hüseyin Cahid, Halid Ziya, Mehmed Rauf, Cenab Şahabeddin gibi genç yazarlar hocalık- öğrencilik, yazarlık-okuyuculuk veya mektuplaşma gibi ilişkilerle Recaizade Ekrem’in etrafında bir edebiyat ağı örmüş bulunuyorlardı. Belli bir edebî beyannameleri olmaksızın Servet-i Fünun topluluğu böylece kurulmuş oldu. Daha önce Tanzimat’tan beri gelen bütün edebî yenileşmeler için kullanılan “Edebiyat-ı Cedide” adı da, bir süre sonra bu topluluk için daha özel olarak kullanılmaya başlandı.

Servet-i Fünun veya Edebiyat-ı Cedide, devrinin diğer edebî topluluklarından farklı olarak, sonradan adlandırılmış ve gruplandırılmış değildir. Fiilen bir araya gelen ve birlikte hareket eden bir yazarlar topluluğudur. Başta edebî eserlerinin özellikleri olmak üzere, aralarından bazılarının sanat ve hayat hakkındaki yazılarından, bir kısmının daha sonra kaleme aldıkları hatıralarından onları bir araya getiren faktörleri öğreniriz. Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret hakkındaki önemli araştırmasında, bu faktörlerin psikolojik ve sosyal temellerine işaret eder. Evvela bu şahsiyetler, önceki Hamid-Sezai mektebi gibi ferdiyetçi bir sanat anlayışına sahiptirler. Bunda da devrin siyasî durumunun rolü vardır. Önceki nesil için ileri sürdüğümüz sebepler, Servet-i Fünuncular için daha da önem kazanmıştır. Bu durumda edebiyatçıların siyasî ve sosyal problemler yerine kendi meselelerine ve bunların estetik açıdan geliştirilmelerine eğilecekleri tabiîdir. Hepsi orta sınıf esnaf, tüccar ve memur ailelerinden gelmiş, disiplinli ve programlı eğitim veren, yabancı dil öğreten okullarda okumuşlardır. Belki yaradılışlarından, belki zamanla çağın ortak psikolojisinden kaynaklanan içe kapanık, hissî hatta marazî ruh yapıları vardır.

Tanzimat Dönemi edebiyatının ilk yazarlarında gördüğümüz dilin sadeleşmesi meselesi bunlar için bir hedef değildir. Ferdiyetçi sanat görüşüne taraftar olduklarından, eserlerinin halk tarafından kolaylıkla okunacak bir dile sahip olması da onlar için bir mesele teşkil etmez. Aradıkları estetiğin önemli unsurlarından biri olan dilin, konuyla ilgili bir ahenk kazanmasıydı. Bu yüzden uzun vokalli, ahenkli kelimeler, Farsça terkipler, hatta önceki devir Osmanlıcası’nda bile kullanılmamış kelimeler aradılar. Zihinlerde yeni imajlar, farklı çağrışımlar uyandıracak orijinal tamlamalar kullandılar. Aşırı hassasiyet, heyecan ve acı ifade eden ünlemlere de eserlerinde bol bol yer verdiler.

Servet-i Fünun Edebiyatı’nda roman-hikâye yazarlığı ile şairlik hemen hemen farklı şahsiyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Tanzimat’ın her türde eser veren yazarına mukabil, bu devrede bir çeşit edebî tür paylaşması dikkati çeker. Tiyatro türüne nadiren rağbet gösteren bu yazarları genel hatlarıyla şairler ve hikâye-roman yazarları olarak ikiye ayırmak mümkündür. Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Hüseyin Sîret, Ali Ekrem, Ahmed Reşid, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Faik Âli, Celâl Sahir, Hüseyin Suad grubu daha çok şiir alanında; Halid Ziya, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Ahmed Hikmet ve Safveti Ziya roman ve hikâye alanında eser vermişlerdir.

Servet-i Fünun şairleri hemen daima aruzu kullanmışlardır. Burada özellikle Fikret ve Cenab’ın imale ve arıza olmaksızın aruza hakimiyetlerini belirtmek gerekir. Divan nazım şekilleri de tamamen bırakılmış, buna mukabil Batı orijinli ve daha çok da alışılmışların dışında serbest nazım şekilleri tercih edilmiştir. Divan geleneğindeki müstezat şekli, çok değişik vezinlerle ve kuralsız bir şekilde kullanılarak II. Meşrutiyet’ten sonra gelişecek olan serbest şiire doğru yol açılmıştır. Şiirin nesre yaklaşması, nazım sentaksında mısra ve beyit düzeninin dışına çıkılması (anjambman), mısra içinde yakın seslerin armonisi (alliterasyon) de bu şiirin özelliklerindendir. Görüldüğü gibi estetik plânda gelişme gösteren Servet-i Fünun şiiri, muhteva bakımından fikirden çok duygu ağırlıklı ve derinliği olmayan bir çizgi üzerinde kalmıştır.

Servet-i Fünun mektebinin kurulmasında rol oynayan Ekrem’in dışında, grubun sürükleyici şahsiyeti Tevfik Fikret’tir (1867-1915). Galatasaray Sultanîsi’nde öğrenci iken şiire başlayan Fikret bu yıllarda divan tarzının nispî bir yenileşmesi etrafında ve daha çok Muallim Naci tesirinde kalmış, daha sonra Hamid ve Ekrem tarzı şiirler yazmıştır. Onun asıl şahsiyetini gösteren şiirleri Servet-i Fünun dergisini idare ettiği yıllarda görülür. Bunları daha sonra Rubab-ı Şikeste’de (1897-1901 arasında dört defa basılır) bir araya getirir. Bu şiirler genel olarak plâtonik bir aşk, aile mutluluğu, çocuk safiyeti, ebedî masumiyet, tabiat sevgisi, uzak ve hayalî mekânlar tasavvuru gibi temalar üzerine kurulmuştur. Fikret II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda siyasî ve fikrî şiirlere ağırlık verir. Oğlunun şahsında Türk gençliğinin geleceği için yazdığı şiirlerini Halûkun Defteri’nde (1911) toplar. Aynı yıl benzer bir düşüncenin ürünü olan Rubabın Cevabı’nı neşreder. Hece ile yazdığı çocuk şiirlerini ihtiva eden Şermin (1914) şairin son kitabı olur. Şiddetli bir inanç krizinin mahsulü olan ve Mehmed Akif’le, daha sonraları her iki şairi tutanlarca zaman zaman münakaşalara sebep olan Tarih-i Kadim (1904) ve “Tarih-i Kadime Zeyl” şiirleri şairin izni olmadan kaçak olarak yayınlanmıştır.

