Bugünkü “sıkıyönetim” yerine kullanılan ” idare-i örfîye” veya “örfî idare”nin hem kavram hem de kurum olarak ortaya çıkışı oldukça yenidir ve Osmanlı tarih literatürüne I. Meşrutiyet dönemiyle girmiştir. Meşruti yönetimin hukuki zeminini teşkil eden 1876 (1293) Kanun-ı Esasisi[1] ile tebaaya tanınan hak ve hürriyetler tanzim edilirken fevkalade hallerde söz konusu hak ve hürriyetlerin ne şekilde sınırlandırılacağı veya askıya alınacağı hususu da düzenlenmişti. Anayasanın meşhur 113. maddesi bu konuda şu hükmü taşıyordu: “Mülkün bir cihetinde ihtilal zuhur edeceğini müeyyed asar ve emarat görüldüğü halde hükümet-i seniyenin o mahalle mahsus olmak üzere muvakkaten idare-i örfîye ilanına hakkı vardır. İdare-i örfîye kavanîn ve nizamât-ı mülkiyenin muvakkaten tatilinden ibaret olup idare-i örfîye tahtında bulunan mahallin suret-i idaresi nizam-ı mahsus ile tayin olunacaktır.”[2]
Bu hükümle biraz mübhem olmakla birlikte idare-i örfîyenin hukuki bir tanımı da yapılmış[3], ancak idare tarzının özel düzenlemelerle belirleneceği vurgulanmakla yetinilmiştir.
Ancak Kanun-ı Esasi siyasi açıdan son derece hassas bir devrede mer’iyete konulmuştu. Anayasanın top sesleri arasında ilan edildiği 23 Aralık 1876 (7 Zilhicce 1293) tarihi, aynı zamanda Rusya’nın isteği ile Rumeli’deki ıslahat programını görüşmek üzere bir araya gelen Düvel-i Muazzama temsilcilerinin Tersane Konferansı için masa başına oturdukları tarihti. Konferansın somut bir karar almadan dağılmasına rağmen Balkanlar meselesini yarım bırakmak istemeyen Rusya, General Ignatief vasıtasıyla Viyana, Paris, Berlin ve Londra ile temasa geçti. Bu teşebbüs neticesinde adı geçen devletler Rumeli’ye yönelik ıslahat taleplerini yineleyen bir protokolü deklare ettiler (23 Mart 1877).[4] Osmanlı yönetimi Londra protokolünü kabule yanaşmayınca Rusya başka bazı sebepleri[5] de bahane ederek 24 Nisan 1877’de Osmanlı devletine savaş ilan etti.
Örfî İdarenin Doğuşu ve Yerleşmesi
Kanun-ı Esasinin ilanı tarihinden 4 ay bile geçmeden karşı karşıya kalınan Osmanlı-Rus Savaşı beraberinde örfî idareyi de getirdi. Sulh halinde bile asayiş ve emniyet altına alınamayan Rumeli ciheti harbin ilanıyla tekrar kaynamaya başlayınca hemen hemen tüm yerleşim birimlerinin mahalli mülkî ve askerî idarecileri merkezi yönetimden idare-i örfîye ilan edilmesi talebinde bulunmaya başladılar.[6] Hükümet bunları değerlendirmeye çalışırken İstanbul’a Anadolu cephesinde Ardahan’ın işgal edildiği haberi ulaştı.[7] Bu hezimet, önce Osmanlı Mebusan Meclisini karıştırdı.[8] Arkasından üniversite öğrencilerinden büyük bir grup toplanarak Meclis-i Meb’usan binasını sardılar. Serasker Redif Paşa ile Tophane Müşiri Damat Mahmut Paşa’nın azledilip cezalandırılmasını istediler.[9]
Olaylara tahammül edemeyen hükümet şiddetle mukabelede bulundu ve 14 Mayıs 1877’de İstanbul’da örfî idare ilan etti.[10] İki gün sonra Seraskerlikten Dördüncü Ordu Müşirliği vekaleti, Batum Kumandanlığı, Hersek, İşkodra, Bosna, Yenipazar, Niş, Sofya, Yanya ve Yenişehir Kumandanlıklarına bir telgrafname yazılarak “ahval-i hazıra-i fevkaladeden dolayı lüzum ve mecburiyet-i sahiha göründüğü takdirde Tuna, Varna ve Bosna vilayetleri ile İşkodra valiliğinin ve Rumeli ve Anadolu’da sair mevaki-i muktaziyede hudud-ı malumeleri ile idare-i örfîye altına alınabileceğine” izin verildi ve idare-i örfîye altına alınan yerlerde hükümet-i askeriyenin yetkilerini belirten dört maddelik bir de talimat eklendi.[11]
Bu hadiseden sonra örfî idare kararları birbirini takip ederek 10 Temmuz’da Bosna vilayetinin Travnik, Banyaluka, Bihke ve Hersek sancakları[12], arkasından 28 Temmuz’da Selanik vilayeti idare-i örfîye altına alındı. Mütakiben Yanya vilayeti ile Yenişehir sancağında (28 Ağustos) ve yine aynı vilayetin Tırhala ve Preveze sancaklarında[13], Saray ve İzvornik’de[14] idare-i örfîye ilan edildi. Ağustos ayı içerisinde Edirne dahil tüm Rumeli bölgesi[15] örfî idare altına girdiği gibi yıl içerisinde Girit Adası[16] ile Doğu Anadolu’da başta Erzurum[17] olmak üzere ihtiyaç duyulan bölgelerde söz konusu idare te’sis edildi.[18]