Devrin ikinci önemli şairi Cenab Şahabeddin (187l-1934), parnasist şiiri Fikret’ten önce benimsemiş ve diğer Servet-i Fünunculara bu bakımdan öncü olmuştur. Şiirlerinde varlığı bir fotoğraf gibi idrak etmek, renk ve şekilleri canlı tutmak, bunların yanı sıra musiki kültüründen gelen ahenge yer vermek onun şiirlerinin ortak özellikleridir. “Elhân-ı Şitâ”, “Yakazât-ı Leyliye”, “Temâşâ-yı Leyâl” gibi şiirleri her nesil tarafından beğenilmiş ve okunmuştur. Fikret’in şiirlerindeki sathîliğe mukabil, Cenab’ın şiirlerinde mistik ve panteist duygular, insanın kaderi ve kâinat içindeki yeri gibi beşerî proplemler derinlik kazandırır. Gençlik yıllarında neşrettiği Tâmât (1886) adlı küçük şiir kitabının dışında, sağlığında dergilerde kalan şiirlerinin tamamı, eldeki müsveddeleriyle karşılaştırılarak Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri (1984) adıyla yayınlanmıştır.

Servet-i Fünuncuların diğer şairleri, başlıca eserleriyle şunlardır: Hüseyin Sîret (1872-1959) Leyâl-i Girizan (1910), Bağbozumu (1928), Kıvılcımlı Kül (1937); Ali Ekrem (1867-1937) Zılâl-i İlham (1909), Ordunun Defteri (1918); Şiir Demeti (1925), Vicdan Alevleri (1926); Süleyman Nazif (1870-1927) Gizli Figanlar (1906), Firâk-ı Irak (1918), Malta Geceleri (1924); Faik Âli (1876-1950) Fâni Teselliler (1908), Temâsil (1913), Elhân-ı Vatan (1915); Celâl Sahir (1883-1935) Beyaz Gölgeler (1909), Buhran (1909), Siyah Kitap (1912); Hüseyin Suad (1867-1942) Lâne-i Melâl (1910).

Türk roman ve hikâye türünde Servet-i Fünun yazarları önemli hamleler yapmışlardır. Evvelâ şuurlu olarak roman tekniğine dikkat etmek, edebî bir dil aramak, eserde vak’adan çok ruh tahlillerine önem vermek bu dönem romancılarıyla, özellikle de Halid Ziya ve Mehmed Rauf’un romanlarıyla başlamıştır.

Roman yazarları da Servet-i Fünun’un diğer sanatkârları gibi hissî tarafları ağır basan şahsiyetlerdir. Bu yüzden eserlerinde romantik davranışlı karakterler dikkati çeker. Buna mukabil Fransız realistlerini takip ettikleri için roman tekniğinde, dil ve tasvirlerde gerçekçidirler. Böylece gerçek hayata yabancı, duygularına mağlûp kahramanlar hayatın gerçekleri karşısında hayal kırıklığına uğrarlar. Edebiyatta natüralist mektebin gereği olarak da çevre-insan ilişkileri ve veraset problemleri yine şuurlu bir şekilde bu romanlarda işlenmiştir.

Servet-i Fünun romanının güçlü kalemi Halid Ziya’dır (1868-1945). Değişik konularda bol eser vermiş olan Halid Ziya, neslinin yazarları arasında, Cenab Şahabeddin’le beraber, Batı edebiyatını en iyi bilen, en çok okuyan, aynı zamanda sanat ve edebiyat meseleleri üzerinde, teori ve tenkit alanında en çok yazı yazan iki önemli şahsiyetten biridir. O, Tanzimat’tan beri gelen Türk romanının “eğlendirerek öğretmek” gayesini bir tarafa bırakarak, çağının Avrupa romanı alanında eser veren ilk romancımızdır. Bu alan realist-natüralist mektebin kurallarının edebiyata uygulanmasıydı. Yani alelâde maceralara dayanan vak’alardan vazgeçerek, hayatın olabilirliği içinde vak’ayı basit tutmak, bu basit vak’a karşısında kahramanların davranışlarını incelemek, tasvir ve tahlil etmek, bunların yetiştikleri çevre, sahip oldukları kültür ve biyolojik veraset kanunları gereğince onları determinist anlayışın benimsediği bir kadere doğru götürmek romanın başlıca hedefi oldu. Böylece romanda, içinde yaşadığı toplumun meseleleri bahis konusu olmaksızın, fertlerin dar bir çevre içinde etraflarıyla ve kendileriyle çatışmaları konu ediliyordu. Sağlığında kitap hâlinde basılmış eserleri arasında başlıca romanları şunlardır: Nemîde (1891), Bir Ölünün Defteri (1891), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Hayatlar (1924). Hikâye kitapları: Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası (1888), Bu muydu? (1896), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şiir-i Hayâl (1914), Sepette Bulunmuş (1920), Hepsinden Acı (1934).

Mehmet Rauf (1875-1931) bir tarafıyla erotik romanlar yazarı olarak tanınmış ve suçlanmıştır. Edebiyat tarihlerine ise her zaman zirvede kalmış Eylül romanıyla girer. Yasak bir aşkın psikolojisini derinliğine ve başarıyla işleyen Eylül, Halid Ziya’nın denemelerinden sonra, yer yer onu da aşan büyük bir ustalık gösterir. Şahıslar çevresi ise bütün Servet-i Fünun romanında olduğu gibi dar aile ilişkileri içinde kalır. Başlıca romanları şunlardır: Eylül (1901), Genç Kız Kalbi (1912), Ferdâ-yı Garam (1913), Böğürtlen (1926), Son Yıldız (1927). Hikâye kitapları: Son Emel (1913), Menekşe (1915), Pervaneler Gibi (1920), İlk Temas İlk Zevk (1922).