Osmanlı Rus Harbinin hitamıyla birlikte Rumeli vilayetlerindeki örfî idare hemen kaldırılamadı. 29 Ekim 1881 tarihinde Sadrazam Said Paşa tarafından Harbiye Nezaretine yazılan bir yazıyla “idare- i örfîye tahtına alınmış olan mahallerden bu muamelenin icrasına ihtiyaçtan vareste olan yerler nereleri ise oralarca kavanin-i adliyenin icrası zımnında tahkikat yapılması emr-i padişahi…” gereği olarak istenmiş[19], mahalli askerî mülki yöneticilerden hiç de olumlu cevap alınamamıştır.[20]
Osmanlı-Rus Harbi yenilgisi dolayısıyla Meclis-i Mebusan’daki ağır eleştirilerden rahatsız olan II. Abdülhamid’in 13 Şubat 1878’de (10 Safer 1295) Meclisi tatil etmesiyle başlayan istibdat rejimi fiili bir örfî idare rejimi olarak sürdüğü gibi o’nun saltanatı boyunca devam eden Girit, Şarki Rumeli, Makedonya, Bulgar ve Anadolu’da Ermeni meseleleri ile 1898’de patlak veren Yemen ayaklanması ve bunu izleyen olaylar siyasi açıdan örfî idareye bir yerde sebep olmaya devam etmiştir.[21]
II. Meşrutiyet ve Sonrasında Örfî İdare
23 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin yeniden ilanı hürriyet isteyenler için beklenmedik bir başarı[22] olmasına rağmen uzun ömürlü olamadı. 13 Şubat 1909’da Kâmil Paşa Kabinesinin güvensizlik oyuyla düşürülmesi ve Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesinin kurulmasıyla İstanbul’un siyasi gerginliği günden güne arttı. 6 Nisan’da İttihat Terakkiye karşı keskin muhalefetiyle bilinen Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü’nde vurulması bu gerginliği zirveye çıkardı. 12/13 Nisan gecesi Taşkışla’da bulunan IV. Avcı Taburu askerlerinin ayaklanarak Sultan Ahmed’de Meclis-i Mebusanı sarmasıyla başlayan 31 Mart Vak’ası 24 Nisan 1909’da Mahmut Şevket Paşa idaresindeki Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişiyle sonuçlandı. Ertesi gün yani 25 Nisan’da Mahmut Şevket Paşa-yasal prosedüre bile riayet etmeksizin-İstanbul, Çatalca ve İzmit’te re’sen örfî idare ilan etti.[23]
Hareket Ordusu kumandanlığının örfî idarenin 1911 (1327) yılı Martına kadar uzatılması isteği Meclis-i Vükelaca kabul edilmiş, daha sonra 1912 Temmuzu’na kadar bu rejim sürmüştür.[24] 22 Temmuz 1912’de göreve gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın büyük kabinesi 24 Temmuz’da idare-i örfîyeyi kaldırmış,[25] ancak çoğunluğu ittihatçı olan Meclis-i Mebusanla ilişkileri bozulup 5 Ağustosta Meclisi kapattırma kararı aldırdıktan sonra çıkan olaylar üzerine 17 Eylülde İstanbul’da üç günlük örfî idare ilan edilmiştir.[26]
Arkasından Heyet-i Vükela’nın Osmanlı basınında “tahlif senedâtı” olarak adlandırılan ve devlet memurlarının politika yapamayacaklarına dair yeminli senet imzalamaları yükümlülüğünü getiren bir karar kabul etmesi ve aynı yükümlülüğün üniversite öğretim üyelerine tatbiki için kararın Maarif Nezaretine bildirilmesi üzerine üniversite öğrencileri “Babıali Nümayişi”ni düzenlemişlerdir. Daha önceleri de “harp isteriz” diye gösteriler yapan öğrencilerin bu son hareketi üzerine hükümet aynı gün “Rumeli ve İstanbul vilayeti ile Çatalca Sancağı” dahilinde idare-i örfîye ilan etmiş[27], ertesi gün de Balkan Harbi patlak vermiştir.[28]
Bu döneme kadar örfî idere rejimi sadece İstanbul’a münhasır olarak uygulanmadı. Yukarıda değindiğimiz gibi Rumeli’de, Makedonya’da aralıklarla da olsa bu idareye başvuruldu. Nitekim Edirne ve Selanik gibi merkeze oldukça yakın bölgeler bu vilayetlerdeki etnik ve siyasi faaliyetler sebebiyle uzun süre örfî idare altında tutuldu.[29] Yine Kosova valisi Mazhar Bey’in bazı garip uygulamaları yüzünden 1 Nisan 1910’da patlak veren Arnavutluk isyanı sebebiyle bölge örfî idare altına alındı.[30]
Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine savaş ilan etmesiyle başlayıp, 30 Mayıs 1913’de akdedilen Londra Anlaşmasıyla sona eren I. Balkan Harbi devletin Rumeli’deki topraklarının tasfiyesiyle sonuçlandı. 11 Haziran 1913’de Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra yönetime iyice yerleşen İttihatçılar muhaliflerine karşı en şiddetli tedhiş hareketlerine başladılar.[31] örfî idareyi kalkan olarak kullandılar. Kısa süre sonra I. Dünya Savaşı bulutlarının Osmanlı topraklarına ulaşmasıyla Osmanlı Devleti 2 Ağustos’ta başladığı seferberlikle birlikte tüm ülke sathında örfî idareye de başvurdu.[32] Böylece devlet merkezi İstanbul’da 1909’da başlayan örfî idare-Ahmet Muhtar Paşa Kabinesinin kaldırdığı üç aylık dönem hariç tutulursa-1918 yılına kadar aralıksız sürmüş, hürriyet rejimi olarak meriyete konulan meşrutiyet tamamen örfî idareli meşrutiyet veya askerî meşrutiyete dönüşmüştür.[33]
Örfî İdareyi Gerektiren Haller ve İlan Şekli
1876 Kanun-ı Esasisinin örfî idare rejimine müracaatı “mülkün bir cihetinde ihtilal zuhur edeceğini müeyyed asar ve emarat görülmesi” şartına bağladığına yukarıda işaret etmiştik. Ancak buradaki ihtilal geniş anlamda kullanılmış olup pratikte harp, isyan ve ihtilal ile sonuçlanabilecek derecede iç ve dış güvenliği tehdit edici haller örfî idareyi meşru ve zaruri kılacak sebepler arasında yer almıştır.[34] Söz konusu hallerde örfî idare ilanı yetkisi “hükümet-i seniyye”ye verilmiştir. Hükümetin aldığı örfî idare kararı padişahın iradesi (onayı) ile kesinleşmektedir.[35]
Harp halinde savaş mahallindeki askerî yetkililer de mahallin mülki hükümet yetkilisi ile görüşmek suretiyle örfî idare ilan edebilmektedir. Ancak bu durumda karar derhal hükümete arz edilip hükümetin izniyle padişah iradesinin alınması şarttır.[36] Zaten buna benzer hallerde askerî yetkililere önceden örfî idare ilan izni verilmektedir.[37] örfî idare altına alınan bölgenin sınırları hükümetin kararında belirtilmek durumundadır. örfî idarenin süresi konusunda mevzuatta tahdid edici bir hüküm yoktur. Kanun-ı Esasi sadece “muvakkaten” ilan edilebileceğini belirtmiştir. örfî idare kararının Dahiliye Nezaretince bütün ilgililere duyurulması ve örfî idare hudutları dahilinde halka ilanı da kuraldır.[38]
Örfî İdarenin Görev ve Yetkileri
Yönetim fonksiyonu açısından idare-i örfîye, söz konusu idare altına alınan bir mahalde emniyet ve asayişin korunması için “mülkî (sivil) hükümete ait hak ve yetkilerin askerî hükümete devri”nden ibarettir. Askerî idare bozulmuş (muhtel) olan asayişi yeniden tesis edebilmek için bazı yetkilerle donatılmıştır. Bu yetkiler örfî idareye dair ilk hukuki düzenleme olarak bilinen 20 Eylül 1293 (2 Ekim 1877) tarihli İdare-i örfîye Kararnamesi’nin[39] altıncı maddesinde şöyle sıralanmıştır:
- Lüzum görülen eşhasın gece ve gündüz ikametgahlarını arama,
- Şüpheli ve sabıkalılardan olup da hükümet tarafından yakalananlar ve İdare-i örfîye mıntıkasında ikametgahları olmayanları bir başka mahalle tard ve teb’îd,
- Ahalinin esliha ve cephanesini toplama,
- Zihinleri karıştırıcı yayın yapan neşriyatı kapatmak,
- Ve her türlü cemiyetleri men etmek.
Örfî İdare rejimini donatan bu yetkilerin Kanun-ı Esasinin ikinci kısmında Osmanlı tebaasına tanınan kişi dokunulmazlığı, mesken masuniyeti, matbuat serbestisi gibi temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırdığı meydandadır.
Örfî İdareye tanınan en önemli yetkilerden biri de “devletin dahili ve harici emniyetini ihlal edici bilcümle cünha ve cinayet cürümlerinin asıl failleriyle bunlara medhaldar olanların Divan-ı Harp huzurunda yargılanması”dır ki biraz da bu mahkemeleri tanımaya çalışalım.