Servet-i Fünun’un ikinci plânda kalan diğer romancıları: Haristan ve Gülistan (1901), Çağlayanlar (1922) adlı hikâye kitaplarıyla Ahmed Hikmet (1870-1927); Hayâl İçinde (1901) adlı romanı, Hayat-ı Muhayyel (1899), Hayat-ı Hakikiye Sahneleri (1910) adlı hikâye kitaplarıyla Hüseyin Cahid (1874-1957); Salon Köşelerinde (1910) adlı romanı, Bir Safha-i Kalb (1912), Hanım Mektupları (1913), Kadın Ruhu (1914) gibi hikâye kitaplarıyla Safveti Ziya’dır (1875-1929).

Devrin siyasî baskısı sebebiyle oynanmasında problemler çıkacak olan tiyatro türü Servet-i Fünun Edebiyatı’nda rağbet görmemiştir. Cenab Şahabeddin, Halid Ziya ve Hüseyin Suad’ın birkaç tiyatro denemesi yayınlanmıştır. Bunun dışında, Recaizade Ekrem’in her şiirin vezinli ve kafiyeli olması gerekmediği şeklindeki fikri, Servet-i Fünun’da hemen her yazarın az çok rağbet ettiği mensur şiir türünün gelişmesine yol açmıştır. Fikirden çok hayal ve duygu yüklü kısa metin parçalarından ibaret olan mensur şiir, başta Ekrem ve Halid Ziya olmak üzere hemen bütün yazar ve şairler tarafından, özellikle dergilerde sık sık görülen bir tür olmuştur.

Servet-i Fünun döneminde edebî tenkitte büyük bir gelişme dikkati çeker. Tenkit, subjektif olmaktan çıkıp birtakım ölçüleri olması gereken bir ilim dalı olarak düşünülür. Bu alanda da hemen bütün yazarlar az çok makale, edebî mektup vs. yazmışlardır. Başta Halid Ziya ve Cenab Şahabeddin olmak üzere diğer Servet-i Fünun yazarları da, özellikle Batı kaynaklı bir tenkit anlayışı ile sanat ve edebiyat üzerine önemli yazılar kaleme almışlardır. Hayat ve Kitaplar (1901) adlı eseri ve birçok makalesiyle Ahmed Şuayb (1876-1910), Beşir Fuad’dan sonra edebî tenkit alanının önemli bir şahsiyeti olmuştur.

Osmanlı’nın En Kısa Yüzyılında Türk Edebiyatı (1901-1922)

Yirminci yüzyıl, Osmanlı’nın Batılılaşma sürecindeki ivmenin büyük bir sürat kazandığı yoğun olaylarla yüklü bir dönemdir. Yirminci yüzyıl (o dönemdeki adıyla yirminci asır) kavramı bile milâdîdir, yani Batılı bir zaman ölçüsüdür. Hatta asır kelimesi bile bu manada yeni bir kavramdır. On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar yaygın olan hicrî takvim sisteminde bazen belirsiz büyük bir zaman parçası için bazen de yüzyıl için de “karn” kelimesi kullanılmıştır. On dokuzuncu asır, Osmanlı için “on üçüncü karn-ı hicrî”dir. Fakat 1900’lere gelindiğinde, özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra milâdî takvim yaygınlaştığı gibi içinde bulunulan yeni devrin adı da “yirminci asır” olmuştur. Bir daha “karn-ı hicrî” tabiri kullanılmayacaktır. Bu tutum, Batı’nın kültür, rejim ve yaşama tarzının Tanzimat’tan sonraki ikinci önemli nüfuzunun önemsiz görünen küçük bir sembolü olarak da düşünülebilir.

İkinci Meşrutiyet’ten sonraki fikir ve edebiyat akımlarının hemen hepsinde ölçü ve istikamet hemen daima Batı’dır. Batılılaşma’nın nasıl olacağı veya tehlikeli bir Batılılaşma’nın karşısında takınılacak tavır. Birbirine zıt da olsa bu akımların hepsi var oluşlarını ve yerlerini Batı nirengisine göre tayin ederler. Batı sempatisiyle Batı korkusu aynı kaynaktan beslenir.

Yirminci yüzyılın başında Türk edebiyatının durumu neydi?

İtibarî bir zaman dilimi olan yeni bir yüzyılın girişinin milletlerin hayatında gözle görülür bir değişiklik göstermemesi tabiîdir. 1900’lü yıllarda edebiyatın genel görünüşü, ilk bakışta önceki yıllardan bu döneme doğru birtakım meselelerin ve tesirlerin devamı izlenimini vermektedir. Recaizade Ekrem’in Tevfik Fikret’i Servet-i Fünun dergisinin sanat ve edebiyat yöneticiliğine getirmesiyle, 1896’da başladığı kabul edilen Edebiyat-ı Cedide topluluğu sanat adına başarılı ve yoğun bir faaliyetten sonra 1901 yılı sonlarında dağılır. Yüzyılın sonuna doğru Transval hâdiseleriyle ilgili olarak meşhur mektup meselesinin ortaya çıkışı ve buna bağlı olarak yapılan tevkiflerle yönetimin dikkati Servet-i Fünun topluluğu üzerine çevrilmiştir. 190l yılının sonuna doğru topluluktan Hüseyin Cahid’in yazdığı tercüme bir makalenin siyasî sayılarak derginin kapatılması üzerine, birkaç ay sonra yeniden çıkması için izin verildiği hâlde, Edebiyat-ı Cedide topluluğu artık dağılmıştır. Bunda bahis konusu hadiselerin uyandırdığı korku kadar, Tevfik Fikret’in geçimsiz mizacının ve topluluk üyelerinin aralarındaki anlaşmazlıkların da tesiri vardır. Fakat bu tarihten sonra Meşrutiyet’in yeniden ilânına kadar topluluk hâlinde olmasa bile, teker teker Servet-i Fünuncuların da yayın hayatında dikkate değer bir faaliyet göstermedikleri dikkati çekmektedir. Servet-i Fünun topluluğu dışındakiler için de aynı durum bahis konusudur. Bu tarihten önce velûd kalem sahipleri olarak bilinen Ahmed Midhat, Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi, Hüseyin Cahid gibi yazarların bile basında adlarına pek rastlanmaz. 1901-1908 arasında, daha önceki döneme göre bile daha sıkı bir baskı ve sansür rejimi uygulandığı muhakkaktır. 1908’den sonra hatıralarını yazan pek çok yazar bu yedi yıl arasındaki sansürden şikâyetlerini dile getirmişler ve kendi aralarından birçok arkadaşlarının bu yüzden yazı yazmamayı tercih ettiklerini ifade etmişlerdir. Bir kısmı ise zaten fiilen yazı yazamayacak durumda bırakılmışlardı: Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim, Safveti Ziya ve Ali Ekrem’in yazı yazmaları yasaklanmıştı. Cenab Şahabeddin, Hüseyin Suad, Ali Ekrem, Süleyman Nazif ve Faik Âli memuriyetle İstanbul’dan uzaklaştırılmışlardı. Hüseyin Siret sürgündeydi. Abdullah Cevdet pek çok sebeple çoktan beri yurt dışındaydı. Abdülhak Hamid susması şartıyla Londra ve Brüksel büyük elçiliklerinde bulunuyordu. Gökalp, Diyarbekir’de ikamete mecburdu. Henüz yayın hayatında görünmemiş genç Yahya Kemal ise kaçarak gittiği Paris’teydi.