Divan-ı Harb-i örfîler
Örfî İdarenin bir an önce düzeni tesis edebilmesi için suçluların vakit geçirmeden cezalandırılmalarını sağlayacak ve böylece caydırıcı bir unsur olarak yeni yönetime destek olacak seri çalışan bir yargıya ihtiyacı vardır. İcra yetkisi askeri idareye geçince yeni idarenin kendi yargı mekanizmasıyla birlikte işletilmesi mantık açısından da gerekli ve faydalı görülüyordu.
Osmanlı Devleti’nin yenileşme sürecinde yargı müesseselerindeki değişime paralel olarak askeri ceza mahkemeleri de “Divan-ı Harp”[40] genel adıyla teşkilatlanmıştır. Örneğin gerek 1837 tarihinde kabul edilen ve kısaca “Cezaname” olarak adlandırılan Kanunname-i Cezada[41], gerekse 24 Ocak 1870 tarihli Askeri Ceza Kanunname-i Hümayununda[42] mahkeme adı budur. Hatta Cezanamede Divan-ı Harb-i Daimi, Divan-ı Harb-i Mahsus ve Divan-ı Harb-i Tecessüs olarak üç özel askeri mahkeme yer almıştır.[43] Ancak bunların hepsi asker mensuplarını görevleriyle ilgili suçları sebebiyle yargılayan özel mahkemelerdir. örfî İdare rejimini düzenleyen mevzuat, başlangıçta örfî İdarenin bir parçası olarak kurulacak askeri mahkemeleri de aynı adla, yani “Divan-ı Harp” olarak isimlendirmiştir.[44] Ancak ilerleyen süreçte bu ad mahkemelerin nizami askeri ceza mahkemeleri olan Divan-ı Harplerle karıştırılmasına yol açtı. Bu sebeple isim karmaşasından kurtulmak ve örfî idare dolayısıyla kurulan mahkemeleri ikincilerden ayırmak için mahkemelerin sonuna İdare-i örfîyenin “örfî”si eklendi ve adı “Divan-ı Harb-i örfî” olarak yerleşti.[45] Zaman zaman “İdare-i örfîye Divan-ı Harbi”[46] veya yine başlangıçta olduğu gibi “Divan-ı Harp” şeklinde adlandırmalar olmuş ise de söz konusu mahkemeler kendilerine ait tüm resmi yazışmalarda yerleşmiş olan ilk ismi kullanmışlardır. Bir Örf-i İdare bölgesinde birden fazla mahkeme kurulması gerektiğinde bunların numaralandırılması yoluna gidilmiştir. Örneğin İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra 31 Mart sanıklarını yargılamak üzere İstanbul’da iki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Ermeni isyanları üzerine ilan edilen Örf-i İdareyle birlikte Adana’da üç, Cebelibereket’te iki Divan-ı Harb-i örfî birden kurulmuş Adana’dakiler (Adana), Birinci, İkinci, Üçüncü Divan-ı Harb-i örfîsi, Cebelibereket’tekiler de yine Cebelibereket Birinci, İkinci Divan-ı Harb-i örfîsi şeklinde adlandırılmıştır.[47]
Mahkemelerin İlk Teşekkül Tarihi ve Osmanlı Dönemindeki Faaliyet Süreci
Divan-ı Harb-i örfîlerin -Örf-i İdarenin adeta bir unsuru durumundaki yargı kurumları olarak- söz konusu rejimle eş zamanlı olarak kurulup faaliyete başladıklarına hükmetmek için fazla bir kanıta ihtiyaç olmasa gerek. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nde mahkemelerin ilk tatbikatının 31 Mart Vak’ası sebebiyle İstanbul’a gelen Mahmut Şevket Paşa’nın 25 Nisan 1909’da (12 Nisan 1325) İstanbul, Çatalca, İzmit bölgesinde ilan ettiği İdare-i örfîye ile başladığı yolunda görüşler ileri sürülmüştür.[48] Bu görüşlerin pratik bir değeri olmayacağı açıktır. Çünkü her şeyden evvel Örf-i İdare rejimini tanzim eden mevzuat bu rejimi Divan-ı Harb-i örfîlerle birlikte düzenlemiştir. İkinci olarak örfî İdare altına alınan yerlerde hemen bir mahkeme teşkiliyle göreve başlatılması hükümet tarafından o yerin mülki ve askeri idarecilerine yapılan ilk ve en önemli tenbihat olmuştur.[49] Nihayet mahkemelerin 1877 yılında Örf-i İdareyle kurulup faaliyete başladıklarının en önemli kanıtı söz konusu mahkemelerin yargılama kararlarıdır.[50]
Örf-i İdare rejiminin yukarıda izaha çalıştığımız tarihsel gelişimi Divan-ı Harb-i örfîlerin de kronolojik faaliyet sürecini belirler. Osmanlı-Rus Harbiyle başlayan bu süreç bazen ülke topraklarının çeşitli yerlerindeki münferit karışıklıklar ve isyanlar sebebiyle yerel, bazen söz konusu Harpte ve Balkan Harbi sırasında olduğu gibi bölgesel, bazen de I. Dünya Harbinde görüldüğü gibi bütün ülke düzeyinde uygulanmak suretiyle Osmanlı döneminin sonuna kadar belirli aralıklarla devam etmiştir.