Bütün bunlar ve bunlara eklenecek başka sebepler dikkate alınarak 1901-1908 arası yıllara bakıldığında, edebiyatta yenileşmenin başlangıcı olan 1859’dan günümüze kadar gelen bir buçuk asırlık zaman içinde, bu dönemin Türk edebiyatının neden en verimsiz yılları olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu sekiz yılın kitap hâlinde yayınlanmış edebî eser sayısı otuzdan fazla olmadığı gibi, dergilerdeki edebî yayınlar da bu sessizlik izlenimini değiştirecek mahiyette değildir. Bu durumda Osmanlı’nın yirminci yüzyıldaki edebiyatı fiilen 1908-1922 arasındaki on beş yıl gibi kısa fakat çok yoğun bir dönemden ibaret kalmaktadır.

Siyasi Batılılaşmanın resmî tarihi olan Tanzimat fermanının İstanbul dışında ve eyaletlerde pek ilgi uyandırmadığı bilinmekte, hatta İstanbul’da bile toplumun alt tabakalarınca kulak arkası edildiği anlaşılmaktadır. Fakat İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Türk siyasi tarihinde, belki hiçbir hâdisede olmadığı kadar heyecan uyandırmış, dönemin sınırlı iletişim imkânlarına rağmen kısa zamanda bütün memlekete ve memleket dışına yayılmış, böylece toplumun tabanına da yansımıştır. Bu yayılmayı bir meşrutiyet veya hürriyet bilincinin tezahürü manasında almamalıdır. Olsa olsa bir baskıdan kurtulmuş olmanın heyecanı olarak telâkki etmelidir. Türk toplumu herhâlde tarihinin en hür ve o kadar da başıboş dönemini yaşıyordu. Hiçbir baskı kalmamıştı ama neredeyse devlet de kalmamıştı. Özellikle ilk günlerin en güzel ifadesini Mehmed Akif, Süleymaniye Kürsüsünde’ki Türkistanlı Vaiz Abdürreşid İbrahim’in ağzından verir: “Çamlıbel sanki şehir, zabıta yok, rabıta yok!” Bu durum tabiatıyla edebiyata da aksetmiştir. Baskı ve sansür yüzünden yazamamaktan şikâyet edenler için artık sınırsız bir hürriyet devri başlamıştır. Ancak bu defa da edebiyattan uzak bir edebiyat devri açılmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında genel görünüşüyle sanat, estetik, edebiyat endişesi taşımayan bir yığın şiir, hikâye, roman ve tiyatro basın piyasasını doldurmuştur. Meşrutiyet ve hürriyet çığlıkları, geçmiş idarenin hicvi, başta II. Abdülhamid olmak üzere saray ve hükümet erkânının hatta herhangi bir şekilde bunlara yakın olanların haklı veya haksız alenen tahkiri, buna mukabil yeni yöneticilerin alkışlanması ve teşviki, bu durumdan en az etkilenmesi gereken şiirin bile malzemesini oluşturur. Kolayca tahmin edilebilir ki bunların büyük bir kısmı, şiir değerini haiz olmayan alelâde manzum metinlerden ibarettir. Çoğunun altında hemen hürriyetin ilânı günlerinde alelâcele yazılmış izlenimi veren Temmuz 1324 (1908) tarihi de bulunmaktadır. Bu konularda şiir yazanlar arasında Mehmed Akif gibi şiirini uzun bir dönemde siyasî-sosyal konulara hasretmiş yahut Süleyman Nesib, Ali Ekrem, Faik Âli gibi millî konularda da şiir yazmış olduğu için tabiî karşılanabilecek kişilerin yanında Recaizade Ekrem ve Ahmed Haşim gibi edebiyatımızda toplum meselelerine hiç ilgi duymamış olanların da varlığı dikkat çekicidir.

Dönemin roman ve hikâyesinde aynı durum daha yaygın olarak dikkati çeker. Çoğu anlatım tekniğinden, estetik endişeden mahrum, hatta önceki dönem romanları kadar bile dile itina etmeyen, sosyal konulara angaje olmuş, apaçık siyasî mesajlar gönderen bir yığın roman birdenbire çığ gibi edebiyat piyasasını doldurur. Yüzyılın ilk yedi yılının kısırlığı karşısında bu on beş yıl içindeki roman sayısının iki yüzden fazla oluşu çok dikkate şayan bir edebî hâdisedir.