Yerel mahkemeler arasında 1878 Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı devletinin elinde kalan Rumeli topraklarının belli başlı merkezleri durumundaki Selanik, Yanya, Kosova ve İşkodra’da uzun süre birer Divan-ı Harb-i örfînin faaliyette bulunduğunu biliyoruz.[51] Bunlardan Selanik Divan-ı Harb-i örfîsi Umum Rumeli Müfettişliği özel yönetiminin kurulduğu 1902 yılına kadar faaliyetini sürdürmüştür.
Yine 1890 yılında Girit’de bir Divan-ı Harb-i örfî[52] ile Hanya ve Resmo’da[53] olduğu gibi ihtiyaç duyulduğunda sayıları çoğaltılan mahkemeler mevcut olmuştur. 1895 yılında Trabzon’da vukua gelen karışıklık (Şuriş) sebebiyle 9 Ekim 1895 tarihli İrade-i Seniyye ile İdare-i örfîye ilanı ve bir mahkeme kurulması kabul edildi.[54] Aynı dönemde Beyrut’ta bir mahkeme faaliyetini sürdürdü.
İkinci Meşrutiyetin ilanından kısa süre sonra 31 Mart Vak’asını müteakip İstanbul’da örfî İdareyle birlikte başlatılan Divan-ı Harb-i örfî uygulaması, kısa sürede yurdun çeşitli yerlerinde çıkan kırışıklıklar sebebiyle Balkanlara, Rumeli ve Arnavutluk’a[55], Anadolu’da Ermeni karışıklıklarının yoğun olarak yaşandığı Adana[56], Maraş ve Antakya’dan[57], Musul ve Süleymaniye’ye[58] kadar uzandı. Sınırları içerisindeki etnik unsurların ayrılıkçı faaliyetleri, katılmıış olduğu İtalyan Harbi, Balkan Harbi, I. Dünya Harbi ve bu son savaşı takip eden tasfiye dönemi sırasındaki olaylar sebebiyle Osmanlı Devletinin çoğu yerinde Divan-ı Harb-i örfîler bazen bölgesel, bazen de tüm ülke sathında faaliyetlerini aralıklarla da olsa sürdürdü.[59]
Özel Amaçlı Mahkemeler
Genel olarak bakıldığında Divan-ı Harb-i örfîlerin kuruluşundaki temel amaç örfî İdare mıntıkası içinde başta devletin iç ve dış güvenliğini ihlal eden suçlar olmak üzere örfî İdarenin ilanına sebebiyet veren birtakım suçlarla ilgili davaları “serian” sonuçlandırmak, suçluları vakit geçirmeden cezalandırarak sükunetin bir an önce sağlanmasına yargısal destekte bulunmaktan ibarettir. Bununla birlikte ağırlıklı olarak icra-yı faaliyette bulunacakları alan ve çözümleyecekleri suç gurupları noktasından hareketle mahkemelerle ilgili daha özel ve kategorik bir guruplama yapmak mümkündür.
Örneğin, II. Meşrutiyeti müteakip ağırlığını Makedonya oluşturmak üzere Osmanlı Devletinin Rumeli’de kalan toprakları ve Arnavutluk’ta çıkan karışıklıklar sebebiyle bu bölgede kurulan Divan-ı Harb-i örfîlerin kuruluş amacı ayrılıkçı direnişçilerle çete guruplarının bir an önce tenkil edilmesiydi. Bunun için 27 Eylül 1909’da “Rumeli Vilayetinde Şekavet ve Mefsedetin Men’i ve Mütecasirlerinin Takip ve Tedibi Hakkında Kanun-ı Muvakkat”[60] adı altında özel bir düzenleme ile teşkil edilecek Divan-ı Harb-i örfîlerin kuruluş ve teşkilatı buna uygun olarak düzenlendi. Bir yıl sonra 1 Eylül 1910’da çıkarılan “Müsellah Çeteler Hakkında Kanun-ı Muvakkat”[61] ile ilk düzenlemede bazı değişiklikler yapıldı. Fakat amaç aynıydı: Silahlı çeteleri süratle cezalandırmak ve onlara karışmak isteyenler üzerinde caydırıcı etki bırakmak.
Bunun gibi I. Dünya Harbi sırasında iaşe kararnamesine aykırı hareket eden bir kısım fırıncıların davalarını mevcut Divan-ı Harb-i örfîlerin iş yoğunluğu sebebiyle sürüncemede kalması üzerine, sadece “iaşe mukarreratına muhalif hareket edenlerin yargılanmaları için” bir mahkeme kurulması kabul edilmiştir.[62] Yine söz konusu savaş arefesinde seferberliğin ilanı ile birlikte kurulan mahkemeler
ilk planda seferberlik hükümlerinin etkili uygulanmasını sağlamak üzere teşkil edildiğinden “Seferberlik Sebebiyle Teşekkül Eden Divan-ı Harb-i örfîler” olarak isimlendirilmişler ve daha sonra harp müddetince görevlerini sürdürürken de uzun süre bu adla anılmışlardır.[63] Bu kategoriye uygun tipik bir mahkeme gurubu da “Tehcir sırasında vuku bulan tecavüzatta medhali olanları yargılamak üzere kurulan Divan-ı Harb-i örfîleredir.
Tamamen özel ve şaibeli bir meseleyi sonuçlandırmak üzere kurulan son gurup mahkemelerden kısaca bahsetmek gerekirse bu süreç I. Dünya Harbi sırasında muhtelif bölgelerdeki Ermeni ayaklanmaları sırasında Türk-Ermeni halkı arasındaki mukatele ve tehcir hadisesi[64] esnasındaki bazı istenmeyen olayları, savaşın ilerleyen dönemlerinde Osmanlı devletine bir gayri müslim (Hıristiyan) katliamı olarak fatura edilmesiyle başladı. Galip devletlerce bu katliama katılanların yakalanıp yargılanmaları istenmeye başlandı.[65] Bu baskılar karşısında Osmanlı Hükümeti Mondros Mütarekesi’nin arefesinde, önce “Muamele-i Tehciriyeden bilistifade işlenen tecavüzat ve düşmanlığa dair suçlarda aslen ve feran medhaldar olanların” araştırılması ve takibi için birer özel komisyon kurulmasını uygun bulup Anadolu’yu on bölgeye ayırarak dahiliye ve adliye memurlarından mürekkep on ayrı komisyonun teşekkülünü karara bağlamıştır.[66]
Arkasından Meclis-i Vükelaca tehcir sırasında işlenen suçlarda medhali bulunduğu tahkik heyetince anlaşılacak olanların muhakemelerinin Divan-ı Harb-i örfîlerde görülmesi “muvafık-ı hal ve maslahat” görülerek gereğinin yerine getirilmesi için Harbiye ve Adliye nezaretlerine tebliği kararlaştırıldı.[67] Kararın ilk uygulaması olarak 16 Aralık 1918 tarihli kararname ile İstanbul’da Mütekaid Ferik Mahmut Hayret Paşa başkanlığında bir Divan-ı Harb-i örfî kuruldu.[68]
Mütarekeden sonra da Batılıların bu konudaki baskıları devam ettiğinden olayla ilgili muhakemesi gerekenlerin bir an önce yargılanabilmeleri için o tarihte örfî idarenin devam ettiği yerlerden İzmir, Bursa, Tekirdağ, Edirne, Samsun ve Antep’te birer mahkeme daha kuruldu. Bu mahkemelerin başkan ile üyeleri mahkemenin kurulduğu illerdeki Bidayet ve İstinaf Mahkemesi mensuplarından eski görevleri baki kalmak üzere atanmışlardı.[69]
Kısa süre sonra tehcir sebebiyle suç işleyenlerin göz altında bulundukları yerlerdeki Divan-ı Harb-i örfîlerde yargılanmaları temin edilmiş[70] ve bu mahkemelerin bakacakları suçlar arasına “tehcir ve taktil”[71] fiileri de alınmıştır. İstanbul’da tehcir suçlarına bakmak üzere kurulan mahkemelerin kaldırılmasından sonra ise bu davaların Dersaadet Birinci Divan-ı Harb-i örfîsinde görülmesine devam edildi.[72]
Mahkemelerin Kuruluş ve Teşkilatı
Kural olarak bir yerde Divan-ı Harb-i örfî kurulup kurulmaması ya da kaldırılması kararı Heyet-i Vükelaca alınmaktadır. Hükümet, mahkemelerin kuruluşuna dair kararları mahalli mülki veya askeri yöneticilerin görüşlerine başvurmak ya da onlardan gelen teklifleri değerlendirmek[73] suretiyle almaktadır. Bununla birlikte karar alınmasında mahalli mülki-askeri yöneticilerin görüş ve istekleri zorunlu bir unsur olmadığı gibi bağlayıcı da değildir. Siyasi otorite kendiliğinden mahkeme kurulmasına karar verebildiği gibi savaş hali benzeri -örfî idareyle birlikte mahkemelerin kurulmasının da kaçınılmaz olduğu- durumlarda gereken yerlerde Divan-ı Harb-i örfî kurulması hususunda mahalli yöneticilere önceden izin verebilmektedir. Örneğin, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında ilgili makamlara Örf-i İdare ilanı ve Divan-ı Harp kurulması yolunda izin verildiği gibi[74] I. Dünya Harbi başlangıcında seferberlik münasebetiyle kurulacak mahkemeler içinde mahalli askeri yöneticiler yetkili kılınmıştır.[75] Tüm bu özel düzenlemelere rağmen mahkemelerin mutad kuruluş prosedürüne uyulmuş, mahalli yöneticilerce idari hiyerarşiye uygun olarak merkezi hükümete intikal ettirilen talepler Heyet-i Vükelaca karara bağlanıp padişah iradesi alınmıştır.[76]
Söz konusu mahkemelerin teşkilatı konusunda da başlangıçta yeterli bilgi yoktur. 13 maddelik İdare-i örfîye Kararnamesi’nin son dokuz maddesi divan-ı harplere ayrılmasına rağmen mahkemenin teşkilatı hakkında en ufak bir bilgi verilmemiştir. İdare-i örfîye Nizamnamesi[77] “erkan ve ümera-i askeriyeden mürekkep bir divan-ı harp teşkil” edileceğini belirtmekle birlikte askerlerden oluşacak bu heyetin hangi kaynaktan ve hangi makamca belirleneceği, sayısı, mahkeme başkan ve üyelerinde bazı niteliklerin aranıp aranmayacağı, katip heyeti vs. yardımcı birimlerin temin şekli gibi teşkilatı aydınlatıcı sorular cevapsız bırakılmıştır.