Meşrutiyet dönemi tiyatrosu da aynı olumsuz faktörlerden payına düşeni almıştır. Bugün yazarlarının pek çoğunun adı bile hatırlanmayan irili ufaklı bir yığın tiyatro eseri hürriyetin ilânı aylarından başlayarak yayın hayatına atılmış, büyük bir kısmı da devrin sahnelerinde oynanmak talihine erişmiştir. Diğer edebî türlerde olduğu gibi bunlarda da genellikle II. Abdülhamid Devri’nin rüşvet, suiistimal, jurnal, işkence, sürgün gibi olumsuzluklarının dile getirildiği dikkatleri çeker. Diğer edebî türlere göre sahnede oynanması için özel bir tekniği gerektiren tiyatro metinlerinin çoğu bu açıdan da zayıftır. Yine bu on beş yılın basılı tiyatro eseri repertuvarı iki yüze yakın bir sayı gösterir. Oynanıp da basılmamış pek çok oyun bu sayının dışındadır.

Kaynağını sadece ideoloji ve politikadan aldığı için olumsuz bir bakış açısından değerlendirdiğimiz bu edebiyat hakkında söylenmesi gereken, elbette bundan ibaret değildir. Aynı dönemde bu konuların dışında, edebiyatı bir sanat olarak benimseyen düşüncenin mahsulü eserler olduğu gibi ideolojinin veya sosyal meselelerin tema olarak ele alındığı hâlde estetik değerlerin ihmal edilmediği eserler de mevcuttur. Nitekim dönemin yazarlarından bir kısmının sosyal çevreyle edebiyatı oldukça başarılı tarzda terkip ettiği eserleri bulunmaktadır. Ortaya konulan karamsar tablo ise, siyasî patlamaların topluma ve oradan edebiyata yansımasını bir açıdan belirtmek üzere çizilmiştir. Nitekim daha Meşrutiyet’in başlarında edebiyattaki genel atmosferin bu tarzda politize olmasından rahatsızlık duyan edebiyatçılar vardır. Fecr-i Âti şair ve yazarlarını bir araya getiren sebeplerin başında bu rahatsızlık bulunmaktadır. Daha sonra edebiyat tarihlerinin Millî Edebiyat adı altında gösterecekleri edebî hareketi doğuran başlıca faktör de aynı rahatsızlıktan kaynaklanır.

Fecr-i Âti’nin varlığı 1909 tarihli Servet-i Fünun dergisinde çıkan bir haberle duyurulur. Bu kısa haberde bir araya gelen bazı genç edebiyatçıların bir şiir ve düşünce topluluğu kurdukları, bunların sanatı şahsî ve muhterem olarak kabul ettikleri, şiire ve estetiğe ağırlık vermek üzere Fecr-i Âti adıyla bir dergi yayınlayacakları bildiriliyordu. Bu adda bir dergi hiçbir zaman çıkarılamamıştır. Topluluğu teşkil eden gençler de bu yüzden yazılarını ve şiirlerini başta Servet-i Fünun olmak üzere Resimli Kitap, Musavver Eşref, Şiir ve Tefekkür, Jale, Şehbal gibi devrin, kendilerine imkân hazırlayan kaliteli edebiyat dergilerinde yayınlama fırsatı bulurlar.

Araya giren 31 Mart Olayları gibi siyasî sebeplerle topluluk olarak faaliyet gösteremeyen gençler, bu tarihten bir yıl kadar sonra yine Servet-i Fünun’da yayımladıkları bir beyanname ile varlıklarını bir daha kamuoyuna duyururlar. Böylece, edebiyat tarihimizde bir topluluğun, altındaki imzalarıyla prensiplerini açıklayarak bir beyanname ile ortaya çıktıkları tek edebiyat hareketi olan Fecr-i Âti, niyet ettikleri şekilde bir dernek kurulamamış da olsa bir çeşit resmiyet kazanmış olmaktaydı. Kapanmış bir devir olarak kabul ettikleri Servet-i Fünuncular hakkında saygılı bir dil kullandıkları beyannamelerinde kendilerinin sanata ve estetiğe bağlı kalacaklarını, fakat yeniliğe daha çok açılacaklarını bildiriyorlardı. Topluluk dilin, edebiyatın, edebî ve sosyal ilimlerin gelişmesine, düşüncelerin aydınlatılmasına çalışacak ve bir yayın evi kurarak Batılı ve yerli eserleri halka yayacaktır. Beyannamenin altındaki yirmi bir imzadan başlıcaları Ahmed Haşim, Emin Bülend, Tahsin Nahid, Celâl Sahir, Hamdullah Subhi, Refik Halid, Ali Canib, Faik Âli, Fazıl Ahmed, Fuad Köprülü ve Yakub Kadri’dir. Grubun en yaşlısı otuz dört, en genci on dokuz yaşındadır; yaş ortalaması da yirmi üçtür.

Esasta sanatı şahsî ve muhterem kabul eden Fecr-i Âti mensuplarının herbirinin şahsî bir yol tuttuğu ve dernek hâlinde çalışmaya da pek yanaşmadıkları, daha sonra yayımlanan hatıralarından anlaşılmaktadır. Daha ilk toplantılarından itibaren birtakım çözülme ve ayrılmalar başlamış, 1912 sonlarında ise artık Fecr-i Âti diye bir şeyden bahsedilmez olmuştur. Buna göre bu topluluğun ömrü üç buçuk yıl kadardır.

Fecr-i Âti beyannamesinde, ülkenin ilme ve sanata şiddetle ihtiyaç duyulduğundan bahsedilmesi, Meşrutiyet’i takip eden aşırı politik fikir ve edebiyat ortamına bir tepki gibi görünmektedir. Ancak, kendilerinden önceki Edebiyat-ı Cedide mensupları gibi tamamen fildişi kuleye kapanmayı da benimsemeyerek sanatın belki doğrudan doğruya siyasete değil, fakat sonuç olarak millî gelişmeye hizmet edeceği düşüncesindedirler. Bununla beraber genel hatlarıyla Edebiyat-ı Cedide anlayışından pek de uzaklaşamadıkları muhakkaktır. Aslında sanat ve edebiyat açısından sağlıklı bir teşebbüs olmakla beraber Fecr-i Âti, toplumun refah ve huzur içinde bulunacağı bir dönemin anlayışını yansıtabilirdi. Hâlbuki gerek kuruluş, gerekse dağılma yıllarında Osmanlı toplumu en sancılı süreci içine girmiş bulunuyordu.

Yukarıda zikrettiğimiz sebeplerle Fecr-i Âti yazarlarının eser verdikleri edebî türler ve ve benimsedikleri Batı edebiyat ekolleri de tam anlamıyla ortak bir karakter göstermez. Şiirde kısmen parnas anlayışına bağlı olanlar kadar sembolist-empresyonist eğilimleri benimsemiş olanlar vardır. Roman ve hikâyede ise genellikle realist-natüralist bir yolu tercih etmişlerdir. Yine de kahramanlarının çoğunu Servet-i Fünun’da olduğu gibi hassas ve romantik tipler teşkil eder.

Topluluğun şiirde temsilcileri Tahsin Nahid, Faik Âli, Mehmed Behcet, Emin Bülend ve Ahmed Haşim’dir. Ortak prensipleri şiirle topluma faydalı olmanın veya hayatı bütün gerçekleriyle şiire aksettirmenin doğru ve mümkün olmadığı, şiirin ancak duyguları dile getiren bir sanat vasıtası olduğudur. Bu prensibin, dönemin şöhretli şairleri Mehmed Emin, Ziya Gökalp, Mehmed Akif, hatta Meşrutiyet’ten sonra topluma açılan Tevfik Fikret’in şiirlerine bir tepki olduğu açıktır. Hikâye ve romanda Refik Halid, Yakub Kadri, Cemil Süleyman ve İzzet Melih’in adları görülmekle beraber, topluluğu daha çok son ikisi temsil etmiştir. Konu olarak Edebiyat-ı Cedide romanını takip eden eserlerinin roman tekniği açısından onların seviyesini de tutturamadıkları görülür. Tiyatro yazarlığında Müfid Ratip, Tahsin Nahid, Şahabeddin Süleyman ve İzzet Melih’in çalışmaları vardır. Bunlardan Şahabeddin Süleyman’ın Çıkmaz Sokak ve Fırtına adlı oldukça realist oyunları, yayınlandığı sırada toplum ve ahlâk ilişkileri açısından epey tenkide uğramış eserlerdir.

Aynı dönemde ortaya çıkan, fazla önemli olmamakla beraber bir medeniyet ve zihniyet anlayışını yansıtması açısından bahsedilmesi gereken iki edebî hareketten de bahsetmek gerekir. Bunlardan biri, devletin en buhranlı yıllarının epeyce safdilâne mahsûlü olan Nev-Yunanîlik akımıdır. 1912’de Türkiye’ye dönen ve Fransa’da zihninde uyanmış olan bir öz şiir ile Batı edebiyatlarında olduğu gibi Türk şiirine klâsik bir temel arayan, bunun için de Yunan sanatından hareket ederek yeni bir şiir tarzını deneyen Yahya Kemal, bu konuda kendi cephesinde nesir yazarı olarak Yakup Kadri’yi bulur. Bu düşünce, modern Türklerin artık Osmanlı veya Orta Asya Türkleri değil, Akdeniz havzasının Türkleri olması gerektiği felsefesini hareket noktası olarak almaktadır. Buna göre bizler de bu “havza medeniyeti”nin çocukları idik. Böylece adına Avrupa’da Neo-hellenisme denilen akımı Nev-Yunanîlik diye tercüme etmek suretiyle benimseyen bir edebî mektep tasavvur etmiş oluyorlardı.

Yahya Kemal’in “Sicilya Kızları”, “Bergama Heykeltraşları” ve tamamlanmamış şiirlerinden “Biblos Kadınları” bu düşüncesinin mahsulleridir. Edebiyatımızı da bu medeniyet havzasında bulacağımızı ümit eden Yahya Kemal, zamanla bu fikirlerini tedricî bir şekilde tasfiye etmiştir. Aynı düşüncenin takipçilerinden Yakup Kadri, “Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” adlı nesir yazısıyla, hatta daha sonraki yıllarda kaleme aldığı Okun Ucundan ve Erenlerin Bağından adlı deneme yazılarıyla Nev-Yunanîlik idealini yine Akdeniz havzasında, biraz daha gerilere Kitab-ı Mukaddes kıssalarına kadar genişleterek bu havza kültürünü devam ettirmiştir. Şiirde ise daha genç bir isim, Salih Zeki (Aktay), Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bu tarzın hemen tek başına takipçisi olmakta devam edecektir.

Aynı yıllarda Rübab dergisinde Fecr-i Âti’nin bir kısım mensuplarıyla, estetik değerin yanında millî bir edebiyata yönelme düşüncesinde olanlar arasında çıkan münakaşaların sonunda “Nâyîler” yahut “Yeni Nesil” adıyla bir topluluğun da varlığı bahis konusu olmuştur. Rübab’la beraber Kehkeşan, Safahat-ı Şiir ve Fikir dergilerinde yazan Nâyîler, dilin ahengine uygun yeni ve millî bir yol aradıklarını ifade etmişlerdir. Başlıca mensupları Enis Behiç, Halid Fahri, Orhan Seyfi ve Yahya Saim (Ozanoğlu) olan Nâyîler, varlıklarını uzun süre koruyamamışlar, gelişmekte olan Millî Edebiyat akımı içinde yerlerini bulmuşlardır. Dönemin asıl üzerinde durulması gereken ve adından en çok bahsettiren en uzun nefesli akımı hiç şüphesiz Millî Edebiyat’tır. Yirminci yüzyıl Türk edebiyatında, hakkında en çok konuşulan bir akım olmakla beraber, belli bir beyannamesi, kuruluş zamanı ve şekli bulunmadığından, hatta mensuplarını da disiplinli tek bir grup hâlinde düşünmek kolay olmadığından, Millî Edebiyat’ın ne olduğu ve olmadığı üzerinde münakaşalar daha zamanında başlamış ve Cumhuriyet’ten epey sonraya kadar devam etmiştir.