Uygulamada da mahkeme başkan ve üyelerinin rütbe ve sayıları konusunda birliktelik yoktur. Buna rağmen mahkeme heyeti genelde -bir başkan ve dört üye olmak üzere- beş kişiden aşağıya düşmemiştir. Örneğin 1879 yılında İstanbul’da teşkil edilecek Divan-ı Harb-i örfî heyetinin “müşiran ve ümera-i askeriyeden dokuz ve en az yedi zattan mürekkep” olacağı belirtiliyordu.[78] 1880’den Selanik Divan-ı Harb-i örfîsi, Mirliva (Tuğgeneral) rütbesinde bir başkan ile ikisi miralay (albay), ikisi kolağası (yarbay) rütbesinde dört üyeden oluşuyordu. 1889 yılında Girit Divan-ı Harb-i örfîsi Ferik (Tümgeneral) rütbesinde bir başkan ile üç miralay, bir binbaşı ve iki alay emini olmak üzere toplam altı üyeden müteşekkildi.[79]
Görüldüğü gibi başlangıçta mahkemelerin teşkilatı son derece de basittir. Ancak “20 Eylül 1293 tarihli İdare-i örfîye Kararnamesine müzeyyel Kanun-ı Muvakkat” adıyla yürürlüğe konulan 19 Ağustos 1326 (1 Eylül 1910) tarihli kanun[80] Divan-ı Harb-i örfîlerin teşkilatında çok önemli değişiklikler meydana getirdi. Bunlardan biri doğrudan mahkemeye bağlı ve adliye mensubu üç kişiden oluşan bir “heyet-i tahkikiye”nin mahkeme teşkilatına kazandırılmasıdır.[81] Tahkikat Heyeti üyelerinin hepsinin “mensubin-i adliyeden” olması mahkemelerin yargısal faaliyetleri açısından çok önemli bir gelişme olmuştur. Çünkü tahkikat heyetlerine “kendilerine ihbar ve evrakı tevdi olunan suçlular hakkında tahkikat icra etmek ve bu tahkikata göre maznunların tevkiflerine veya adem-i tevkiflerine karar vermek, bunları kefaretle ya da kefaletsiz serbest bırakmak veya tutukluluk hallerini kaldırmak, muhakeme ya da men’i muhakemelerine karar vermek” gibi çok önemli görevler yükleniyordu.[82]
Müzeyyel Kanunun mahkeme teşkilatına getirdiği bir başka yenilik müdde-i umumi (savcı) yi de teşkilata dahil etmesidir. Kanuna göre “… divan-ı harp bir reis ile dört aza ve bir müdde-i umumiden mürekkeptir (mad. 25) ”. Kanun-daha önce 14 Eylül 1325 tarihli Kanunla[83] getirilen -mahkemede asker- sivil oranını korumuş, başkan ile iki üyenin askeriye diğer iki üyenin de adliye mensuplarından atanmasını öngörmüştür. Ancak 18 Eylül 1335 (1919) tarihli Kararname[84] mahkeme heyetini başlangıçta olduğu gibi tamamen askerleştirecek, heyet-i tahkikiyeyi de lağv ederek sorgu hakimliğini ifa etmek üzere yeteri kadar “müstantık” atanmasını öngörecektir.[85]
Mahkemelerin Görev ve Yetkileri
İdare-i örfîye Kararnamesi Divan-ı Harb-i örfîlerin görevlerine dair daha açık kurallar koymuştu. Kararnamenin mahkemelerin görevleriyle ilgili ortaya koyduğu ilk genel prensip söz konusu mahkemelerin örfî idare ilan edilen mahaldeki adi (mülki) ceza mahkemelerinin yerine geçeceği hususudur. Ancak adli mahkemelerin yükü tamamiyle bu mahkemelere devredilmemiş, sadece örfî idarenin mevcudiyeti açısından özellik ve önem taşıyan belirli davaların burada görülmesi benimsenmiştir.[86] Kararname nitelik itibariyle söz konusu mahkemelerde görülecek suç ya da dava gurupları arasında şunları saymıştır:
- Devletin dahili ve harici emniyetini ihlal edecek bilcümle cünha ve cinayetlerin asıl failleriyle bunlara medhaldar olanlar hakkındaki davalar (mad. 4),
- Hükümet memurlarına icra-yı memuriyetleri esnasında suikast edenlerin (bu hareketleri idare-i örfîyenin ilanına sebebiyet veren ahvale taalluk etmesi şartıyla) bu fiilleriyle ilgili davalar (mad. 5),
- İdare-i örfîyenin ilanından önce kurulmuş olsalar bile bilcümle gizli (hafi) cemiyetlere ait davalar (mad. 11).