Bu yüzden Millî Edebiyat devrinin başlangıcını ve sonunu, şahsiyetlerini, eserlerini sıralamak da kolay olmamıştır. Bu akım çok defa fikir olarak aynı yılların Türkçülük ideolojisiyle karıştırılmıştır. Hatta edebî eserlerde bile Millî Edebiyat ile milliyetçi edebiyatın birbirine karıştırıldığı görülmüştür. Bütün bu karışıklıklara rağmen Millî Edebiyat, devrin birçok fikir ve edebiyat akımı arasında, özellikle 1910-1923 yılları arasındaki faaliyetlerin odak noktasını oluşturmuştur.

Genel hatlarıyla II. Meşrutiyet sonrasının Osmanlıcı, Türkçü, İslâmcı, Batıcı gibi siyasî ve fikrî akımlarıyla Fecr-i Âti mensupları hatta marjinal kalmış da olsalar Nâyîler ve Nev-Yunanîler, aslında tehlikeli uçurumlara yaklaşmış olduğunu herkesin apaçık gördüğü devlete bir medeniyet ve kültür kimliği, dolayısıyla ve bunlara bağlı olarak bir sanat ve edebiyat felsefesi kazandırma çalışmalarının birbirinden az çok farklı uzantılarıdır. Arka arkaya çıkan Trablusgarb, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarıyla iç karışıklıkların bütün bu dağınık akımları birbirine yaklaştırdığı nazarî olarak düşünülebilir. Hatta Millî Edebiyat’ın, dönemin dışında kalan 1923 sonrasında da varlığını devam ettirdiği dikkate alınırsa, İstiklâl Savaşı’nı da buna katmak gerekir.

Kronolojik bir sıra bahis konusu olmaksızın, hatta hiç şüphesiz verilmiş ortak kararlar da olmaksızın, bütün bu akımların, bu buhranlı yıllar boyunca, çeşitli zamanlarda birbirine yaklaşarak hedefi belli, fakat sınırları ve prensipleri fazla net olmayan bir Millî Edebiyat vücuda getirdikleri anlaşılmaktadır.

Balkan kavimlerinin bağımsızlık mücadelelerinde ihanete varan faaliyetleri Osmanlıcıları; Birinci Dünya Savaşı yıllarında bazı Arap kabilelerinin Osmanlı düşmanı olan Batılılara yanaşmaları İslâmcıları; medeniyet ve insaniyet örneği zannedilen Batılıların, emperyalist siyasetleriyle Türkiye’yi parçalama sevdaları Batıcıları ve Nev-Yunanîleri, Enver Paşa’nın Orta Asya’daki macerasının hüsranla sonuçlanması Türkçü ve Turancıları daha gerçekçi olarak düşünmeye sevk etmiş olmalıdır. İşte II. Meşrutiyet yıllarının başında adından bahsedilmeye başlanan, bir süre sonra ideolojik olarak değil fakat edebî eserlere yansıyarak kendini gösteren Millî Edebiyat’ın millîliği bu ma’şerî düşüncenin sonucu olmuştur.

İlk defa Ali Canib’in yazılarıyla 1911’de telâffuz edilmeye başlanan Millî Edebiyat deyimi, kavram olarak Tanzimat’tan beri gelen eski edebiyat anlayışına tepkinin bir açıdan devamı sayılmakla beraber, aşırı bir şekilde Batı taklidi bir edebiyata da karşı olma özelliğini getirmektedir. Bu anlayışta zaman zaman konuların vatanî, millî, hamasî olmasının tercihi, Türkçenin en güzel eserlerinin Millî Edebiyat dışında telâkki edilmesine sebep olmuş, bu da birtakım münakaşalara yol açmıştır. Bu anlayış zamanla yumuşamış, en güzel Türkçeyle, millî ruhu aksettiren her çeşit temanın kullanıldığı eserler Millî Edebiyat çerçevesi içinde düşünülmüştür. Bu açıklamaların ışığı altında, 1910-1923 arasında eser vermiş olanların arasında, konumuzun başlarında değişik akımlara bağlı olarak zikrettiğimiz isimlerin birçoğu da dahil olmak üzere zengin bir isim listesi çıkarılabilir.

Önce Mehmed Emin, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Ali Canib gibi Türkçü kanattakilerin, ortaya attıkları teorik görüşleri ve eser olarak uygulamalarıyla bu Millî Edebiyat’a tereddütsüz yol açmış oldukları muhakkaktır. Bazı paradoksları göze alarak İslâmcı Mehmed Akif’i, Batıcı Tevfik Fikret ve Abdullah Cevdet’i de bu akımın hazırlayıcıları yahut mensupları arasında göstermek pek de yanlış değildir. Daha sonra edebiyat tarihlerinde Millî Edebiyatçılar arasında kabul edilmiş kalabalık bir kadro gelir: Rıza Tevfik, İhsan Raif, Yahya Kemal, Süleyman Nazif, Samih Rıfat, Midhat Cemal, Aka Gündüz, Orhan Seyfi, Enis Behiç, Halid Fahri, Yusuf Ziya, Şükûfe Nihal, Salih Zeki, İbrahim Alâaddin, Kemaleddin Kamu, Ömer Bedreddin.

Bu akımın zuhuruna kadar Türk şiirinde kullanılan vezin hemen istisnasız olarak aruz olduğu hâlde, Millî Edebiyat şairlerinin bir kısmı başlangıçta aruzla yazmış, bir kısmı zaman zaman aruzu devam ettirmiş, fakat Mehmed Akif ve Yahya Kemal dışında hemen hepsi heceyi tercih etmiştir.