İlerleyen süreçte askeri sırları açığa vurma, casusluk, harp hainliği suçları[87]; hırsızlık, gasp ve garet (yağma)[88]; ihtikar[89]; asker mensuplarının eş ve ailelerinin ırz ve namuslarına tasallut[90]; askeri hükümetin emir ve talimatlarına uymama[91]; isyan ve tahrib-i bilad[92]; tehcir ve taktil[93] ve basın yoluyla işlenen suçların[94] muhakemeleri Divan-ı Harb-i örfîlere havale edilmiştir.
Yargılama Usulü ve Hüküm
İlk faaliyet döneminde Divan-ı Harb-i örfîlere bağlı heyet-i tahkikiye ve müstantık benzeri herhangi bir ön soruşturma mercii bulunmadığından zanlının tüm sorgulaması mahkeme huzurunda yapıldığı gibi ön soruşturma merciinin oluşturulduğu II. Meşrutiyet dönemi ve sonrasında esas yargılama yine mahkeme huzurunda yapılmaktadır. Yargılama sırasında -askeri mahkeme olması sebebiyle- muhakeme usulü bakımından öncelikle askeri mevzuat uygulanmaktadır. Mevzuattaki dağınıklığa rağmen gerek doğrudan mahkemeye sevk edilen, gerekse heyet-i tahkikiye veya müstantık tarafından ön soruşturması yapılıp lüzum-ı muhakeme kararıyla birlikte dosyası tevdi edilen zanlının “tahkikat-ı intihaiye”[95] olarak isimlendirilen son soruşturması Divan-ı Harb-i örfîce yapılmaktadır. Bu devre esas yargılama safhasıdır. İster tutuklu, ister tutuksuz olsun zanlının muhakemeye çıkarılması mümkün olan durumlarda yargılama onun yüzüne karşı yapılır.[96] İttifak veya ekseriyetle[97] alınan karar (hüküm) zanlının yüzüne karşı okunarak tefhim olunur.
Mahkemece verilen hüküm aslında verildiği andan itibaren kesindir. Çünkü Divan-ı Harb-i örfîler tek dereceli mahkemeler olup, pratik olarak kanun yolunu işletmek ve kararın bir üst mercide kontrolünü sağlamak mümkün olmamaktadır. 6 Nisan 1914 (24 Mart 1330) tarihli kanun[98] gereğince Divan-ı Temyiz-i Askeriyenin kurulmasıyla bu fırsat doğdu. Ancak 11 Mayıs 1914’de (28 Nisan 1330) çıkarılan bir kanun-ı muvakkatle Divan-ı Harb-i örfîce verilecek hükümlerin temyize tabi olmadığı karar altına alınarak mahkeme kararları temyiz denetimi dışına çıkarıldı.[99]
Cezaların uygulanabilmesi açısından tüm dönem boyunca idam cezaları ancak padişah iradesi alınmak suretiyle infaz edilebilecektir. Ancak bu kuralın da bazen göz ardı edildiği görülmektedir. Nitekim Aliye Divan-ı Harb-i örfîsince verilen idam kararları padişah onayı beklenilmeden infaz edilmiş, hüküm mazbataları bilahare padişahın onayına sunulmuştur.[100]
Mahkemelere dair sunduğumuz bu kısa malumat, onların örfî idarenin bir unsuru olarak vazife gördüklerini ortaya koymaktadır. Bu sonuç, mahkemelerin ne derece yargı bağımsızlığına sahip oldukları sorusunu da cevaplar niteliktedir. Divan-ı Harb-i örfîler birer askeri mahkeme olarak doğrudan görev yaptıkları yerin örf-i idare kumandanının emir ve denetimi altındadırlar. Askeri hiyerarşinin katılığı göz önüne alındığında bunların bağlı bulundukları askeri yönetimin gölgesi altında tarafsız yargılama yapabilecekleri konusunda şüphe uyandırmaktadır. Bu şüpheleri doğrulayan uygulamalar da yok değildir. Mahkemelerin örfî idareyle bütünleşmiş olağanüstü birer yargı organı olması, yargılama şekli ve hükümlerin kesinliğinde de kendisini hissettirir. Mahkemeler basit usulde yargılarlar, yargılamalar genellikle gizlidir. Sanığın kendisini savunacak bir müdafi bulundurma hakkı, hakimi reddetme hakkı, davanın bir başka mahkemeye naklini isteme hakkı yoktur. Hatta istisnalar dışında mahkemece verilecek kararı itiraz veya temyiz yoluyla bir üst mahkemede denetletme hakkı da bulunmamaktadır.
Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 795-803