Aslında birbirlerinden çok farklı istikametlerde gelişebilecekleri hâlde, yukarıda temas edilen siyasî ve sosyal şartların tabiî olarak bir bileşke çizgisi üzerinde topladığı Millî Edebiyat hikâye ve romancılarının ortak tarafları, toplum ve fert problemlerini dengeli olarak işlemek, memleket ve millet sevgisini didaktik olarak değil, romantik duygularla beslemek, millî değerlere sempati ile yaklaşmak formülü altında toplanabilir. Ömer Seyfeddin, tamamen bu dönem içinde yazdığı yüz elli küsur hikâyesiyle Millî Edebiyat’ın başta gelen hikâyecisi olduğu kadar, Tanzimat’tan beri gelen yenileşme dönemi hikâyecileri arasında da büyük bir usta olarak kabul edilmiştir. Cumhuriyet’ten sonra da yazacak olan romancılar arasında Halide Edib Yeni Turan, Ateşten Gömlek, Mev’ud Hüküm; Yakub Kadri Kiralık Konak, Nur Baba; Refik Halid Memleket Hikâyeleri ve İstanbul’un İçyüzü adlı romanlarıyla dönem içinde topluluğun hikâye ve romanını temsil ederler.

II. Meşrutiyet sonrası edebiyat grupları arasında, toplum meseleleri ile estetik değerleri beraber yürütmek gayreti tiyatro türünde daha başarılı örneklerini Millî Edebiyat akımı içinde vermiştir. Halid Fahri’nin Baykuş’u, Reşad Nuri’nin Hançer’i, ayrıca akımın dışında kalmış olan İbnürrefik Ahmed Nuri’nin hemen bütün komedileri ile Musahipzade Celâl’in tarihî oyunları dönemin beğenilen eserleri arasındadır.

Bu yazının konusu Osmanlı Devleti’nin sonu ile sınırlandığı için, problemler de hâliyle II. Meşrutiyet devrinin bitişine yani 1922’ye kadar getirilmiştir. Bundan sonra Cumhuriyet devri edebiyatı başlamaktadır. Genel olarak Tanzimat’tan sonraki Batılılaşma sürecinin devamı olan bu yeni dönemde edebiyatta, önceki meselelerin az çok değişme ve gelişmeyle devam ettiği görülmektedir. Ancak Cumhuriyet devri edebiyatı, önceki döneme göre farklı iki temel felsefe üzerine kurulmuştur.

Biri Millî Mücadele’yle beraber fiilen, 1923’ten sonra da resmen hükûmet merkezinin Ankara olması dolayısıyla fikir, kültür ve edebiyat hareketlerinin de Anadolu’ya yönelmesi hadisesidir. Bu durum 1910’larda başlayan Millî Edebiyat hareketinin, Cumhuriyet’ten sonra bir Anadolu romantizmine doğru gelişmesine yol açacaktır. Konunun bir süre sonra köy realizmine yönelmesi de aynı itici gücün farklı yönde gelişmesinden doğmuştur.

İkincisi, yeni rejimin ve inkılâpların, edebî eserlere yansıması hadisesidir. Rejimin bir alanda savunma mekanizması olarak görülen bu durum, tarih, kültür ve edebiyat anlayışında Osmanlı’dan tamamen kopma manasına gelmektedir. Böylece hayat tarzı ve medeniyet telâkkisi ile Batı’ya bağlanırken, horlanan Osmanlı tarihi yerine de Orta Asya Türk tarihi ikame edilmek istenmiştir.

Meşrutiyet sonrası fikir akımlarından Batıcılık ve Türkçülüğün, yahut başka bir deyişle Ziya Gökalp’ın İslâmlaşmak dışında “Türkleşmek, Muasırlaşmak” felsefesinin izlerini yeni dönemde de takip etmek mümkün olmaktadır. Bu tutumun edebiyattaki tezahürleri zaman zaman çok aşırı olarak, çok partili demokrasi hareketlerinin başlayacağı İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar devam eder.

Prof. Dr. M. Orhan OKAY

Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 167-180


Kaynaklar:
  • İsmail Habib (Sevük), Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, İst. 1924.
  • Refik Ahmet Sevengil, Türk Tiyatrosu Tarihi III, Tanzimat Tiyatrosu İst. 1962.
  • Şerif Hulusi, Tanzimat’tan Sonraki Tercüme Faaliyeti, Tercüme N. 3, s. 286-296.
  • Mustafa Nihat Özön, Türkçede Roman, İst. 1936.
  • Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İst. 1956.
  • Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Ank. 1971.
  • Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret, Devir, Şahsiyet, Eser, İst. 1971.
  • Şerif Mardin, “Tanzimattan Sonra Aşırı Batılılaşma”, Türkiye Coğrafya ve Sosyal Araştırmalar, İst. 197l, s. 411-458.
  • Güzin Dino, Türk Romanının Doğuşu, İst. 1978.
  • Ömer Faruk Akün, “Tanzimat Edebiyatı Sözü Ne Dereceye Kadar Doğrudur?”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, c. VI, N. 2, s. 15-37; N. 3, s. 22-39.
  • Metin And, Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu, 1908-1923, Ankara 1971.
  • Metin And, Tanzimat ve İstibdad Döneminde Türk Tiyatrosu, 1839-1908), Ank. 1972.
  • Bilge Ercilasun, Servet-i Fünunda Edebî Tenkit, Ank. 1981.
  • Bilge Ercilasun, İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit, Ank. 1995.
  • Orhan Okay, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti Beşir Fuad, İstanbul 1969.
  • Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ank. 1975.
  • Orhan Okay, “Yirminci Yüzyılın Başından Cumhuriyete Yeni Türk Şiiri. 1900-1923”, Türk Dili drg. N. 481-482, Ocak-Şubat 1992, s. 287-89.
  • Orhan Okay, “Edebiyatımızda Batılılaşma”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İst. 1990, s. 44-53.
  • Orhan Okay, “Batılılaşma, Edebiyatta”, DİA İslam Ansiklopedisi, c. V, s. 167-171
  • Orhan Okay, “Edebiyat-ı Cedide”, DİA İslam Ansiklopedisi, c. X, s. 398-399.
  • Orhan Okay, “Fecr-i Ati”, DİA İslam Ansiklopedisi, c. XII, s. 287-290.
  • Osman Gündüz, Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema, İst. 1997).
  • Metin And, Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu. 1908-1923, Ank. 1971. Şevket Toker, “Edebiyatımızda Nev-Yunanilik Akımı”, Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, N. 1, s. 135-163.
  • Alemdar Yalçın, II. Meşrutiyet’te Tiyatro Edebiyatı Tarihi, Ankara 1985.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.